

Telefonu aldığım gibi odama çekildim.
Kapıyı kapatır kapatmaz, kendimi yatağa attım. Tavandaki lambanın loş ışığı, telefon ekranında yansıyan Umay’ın fotoğrafına karıştı. O büyülü gülümseme, o derin bakışlar... Gözlerimi ondan ayırmak imkânsız gibiydi.
Ama içimde bir düğüm vardı.
Ne yapacaktım? Bu hislerin sonu nereye varacaktı? Umay, sadece bir kadın değildi. Komutanımın kızıydı. Bu gerçek, her seferinde suratımda soğuk bir rüzgar gibi esiyordu.
Fotoğrafı büyüttüm, o gülümsemeye bir kez daha baktım.
Her şey o kadar doğal ve sade görünüyordu ki… Ama benim içim, sanki bir fırtına koparıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bunun sonu ne olacak? Umay seni gerçekten görür mü? Seni, tüm bu karmaşanın içinde gerçekten seçer mi?"
Telefonu yavaşça göğsümün üzerine koyup gözlerimi kapattım.
Ama fotoğraf zihnimde hâlâ oradaydı. Gözlerimde onun yüzü, kulağımda onun sesi vardı.
Bir an için derin bir nefes aldım ve tekrar düşündüm:
"Belki de bu kadar düşünmemek lazım. Bazı şeyler, akışına bırakılmalı. Ama… ya olmazsa?"
Gözlerimi tekrar açtım ve telefonu elime aldım.
Parmaklarım mesaj kutusuna gitmek isterken durdu. Ona yazmak mı, yoksa yazmamak mı? İşte asıl mesele buydu.
Ama sonra, içimden bir ses dedi ki:
"Ne olacaksa olsun. Bazı şeyler, risk almadan yaşanmaz."
Tam mesaj kutusunu açmış, parmaklarım ilk kelimeyi yazmak için tuşlara giderken telefonun ekranı bir anda titredi.
Umay yazmıştı.
Bir an için duraksadım. Kalbim hızla atıyordu, sanki bir yarışa girmiş gibiydi. Mesajı açmadan önce yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Bu kız… nasıl oluyor da bu kadar anı doğru yakalayabiliyordu?
Umay:
“Uyumadın, değil mi? Eminim elinde telefonla bir şeyler düşünüyorsun.”
Gözlerimi devirdim, ama yüzümdeki gülümseme daha da genişledi.
Mesajı okur okumaz hemen yazmaya başladım:
Altay:
“Uyuyamam ki… Aklımda bir büyülü peri var.”
Bir anlık bir duraksama oldu.
Ekranda “Umay yazıyor...” ifadesi belirince, telefonun ekranına kilitlendim.
Umay:
“Altay, büyülü peri demeye devam edersen seni ciddiye alamayacağım. 😊”
Altay:
“O zaman ne diyeyim? Gözlerimde periyi gören biri mi olayım? Ama şunu bil, şu an senden başka hiçbir şey aklımı bu kadar meşgul edemez.”
Mesajı gönderdikten sonra içimde garip bir heyecan vardı.
Umay’dan hemen cevap geldi:
Umay:
“Aklını meşgul ettiğim kadar yormamışımdır umarım? Bir de yoruldum diye şikayet edersin.”
Altay:
“Yorulmak mı? Beni asıl senin yokluğun yorardı. Şu an buradasın, bu yüzden her şey yolunda.”
Bir süre sessizlik oldu.
Sonra ekran yine titredi. Bu sefer mesaj daha farklı bir hisle geldi:
Umay:
“Peki, Altay. Madem buradayım, bu yüzbaşı banane söylemek ister? Söyle bakalım.”
Altay:
“Belki de kendini bu periye kaptıran biri olarak, bir kahve davetiyle başlayabiliriz? Yani, bu sefer ciddi ciddi.”
Umay:
“Bunu zaten planlamamış mıydın? 😏”
Altay:
“Planlarımın da bir büyüsü olmalı. Ama bu büyüyü sen bozmazsan.”
Umay:
“Bakalım, Altay. Pazar günü, saat 15:00, La Grotte Coffee. Göreyim seni.”
