29. Bölüm

HASRET KALDIKLARIMIZ

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Karanlık tünelin içinde sürünürken, hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi akıp gidiyordu. Her anı, her acı, her kayıp hepsi zihnime hücum etti. Sanki geçmişim tırnaklarıyla ruhumu kazıyordu.

 

İlk görevimi hatırladım. Üzerime bol gelen asker üniformasını, titreyen ellerimi, kalbimdeki korkuyu. Ama o korkunun nasıl da hızla bir savaşa dönüştüğünü. İlk kurşunu attığım günü... Namlunun soğuk metalini, barut kokusunun ciğerimi nasıl yaktığını. O gün bir daha asla eski ben olamayacağımı anlamıştım.

 

Sonra timim geldi aklıma. Ulaş’ın kahkahaları, Burak’ın bitmeyen esprileri, Mustafa Kemal’in dimdik duruşu. Her biri kardeşimdi. Onlarla ekmek böldüm, kurşun yedim, sırt sırta ölümle dans ettim. Ama en çok o gün... o lanetli gün...

 

Kendi cenazemi izlediklerinde yaşadıkları yıkımı düşündüm. Ulaş’ın secdede hıçkırarak dua edişini. Burak’ın mezarımın başında diz çöküp haykırmasını. Onlara bunu yapmak zorunda kalmak, göğsümde dağ gibi büyüyen bir yaraydı.

 

Ve Umay...

 

Gözlerimi sımsıkı kapattım. Umay’ın kokusu, sesi, bana her sabah “Güzel uyan, aşkım” deyişi kulaklarımda çınladı. Saçlarını kestirdiği fotoğrafı hatırladım. Aybars’a sarılırken çekilen o bulanık fotoğraf. Beni göremeden büyüyen oğlum...

 

Boğazım düğümlendi. Bu kadar karanlığın içinde bile onların ışığını taşıyordum.

 

Sonra Khaos’un o lanetli gülüşü yankılandı zihnimde. Çocukların korku dolu bakışları. 51. Bölge’nin duvarlarında yankılanan sessiz çığlıklar. Bütün bu dehşeti kendi gözlerimle görmüştüm. Ve artık bunu durdurmadan ölemeyeceğimi biliyordum.

 

Belki çıkamayacaktım buradan. Belki de o tünelin sonunda beni başka bir ölüm bekliyordu. Ama bildiğim tek şey vardı:

 

Ben Türk askeriydim.

 

Kanımda direniş vardı.

 

Ve buradan çıkarsam, bu laneti dünyaya gösterecektim.

 

Çünkü bazı savaşlar sadece yaşamak için değil, yaşatmak içindir.

 

Ben, sevdiklerim için, vatanım için, o korku içindeki çocuklar için sürünmeye devam ettim.

 

Ölene kadar...

 

Ya da kazanana kadar.

 

Nefesimin son zerresine kadar süründüm. Dar tünelin içi zifiri karanlıktı, ama asıl karanlık orada değil, zihnimdeydi. Her adımda, her ilerleyişimde biraz daha çöküyordum.

 

Psikolojim lime lime olmuştu. Benliğim eriyordu. Gözlerim boş bakmaya başlamıştı artık; ne korku vardı içimde ne de heyecan. Sadece tükenmişlik. İnsan bazen o kadar yorulur ki ölmek bile cazip gelir. Ama ben ölmeyi lüks sayıyordum.

 

Zor ve yorucu günler geride kalır mıydı? Bundan bile emin değildim artık. Belki bu cehennem hiç bitmeyecekti.

 

Yavaş yavaş umut da ölüyordu içimde. Oysa bilirsiniz...

 

Bir insanın umudu öldüğünde, onun artık yaşayan bir ölüden farkı kalmaz.

 

Ama bir şey vardı beni hala sürükleyen.
Bir ateş vardı içimde, sönmeyen.

 

Kim için savaşıyordum?

 

Vatanım için.

 

Ama vatan dediğin sadece toprak değildir.

 

Benim vatanım, Umay’dı.
Benim vatanım, Aybars’tı.
Onların varlığıydı beni hâlâ hayatta tutan.

 

Bunları düşündükçe, o cehennemin içindeki sürünüşüm bir savaşa dönüştü.
Her hareketimde Umay’ın yüzünü gördüm.
Her nefesimde oğlumun gülüşünü duydum.

 

Ve sonunda, tünelin sonundaki kapağa ulaştım. Ellerim kanıyordu. Parmaklarım parçalanmıştı ama fark etmiyordum bile.

 

Tüm gücümü topladım.

 

Paslı kapağı kaldırdım.

 

Ve başımı yukarı uzattığımda...

 

Kendimi Amerika çölünün ortasında buldum.

 

Sonsuz gibi görünen sarı kumlar, ufukta dalgalanan sıcak hava...

 

Ama benim için burası özgürlüktü.

 

Yerle bir olmuş ruhumun ilk defa nefes aldığını hissettim.

 

Çünkü artık kurtulmuştum.

 

Ve artık dünyayı sarsacak görüntüler elimdeydi.

 

Khaos'un karanlığını tüm dünyaya gösterecektim.

 

Bu daha bitmemişti.

 

Bu sadece başlangıçtı.

 

Titreyen ellerimle cebimdeki küçük cihazı çıkardım. 51. Bölge’de bana verdikleri milyonluk hesaba erişim sağladım. Bu hesabı bana güvenip vermişlerdi; çünkü onların sadık bir köle olduğumu düşünüyorlardı.

 

Ama ben köle değildim.
Ben Türk askeriydim.

 

Ve şimdi, onların kendi paralarıyla sonlarını getirecektim.

 

Tek tek dosyaları açtım. Görüntüler, videolar, ses kayıtları... 51. Bölge’nin en derin karanlığı, insanlıktan çıkmış ritüeller, kaçırılan çocukların fısıltıları, Khaos’un kanlı çığlıkları...

 

Hepsini yüklemeye başladım. İnternetin en karanlık köşelerinden, en aydınlık medya platformlarına kadar sızdırdım. Her yere.

 

Birkaç dakika sonra telefonlar çalmaya, sosyal medyada patlamalar yaşanmaya başladı.

 

Ama ben durmadım.

 

Görüntülerin başlığına kocaman harflerle şunu yazdım:

 

“BARBAR TERÖRİST GEBERTİLDİ.”
“KHAOS YOK EDİLDİ — GERÇEKLERİ GÖRÜN!”

 

Ve sadece Khaos’un değil, onunla işbirliği yapan tanınmış iş insanlarını, politikacıları, ünlüleri tek tek ifşa ettim.

 

Onlar da bu karanlığın bir parçasıydı. Ve artık saklanacakları hiçbir yer yoktu.

 

Dakikalar geçtikçe protesto çağrıları çığ gibi büyüdü. Dünyanın dört bir yanından insanlar sokaklara dökülmeye başladı.

 

Amerikan hükümeti baskı altında kaldı.
51. Bölge’ye girilmeye çalışıldı.

 

Bense çölde, yanmış derimle, çatlamış dudaklarımla ufka bakıyordum.

 

Biliyordum ki artık kimse susmayacaktı.

 

Ve ben, cehennemin içinden yürüyerek çıkmış bir adam olarak, bu karanlığı aydınlığa gömecektim.

 

Bu savaşı kazandım.

 

Ama henüz eve dönmemiştim.

 

Çünkü Umay ve Aybars beni bekliyordu.

 

Ve ben aileme kavuşmadan bu hikâye bitmeyecekti.

 

Kurumuş dudaklarımı yalayarak yutkunmaya çalıştım, ama boğazım çöl kadar kuruydu. Her nefesim ciğerlerimi yakıyor, içimdeki sıcaklık kemiklerime kadar işliyordu. Ama umurumda değildi. Yüzümdeki zafer gülümsemesi silinmiyordu.

 

Tüm dünya ayağa kalkmıştı.
Khaos yok olmuştu.
Masumlar artık korku ile yaşamayacaktı.

 

Ben ise tek başıma, yanan bir bedenle, çölde ölümü bekliyordum.

 

Ama mutluydum.

 

Hava kavurucu sıcaktı. Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Karnım açlıktan içime çöküyor, başım dönüyordu. Yere kapaklanıp kalırım sandım.

 

Tam gözlerimi kapattım, içim geçiyor derken...

 

Buz gibi bir su yüzüme çarptı.

 

Bilinçsizce gözlerimi açtım. Gözümün önünde titreyen bulanık siluetler belirdi.

 

Ve netleştiklerinde gördüğüm ilk şey... timin kızgın bakışlarıydı.

 

Hepsi oradaydı.

 

Burak, Ulaş, Mustafa Kemal, Kerim, Eren, İlteriş...

 

Ama hiçbirinin yüzü sevinç dolu değildi. Hepsi öfkeden deliye dönmüş gibiydi.

 

Ama... en çok Burak.

 

Burak’ın gözleri dolmuştu. Öfkeden titriyordu ama gözlerindeki yaşlar onu ele veriyordu.

 

Bir şey demedi. Sadece dudaklarını büktü, diz çöktü ve yüzüme eğildi.

 

Titreyen elleriyle matarayı dudaklarıma dayadı.

 

Ben bir şey söylemeye çalıştım ama sesim çıkmadı.

 

Sadece içtim.

 

Su boğazımdan geçerken gözlerimi Burak’tan ayırmadım. O ise başını eğmiş, ağlamamak için dişlerini sıkıyordu.

 

Ve o an anladım:

 

Ne olursa olsun, ailem beni bırakmamıştı.

 

Ben geri dönmesem de...

 

Onlar beni bulmuştu.

 

Ve artık gerçekten yaşıyordum.

 

Çölde yanmış, tükenmiş bedenimle ayakta zor duruyordum ama içimdeki acı, fiziksel yaralarımın bile ötesine geçmişti.

 

İlteriş’in gözlerindeki öfke, ruhumu lime lime ediyordu.

 

Burak, suyu kesmem gerektiğini anladığında hızla ayağa kalkıp uzaklaştı, ama İlteriş olduğu yerde taş gibi dikildi.

 

“Toparlayın onu, helikopter kalkmak üzere,” dedi İlteriş, sesi buz gibi. Ne bir sevinç ne de bir rahatlama vardı yüzünde.

 

Arkasını dönüp giderken daha fazla dayanamadım. Kollarımdaki son gücü toplayıp İlteriş’in kolunu yakaladım.

 

“Bu nasıl karşılama?” dedim kısık sesle, nefes nefese. “İlteriş... Abini böyle mi karşılayacaksın?”

 

İlteriş aniden durdu.

 

Ama dönmedi.

 

Sadece başını hafifçe yana çevirdi.

 

Ve o an, sesindeki çatlağı duydum:

 

“Benim abim öldü,” dedi kısık ama titreyen sesiyle.

 

Dünyam başıma yıkıldı.

 

İlteriş’in omuzları çöktü, ama hâlâ bana bakmıyordu.

 

“Erittiniz benim abimi,” dedi, sesi her kelimede daha fazla kırılarak. “Biz mezarına taş diktik. Sana yas tuttuk.”

 

Omuzları sarsılmaya başladı.

 

Ve sonra, hiç görmediğim kadar ağır bir hıçkırık döküldü boğazından.

 

İlteriş, kendini kaybetmeden hızlı adımlarla helikoptere bindi.

 

Hiç arkasına bakmadı.

 

Ben ise helikopterin kapısında, suçlu bir çocuk gibi dikildim.

 

Ellerim yanıklarla kaplıydı ama asıl yanan, içimdeki vicdandı.

 

Onları korumak için ölü numarası yapmıştım ama...

 

Gerçekten ölseydim belki daha az canları yanardı.

 

O an anladım:

 

Ben sadece hayatta kalmamıştım...
Sevdiklerimin kalbinde derin yaralar açmıştım.

 

Ve şimdi o yaraları iyileştirmek, cehennemden çıkmaktan bile daha zor olacaktı.

 

Suçlu bir çocuk gibi başımı eğip helikoptere geçtim, sessizce yerime oturdum. Yanan kaslarım, çatlamış derim, açlıktan kapanan midem... Hiçbiri, timin bakışları kadar acıtmıyordu.

 

Kimse konuşmadı. Kimse tek kelime bile etmedi.