Altay:
“Göreceksin. Ve bu sefer büyülü peri lafını bir daha duymayacaksın. En azından bir süreliğine. 😉”
Mesajı gönderdikten sonra telefonu göğsümün üzerine koydum.
Gözlerim hâlâ yüzümdeki gülümsemeyle tavana dikiliydi. Umay’ın mesajları, kelimeleri… içimde tarif edemediğim bir huzur bırakıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kız, hayatına girdiği andan itibaren her şeyi değiştiriyor. Ve sen, bu değişime hiç karşı koymuyorsun."
Pazar sabahı, güneş daha tam doğmadan uyanmıştım.
Kalbimde bir heyecan vardı, ama bu heyecan görev öncesi hissettiğim türden değildi. Bu, farklıydı. Daha kişisel, daha özel bir his.
Karargâha giderken yol boyunca düşündüm.
Umay’la yapacağım bu buluşma, sadece bir kahve içmekten ibaret değildi. Kendi içimde, geçmişimle barışmak ve belki de ilk kez bir şeylere cesaret etmek için bir adımdı.
Haluk Yarbay’ın odasına girerken içimde bir çekince vardı.
Beni böyle kişisel bir şey için görmeye alışık değildi. Kapıyı çalıp içeri girdim, selam verdim. Haluk Yarbay, masasının başında ciddi bir şekilde dosyalara bakıyordu. Başını kaldırıp bana baktı.
“Hayırdır Altay?” dedi, hafif bir şaşkınlıkla. “Pazar sabahı erkenden ne oldu?”
Derin bir nefes aldım, gözlerim yere kaydı.
“Komutanım,” dedim, sesimi toparlayarak, “bu öğleden sonra için izin istiyorum. Özel bir mesele…”
Haluk Yarbay’ın kaşları hafifçe kalktı.
“Altay Öztürk, senden böyle bir şey duymak gerçekten ilginç,” dedi, gülümsemesini bastırmaya çalışarak. “Ama pazar günü, senin gibi birinin özel bir iş için izin istemesi dikkatimi çekti. Umay’la bir ilgisi var mı?”
Bir an kalbim hızlandı, ama dışarıya belli etmedim.
“Komutanım,” dedim, biraz daha ciddi bir tonla, “bu konuyla ilgili konuşmamayı tercih ederim. Ama sizin izniniz olmadan hareket etmek istemedim.”
Haluk Yarbay, yüzünde bilmiş bir gülümsemeyle başını salladı.
“Peki Altay, tamamdır. İznin onaylandı. Ama sana bir tavsiye: Geç kalma. Umay sabırsız bir kızdır, dakiktir.”
Selam verip odadan çıktım.
O an içimde garip bir huzur ve bir o kadar da tedirginlik vardı. Haluk Yarbay her şeyi biliyor gibiydi, ama bunu açıkça dile getirmiyordu.
Eve döndüğümde, zamanın ne kadar yavaş geçtiğini fark ettim.
Kahvaltımı yapıp, giyeceğim kıyafetleri hazırladım. Gardırobumun önünde dakikalarca düşündüm. Ama sonunda klasik, sade bir şıklıkta karar kıldım: açık yeşil bir gömlek, krem rengi bir pantolon ve temizlenmiş kahverengi ayakkabılar.
Ama zaman hâlâ geçmek bilmiyordu.
Saat 15:00’a yaklaşırken, birden aklıma bir fikir geldi. Eğer bu buluşma özel bir şey olacaksa, ona özel bir hatıra bırakmalıydım.
Kendimi hızlıca toparlayıp, yakındaki bir kuyumcuya gittim.
Vitrinlere göz gezdirirken, kalbimde hem bir heyecan hem de bir tedirginlik vardı. Ama gözüm, vitrin ortasındaki o kolyeye takıldı: Ayyıldız figürlü, zarif bir tasarım… hem sade hem de etkileyiciydi.
Kuyumcuya dönüp kararlı bir şekilde konuştum:
“Bu kolyeyi istiyorum. Ama içine bir şey yazılmasını istiyorum: Umay & Altay.”
Kuyumcu, hafifçe gülümsedi.
“Bu sizin için özel bir şey olmalı,” dedi. “Hemen hazırlıyorum.”
Kolyenin paketlenmesini beklerken, aklım hâlâ Umay’daydı.