 

Sadece Halil Komutan başını hafifçe eğip, kırık ama yine de babacan sesiyle fısıldadı:

 

“Hoş geldin, oğlum.”

 

Ama o iki kelime bile helikopterin içinde yankılanan sessizliği kesemedi.

 

Tim, Halil Komutan’a bile düşmanca baktı. Sanki beni affetmeye çalışan herkese savaş açmışlardı.

 

Ve haklıydılar.

 

Bir yıl boyunca yas tuttular.
Benim için öldüler, benim için kan kustular.
Ben ise hayatta kaldım.

 

Ama onları öldüğüm yalanıyla kahrettim.

 

Helikopter havalanırken başımı dizlerimin arasına gömdüm.

 

O bakışlar...
Her biri bıçak gibi saplanıyordu içime.

 

Ama pişman mıydım?

 

Hayır.

 

Vatanım için yine yapardım.
Yine o cehenneme yürür, yine kendimi feda ederdim.

 

Ama bunu onların bilmesine gerek yoktu.

 

Ben sadece görevimi yapmıştım.
Ve bedelini ödeyecektim.

 

Sonuna kadar.

 

“Altay?” dedi Ulaş, sesi fısıltı kadar kısıktı ama içinde kopan fırtınayı bastıramıyordu.

 

Başımı kaldırıp gözlerine baktım.

 

O gözlerde hüsran vardı.
Öfke vardı.
Ve en çok da kırgınlık.

 

“İntikam mı aldın lan benden?” diye sordu gözlerini benden ayırmadan.

 

Dilimi damağıma yapıştırdım. Konuşacak gücüm yoktu, çünkü ne söylesem daha beter edeceğimi biliyordum.

 

Ulaş... O da aynı acıyı yaşamıştı.
Bir görev için şehit gösterilmiş, sevdiklerine ölü sanılarak yıllar boyunca görevde kalmıştı.

 

Ben o yarayı en iyi bilen adamlardan biriydim.
Ve yine de, gözüm kapalı o yarayı ona yeniden açmıştım.

 

“Yok...” dedi İlteriş, başını iki yana sallayarak, sesi çatallaşıyordu.

 

“Bunun intikamla alakası yok.
Çünkü onun arkada bıraktığı bir eşi yok.
Bir yaşına basmış bir oğlu yok.”

 

Gözlerimi kapadım, ama sözlerinden kaçamadım.

 

“Siktiğim dünyasını kurtardı, ama kendi dünyasından habersiz.”

 

Son kelimesi helikopterin içinde yankılandı.

 

Ve sonra, öfkesini daha fazla taşıyamadı.

 

İlteriş yumruğunu helikopterin duvarına geçirdi. Metal çatırdadı, eli kanadı ama geri çekmedi.

 

Helikopterin içinde herkes donup kaldı.
Sadece İlteriş’in titreyen omuzları vardı.

 

Ben ise taş gibi oturup nefes bile alamadım.

 

Kahraman olmam gerekiyordu belki.
Ama şu an sadece sevdiklerini paramparça etmiş bir adamdım.

 

Ve işin en acı kısmı?

 

Bunu onların iyiliği için yapmıştım.

 

Ama onları mahvettiğimi bilmek, o cehennemden daha beterdi.

 

“Eyvallah, İlteriş...” dedim, titreyen sesimle. Sözcükler boğazımda kesildi, nefesim yarıda kaldı. Anlatacak gücüm kalmamıştı.

 

Hiçbir şey söyleyemeyecek kadar yorgundum.

 

Başımı helikopterin soğuk metal duvarına yasladım. O an, bunca zaman sonra ilk kez rahat uyuyabilirmişim gibi hissettim.

 

Ama gözlerimi kapatmamla Burak’ın sesi yankılandı:

 

“Abi uyuma!” dedi korkuyla. “Ne olur uyuma! En azından 2-3 saat dayan, tamam mı? 15 saat yolumuz var ama ilk saatler tehlikeli olabilir. Uyuma abi...”

 

Burak... Kardeşim gibi olan Burak.

 

Beni düşünüyordu. Belki de kalp krizi geçiririm, belki vücudum pes eder diye korkuyordu.

 

Tebessüm ettim. Zayıf, kısık ama gerçek bir tebessüm.

 

“Kafamdan darbe almadım,” dedim neredeyse fısıldayarak. “O yüzden şu an uykuya en çok ihtiyacım olan saatlerdeyim.
Güvendeyim.”

 

Duraksadım. Gözlerimi kapatıp bir kez daha iç çekerek ekledim:

 

“Kardeşlerimin yanındayım...”

 

Ama cümlem bitmeden İlteriş’in sesi, çelik gibi keskin bir bıçak gibi bölüverdi sözlerimi:

 

“Bizim abimiz, komutanımız şehit oldu diyorum!” diye patladı sesi, öyle derin, öyle yıkıcıydı ki helikopterin metal duvarları bile yankılandı.

 

“Niye anlamıyorsun sen?” dedi, sesi titreyerek. “Niye ölü olduğunu kabullenmiyorsun?
Çünkü biz kabullendik.”

 

Gözlerimi açtım ama ona bakamadım. Çünkü haklıydı.

 

Ben yaşıyordum.

 

Ama onların içindeki Altay, çoktan ölmüştü.

 

Ve belki de o Altay, gerçekten dönmeyecekti.

 

Başımı önüme eğdiğimde, İlteriş'in sesi bıçak gibi saplandı içime:

 

“Hiç başını eğme, küçük Emrah gibi,” dedi zehir gibi bir sesle. “Suçlusun, Altay Öztürk.
Sen abimi öldürdün.
Ve seni yargılayacak kişiyle henüz karşı karşıya gelmedin.”

 

İçimdeki ateş daha fazla dayanamadı.

 

“Ne diyordun sen?” dedi İlteriş, gözlerindeki o öfke fırtınasıyla bana dik dik bakarak.
“Bunlar sinek ısırığı? Asıl siktiri kimin çekeceğini ikimiz de biliyoruz, değil mi?”

 

Bu son sözleri duyunca, artık yerimde duramadım.

 

Ayağa fırladım, bütün kaslarım isyan edercesine gerildi.

 

“Ne diyorsun oğlum sen?” diye patladım, sesim helikopterin içinde yankılandı.
“İki saattir konuşuyorsun ama neler yaşadım biliyor musun sen, ha?
O cehennemde neler çektiğimi biliyor musun?”

 

Nefesim hızlanmıştı, ama İlteriş zerre geri adım atmıyordu.

 

O da hızla ayağa kalktı, yüzüme yaklaştı. Gözlerindeki yaşlarla karışık öfke kanıma dokunuyordu.

 

“Sen bir şey yaşamadın, Altay Öztürk!” diye bağırdı.
“Gitmek koymaz! Asıl kalana koyar!
Biz burada senin yasını tutarken, sen hayattaydın!
Bizim içimizde her gün öldün!”

 

Göğsüm kabarıyordu, boğazım düğüm düğümdü ama susamazdım artık.

 

İleri atıldım, gözlerinin içine bakarak, kan ter içinde, dişlerimi sıkarak:

 

“Yanlış biliyorsun, İlteriş Paşa!” dedim, sesim titreyerek ama ateş gibi yanarak.
“Asıl gidene koyar!”
“Giden her saniye içindeki yangınla yanar!”
“Her nefes alışında sevdiklerini düşünür!”
“Sen mezarımın başında ağlarken ben o mezarın içinde diri diri çürüdüm, lan!”

 

Helikopterin içi alev almış gibiydi.

 

İkimiz de nefes nefeseydik, ama o an sadece acı konuşuyordu.

 

Kazanılmış bir savaşın küllerinden doğan koca bir enkaz gibiydik.

 

Ama o enkazı kaldırmak için önce birbirimizi yakmamız gerekiyordu.

 

“Haberim bile yoktu,” dedi İlteriş, sesi çatallı ve titrek. “Görevden nasıl döndüğümü bilemedim lan.
Yapılır mıydı lan bu bize? Ha?”

 

Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. O koca adamın titreyen çenesini görmek, içimdeki en sağlam kaleyi bile yıktı.

 

Yavaşça elimi uzattım. Sarılmak istedim. Kardeşime, savaş meydanında omuz omuza yürüdüğüm adama sarılmak...

 

Ama o geri çekildi.

 

Adımlarını sertçe geri atıp ellerini havada kaldırdı, gözyaşlarını saklamaya çalışarak:

 

“Uslu dur. Otur yerine,” dedi, sesi emir gibi keskin.

 

Ama o sesin arkasında öyle derin bir kırgınlık vardı ki...

 

Bu bir emir değil, savunmaydı.
Bana yaklaşırsa daha çok yanacağından korkuyordu.

 

Sanki affetmeye başlarsa, o içinde biriktirdiği öfkeyle birlikte bütün acısı çözülecek, parçalanacaktı.

 

Ben de yavaşça geri çekildim.

 

Hiç konuşmadan, sessizce yerime oturdum.

 

Ama içimdeki ağırlık, helikopterin bütün yükünden daha fazlaydı.

 

Çünkü bazen, affedilmemek ölmekten daha beterdi.

 

İlteriş, gözyaşlarını silmeden Halil Komutan’a döndü.

 

“Madem biliyordunuz, komutanım,” dedi sesi çatlayarak. “Bari Umay yengeye söyleseydiniz.
Keşke... Gözlerimizin önünde eridi kadın. Günden güne tükendi...”

 

Bu cümle bıçak gibi saplandı göğsüme.

 

O an koptum.

 

Tutmaya çalıştığım her şey yerle bir oldu.

 

Hıçkırıklarım istemsizce yükseldi, susturamadım. Kollarımı dizlerime koyup başımı kollarıma dayadım.

 

Ve iç çeke çeke ağlamaya başladım.

 

Çözüldüm. Bütün direncim, bütün metanetim çöktü.

 

Umay’ın o bitik hali gözümün önüne geldi.
Saçlarını kesmişti, gözlerinin altı morarmıştı.
Beni beklerken her gün biraz daha solmuştu.

 

Ve ben... Ben onu orada tek başına bırakmıştım.

 

Aybars’ın ilk gülüşünü görememiştim.
Umay’ın dayanma çabasına dokunamamıştım.

 

Kendimden nefret ettim.
Nefretim, hücrelerime kadar işledi.

 

Helikopterin içinde sadece hıçkırıklarım yankılanıyordu.

 

Ve o an Halil Komutan’ın sesi tokat gibi indi:

 

“Beyler, yeter!”

 

Emir gibiydi.

 

Kesin, sert, tartışmasız.

 

Helikopterdeki herkes sustu.

 

Ama ben susamadım.
Çünkü içimdeki acı, o helikopterin duvarlarını yıkacak kadar büyüktü.

 

Burak sessizce yanıma gelip su uzattı. Ama gözlerime bakmadı. Bakamadı.

 

Çökmüştü. Yüzü sapsarıydı, omuzları düşmüş, nefesi ağırlaşmıştı. Koskoca adam küçülmüştü sanki.

 

Su uzatırken dudaklarından düşen kelimeler, benden daha derin bir enkaz altında kaldığını gösterdi:

 

“Sevindim...” dedi, sesi buz gibi, duygusuz.
“Ailemden en büyük kişiyi kaybetmediğime sevindim.”

 

Ama sesi...

 

Sesi öylesine boştu ki, sevincin zerresi bile yoktu içinde. Kelimesi kelimesine ruhsuzdu.

 

Çünkü onun ailesi timdi.
Ve o, öz ailesini çoktan kaybetmişti.

 

Bu gerçek, içimde deprem gibi patladı.

 

Ben sadece vatan için ölmemiştim onların ailesini de parçalamıştım.
Burak için ben, abi, baba, kardeş... hepsiydim.
Ve o ailenin tabutunu elleriyle taşımıştı.

 

Bu, yüzüme çarpan bir tokat değildi artık. Bu, göğsümde patlayan kurşundu.

 

Burak yavaşça suyu ağzıma uzattı.
Titreyen elleriyle bardağı tuttu, ama hâlâ gözlerime bakmıyordu.

 

İki küçük yudum aldım, boğazım yandı. Ama daha çok yakan, Burak’ın kahverengi gözleriydi.