Bu kolyeyi ona verecek cesareti bulabilir miydim? Boynuna takarken, ellerim titrer miydi? Bilmiyordum. Ama o an tek bildiğim, bu kolyenin tam ona uygun olduğuydu.
Kuyumcudan çıktığımda, içimde hem bir cesaret hem de bir korku vardı.
Cebimde taşıdığım bu küçük kutu, belki de hayatımda yaptığım en büyük jestlerden biriydi. Ama Umay bunu hak ediyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sadece bir kolye değil. Bu, senin cesaretinin bir simgesi olacak."
Saat tam 15:00’te La Grotte Coffee’nin kapısında dikildiğimde, gözlerim hemen onu aradı.
Umay, çoktan gelmişti. Zarif bir şekilde oturmaya hazırlanıyordu, o an gözlerim bir anlığına her şeyi unuttu. O açık mavi elbisesi, sıkı bir şekilde topladığı saçları ve o büyülü gülümsemesiyle, sanki bütün mekân onun etrafında dönüyordu.
Derin bir nefes alıp sakin görünmeye çalıştım.
Sandalyeye doğru ilerledim ve tam oturmak üzereyken sandalyeyi nazikçe çektim.
“Buyurun,” dedim, hafif bir gülümsemeyle.
Umay, bir an durdu ve gözlerimin içine bakarak gülümsedi.
“Merhaba Altay,” dedi, sesi yumuşak ama kendinden emin bir tonda.
“Merhaba,” dedim, ama sesim biraz titremişti.
Sanki o iki kelime bile fazla ağırdı. O, sandalyeye otururken ben de karşısına geçtim. Kelimelerle anlatması zor bir andı.
Garson yaklaşıp siparişleri alırken, Umay konuştu:
“Erken geldim, çünkü buranın atmosferini biraz hissetmek istedim. Ama seni tam zamanında görmek güzel. Hiç değişmemişsin, Altay. Hep dakiksin.”
“Görev alışkanlığı,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
Ama o sırada, gözlerim ondan bir an bile ayrılamıyordu. Bu bir görev değildi. Bu, başka bir şeydi.
Siparişlerimizi verdikten sonra, masada kısa bir sessizlik oldu.
Umay, gözlerini bana dikmiş, beni incelemeye başlamış gibiydi. Sonunda dayanamadı ve konuştu:
“Altay, seni böyle görmek... nasıl desem, farklı. Yani üniforma yok, o sert bakışların biraz daha yumuşamış. Seni tanıdıkça, farklı bir yanını görmeye başladığımı hissediyorum.”
“Benim de aynı şeyi düşündüğümü bilmeni isterim,” dedim, hafif bir ciddiyetle.
“Umay, seni tanıdıkça sadece yarbayın kızı değil, çok daha fazlası olduğunu görüyorum. Ve bu... sanırım, beni biraz şaşırtıyor.”
Umay gülümsedi, ama bu kez o tanıdık alaycı gülümsemesinden farklıydı.
“Beni şaşırtmak kolay değildir, Altay. Ama seni tanıdıkça, sanırım şaşırmak benim için de bir norm haline geliyor.”
Garson, kahvelerimizi getirip masaya bıraktığında, bir an için gözlerimiz buluştu.
“Peki,” dedi Umay, kahvesinden bir yudum alarak. “Burada olmayı sen mi planladın, yoksa tamamen tesadüf mü?”
“Planladım,” dedim, dürüstçe.
“Çünkü bu anı özel kılmak istedim. Umay, belki çok şey söyleyemem, ama buraya gelmenin benim için ne kadar önemli olduğunu bilmeni isterim.”
Umay, kahvesini fincan tabağına bırakırken gözlerini kısıp hafifçe gülümsedi.
“Bunu hissettiriyorsun, Altay. Ve sanırım bu yüzden buradayım. Çünkü merak ediyorum... senin hikâyeni, seni, her şeyini.”
O an, içimde bir sıcaklık hissettim.
Kelimeler bazen yeterli gelmezdi, ama onun bu sözleri, bana en büyük cesareti verdi. Ona baktım ve dedim ki:
“Umay, seni tanımak... benim hikâyemi değiştiren şey oldu. Ve sanırım, hikâyemin bundan sonraki kısmını seninle yazmak istiyorum.”