 

Eskiden sıcacık parlayan o gözler...
Şimdi kıpkırmızıydı. Uykusuzluk, yas ve öfkenin karışımıyla kan çanağına dönmüştü.

 

Onun gözlerinde sadece kırgınlık değil, sessiz bir çığlık vardı.

 

Ben ölmedim diye sevinen o değildi...
Benim ölmediğimi bilmesine rağmen, bir yıl boyunca mezar taşıma bakan adamdı o.

 

Ve şimdi, ellerimden kayıp giden tek şey sadece su değil, onların bana duyduğu güvenin son kırıntılarıydı.

 

Saatler geçmişti. Helikopterin motor sesi kulaklarıma bir uğultu gibi doluyor, ama içimdeki sessizliği bastıramıyordu. Timin her biri, tek kelime etmeden uzaklara bakıyordu.

 

Ama ben sadece İlteriş’e kilitlenmiştim.
Onun her hareketini, her nefesini takip ediyordum.
Gözümü ondan ayıramıyordum.

 

İlteriş’in yüzü taş gibiydi, ama gözlerinin kenarındaki kızarıklık, içinde kopan fırtınayı ele veriyordu.

 

Sessizliği ilk ben bozdum.

 

Dayanamadım.
Boğazımdaki düğümü yutkunarak geçmeye çalıştım ve kısık bir sesle sordum:

 

“Aybars... Çok büyüdü mü?”

 

İlteriş’in yüzüne o an bir şeyler çöktü.
Ama sonra, dudaklarında acı bir gülümseme belirdi.
Alaycı, keskin, içimi lime lime eden bir gülümseme.

 

Kafasını yavaşça bana çevirdi ve o soğuk sesle konuştu:

 

“Ne o? Çok mu merak ettin?”
“Anlatayım o zaman.”

 

Nefesimi tuttum. Bildiğim tüm acıların en ağırını duymaya hazırlandım.

 

İlteriş boş gözlerle uzaklara bakarak anlatmaya başladı:

 

“İlk cümlesi ‘baba’ydı...”
“İlk senin fotoğrafına doğru yürüdü...”
“Senin sesinle sakinleşiyor.”

 

Her cümlede içimde bir şeyler parçalanıyordu.
Sanki her kelime, ciğerime saplanan bir bıçaktı.

 

Ama İlteriş durmadı.

 

Sonunda başını eğip, gözlerinden yaşlar süzülürken fısıldar gibi sordu:

 

“Altay... Sen bu çocuğa nasıl kıyabildin?”

 

O an dünya başıma yıkıldı.
İçimdeki tüm kaleler çöktü.

 

İlteriş’in sesi, kırık bir cam gibi ruhumu kesiyordu.

 

Oğlumun ilk adımlarını, ilk kelimesini...
Her şeyin en saf, en güzel anlarını kaçırmıştım.

 

Ve ben kendi ellerimle, oğlumu babasız bırakmıştım.

 

Tam İlteriş daha fazla konuşacakken, Burak aniden yerinden fırladı:

 

“YETER!” diye bağırdı Burak, sesi çatladı.
“Yeter üstüne gitmeyin!”
“Psikolojisi harap durumda zaten!”

 

Burak’ın sesindeki çaresizlik o kadar derindi ki herkes dondu.

 

Ama ben başımı kaldırdım, gözlerim Burak’a kilitlendi.

 

Kırık, paramparça bir sesle sadece şunu diyebildim:

 

“Burak... Bırak konuşsun.
O haklı.”

 

Sesim o kadar kısıktı ki rüzgâr bile benden daha güçlüydü.

 

Çünkü biliyordum:

 

Ne söylerlerse söylesinler...
Ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler...

 

Haklıydılar.
Hepsi haklıydı.

 

Ben, sevdiklerimin hayatında onarılması zor bir enkaz bırakmıştım.
Ve o enkazın altında, önce kendi kalbim gömülmüştü.

 

Burak sessizce yanıma geldi, gözleri hâlâ yere sabitlenmişti. Hiç konuşmadan matarayı dudaklarıma uzattı. İtiraz edemedim. Bir yudum daha içtim.

 

Su, boğazımdan geçerken canımı yakıyordu ama buna ihtiyacım vardı.

 

Tam matara geri çekilirken Ulaş hafifçe eğildi:

 

“Artık yemek yiyebilir,” dedi Burak’a, yorgun sesiyle.

 

Burak hemen harekete geçti.
Tüm yorgunluğuna rağmen, sanki beni toparlamaya çalışıyormuş gibi çantasını açıp bir şeyler karıştırmaya başladı.

 

Ellerim titriyordu ama durdurdum onu.

 

“Teşekkürler, Burak,” dedim kısık sesle, gözlerine bakmadan.
“Ama aç değilim.”

 

Burak o an durdu, ama hemen toparlandı.
Başını kaldırıp inatçı sesiyle karşılık verdi:

 

“Olmaz öyle şey. Yemek zorundasın.”
“Dayanamazsın yoksa.”

 

Gözlerindeki endişeyi görebiliyordum.
İçinde hâlâ beni kurtarma isteği vardı, beni hayatta tutma çabası.
Ama ben sadece susmak istiyordum.

 

Tam Burak daha çok ısrar edecek gibi dururken, İlteriş aniden sert bir sesle araya girdi:

 

“Yiyeceksin.”
“Yoksa yiyeceğin benden dayak olur.”

 

Kelimeler helikopterin içinde tokat gibi çarptı.
Bir an herkes dondu.

 

İlteriş’in gözleri alev gibi yanıyordu.
Belli ki sadece öfke değil, çaresizlik de yakıyordu onu.

 

Ama ben daha fazla dayanamadım.

 

Başımı hafifçe kaldırıp, yorgun ama sessiz bir sesle fısıldadım:

 

“İlteriş... Fazla oluyorsun.
Yapma.”

 

Sadece o iki kelimeyle, onu ne kadar kırdığımı gördüm.

 

Ama daha fazla taşıyacak gücüm kalmamıştı.
Ne kendimi, ne timi, ne de geçmişi taşıyabiliyordum artık.

 

Ben sadece tükenmiştim.

 

Ve ne yersem yiyeyim...
İçimdeki o boşluğu hiçbir şey dolduramayacaktı.

 

Burak sessizce yanıma yaklaşıp sandviçi uzattı. Elleri titriyordu ama gözlerindeki o tanıdık sıcaklık hâlâ oradaydı.

 

Uzun zaman sonra ilk kez, sorgulamadan, tereddüt etmeden güvenle yiyebileceğim bir şey bulduğumu fark ettim. Bunu iliklerime kadar hissettim.

 

Burak, gözlerimdeki o küçük parıltıyı görünce hafifçe gülümsedi:

 

“Ben hazırladım,” dedi kısık sesle. “Evden çıkmadan...”

 

Bu cümle içimi delip geçti.

 

O bir yıl boyunca tim, beni öldü sanarken bile bana dokunamayan bir bağ kurmuştu. Onlar hâlâ benim için bir şeyler yapmaya devam etmişti.

 

Titreyen ellerimle sandviçi aldım. İlk lokmamı ısırırken, dilimin ucuna gelen lezzet sadece ekmek ve peynirden ibaret değildi.

 

Bu lokmanın içinde umut vardı.
Kırılmış ama hâlâ tutunmaya çalışan dostluk vardı.

 

Bayıla bayıla yedim. Her ısırıkta, bir parçam daha hayata dönüyordu sanki.

 

Ama tim suskundu.

 

Gözlerimi kaldırdığımda hepsinin bana baktığını gördüm.

 

Sessiz ama derin bakışlarla...

 

Kimisi hâlâ kızgındı.
Kimisi kırılmıştı.
Ama hepsinin gözünde tek ortak şey vardı:

 

Sevgi.

 

Onları kaybettiğimi sanmıştım.
Ama işte buradaydılar.

 

Ben ölmeden önce bana mezar taşı diken adamlar, şimdi aç kalmamam için gözlerini benden ayırmıyorlardı.

 

Ve o an anladım:

 

Belki kendimi affetmem yıllar alacaktı.
Belki de asla affetmeyecektim.

 

Ama onlar hâlâ buradaydı.
Ve ben hâlâ yaşıyordum.

 

Bu, yeniden başlamak için yeterliydi.

 

“Abi, benim hakkımı da ye. Ben aç değilim,” dedi Mustafa Kemal, sesi her zamanki gibi yumuşak ama içinde taşıdığı yük kadar ağırdı.

 

Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerinde o kendine has parıltı vardı, ama yorgundu.

 

Mustafa Kemal...
Timin mitoloji canavarı.
Tarih bilen, savaş kokan adam.
Timin en yakışıklısı.
Ve Atatürk bakışlım.

 

Bana kendi yemeğini vermeye kalkmıştı. Kendi açlığını, kendi yorgunluğunu hiç düşünmeden.

 

İçim ezildi.

 

Onları ne hale getirdiğimi, her biri benim için nasıl yanıp kül olmuşken yine de beni düşünmeye devam ettiklerini gördükçe içimdeki o suçluluk duvarları daha da yükseldi.

 

Ama bunu belli etmedim.

 

Mustafa Kemal’e bakıp zoraki bir gülümseme yerleştirdim yüzüme.

 

“Yok,” dedim kısık ama kararlı bir sesle. “Bu kadar kafi, Kemalim.”

 

Sandviçin son lokmasını yavaşça çiğnerken gözlerim dolmuştu ama göstermemeye çalıştım.

 

Kelimeler boğazımda düğümlendi.
Onlara ne kadar minnettar olduğumu, her biri için nasıl öleceğimi haykırmak istedim.

 

Ama şimdi tek yapabildiğim, o küçücük tebessümle onlara hâlâ burada olduğumu hissettirmekti.

 

Onları kaybetmemek için artık son nefesime kadar savaşacaktım.

 

Çünkü bu tim, benim sadece görev arkadaşlarım değil...
Kardeşlerimdi.

 

Saatler geçmek bilmedi. Her saniye, içimdeki ağırlığı biraz daha derinleştirdi. Helikopterin uğultusu kulaklarımı doldururken, düşüncelerim hiç susmadı.

 

15 saat boyunca geçmişi tekrar tekrar yaşadım.
Khaos’un yüzünü, o çocukların korku dolu bakışlarını, timin bana fırlattığı zehirli sözleri...
Ve Umay’ı. Oğlum Aybars’ı.

 

Ama ne kadar parçalanmış olursam olayım, o motor sesi kesilip pilotun “İndik!” demesiyle her şey durdu.

 

Helikopterin kapısı açıldı. Ve ben vatan toprağını gördüm.

 

Ayaklarımı bastığım yer, memleketimdi.
Bu topraklar uğruna ne canlar verilmişti...
Ve ben, o canların mirasıydım.

 

İlk adımı attım.
Sonra bir tane daha.

 

Ama duramadım.

 

Dizlerimin bağı çözüldü. Çöktüm.
Ellerimi yere koydum, alnımı toprağa dayadım.

 

Secdeye durdum.

 

Sessizce ağladım.

 

Bu toprakların kokusu bile özlenirdi.
Bu vatanın taşına, çamuruna bile hasret kalırdın.

 

Ve ben...

 

Ben buraya dönebilmek için cehennemin içinden geçmiş, her şeyimi kaybetmiştim.

 

Yeri öptüm. Bildiğim bütün duaları içimden geçirdim.

 

Bu toprağa bir kez daha dönebildiğim için...
Bu bayrağın altında hâlâ nefes alabildiğim için...
Ve hâlâ dönebileceğim bir evim olduğu için.

 

Gözyaşlarım toprağa damladığında, kalbimdeki ağırlığın yerini derin bir huzur aldı.

 

Ben artık vatanımdaydım.

 

Ve ne olursa olsun, burada yeniden doğacaktım.

 

Toprağa secde etmişken Burak sessizce arkamdan yaklaştı.
Ellerini omuzlarıma koydu ve beni yavaşça kaldırdı.

 

Titreyerek ayağa kalkarken, onun gözlerindeki acıyı fark ettim. O tanıdık bakışları...

 

İçim paramparça olmuştu ama hâlâ bir umut taşıyordum.
Umay’ı görmek, Aybars’a sarılmak için yaşıyordum.