Umay, bir an için duraksadı, sonra gülümseyerek karşılık verdi:
“Altay, bu çok güzel bir başlangıç olabilir. Ama önce, şu kahvemizi bitirelim. Hikâye yazmak için acele etmeye gerek yok, değil mi?”
“Kesinlikle,” dedim, gülümseyerek.
Ama içimde bir şey biliyordum: Bu hikâye, çoktan yazılmaya başlamıştı.
Masadaki kahve fincanlarının hafif buğusu, ikimizin arasındaki mesafeyi sanki daha da yakınlaştırıyordu.
Ben Americano’mdan bir yudum alırken, Umay cappuccino’sunu fincan tabağına bıraktı ve yüzünde o yumuşak, ama bir o kadar da büyülü gülümsemesi belirdi.
“Altay,” dedi, sesi adeta kahvesinin köpüğü kadar yumuşaktı.
“Seni ilk kez şiir okumanla tanıdım. O kadar güzel bir sesin var ki, her ne söylesen yakışıyor sana.”
O an, kalbimde bir sıcaklık hissettim.
Ama aynı zamanda bu övgü, yüzümde hafif bir utanma dalgası oluşturdu. Bu utancı belli etmemek için, dişlerimi yanak içime bastırarak kendimi toparlamaya çalıştım.
“Ee,” dedim, sesi titrememesi için biraz daha ciddi bir tonla.
“Sen ne yapıyorsun? Nereyi kazıyorsunuz şu sıralar?”
Umay, sorumun ciddiyetine karşılık hafifçe kıkırdadı.
Fincanını bir kez daha eline alıp, kahvesinden ufak bir yudum aldıktan sonra, gözlerini bana dikti.
“Yıldızlı Tepe’deyiz,” dedi, dudaklarının köşesinde hafif bir gülümsemeyle.
“Arkeolojik kazılar. Eski uygarlıklara dair ipuçları arıyoruz. Ama asıl mesele, bulduğumuz şeylerin hikâyelerini anlamak. Yani senin gibi bir hikâye anlatıcıyla karşılaştırıldığında, bizimki biraz daha... toprak altı işleri.”
Gülümsemesini görünce, istemsizce ben de gülümsedim.
“Yıldızlı Tepe ha? Pekala, Umay,” dedim, hafifçe eğilerek. “Ama dikkat et, yıldızlar bile sana hayran kalmasın. Yoksa kazı yapacak yer bulamayabilirsin.”
Umay, bu sözlerime karşı kahkahasını tutamadı.
“Altay,” dedi, kahkahasını bastırarak. “Şair ruhlu, ama aynı zamanda tehlikeli bir espricisin. İnsan hangisine odaklanacağını şaşırıyor.”
Ben Americano’mu bitirirken, o kahvesinin son köpüğünü kaşığıyla aldı.
Aramızdaki bu diyalog, sadece kelimelerden ibaret değildi. Sanki ikimizin arasında başka bir şey konuşuluyordu, sessiz ama bir o kadar güçlü.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kızın yanında her şey hem basit hem de karmaşık. Ama galiba bu dengeyi seviyorum."
Umay, kahvesinin son köpüğünü fincanın dibinden alırken birden bana doğru eğildi.
Yüzünde hafif bir merak ifadesi vardı. “Bu arada,” dedi, kahvesini fincan tabağına bırakırken, “timdekilerden duydum. Yakınlarda bir açık hava sineması varmış. Arabanın içinde izleniyormuş. Bir ara gitmek ister misin?”
O an, kalbim bir anlığına durdu.
Cevap vermek istedim, ama dilim bir anda tutuldu. Heyecanımı belli etmemek için masanın altına elimi uzattım ve kendi baldırımı sıkmaya başladım. Kendimi sakinleştirmek için bu kadar çabaladığımı fark etmemesi gerekiyordu.
“Hımm,” dedim, sesi fazla düzeltmeye çalışarak. “Güzel bir fikir olabilir. Ama...”
Biraz duraksadım. “Yani... zamanımız uyarsa tabii.”
Umay, gözlerini kısarak beni süzdü.
“Altay,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “Cevap vermek bu kadar zor mu? Sadece bir sinema, araba, yıldızlar ve film. Çok basit bir şey aslında.”