 

Kırık bir gülümsemeyle Burak’a baktım:

 

“Eve gidelim hadi...” dedim, nefes nefese. “Daha fazla bekletmeyelim. Umay’ım beni beklemesin daha.”

 

Burak'ın gözleri doldu, dudakları titredi.

 

“Abi...” dedi sesi çatlayarak. “Sana bir şey söylememiz gerekiyor...”

 

Kalbim duracak gibi oldu.

 

Ama inanmak istemedim.

 

“Evde söylersin Burak,” dedim zorla gülümsemeye çalışarak. “Hadi lan gidelim.”
“Umay beni bekliyordur...”

 

Tam o anda İlteriş omzuma sertçe çarptı, yanımdan geçerken soğuk bir sesle konuştu:

 

“Umay evlendi tekrardan.”

 

Sanki dünya başıma yıkıldı.

 

Beynimin içi buz kesti.

 

İlk başta algılayamadım.
Algılamak istemedim.

 

“Nasıl lan?” dedim fısıldar gibi.

 

İlteriş arkasını dönmeden yürüdü:

 

“Bayağı evlendi işte.”

 

O an ciğerime bıçak saplanmış gibi oldum.

 

Kulaklarım uğuldadı.
Kalbim kaburgamı kırıp çıkacak gibi çarptı.

 

Ve ben düşündüm:
Umay beni beklemez miydi?
Beni unutmazdı, değil mi?

 

Ama belki de o kadar dayanmıştı ki artık dayanamamıştı.

 

Nefesim yetmiyordu.
Beynim yanıyordu.

 

Ama bacaklarım yerinden fırladı.

 

Koşmaya başladım.
Var gücümle.
Nereye gittiğimi bile bilmeden.

 

Gözyaşlarım yüzümü yakarken çığlık attım:

 

“Hayır!”

 

Nefesim kesilene kadar koştum.

 

Dizlerim çözülecek gibi oldu, ciğerim sökülüyordu ama durmadım.

 

“Hayır!” diye haykırdım.
“Hayırrrr!”

 

Çünkü başka bir şey diyemezdim.

 

O umutla yaşamıştım.
Umay ve Aybars’a döneceğime inanarak o cehennemde yanmıştım.

 

Ve şimdi...

 

Bu kadar acı çekmişken, onları gerçekten kaybetmiş olabilir miydim?

 

Yumruğumu o kadar sıkmıştım ki tırnaklarım avuçlarımı kanatıyordu. Hızlı hızlı yürümeye başladım, adımlarım toprağı döver gibiydi. Kalbim kafesinden fırlayacak gibi çarpıyordu.

 

Umay...
Aybars...
Beni nasıl unutursunuz?
Beni nasıl gömersiniz?

 

Ayaklarım kontrolsüzce koşmaya hazırlanırken, arkamdan Burak’ın titreyen sesi geldi:

 

“Abi... Özür dilerim.”

 

Bir anda duraksadım, arkamı dönemedim.

 

Burak’ın sesi çatlamıştı. Boğazında düğümlenen o çaresizliği hissedebiliyordum.

 

“Bunu yapmam şart...” dedi kısık bir sesle.

 

Tam arkamı dönerken kolumda bir acı hissettim.
İnce, keskin bir batma hissi...

 

Gözlerim büyüdü.

 

“Ne yaptın lan sen?!” diye bağırdım, kolumu çekmeye çalışırken.

 

Ama çok geçti.

 

Sakinleştirici iğne damarlarıma hızla yayıldı.

 

Başım dönmeye başladı.
Bacaklarım boşaldı, vücudum ağırlaştı.

 

Yere diz çökerken Burak’ı bulanık gördüm.
Gözleri yaşlıydı.
Ama kararlıydı.

 

“Affet abi...” dedi Burak, gözyaşları süzülürken.

 

Ona küfür ettim.
Bağırdım.
Tüm gücümle direndim ama nafileydi.

 

Göz kapaklarım ağırlaştı.
Son gördüğüm şey Burak’ın ağlayan suratı oldu.

 

Ve sonra karanlık üzerime çöktü.

 

Düşerken sadece bir kelime fısıldadım:

 

“Umay...”

 

Gözlerimi araladığımda, tanıdık bir koku ciğerlerime doldu. Nemli, ağır ama vatan kokan bir hava.

 

Karargah.

 

Başımı çevirdim, kendi yatağıma serilmiş şanlı bayrağı gördüm. Yandaki yatakta Ulaş'ın yatağındaydım.

 

Parmaklarımı bayrağın kumaşında gezdirdim, kalbimde delik açılmış gibi iç çektim.

 

Ama acım dinmedi.
Bayrağın ağırlığı bile içimdeki yangını söndürmedi.

 

Tek hamlede yataktan fırladım.
Kaslarım isyan etti, vücudum titredi ama umurumda değildi.

 

Odamın kapısı açıldığında, İlteriş içeri girdi.

 

Dik duruyordu.
Ama gözleri buz gibiydi.

 

“Yat yatağa,” dedi sert bir emirle.

 

Ama ben o an emir dinleyecek halde değildim.
Tüm damarlarım patlamak üzereydi.

 

İki adımda yanına yaklaştım.

 

“Beni Umay’a götür.”
“Beni Umay’a götür, İlteriş!”

 

İlteriş’in çenesindeki kaslar gerildi. Ama sesi hiç titremedi:

 

“Altay...”
“Umay evlendi.”

 

Bir anda dünya başıma yıkıldı.

 

Bu sözleri zaten duymuştum ama...
Yine de inanamıyordum.

 

Beynim reddediyordu.
Kalbim, Umay’ın beni bıraktığını kabul etmiyordu.

 

“Hayır...” diye fısıldadım, dizlerimin bağı çözülürken.
“Yalan söylüyorsun...”

 

İlteriş sadece baktı.

 

Ben ise dayanamadım.

 

Kafamdaki uzamış kıvırcık saçları avuç avuç yolmaya başladım.
Tırnaklarım saç derimi parçalayana kadar çektim.

 

Ağlamaktan değil, sinir krizinden boğuluyordum.
Ciğerim parçalanıyordu sanki.

 

O cehennemden sağ çıkmıştım ama...
Sevdiğim kadını kaybetmek beni öldürüyordu.

 

Yalvarır gibi çığlık attım:

 

“Beni götür!”
“Görmem lazım!”
“Umay’ı görmem lazım!”

 

Ama İlteriş kıpırdamadı.
Çünkü biliyordu.

 

O kapıyı açarsam, içimdeki son umut kırıntısı da yok olacaktı.

 

Odamın duvarları üstüme çöküyor gibiydi. Saçlarımı yolmuş, dizlerimin üstüne çökmüş ağlarken İlteriş başımda dikiliyordu.

 

Nefesim kesilmişti.
Göğsüm daralıyordu ama içimdeki acı, soluksuz kalmaktan bile daha beterdi.

 

Birden İlteriş çömeldi.
Ve hiç tereddüt etmeden başıma vurdu.

 

Tokat gibi değil.
Ama her vuruşta içimdeki tüm duygular paramparça oluyordu.

 

“Hiç düşünüyor musun?” dedi, sesi öfke ve çaresizlikle doluydu.
“Biz ne hale geldik?”

 

Tek kelime edemedim.
Sadece ağladım.

 

İlteriş gözlerimin içine bakarak devam etti:

 

“Umay ne hale geldi, lan?”
“Aybars ne hale geldi?”

 

Sesindeki kırık ton beni daha da delirtmişti.
Sanki tek tek kemiklerimi kırıyordu kelimeleriyle.

 

“Küçücük bebekti, lan!”
“Babasız büyüdü!”

 

Sonra bir daha vurdu başıma.

 

Ama bu sefer sesi titriyordu:

 

“Allah’ın salağı...”
“Bunu nasıl yaptın?”

 

Ben hâlâ susuyordum.

 

Çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum.
Savunacak tek bir cümlem yoktu.

 

Her yumrukta daha da küçüldüm.
Daha da dibe battım.

 

Kendi mezarımı kazmıştım.
Ama içine girip kapanmak bile bir çözüm değildi artık.

 

Çünkü ben yaşarken zaten ölmüştüm.

 

Ve belki de Umay’a dönmeye hiç hakkım yoktu.

 

İlteriş bir süre daha başımda dikildi. Gözlerinde ne kadar öfke olursa olsun, o öfkenin arkasında derin bir acı vardı.

 

Ama sonunda derin bir nefes aldı, sesi buz gibi çıkarken konuştu:

 

“Toparla kendini.”
“Umay’ın yanına gidiyoruz.”
“Kadının yanında da böyle davranıp ürkütme.”

 

Bu cümle beynime kazındı.

 

Ürkütmek mi?

 

Umay benden ürkmezdi ki...
O bana âşıktı.
Ben de ona.

 

Ama ya şimdi?
Beni ölü bilip yas tutan, saçlarını kesen, gözlerinin feri sönen Umay artık aynı kadın mıydı?
Ya beni gördüğünde gözlerinde sadece korku olursa?
Ya artık bana bakamazsa?

 

Psikolojim zaten harap olmuştu, ama bu düşünceler beni daha da yerle bir etti.

 

Dişlerimi sıktım.
Yerimden kalktım.

 

Titreyen ellerimi silkeledim, yüzüme soğuk su çarpar gibi zihnimi toplamaya çalıştım.

 

İlteriş ise sessizce yere düşen saçlarıma baktı.
Kıvırcık, uzamış saç telleri yerlerdeydi.

 

Ama hiçbir şey demedi.
Sadece sert bir bakış atıp hışımla odadan çıktı.

 

Ben ise içimdeki fırtınayla, Umay’ı bir daha görecek olmanın verdiği tarifsiz korkuyla arkasından yürüdüm.

 

Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, göğüs kafesimi paramparça edecek sanıyordum.

 

Ama ne olursa olsun...

 

Umay’ı görmeden duramazdım.

 

Servise doluştuğumuzda, o eski neşeli tim havasından eser yoktu.

 

Eskiden bu araç kahkahalarla, şakalaşmalarla dolardı.
Ama şimdi herkes askeri disipline gömülmüştü.
Sessiz, sert ve buz gibi...

 

Gözleri camlara sabitlenmiş, yüzlerinde taş gibi bir ifade vardı.

 

Sanki ben orada yokmuşum gibi davranıyorlardı.
Belki de onlar için gerçekten yoktum.
Çünkü onların Altay’ı, bir yıl önce toprağa girmişti.

 

Servis eski eve yaklaşırken, kalbim daha hızlı çarpmaya başladı.

 

Umay’ın olduğu o sokak...
O kapı...
Balkonda çamaşır asarken gülümseyen hali gözümün önüne geldi.

 

Ama o an tüm cesaretimi İlteriş’in bakışları ezdi geçti.

 

Dik dik bakıyordu bana.
Sert, hiç kırılmayacak gibi duran, içinde lavlar kaynayan bir volkan gibi.

 

O bakış içimi parçaladı.
Zoruma gitti.

 

Kırılmış olmasını anlıyordum ama...
Hiç mi özlememişlerdi beni?

 

Dayanamadım.

 

Başımı kaldırdım, gözlerimi onun gözlerine kilitledim.

 

Sesim kısık çıktı ama içindeki çatlak, her kelimeyi daha ağır yaptı:

 

“Hiç mi özlemediniz lan beni?”

 

Servisin içindeki sessizlik daha da derinleşti.

 

Kimse kafasını çevirmedi.
Kimse göz göze gelmedi.

 

Ama en çok İlteriş’in sessizliği canımı yaktı.
O sadece baktı.
Ne öfke vardı gözlerinde ne de merhamet.
Sadece tükenmişlik...

 

Ve o an anladım:
Onlar özlemişti.
Ama o özlem, yerini öyle büyük bir kırgınlığa bırakmıştı ki...

 

Beni görmek, o yarayı tekrar kanatmaktan farksızdı.

 

Kapıdan içeri adım atarken kalbim göğüs kafesimi parçalayacak gibi çarpıyordu. Dizlerim titriyordu ama içimdeki öfke, her şeyi yakıp geçecek kadar büyümüştü.

 

İlteriş önden yürüdü, tam kapının önünde durup bana döndü.

 

Gözlerime dik dik baktı ve buz gibi sesiyle konuştu:

 

“Bana bak,” dedi. “Eşi evde olabilir. Saygılı davran.”

 

İşte o an, o tek cümle...
Bütün zihnimdeki ipleri kopardı.

 

Kafamda kalan son sağduyu kıvılcımı bile söndü.

 

Gözüm hiçbir şeyi görmedi.

 

Beynime kan sıçramış gibiydi.

 

İlteriş’in boğazına yapıştım, var gücümle sıktım.

 

Tim daha ne olduğunu anlamadan İlteriş’i duvara yapıştırmış, çığlık atar gibi bağırıyordum:

 

“Seni boğarım lan!”
“Umay’ın bir tane kocası var, o da benim!”
“BENİM LAN!”

 

İlteriş’in yüzü kızarmıştı ama gözlerinde zerre korku yoktu.
O hâlâ bana meydan okuyordu, gözlerimin içine bakarak.

 

Tam daha da sıkacaktım ki, tim hızla üzerime çullandı.

 

Burak, Mustafa Kemal, Eren, Kerim, Ulaş...
Tam beş kişi zor zapt etti beni.

 

Kollarımı arkadan kıvırdılar, bacaklarımdan tuttular ama ben hâlâ İlteriş’e doğru saldırmaya çalışıyordum.
İçimdeki yıkım durdurulamazdı.

 

Gözlerim kan çanağına dönmüştü.

 

Bağırıyordum:
“Bırakın lan!”
“Bırakın öldüreceğim onu!”

 

İlteriş, boğazını tutup öksürürken sırtını duvara yasladı, ama hâlâ pes etmedi.

 

Titreyen sesiyle, ama zehir gibi keskin bir cümleyle üzerime son darbeyi vurdu:

 

“Altay... Sen öldün lan.”
“Kız ne yapsaydı? Senin yasını mı tutsaydı ömür boyu?”

 

O an dünya durdu.

 

Bağırışım kesildi.
Çırpınmayı bıraktım.

 

Yalnızca nefes nefese İlteriş’e baktım.

 

Ve o sessizlikte, o tek cümle beynime çivi gibi çakıldı:

 

Demek ki Umay gerçekten evlenmişti.

 

Gerçekten gitmişti.

 

Ve ben...
O cehennemden dönüp bir boşluğa düşmüştüm.

 

Nefesim yarıda kesildi.
Dizlerim çözüldü.

 

Ve ilk kez...
Gerçekten yıkıldım.

 

Umay kapıyı açtığında dünya durdu.

 

Gözlerimiz buluştu.

 

Zaman, mekân, nefes... Hepsi anlamsızlaştı.

 

Gözleri irileşti, yüzü bembeyaz oldu.
Dudakları titredi, sesi zar zor çıktı:

 

“Altay?” diye fısıldadı.

 

Yıllardır beklediğim o ses...

 

Göğsüm parçalanıyordu ama umursamadım.

 

“Geldim, sevgilim,” dedim kollarımı açarak.
“Geldim.”

 

Ama Umay hiç beklemediğim bir şey yaptı.

 

Sarılmak yerine, titreyen elleriyle yüzüme dokundu.

 

Parmak uçları yanık izlerime, sakalıma, çatlayan dudaklarıma değdi.
Sanki hayalet görmüş gibi, korkuyla ama özlemle dokundu.

 

Sonra başını yavaşça çevirdi, İlteriş’e baktı.

 

Ve gözlerinden ateş fışkırır gibi bir sesle fısıldadı:

 

“Eğer birazdan beni uyandırırsan...
Seni çiğ çiğ yerim.”

 

O an dünyam başıma yıkıldı.

 

Umay...
Beni rüya sanıyordu.

 

Gerçek olduğuma inanamayacak kadar yanmıştı içi.

 

O an daha fazla dayanamadım.

 

Hiç düşünmeden, hızla ona sarıldım.

 

Onu kollarımın arasına aldım, göğsüme bastırdım.

 

Başına öpücükler kondurdum.
Saçlarının her telini, her kokusunu içime çektim.

 

O da titredi.

 

“Altay...” dedi kısık sesle, ama sesi çatladı.
Sanki her heceyle ruhu düşüyordu yere.

 

Ben ise sadece daha sıkı sarıldım.

 

“Gerçeğim ben,” dedim fısıldayarak.
“Rüya değil...”

 

“Ben geldim, Umay.”

 

Ve ikimiz de o an anladık:

 

Bazı yaralar kapanmaz.
Ama sevdiklerin geri dönünce, o yaralarla yaşamayı öğrenirsin.

 

Umay, kollarımda titrerken bir anda beni geri itti.
Nefesi kesilmişti, gözleri delirmiş gibi bakıyordu.

 

Ama sonra elimi yakaladı.
Avuçlarım yanık izleriyle kaplıydı, ama onun dokunuşu yine de en sıcak şeydi dünyada.

 

Beni içeri çekti, kapıyı hızla kapattı.

 

“Neler oldu?” diye fısıldadı, sesi çatlamıştı.
“Her şeyi anlatın... Bu... Bu rüya bile olsa anlatın!”

 

Beni rüya sanıyordu hâlâ.

 

İçim paramparça oldu.

 

Elini kaldırdım, parmaklarının üzerini usulca öptüm.

 

Gözlerinin içine bakıp o yanık, çatlak sesimle fısıldadım:

 

“Rüya değil aşkım...”
“Bak, buradayım.”

 

Umay’ın yüzü bir anda çözüldü.

 

Ve o an...
Çığlık çığlığa ağlamaya başladı.

 

Tüm vücudu sarsılıyordu.
Nefes almakta zorlanıyordu ama kendini bıraktı.

 

Göğsüme kapandı, hıçkıra hıçkıra ağladı.

 

Bense hiç düşünmeden sarıldım ona.
Onu sımsıkı sardım, bırakmadım.

 

Başını göğsüme bastırdım.
Saçlarını öptüm, sırtını okşadım.

 

Ama ben de dayanamıyordum.
Sessizce ağlamaya başladım.

 

O an sadece nefes alışlarımız vardı.
Ve yılların acısını, kaybını, özlemini birbirimizin kollarında eritmeye çalışıyorduk.

 

Umay avaz avaz ağlarken ben de içimden parçalanıyordum.
Ama onu tutuyordum.

 

Çünkü o benim her şeyimdi.

 

Ve artık onu asla bırakmayacaktım.

 

Umay bayıldığında yüreğim yerinden söküldü sanki.
Hiç düşünmeden kucağıma aldım, nefesi hâlâ vardı ama titriyordu.

 

İçeri koşturup kanepeye yatırdım onu.
Başını yavaşça kaldırıp kucağıma koydum, avuçlarımda yüzünü sevdim.

 

O kadar özlemiştim ki...
Parmaklarım titreyerek yanağını okşadı, alnına minik öpücükler kondurdum.

 

Tam o sırada içeriden sarışın, tanımadığım bir kız çıktı.

 

Beni görünce gözleri büyüdü.
Beti benzi attı, soluk soluğa kaldı.

 

Ve korkuyla İlteriş’in arkasına saklandı.

 

“Hortlak var!” diye fısıldadı, sesi korkudan kısıldı.

 

İlteriş gözlerini devirdi, dişlerini sıktı:

 

“Ya sabır...” diye homurdandı.
Ama bana bile bakamıyordu.

 

Benimse gözüm hiçbir şeyi görmüyordu artık.
Sadece Umay vardı.

 

O sessiz, bitik hali...

 

Ama beynimin arkasında yanıp sönen tek bir soru vardı.

 

Ve soruyu sormaktan kendimi alıkoyamadım:

 

“Hani nerede kocası?” dedim sertçe, gözlerimi İlteriş’e dikip.
Sesim kırık ama çelik gibiydi.

 

İlteriş bana baktı, ama bu sefer öfkesi çökmüştü.
Yerine derin, kanatan bir acı vardı.

 

Sessizce sehpanın üstünden bir portre aldı.
Ve bana uzattı.

 

“Bu kadının kocası...” dedi İlteriş, sesi taş gibi soğuktu.
“Bu portre.”

 

Resme baktım.

 

Ve o an içimden bir şey koptu.

 

Benim fotoğrafımdı.

 

Umay, her gece benim portremle uyumuştu.
O evi, o hayatı benimle dolu tutmaya çalışmıştı.

 

İlteriş’in sesi daha keskinleşti:

 

“Bu kadın, abimin portresiyle uyudu...”
“Ne için? Abimin sikik bir görev uğruna kendini feda ettiği için!”

 

Göğsüm daraldı.
Kan beynime sıçradı.

 

Ama o an tartışacak hâlim yoktu.
Dişlerimi sıktım, çenem kasıldı.

 

Umay’ı daha sıkı sardım.

 

Gözlerimi İlteriş’e dikerek tek cümleyle kestim her şeyi:

 

“Bunu sonra konuşacağız.”

 

Çünkü önce Umay’ı uyandırmam gerekiyordu.
Önce nefes almam gereken tek kişi, kollarımdaydı.

 

Umay, titreyerek kollarımda kıpırdandı.
Kirpikleri nemliydi, yanakları alev gibi sıcaktı.
Ve aniden, ağlayarak fısıldadı:

 

“İlteriş...”

 

Sesi öyle kırıktı ki, kalbim bin parçaya ayrıldı o an.

 

Gözlerini tam açamıyordu, ama titreyen sesiyle devam etti:

 

“İlteriş... Kocam...”
“Rüyamda gördüm... Gelmişti... Kapıdaydı...”

 

Gözleri hâlâ kapalıydı.
Ama içi cayır cayır yanıyordu.

 

İç çekerek, hıçkırarak ağlıyordu:

 

“Hâlâ rüyanın etkisindeyim sanırım...”
“Hissediyorum onu... Burada...”

 

O an ne yapacağımı bilemedim.
Ama daha fazla dayanamadım.

 

Titrek bir nefes alıp, yorgun sesimle fısıldadım:

 

“Rüya değil, bir tanem...”
“Geldim. Bak... Size döndüm...”

 

Dudak kenarlarını usulca sevdim.
Parmaklarım saçlarına, alnına dokundu.

 

O an gözlerini açtı.
Bana baktı.

 

Ama ne gördüğünü anlayamadı.

 

Birden doğruldu, kucağımdan kalktı.
Ayağa fırladı.

 

Masum bir çocuk gibi gözlerini kocaman açtı:

 

“Rüya değil miydi?” dedi nefes nefese.
“İlteriş... Sen... Görüyor musun?”

 

İlteriş, yere bakıyordu.
Ama başını kaldırıp, sesi titreyerek sadece şunu dedi:

 

“Görüyorum, Umay...”

 

Umay bana döndü.
Gözleri bulandı, dizleri titredi.

 

Ve o an gerçekten çözüldü.

 

Beni gördü.
Ve artık inandı.

 

Ben gerçekten geri dönmüştüm.

 

Umay’ın gözleri benim gözlerime kilitlenmişti.
Ama o masum bakışlar, saniyeler içinde kocaman bir alev gibi patladı.

 

Birden bağırdı.

 

“NEDEN?!”
“NEDEN BİZİ TERK ETTİN?!”

 

Sesi çığlık gibiydi.
Odada yankılandı, duvarlardan sekip ciğerime saplandı.

 

Tüm vücudu titriyordu.
Sinir krizi geçiriyordu.

 

Ben kaskatı kesilmiştim.
Hiçbir şey diyemedim.

 

Sonra...
Bir bebek ağlama sesi geldi.

 

Kulaklarımdan kalbime inen bir şimşek gibi çarptı o ses.

 

Kapıya döndüm.

 

Aybars...

 

Benim oğlum...

 

Umay dişlerini sıktı, titreyen bacaklarıyla yürümeye başladı.
Odadan çıktı, sesi hâlâ çatlıyordu:

 

“Bırak onu, ben bakarım!” diye bağırdı.
Kalbim yerinden sökülecek gibiydi.

 

O kapıya doğru giderken, gözlerim timde takılı kaldı.

 

Beni kandırmışlardı...

 

“Kandırdınız mı lan beni?” dedim hırlayarak.
“Evlenmedi, değil mi?”

 

Kimse konuşmadı.