Ben, hala masanın altındaki elimle baldırımı sıkarken, yüzüme hafif bir gergin gülümseme yerleştirdim.
“Basit mi?” dedim, kahvemin bardağını elime alarak. “Evet, evet, basit tabii. Yani... ne zaman istersen.”
Umay, bu cevabımı duyunca hafifçe kıkırdadı.
“Tamam, Altay,” dedi, fincan tabağını toparlayarak. “O zaman uygun bir zaman geldiğinde seni kaçırırım. Ama arabanın direksiyonunda sen olacaksın, anlaştık mı?”
“Tabii,” dedim, masanın altındaki elimi nihayet bırakarak. “Direksiyon benim, ama filmi seçmek senin işin.”
Umay, kahkahasını bastırmaya çalışarak geri yaslandı.
“Anlaştık,” dedi, yüzündeki gülümsemeyle. “Ama o direksiyon başında bu kadar gergin olmazsan sevinirim. Yoksa filmi değil, seni izlerim.”
Ben, bu lafın üzerine tamamen kilitlendim.
Yüzümde gergin bir gülümsemeyle, Americano’mun son yudumunu aldım. Ama içimde, onunla geçecek o sinema akşamını şimdiden düşünmeye başlamıştım bile.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kızın her sözü seni savunmasız bırakıyor. Ama galiba buna hiç itirazım yok."
Umay, bir an için masadaki çatal-bıçağı düzeltir gibi yaparken gözlerini benden kaçırdı.
Sonra, sanki sıradan bir şey söylüyormuş gibi, o yumuşak sesiyle konuştu:
“Aslında… bugün gitmek isterim. Eğer tabii senin için bir sakıncası yoksa.”
Kahve fincanımı masaya bırakırken içimde bir anlık bir şok dalgası geçti.
Bugün mü? Şimdi mi? Daha az önce buradaydık, daha tam bir plan yapmamıştık. Ama yine de bu teklifi reddetmek gibi bir lüksüm yoktu.
“Bugün mü?” dedim, sesimin titrememesine dikkat ederek. “Yani… tabii ki olabilir. Arabayı park edecek güzel bir yer bulursak neden olmasın?”
Umay, o gülümsemesini yeniden takındı ve başını hafifçe yana eğerek beni izledi.
“Altay,” dedi, alaycı bir tonla. “Park yeri senin en büyük problemin mi şu an? Yoksa hâlâ baldırını sıkmakla mı meşgulsün?”
O an masanın altındaki elimle bir anda irkildim.
Gözlerim büyüdü, bir şeyler söylemek istedim ama kelimeler boğazıma düğümlendi.
Umay kahkahayla devam etti:
“Altay, merak etme. Anlamıyorum gibi davranırım. Ama şu sinema işi cidden hoşuma gitti. Eğer arabayı süreceksen, hemen çıkabiliriz.”
Hızla toparlandım, derin bir nefes aldım ve hafifçe gülümseyerek karşılık verdim.
“Tamam,” dedim, ciddiyetimi korumaya çalışarak. “Ama direksiyon bende, film seçimi sende. Hadi bakalım, arabaya geçelim.”
Kahve dükkanından çıkarken, Umay’ın yanımda yürüyüşü bile sanki daha farklı geliyordu.
Arabaya doğru giderken, bir an için onun yüzündeki heyecanı gördüm. Bu kadar küçük bir şeyin bu kadar büyük bir anlama dönüşebileceğini o an fark ettim.
Arabaya binerken, Umay gülümseyerek konuştu:
“Altay, bu kadar ciddiyetle araba sürersen, filmi izlemek yerine seni izlerim demiştim ya… Sanırım o şaka değildi.”
Motoru çalıştırıp hafifçe güldüm.
“Merak etme,” dedim. “Ben görevdeki kadar ciddiyetle sürmeyeceğim. Ama sana bir şey olursa, bu arabayı da kendimi de affetmem.”
Umay, bu sözüme karşı hafifçe başını salladı ve yan koltuğa yaslanarak gülümsedi.
“Bakalım, Altay. Göreyim seni. Ama önce şu açık hava sinemasına yetişelim, olur mu?”