 

Hepsi bana sert sert bakıyordu.

 

Ama o bakışlarda öfke yoktu artık.
Sadece bir şey vardı:

 

Gerçeği kaldırabilmem için beni paramparça izleyen dostların sessiz çığlığı.

 

Ve o sessizlik, Umay’ın attığı her adımda daha çok bağırıyordu.

 

O an kalbim yerinden sökülecek gibi çarptı.
Umay odadan çıkıp Aybars’a giderken, ben hâlâ nefesimi toplayamıyordum.

 

Burak sessizce bana yaklaştı.

 

Gözleri buz gibiydi.
İçinde hem kırgınlık, hem öfke, hem de tükenmiş bir hüzün vardı.

 

Ters ters bakarak konuştu:

 

“Oğlun tam bir yaşına girmek üzere...”
“15 Ocak’ta girecek.”

 

Sesi keskin bir bıçak gibi içime saplandı.

 

Yutkundum, ama boğazımda taş vardı sanki.

 

Burak devam etti, sesi daha da sertleşti:

 

“En azından ilk doğum gününe yetişebildin.”

 

Gözlerim yandı.
Beynim zonkladı.

 

Bir yıl boyunca ölü sanılmıştım.
Ama o geçen her gün, Umay için cehennem, Aybars için sessizlikti.

 

Benim oğlum...
Babasız büyümüş...
İlk gülüşünde, ilk dişinde, ilk adımında ben yoktum.

 

Ama işte, şimdi buradaydım.
Yarı ölü, yarı canlı...
Ama yine de geç kalmış gibi hissediyordum.

 

Başımı eğdim, gözlerim dolarken sadece fısıldayabildim:

 

“Doğum gününe yetişebildim...”
“Allah’ım...”
“Bari bunu kaçırmayayım...”

 

Ama içimdeki o devasa suçluluk, her nefesimde daha da büyüyordu.

 

Kafamı eğip sessizce mırıldandım:
“Ölü bilinmem gerekiyordu...”
“Onun için...”
“Oğlumun doğum gününe yetişebilmek için...”

 

Bu cümle bile boğazıma düğüm olmuştu.
Fazla detaya giremezdim, çünkü anlatsam nefesim yetmezdi.

 

Tam o anda kapı çaldı.
Eren sessizce kapıyı açtı.

 

Ve içeri Halil Komutan girdi.

 

Komutanı görür görmez içimde tuttuğum tüm duygular paramparça oldu.
Yıllardır duvar gibi dik duran o adam, beni görür görmez tek kelime etmeden kollarını açtı.

 

Bana sımsıkı sarıldı.

 

O an bittiğim yer orasıydı.
Tüm sertliğim çözüldü.
Kollarına düşerken gözyaşlarımı tutamadım.

 

“Komutanım...” dedim, sesi zor çıkan, ağlayan bir çocuk gibi.

 

Ama o, beni daha da sıktı.

 

Sonra timin gözlerine dikti bakışlarını.
Gür sesiyle odada yankılandı:

 

“O EMRİ BEN VERDİM!”

 

“HABERİM DE VARDI!”
“ALTAY’A YÜKLENMEYİN!”
“YÜKLENECEKSENİZ BANA YÜKLENİN!”

 

Sesi gök gürültüsü gibiydi.
Odada yankılandı, herkesin içindeki öfkeyi dondurdu.

 

Timin nefesi kesildi.
Kimse konuşamadı.
Burak, İlteriş, Ulaş... Hepsi taş kesilmiş gibiydi.

 

Halil Komutan beni bırakmadı.

 

Sadece başımı göğsüne yasladı ve sesi daha yumuşak ama sarsıcı çıktı:

 

“Evladım... Geri döndün ya... Başka hiçbir şeyin önemi yok.”

 

O an anladım.
Belki herkes beni affetmeyecekti.
Ama birileri için sadece hayatta olmam bile yeterdi.

 

Halil Komutan gözlerimin içine baktı.
Ama bu sefer o sert, kaya gibi bakışların yerini sıcacık, gurur dolu bir ifade almıştı.

 

“Bana bak,” dedi yumuşak ama tok sesiyle.
“Seninle gurur duyuyorum.”
“Eksiksiz ve hızlıydın, Altay.”
“Sen tanıdığım en iyi askersin.”

 

Kalbim sıkıştı o an.
Bunca zaman kendimi kaybolmuş, yok olmuş, terk edilmiş hissederken birinin hâlâ bana inandığını duymak içimi lime lime etti.

 

Komutan gülümsedi, ama sesi hâlâ dimdikti:

 

“Bu delilere bakma.”
“Seni çok özlediklerinden öfkeliler.”

 

Yutkundum, gözlerim dolmaya başladı.

 

Sonra komutan gülümseyerek devam etti:

 

“Yoksa Burak, her gece uykusunda ‘Altay abim’ diye sayıklıyor.”

 

Yüreğim daraldı.

 

“İlteriş desen... Ciddi bir komutan oldu.”
“O cıvık, espri patlatan İlteriş’ten eser yok.”

 

Komutan her cümlede içimi paramparça ediyordu.

 

“Ulaş... Camiye gidip çocuklara çikolata dağıtıyor senin hayrına.”

 

Nefesim kesildi.

 

“Mustafa Kemal... Mezarına çok iyi baktı.”
“Pırıl pırıl yaptı.”
“Keza diğerleri de öyle.”

 

Komutan elimi sıktı:

 

“Seni ve anılarını yaşattılar.”
“Bırak şimdi kızsınlar.”
“Kızgınlıkları geçince arayacaksın bu sessizliği.”

 

O an, ne var ne yok içimde çöktü.
Ağlamamak için kendimi zor tutarken...

 

Burak patladı.

 

Yerinden fırladı, hıçkıra hıçkıra ağlayarak koştu.

 

“Altay abi!” diye çığlık attı, sesi titreyerek.

 

Ve sımsıkı sarıldı bana.
O kadar güçlü sarıldı ki, sanki gerçekten beni bir daha kaybetmek istemiyormuş gibi.

 

Ben de dayanamayıp sarıldım ona.
Kardeşime.

 

Ve o an anladım:

 

Benim gerçek mezarım toprağın altı değilmiş.
Benim mezarım, onların içindeki kırılmış kalplermiş.

 

Ve ben hayatta kalabildiysem, o kalpleri tekrar diriltmek için varım.

 

Herkes sırayla gelip sarıldığında, kollarımda yer kalmadı.
Birini bırakmadan diğerine sarılıyordum.
Gözyaşlarımız birbirine karışmıştı.

 

Burak boğazı düğüm düğüm, Ulaş titreyerek, Mustafa Kemal sessizce ama iç çeke çeke...
Hepsi beni gerçekten kaybetmiş gibi sarıldı.

 

Ama içimde bir eksiklik vardı.
İlteriş...

 

O uzakta durmuş, gözleri dolu dolu, sessizce izliyordu.
Hepimiz ağlarken o sadece bakıyordu.

 

Gelmesini bekledim.
Ama gelmedi.

 

Ben de dayanamayıp ayağa kalktım.
Tüm yorgunluğuma rağmen yürüdüm.

 

Yanına vardığımda bir çocuk gibi dizlerinin dibine çöktüm.
Başımı sessizce dizlerine koydum.

 

Ellerim titriyordu, ama başımı çekmedim.
Kalp atışlarımı duyar gibi oldum.

 

İlteriş başımı okşadı, sesi çatlamıştı:

 

“Nasıl zayıflamışsın...” dedi kısık sesle, gözlerinde derin bir hüzünle.

 

Gözlerimi kapattım.
Sesim neredeyse yoktu:

 

“Beni düşünme...” dedim, kırılgan bir sesle.
“Söyle bana kardeşim...”
“Beni affettin mi?”

 

O an İlteriş derin bir nefes aldı.
Elleri titremeye başladı başımda.

 

Ve ben başımı kaldırıp ona masum masum baktım.
Gözlerimde tüm pişmanlık, tüm sevgi vardı.

 

Bir an hiçbir şey söylemedi.
Sadece gözlerimin içine baktı.

 

Ve sonra dayanamayıp boğuk bir sesle haykırdı:

 

“Affettim tabi lan!”

 

Sarıldı bana.
Kollarını sımsıkı sardı, sanki içimdeki kırıkları tek tek toplamaya çalışıyormuş gibi.

 

“Abimmm!” diye ağladı dizlerinde titreyerek.
Ben de onunla birlikte ağladım.

 

Yıllardır yükünü taşıdığım kardeşimin, sonunda beni affettiğini bilerek.

 

İlteriş’i sımsıkı kollarıma aldım.
Saçlarını sevdim.

 

Ve o an anladım:
Biz kardeşsek, ölüm bile bizi ayıramazdı.

 

İlteriş hâlâ burnunu çekerken, sırtıma hafifçe vurdu.
Ama sesi hâlâ kırıktı:

 

“Biz tamam da...” dedi zorlanarak.
“Umay yenge nasıl affedecek?”

 

O an kalbim yine yerle bir oldu.
Gözlerim karardı sanki.

 

Kaşlarımı çattım, hemen sordum:

 

“Bana küstü mü?”

 

İlteriş gözlerini kaçırdı.
Gözleri yere sabitlenmişti:

 

“Fena...” dedi sessizce.
“Hem de çok fena... Yüzünü görmedin mi?”

 

İçime koca bir taş oturdu.
Umay’ın o bana inanamadığı, sonra çığlık çığlığa çöktüğü hali gözümün önüne geldi.

 

Ama kendimi toparladım.
Gözlerimde eski çelikten bir kararlılık vardı.

 

“Gönlünü almasını bilirim,” dedim hırçın bir gülümsemeyle.
“Durun burada.”

 

Ayağa kalkarken üzerimdeki tüm ağırlığı atıyordum sanki.
O kadın benim kalbimdi, ruhumdu.
Onun affı için canımı bile verirdim.

 

Ama sonra bir şey dank etti.

 

Durdum.

 

Kalbim yine deli gibi çarpmaya başladı.
Gözlerim büyüdü.

 

Etrafıma baktım:

 

“Ben daha oğlumu görmedim...”

 

Sesim titredi:

 

“Nerede benim oğlum?!”
“Aybars nerede?”

 

Sabırsızlıkla, deliye dönmüş gibi etrafı süzdüm.
Göğsüm şişip iniyordu, ciğerlerim patlayacak gibi oldu.

 

Oğlumun kokusunu bile bilmeden kaç ay yaşamıştım?

 

Oğlumu görmek için yanıyordum artık.
Ne pahasına olursa olsun...

 

Kapı aralandı.
Tanımadığım o sarışın kız, kucağında küçücük bir bebekle içeri girdi.

 

Ve ben...

 

Donup kaldım.

 

Zaman durdu.
Kalbim atmayı unuttu.

 

Çünkü o bebek...
O minicik yüz...
Aynı bana benziyordu.

 

Saçları kıvırcıktı.
Gözleri benimkiler gibi kocamandı.
O bakışta kendimi gördüm.

 

İçimi çektim.
Göğsümde bir ağırlık büyüdü.
Ve sonra o küçücük ağızdan çıkan o tek kelime...

 

“Baba?”

 

Sesindeki masumiyet, o tatlı tatlı çıkan ses...
Beni yerle bir etti.

 

Koca bir dağ gibi yıkıldım.

 

Ama yüzüme devasa bir gülümseme oturdu.

 

Gözlerim yaşlarla doldu, sesim titredi:

 

“Oğlum...”

 

Dedim.

 

Ve o, gözlerimin içine bakıp bir kez daha seslendi:

 

“Babaaa!”

 

Kollarımı açtım ama ellerim titriyordu.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.

 

Tam cümle kuramıyordu.
Ama o “Baba” sesi yetti.
Dünyadaki tüm kelimelerden güçlüydü o ses.

 

Ne yapacağımı bilemedim.
Aybars’ı kucağıma aldım.

 

Ve sadece ağladım.

 

Sarsıla sarsıla, iç çeke çeke ağladım.
Onu kokladım, alnına öpücükler kondurdum.
Saçlarını, o minik ellerini, her yerini sevdim.

 

“Aybars’ım...”

 

Diye fısıldadım tekrar tekrar.
İsmi dilimden dökülürken bile boğazım düğümlendi.

 

Oğlum...
Beni daha ilk görüşünde tanımıştı.

 

Ve ben, ona sarıldığımda hissettim:

 

Ne olursa olsun, artık kaybolmak yoktu.
Artık gitmek yoktu.

 

Çünkü artık, kollarımda atan iki kalbimiz vardı.
Ve o, benim mucizemdi.

 

Aybars, kollarımda kıpırdandı.
Gözlerindeki masumiyete bakarken içim tekrar paramparça oldu.

 

Minik sesiyle tekrar fısıldadı:

 

“Baba...”

 

Sonra başını hafif yana eğip, dudaklarını büzerek ekledi:

 

“Anne ağladı.”

 

Kalbim yerle bir oldu o an.
İçime devasa bir ağırlık çöktü.

 

“Ağlıyor mu?” diye sordum, sesim titreyerek.

 

Aybars başını salladı.
Kafasındaki o küçücük hareket bile içimi dağladı.

 

Derin bir nefes alıp, gözyaşlarımı yutmaya çalıştım.

 

“Gidelim mi anneye?” dedim, oğluma bakarak.
“Hadi gidelim.”

 

Aybars başını koydu omzuma, ben de harekete geçtim.
Adımlarım ağırdı ama kalbim deli gibi çarpıyordu.

 

Odaya girdiğimizde Umay’ı gördüm.
Elinde benim fotoğrafım vardı.

 

Yatağa kıvrılmış, fotoğrafı göğsüne bastırmıştı.
Sessizce ağlıyordu.

 

Saçları darmadağınıktı.
Ellerinin titremesi uzaktan bile belliydi.

 

İçim paramparça oldu.

 

Usulca yaklaşıp yatağa oturdum.
Sanki yanlış bir hareket yapsam, o an tamamen dağılacak gibi hissediyordum.

 

Aybars kucağımdan indi.
Emekleyerek annesine doğru gitti.

 

Minik elleriyle Umay’ın kolunu çekip fısıldadı:

 

“Anne...”
“Baba geldi.”

 

O cümlenin ağırlığı beni yere çaktı.
Gözyaşlarım kontrolsüzce akmaya başladı.

 

Sesim titredi, boğazım düğümlendi:

 

“Umay...”

 

Dedim sadece.
Başka hiçbir kelime çıkmadı ağzımdan.

 

Çünkü o an, ona bir daha sarılabilecek miyim bilmiyordum.
Beni gerçekten affedip affetmeyeceğini de...

 

Ama ne olursa olsun, artık onun yanındaydım.

 

Oğlumun minik sesi odayı doldururken, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.
Titriyordum.
Gerçekten konuşuyordu...

 

Fısıldar gibi konuştum:
“Konuşuyor bu...”
Sesim o kadar titrek çıktı ki kendimi zor topladım.

 

Ellerimi uzattım.
Oğlumu kucağıma almak istedim.

 

Umay, önce çekindi.
Gözleri tereddütle doldu.
Ama sonunda yavaşça Aybars’ı bana uzattı.

 

Onu kollarıma aldığımda, dünya durdu.

 

Hıçkırıklarımı tutamadım.
Oğlumu sıkıca sardım.
Küçücük bedeni göğsüme yapıştı.

 

“Aybars’ım...”
“Oğlum...”

 

Diyerek başını öptüm defalarca.
O mis gibi kokusunu içime çektim.
Tertemiz, masum bir cennet kokusu...

 

Oğlumun kokusunu bilmeden yaşadığım her güne lanet ettim o an.

 

Umay ise gözleri dolu dolu bizi izliyordu.
Ama ne gülümsedi, ne yaklaştı.

 

Sadece sessizce, üzgünce baktı ve içindeki çöküşü fısıldadı:
“Hayallerimi yaşayamadım...”

 

O cümle beni bıçak gibi kesti.
Ama dağılamazdım.
Onu kaybedemezdim.

 

Sevimli gözükmeye çalışarak zorlama bir tebessümle konuştum:
“Bundan sonra yaşarız, Umay...”
“Sana söz veriyorum...”

 

Ama Umay başını eğdi.
Gözlerini kaçırdı.

 

Yavaşça arkasını döndü ve yürümeye başladı.

 

Tam giderken...
O buz gibi, yıkılmış sesi duydum:

 

“Rüyanda görürsün...”

 

Ve ben o anda yıkıldım.
Çünkü Umay’ın kalbine ulaşmak...
Khaos'u yok etmekten bile daha zor olacaktı.

 

Yemek sofrası kurulurken gözlerim sürekli Umay’daydı.
O bana hiç bakmıyordu.
Yüzü asıktı, dudakları mühürlenmişti.

 

Ama gözleri...
O gözler daha canlıydı.
İçindeki öfke, acı ne olursa olsun, gözlerindeki o eski ışık sönmemişti.

 

Belki hâlâ bir umut vardı.

 

Kucağımda Aybars vardı.
Minicik elleriyle oyuncak arabasını sürüyor, arabayı kucağımda gezdirip kahkahalar atıyordu.
Durup durup öpüyordum yanaklarını.
Tombik yanakları, yumuşacık teni...

 

Tosun gibiydi.
Ve bana benziyordu.

 

Gözleri, saçları, hatta kaşlarının çatılması bile benim kopyamdı.
Her baktığımda, kaybettiğim ayları düşünüyordum ama yine de gülüyordum.

 

Çünkü oğlum kollarımdaydı artık.

 

Burak yaklaştı.
Gözleri dolu, yüzünde devasa bir gülümsemeyle sırtıma vurdu:

 

“Bu sahneyi gördüm ya...” dedi derin bir nefes alarak.
“Daha Allah’tan ne isterim?”

 

Tam o anda, Aybars arabayı bıraktı.
Küçük elleriyle Burak’a uzandı:

 

“Ama!” dedi tatlı sesiyle.

 

Hepimiz sustuk bir an.
Burak şaşkınlıkla Aybars’a baktı:

 

“Ne dedi bu?”

 

Ben gülümseyerek fısıldadım:

 

“Amca demek istiyor.”

 

Burak o an bitti.
Dizlerinin üzerine çöktü, Aybars’ı öptü kokladı, ağlamaya başladı:

 

“Amca dedin lan bana...”
“Amcan kurban olsun sana!”

 

Ben gülüyordum, Burak ağlıyordu, Aybars kahkaha atıyordu.

 

Ama gözüm yine Umay’daydı.
Bize bakıyordu...
Gözleri dolmuştu ama yüzü hâlâ taş gibiydi.

 

Ve o an anladım:
Beni affetmese bile, oğlumuz için hep yanımda olacaktı.
Ama ben sadece yanımda olmasını istemiyordum.
O beni yine sevsin istiyordum.

 

Umay…
Adını her düşündüğümde içimde koca bir boşluk büyüyordu.
Yıllar önce bana kocaman gülümseyerek “Ben hep senin yanındayım,” diyen kadın şimdi bana bakamıyordu bile.

 

Ama onu sevmekten asla vazgeçmedim.
O gözleri, o gülüşü, o elleri…
Her gece gözümü kapattığımda, her sabah nefes aldığımda aklımdaydı.
Sesini hatırlamak için geceleri içimden defalarca adını fısıldıyordum.
Umay...
Umay...

 

Ona dokunmayı özlemiştim.
Saçlarını okşamayı, alnına öpücük kondurmayı…
Sabah uykulu gözlerle bana bakışını, dudak kenarındaki o minik gamzeyi…

 

O gittiğim yerde beni ayakta tutan tek şey onun hayaliydi.
Karanlık koridorlarda yürürken, ölümle burun buruna geldiğimde sadece onun sesini düşündüm.
Sadece ona dönmek için dayandım.
Umay için... Aybars için...

 

Ama şimdi buradaydım.
Ve o bana bakarken bile gözlerinde kırgınlık vardı.
Bana sarılmak varken arkasını dönüyordu.

 

Kalbim sıkışıyordu.
Ama haklıydı.
Ona koca bir yıl acı çektirmiştim.
Ama bunu bilerek yapmadım.
Onları korumak için yapmıştım.

 

Ama aşk...
Aşk mantıkla işlemezdi.
Kalp mantık bilmezdi.

 

Onu deliler gibi özlemiştim.
Yanımda nefes alışını duymayı, gece uykusunda bana sarılışını özlemiştim.
O “Altay” derken sesinin yumuşaklığını özlemiştim.

 

Ben Umay'ı sevmeden yaşayamıyordum.
Onun bir gülüşü, dünyamı döndüren şeydi.
O yüzden ne kadar sürerse sürsün, ne kadar uğraşmam gerekirse gereksin...
Onun kalbini tekrar kazanacaktım.
Çünkü o, benim tek gerçeğimdi.

 

Ne kadar süreceği umurumda bile değildi.
Umay’ı tekrar sevdirene kadar bekleyecektim.
Her sabah yeniden deneyecektim.

 

Belki günlerce suratımı asacak, bana sırtını dönecekti.
Belki geceleri sessizce ağlayacak, beni affedemediği için kendine kızacaktı.

 

Ama ben pes etmeyecektim.

 

Ona her sabah günaydın diyecektim.
Çayını koyacak, yemeğini yapacak, saçlarını toplamasa bile en güzel hâliyle sevdiğimi söyleyecektim.

 

Çünkü onu beklemek, ölümü beklemekten kolaydı benim için.

 

Onu uzaktan izleyip sevmek, onu hiç görememekten daha az yakardı canımı.

 

O yüzden her şeye razıydım.
Sessizliğine, kırgın bakışlarına, bana vurduğu tokatlara bile razıydım.

 

Yeter ki yine beni sevsin.
Yeter ki oğlumla beraber aynı sofrada oturalım.
Yeter ki bir gün, yine bana “Altay’ım” desin.

 

Bu sefer daha çok sevecektim.
Bu sefer daha çok sarılacaktım.
Ondan bir daha gitmemek için her gün biraz daha ölecektim gerekirse.

 

Ama bırakmayacaktım.
Umay’ı, oğlumu, ailemi...
Onları kaybetmemek için gerekirse her sabah yeniden doğacaktım.

 

Çünkü benim için artık hayat; sadece Umay ve Aybars’tı.
Ve onları kaybettiğimde...
Gerçekten ölmüş olurdum.

 

Aybars’ı Burak’ın kucağına bırakıp mutfağa yöneldim.
Kalbim yumruk gibi atıyordu ama içimdeki o sönmeyen umut beni ayakta tutuyordu.

 

Mutfağa girdiğimde Umay tezgâhın başında yemek yapıyordu.
O her zamanki gibi sessizdi, yüzü ifadesizdi ama hareketlerinde hâlâ o zarafet vardı.

 

Beni fark edince gözlerini kaçırdı hemen.
Bir an olsun bana bakmadı.

 

Yaseminka aramızdaki gergin havayı sezmiş olmalı ki, bahane uydurup hızla dışarı çıktı.
Mutfağın kapısı kapanır kapanmaz içimdeki cesareti topladım.

 

Yavaşça yaklaştım.

 

Burnuma gelen mis gibi yemek kokusuyla hafifçe gülümsedim:

 

“Ellerine sağlık...” dedim, sesim yumuşaktı.
“Çok güzel kokuyor.”

 

Ama o...
Tek bir kelime bile etmedi.
Sadece başını hafifçe yana çevirdi ve bir şeyler mırıldandı.
Ama ne dediğini duyamadım bile.

 

İçimdeki yangın büyüyordu.
Ama yine de sabırla yaklaştım.

 

Gözlerini hâlâ kaçırıyordu benden.

 

Yine de pes etmedim.

 

“Aşkım... Güzel eşim...” diye fısıldadım, sesim titriyordu.
Ellerim yavaşça beline uzandı.
Ona dokunmayı, sarılmayı öyle özlemiştim ki...

 

Ama Umay birden irkildi.
Beni sertçe itti.
Sanki bana dokunmak bile canını acıtıyormuş gibi.

 

O an yüreğime bıçak saplanmış gibi oldum.
Gururum kırıldı, kalbim parçalandı.

 

Ama vazgeçemedim.

 

Bir hışımla onu tekrar tuttum.
Kollarıma aldım, hırsla, çaresizlikle sarıldım.