Ben, direksiyona daha sıkı tutunarak yola çıktım.
Kalbim hâlâ biraz hızlı atıyordu, ama Umay’ın yanımda olması, o yolu sonsuz bir huzura dönüştürüyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu gece, sadece bir film değil. Bu gece, her şey değişebilir."
Açık hava sinemasına geldiğimizde, karşılaştığımız manzara gerçekten büyüleyiciydi.
Dev bir perde, yıldızların altında sessizce yükseliyor, arabalardan gelen hafif motor sesleri ve patlamış mısır kokusu havayı dolduruyordu. Umay, yanımda otururken bile kendini tam bir çocuk gibi heyecanlı hissediyordu.
“Film neydi?” diye sordu, biletleri elinde sallayarak.
“Papatya,” dedim, biletleri alırken. “2006 yapımı. Güzel bir Kore filmi.”
Umay, kaşlarını kaldırarak yüzüme baktı.
“Altay, Kore filmi mi seçtin? Seni böyle duygusal filmlere pek uygun görmezdim.”
Gülümsedim, ama gözlerim yolda.
“Bu seferlik beni hafife alma, Umay. Bu filmi izleyince neden seçtiğimi anlayacaksın.”
Arabayı düzgün bir şekilde park edip ekranın tam karşısına yerleştik.
Yanımızda küçük bir tepsi patlamış mısır, içecekler ve havada hafif bir serinlik vardı. Film başlar başlamaz, sahneler beni içine çekti. Ama itiraf etmeliyim ki, gözlerimin bir kısmı hep Umay’daydı.
Film ilerledikçe, hikaye daha da derinleşti.
Hye-Young’un resim yaparken ki o huzurlu hali, Park Yi’nin uzaktan sessizce onu izleyişi... Her sahne, Umay’la aramızda sanki görünmez bir bağ kuruyordu.
“Altay,” dedi Umay, filmden bir sahneye bakarken. “Papatyalar gerçekten güzel bir çiçek, değil mi?”
Başımı ona çevirip gülümsedim.
“Evet,” dedim. “Ama papatyanın güzelliği basitliğinde saklıdır. Karmaşık şeylere ihtiyacı yok. Tıpkı bazı insanlar gibi.”
Umay, bu sözüm üzerine bana kısa bir bakış attı.
“Bazı insanlar mı?” dedi, dudaklarının köşesi hafifçe yukarı kıvrılırken.
“Evet,” dedim, gözlerimi tekrar perdeye çevirerek. “Bazı insanlar papatya gibidir. Karmaşık görünmezler, ama o kadar güçlüdürler ki, buldukları her yere güzellik katarlar.”
Umay bir süre sessiz kaldı, sonra hafifçe mırıldandı:
“Anladım... Bu yüzden Kore filmi seçtin. Çünkü bu hikaye biraz da senin gibi.”
O an kalbimde bir şeyler yer değiştirdi.
Film devam ederken, her sahne, her replik sanki Umay’la aramızdaki o mesafeyi daha da kapatıyordu. Park Yi’nin sessiz aşkı, Hye-Young’un masumluğu... Bunlar sadece bir hikaye değildi. Bunlar, Umay’la aramızda yaşanmamış şeylerin de yansıması gibiydi.
Film sona erdiğinde, perdede yazılar akarken ikimiz de bir süre sessizce oturduk.
Hafif bir meltem esiyor, arabaların motor sesleri bir bir yankılanıyordu. Umay, koltuğunda hafifçe arkasına yaslanarak konuştu:
“Altay, bu gerçekten güzel bir seçimdi. Teşekkür ederim. Sanırım uzun zamandır böyle hissetmemiştim.”
Gülümsedim, ama gözlerim hala perdedeydi.
“Bir film, bazen bir kitaptan daha fazla şey anlatır. Ve sanırım, bu hikayede hepimiz kendimizi bir yerlerde bulabiliriz.”
Umay, başını hafifçe yana eğerek bana baktı.
“Sen kendini nerede buldun, Altay?”
Bir an düşündüm, sonra derin bir nefes alarak cevap verdim:
“Sanırım... papatyaları bırakan o sessiz adamda. Çünkü bazen en güzel şeyleri söylemek için kelimeler yetmez. Sadece var olmak yeter.”