 

O çırpındı ama bırakmadım.
Sanki bırakırsam sonsuza kadar kaybedecekmişim gibi sıkıca sardım onu.

 

“Ruhum dokuz parçaya bölünüyor yapma böyle,” dedim sesim çatlayarak.
“Yapma, ne olur...”

 

Saçlarına başımı yasladım.
Tüm bedenim titriyordu.
Kalbim patlayacak gibiydi.

 

Ve sadece fısıldadım:

 

“Sensiz yaşayamam, Umay...”
“Ne olur...”
“Ne olur beni bırakma...”

 

Umay’ın bedenindeki titreme yavaş yavaş yerini öfkeye bıraktı.
Kollarımda çırpınmayı bıraktı, ama bu daha da kötüydü.
Çünkü o an, içindeki fırtına patladı.

 

Ellerini göğsüme yasladı, gözlerini gözlerime dikti.
Ve sesindeki acı, ciğerimi delip geçti:

 

“Ben yaşadım, Altay!”
“Ben sensiz yaşamak zorunda kaldım!”

 

Nefesim kesildi.
Dizlerim titredi, ama o daha yeni başlıyordu.

 

“Aybars için acımı gömmek zorunda kaldım...”
“Bebek kokusuna ağlamamak için geceleri yastığımı ısırarak sustum...”
“Her adımında, her düşüşünde, her gülüşünde... Sen yoktun!”

 

Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama durmadı.

 

“Yaşamak zorunda bırakıldım, anlıyor musun?”
“Her sabah seni ölmüş bilerek uyanmak zorunda kaldım!”
“Her gün göğsümde bir mezarla dolaştım!”

 

Beni itti.
Ama gitmedim.
Yerimden kıpırdamadım.

 

Gözlerine baktım.
Ve onun içindeki yangının, benim içimde de hâlâ cayır cayır yandığını anladı belki de...

 

Ama yine de bağırdı:

 

“Bu yükü anlayamazsın, Altay!”
“Anlayamazsın, çünkü giden sendin!”
“Bizi bırakan sendin!”

 

O an çöktüm.
Gerçekten çöktüm.

 

Dizlerimin üzerine düştüm.
Ellerim yere kapanırken sadece nefes almak için savaştım.

 

Ve boğazımdan çıkan tek cümle:

 

“Ben gitmedim, Umay...”
“Sizi korumak için öldüm...”

 

Sesim paramparçaydı.
Ama artık gizleyecek bir şeyim yoktu.

 

“Ama o ölümde bile seni sevdim.”
“Her saniye seni sevdim.”
“Her gece Aybars’ın ve senin adını sayıklayarak uyudum.”

 

Başımı kaldırdım.
Gözlerim kan çanağı gibiydi.

 

Ama gerçek, o an daha çıplak olamazdı:

 

“Gitmedim ben, Umay...”
“Ben, size dönmek için cehennemde yürüdüm.”

 

O an, dünya başıma yıkıldı.
Gerçekten yıkıldı.

 

Umay’ın sesi titriyordu ama her kelimesi beni lime lime ediyordu.
Kafamda kurduğum tüm senaryolar... Onları korumak için gittiğimi kendime anlatıp durduğum her yalan...
O an paramparça oldu.

 

Umay bana baktı, gözleri buz gibiydi ama içi cayır cayır yanıyordu:

 

“Beni nasıl bir enkazın altında bıraktığının farkında değilsin sen, Altay!”

 

Adım atacak gücüm kalmadı.
Bacaklarım titredi.
Ama o, durmadan devam etti.

 

“Oğlum ilk doğduğunda aç kaldı!”
“Duyuyor musun beni?”
“AÇ KALDI!”

 

O cümleyle dizlerimin bağı çözüldü.
Boğazım düğüm düğüm oldu.
Kalbim yerinden sökülüp yere düşmüş gibi hissettim.

 

Umay’ın gözleri yaşlarla doldu, ama öfkesi bir sel gibi taşıyordu:

 

“Sütüm kesildi, Altay!”
“O kadar çok ağladım ki sütüm kesildi!”
“Ben kendi oğlumu bile emziremeyecek kadar aciz kaldım!”

 

Bağırıyordu artık.
Sesi çatlıyordu ama durmuyordu:

 

“Anlıyor musun?”
“Oğlum karnını doyuramazken ben kendimi parçalıyordum!”
“Sen ölüsün diye, sen gittin diye, ben anneliğimi bile yapamadım!”

 

O an, nefes almayı unuttum.
Ciğerlerim küçüldü, göğsüm sıkıştı.

 

Yere düştüm.
Avuçlarımı mutfağın soğuk fayansına koydum.

 

Ve sadece ağladım.
Sessizce, hıçkıra hıçkıra ağladım.

 

Çünkü o anda anladım:
Onları korumaya çalışırken, aslında onları en büyük cehennemin içine atmıştım.

 

Ve bu gerçeğin ağırlığı altında eziliyordum.
Çünkü bazı yaraları sevmek bile kapatmazdı.

 

Dizlerim mutfağın soğuk zeminine çarptığında acıyı hissetmedim bile.
Çünkü içimdeki acı, bedenimde hissedebileceğim her şeyden daha büyüktü.

 

Gözyaşlarım kontrolsüzce akıyordu.
Göğsümden çıkan hıçkırıklar boğazımı yakıyordu.
Ama en çok kalbim yanıyordu.

 

Başımı kaldırıp Umay’a baktım.
O ayakta, dimdik duruyordu.
Ama gözlerinde nefretten çok, tükenmişlik vardı.

 

Ve ben, o tükenmişliğin sebebi olduğumu bilerek can çekişiyordum.

 

Sözlerim zar zor çıktı dudaklarımdan:

 

“Özür dilerim...”
“Gitmek zorundaydım...”

 

Sesim kırık döküktü.
Her kelimeyle birlikte içimde bir şeyler daha paramparça oluyordu.

 

“Seninle tehdit edilecektim, Umay...”
“Yarın bir gün seni ve Aybars’ı hedef alacaklardı...”
“Bunu bildiğim için... Önceden halletmek istedim...”

 

Sana yaşattığım cehennemi bile bile seni korumak istemiştim.
Ama seni korumaya çalışırken seni öldürmüştüm...

 

Bunu fark ettiğimde daha çok çöktüm.

 

Umay’ın ayaklarının dibinde ağlıyordum artık.
Gerçekten böğürerek, içim parçalanarak ağlıyordum.
Sesim yankılanıyordu ama ben bile duymuyordum artık.

 

“Umay...”
“Gerçekten...”
“Asıl size bir şey olsa ben yaşayamazdım...”

 

Elimi hafifçe ayak bileğine dokundurmak istedim, ama dokunamadım.
Çünkü ona dokunmaya bile hakkım yokmuş gibi hissettim.

 

Başımı eğdim.
Yere kapanıp, daha da küçük oldum.
Çünkü onu sevdiğim kadar, onu kaybettiğimi de hissediyordum.

 

Ve bu acı, beni içimden içime yakıyordu.

 

Umay, titreyerek yanımda çöktü.
Elleri alnına gitti, derin nefesler aldı.
Ve o çatlamış, yorgun sesiyle fısıldadı:

 

“Neyse ki...”
“Neyse ki geldin...”

 

O an dünyam aydınlandı.
İçimdeki yangın az da olsa dindi.

 

Gözlerim doldu ama bu sefer umutla.
Umay’ın beni hâlâ sevdiğine dair küçücük bir kıvılcım bile yetmişti yeniden nefes almama.

 

Parmaklarım titreyerek saçlarına gitti.
Öylesine özlemiştim ki o yumuşaklığı...
Ellerim saçlarında kayarken boğazımdaki düğümü zar zor yuttum.

 

İçtenlikle, tüm ruhumla fısıldadım:

 

“Güzelim... Bak geldim.”
“Bir tanem... Artık rahat olabilirsin.”

 

Umay başını kaldırıp bana bakmadı, ama yavaşça göğsüme yaslandı.
Burnu hafif hafif göğsüme sürtüyordu, kedi gibi uysallaşmıştı.

 

Bunu hissedince içime derin bir huzur yayıldı.
Ona sıkıca sarıldım. Dudaklarına yapıştım ve ayların hasretini öpücüğe sığdırır gibi delice öpüştük. Gözleri hala kırgındı ayrıldığımızda ama güzel yüzüne renk gelmişti.

 

“Bak,” dedim saçlarını okşayarak.
“Bundan sonra sizinleyim...”
“Yıllık izin kullanacağım.”
“Tekrar tatile çıkıp güzel bir kış tatili yapabiliriz, hm?”

 

Sesim yumuşaktı, neredeyse bir ninni gibi.

 

“Ne dersin aşkım?”
“Gider miyiz yine?”

 

Ona umut vermek istiyordum.
Kırılan ne varsa, sevgiyle tek tek toplamak istiyordum.
Çünkü biz, her şeyi tekrar inşa edebilirdik.

 

Umay, göğsüme daha çok sokuldu.
Ama tek kelime etmedi.
Sadece sessizce, hafif hafif nefes aldı.

 

Ve ben o nefesi hissettikçe şükrettim.
Çünkü en azından hâlâ buradaydı.
Hâlâ yanımdaydı.
Ve bu bile, yeniden başlamam için yeterliydi.

 

Umay başını göğsüme yaslamışken birden iç çekti.
Gözleri hafif kısıldı, kapıya doğru boş boş baktı.

 

“Aybars’ı kime bıraktın?” diye sordu sakin ama tehlikeli bir sesle.

 

Ben, hâlâ o tatlı anın etkisinde, hülyalı gözlerle bakarken:

 

“Burak’a...” dedim gayet rahat bir şekilde.

 

Ama Umay, birden yerinden fırladı.
Sanki biri eline iğne batırmış gibi hızla dikildi.

 

“Kime emanet ettin dedin?” diye tekrar sordu, sesi bir oktav yükselmişti.

 

O an beynimde bir alarm çaldı.
Ne olduğunu anlamaya çalışırken, Umay sinirle ekledi:

 

“Çocuğa saçma sapan şeyler öğretiyor!”

 

Bunu duyduğum an yüzümdeki ifade dondu.
İçimden kahkaha atmak gelse de gülmemek için dudağımı ısırdım.

 

“1 yaşındaki çocuğa mı?” diye fısıldadım, gözlerim kocaman açılmıştı.
Ama sesim titriyordu, kahkaha bastırmak için dişimi sıkıyordum.

 

Umay gözlerini kısarak bana yaklaştı:

 

“Altay, bak gerçekten aklımı kaybedeceğim!” dedi, koluma vurarak.

 

Hemen içeri koştuk, ben hâlâ olayın ciddiyetini kavramaya çalışırken kapıyı açtık...

 

Ve Burak, Aybars’la salon masasında oturmuştu.
Önlerinde bir oyuncak vardı.
Ama oyuncak, patlamış eski bir saat düzeni gibiydi.

 

Burak iştahla anlatıyordu:

 

“Bak şimdi Aybars’ım... Kırmızı kabloyu kesersen ‘boom’ olur ama...”
“Mavi kabloyu kesersen oyuncak geri sayımı durdurur.”

 

Aybars elindeki plastik makası dişliyordu, hiçbir şey umurunda değildi.

 

Ben direkt yerimde zıplayıp Burak’ın kafasına sertçe vurdum:

 

“Sen napıyorsun manyak?!”

 

Burak kafasını ovalarken suratıma baktı:

 

“Abi ne var ya?” dedi gayet doğal bir tavırla.
“Erken yaşta refleks gelişimi önemli!”

 

Tam boğazına yapışacakken, Umay arkamdan bağırdı:

 

“Altay! Çocuğumun yanında şiddet unsurları sergilemeyin!”

 

Donup kaldım.
Burak kafasını kaşıyıp bana göz kırptı.
Ben ise masum masum Umay’a bakarak:

 

“Ama... Ama bu gerçekten şiddeti gerektiriyordu...” dedim, gözlerim kocaman olmuştu.

 

Aybars ise o sırada oyuncak bombayı yalıyordu...

 

Ve ben, timdeki en büyük belanın hâlâ Burak olduğuna bir kez daha emin oldum….

 

Bölüm : 08.03.2025 16:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...