Umay’ın yüzünde o tanıdık gülümseme belirdi.
“Altay, sen gerçekten karmaşık birisin. Ama galiba bu karmaşıklığı çözmek hoşuma gidiyor.”
Motoru çalıştırırken içimde garip bir huzur vardı.
Film bitti, ama sanki bizim hikayemiz yeni başlıyordu. Yolda ilerlerken, yanımda oturan bu büyülü kızın varlığı, her şeyden daha gerçekti.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı hikayeler sinemada izlenmez. Onlar, yaşanır."
Kolyeyi boynuna taktıktan sonra, Umay’ı hafifçe kendime doğru çevirdim.
Parmaklarım, onun omuzlarından beline doğru kayarken, yıldızların altında gözlerindeki ışık bana dünyanın tüm sırlarını anlatıyor gibiydi.
O an, onunla aramızdaki mesafe sadece bir nefes kadar kalmıştı. Umay’ın nefesi, dudaklarıma değmeden hemen önce yüzüme dokunuyordu.
O gözlerde bir evren vardı.
Yıldızlar bile bu kadar parlak olamazdı. O ışık, içimdeki her boşluğu dolduruyor, beni hem güçlü hem de savunmasız yapıyordu.
“Umay,” dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar kısık.
“Seninle olmak, sanki hiç bilmediğim bir duyguyu öğrenmek gibi. Ve şimdi… şimdi hiçbir şey bilmiyormuşum gibi hissediyorum.”
Umay, gözlerini benden ayırmadan hafifçe gülümsedi.
“Altay,” dedi, sesi yumuşak ve titrek. “O zaman gel, bu bilinmeyeni birlikte öğrenelim.”
O an, ellerim beline daha sıkı sarıldı.
Kendime doğru çekerken, dudaklarımız arasındaki o son mesafeyi kapatmaya başladım. Zaman yavaşladı, yıldızlar bile bu anı izlemek için ışıklarını kısıyor gibiydi.
Ve o an, dudaklarımız buluştu.
Dünya bir anda sustu. Her şey durdu. Sadece onun varlığı, onun sıcaklığı vardı. Umay’ın nefesi, benim nefesimle karıştı. Kalbim göğsümde bir fırtına gibi çarpıyordu, ama o fırtına, Umay’ın dudaklarında dingin bir liman bulmuştu.
Bu, bir dokunuş değil, bir kabullenişti.
Bir itiraf, bir sözleşme, bir ömürlük and içmek gibiydi. Umay’ın elleri boynuma dokunurken, onun varlığını her hücremde hissettim.
Dudaklarımız ayrıldığında, ikimiz de bir an sessizce birbirimize baktık.
Gökyüzü üzerimizde yeniden parlamaya başlamıştı, ama bu sefer yıldızlar bile aramızdaki bağa dokunamıyordu.
“Altay,” dedi Umay, sesi neredeyse bir rüya gibi. “Bu, gerçekten oldu mu?”
Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, hafifçe gülümsedim.
“Umay,” dedim, “bu sadece bir başlangıç. Ve bu başlangıcı asla unutmayacağım.”
Umay, gülümseyerek başını göğsüme yasladı.
O an, dünyada sadece biz vardık. Yıldızlar üzerimizde dans ederken, Umay’ın varlığı, içimdeki her karanlığı aydınlatıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir an, bir ömre bedel olur. Ve bu an, benim ömrümün başlangıcıdır."
Umay başını göğsüme yaslamıştı.
Yıldızlar üzerimizde parıldarken, nefes alışlarımız bile birbirine karışıyordu. O an, zaman sadece bizim için vardı.
“Altay,” dedi, sesi o kadar yumuşaktı ki rüzgar bile kıskanırdı. “Bu kadar güzel bir şeyin gerçek olabileceğine inanmak zor. Sanki bir rüyadayız ve uyanınca her şey yok olacak gibi.”
Başımı hafifçe eğip saçlarının o narin kokusunu içime çektim.
“Umay,” dedim, sesimde bir fısıltının yankısı vardı. “Eğer bu bir rüyaysa, hiç uyanmak istemem. Ama sana bir şey söyleyeyim mi?”
Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
“O kadar gerçek ki… ellerim hâlâ titriyor. Eğer bu bir rüya olsaydı, korkmazdım. Ama şimdi, bu gerçeği kaybetmekten korkuyorum.”
Umay, gülümseyerek elini yüzüme koydu.
“Altay,” dedi, “senin gibi biri korkmaz. Sen savaşların ortasında bile durup güçlü kalabilen birisin. Ama…” dedi, sesi biraz daha alçalarak. “Eğer korkuyorsan, bil ki ben de korkuyorum. Çünkü bu kadar güzel bir şeyin bizi bulması... mucize gibi.”
Elimi belinden ayırmadan, yüzüne dokundum.
“Umay,” dedim, gözlerim onun gözlerine kilitlenmişken. “Ben savaşmayı bilirim. Ama bu… bu başka bir şey. Bu, savaşmak değil. Bu, teslim olmak. Ve sanırım, ilk kez bir şeye bu kadar isteyerek teslim oluyorum.”
Umay’ın gözleri doldu, ama gülümsüyordu.
“Altay,” dedi, sesi titrerken. “Beni böyle konuşmalarla büyülemeye devam edersen, yıldızlar bile kıskanacak. Ama bil ki… ben de teslim oldum. Hem de çoktan.”
O an, başını yeniden göğsüme yasladı.
Yıldızlar üzerimizde parlamaya devam ederken, ellerim belinde, kalbim onun nefes alışlarıyla atıyordu.
“Umay,” dedim, sessizliği bozan bir fısıltıyla. “Seninle bu yıldızların altında, sadece bir gece değil, bir ömür geçirmek isterim. Çünkü sen, o ömrün ışığısın.”
Umay, göğsümden başını kaldırmadan cevap verdi.
“Altay, eğer bu yıldızların altındaki sözlerin bir ömre dönüşecekse, o ömrü birlikte yazalım. Çünkü senin yanında, hayat sadece bir hikâye değil… bir şiir gibi geliyor.”
O an, gözlerimi gökyüzüne kaldırdım ve içimden bir dua ettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu anı bir kez daha yaşamak gerekmez. Çünkü bu an, ömür boyu yetecek kadar güçlü."
Umay’ın başı hâlâ göğsüme yaslıydı, nefesi nefesime karışıyordu.
Yıldızlar üzerimizde dans ediyor, hilal sessizce gülümsüyordu. O an, içimde tarif edemediğim bir cesaret filizlendi. Kalbimdeki kelimeler, hiç düşünmeden dudaklarımdan döküldü.
“Leydim,” dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar hafif. “Benimle bu güzel gecede dans eder misiniz?”
Umay, başını hafifçe kaldırıp gözlerimin içine baktı.
O an, yüzündeki şaşkınlıkla karışık o tatlı gülümsemeyi gördüm. Kıkırdayarak, hafifçe başını yana eğdi.
“Tabii ki, Yüzbaşım,” dedi, sesi yıldızların ışığı kadar zarif. “Seve seve.”
Elimi ona uzattım, o da tereddüt etmeden tuttu.
Parmak uçları, yıldızlardan daha sıcak bir hisle ellerime dokundu. Yavaşça ayağa kalktık, o zarif hilalin ve yıldızların altında… o sessiz gecede.
Adımlarımız birbirine uyum sağlarken, Umay’ın gözleri bir an bile benden ayrılmadı.
Hafif bir meltem saçlarını hareket ettirirken, gökyüzündeki yıldızlar adeta dansımıza eşlik ediyordu.
“Altay,” dedi, sesi o kadar yumuşaktı ki, rüzgar bile kıskanırdı. “Burada, yıldızların altında, bu kadar basit bir şeyin bu kadar büyülü olacağını hiç düşünmezdim.”
“Umay,” dedim, adımlarımı onunla birlikte uyum içinde hareket ettirirken. “Bu anı büyülü yapan yıldızlar değil. Hilal değil. Sadece sensin. Çünkü seninle birlikteyken, dünya daha anlamlı bir yer oluyor.”
Umay hafifçe güldü, ama bu gülüş kalbimin derinliklerinde yankılandı.
“Altay,” dedi, gözleri benimkilerle buluşurken. “Beni bu kadar güzel sözlerle büyülemeye devam edersen, bu dansın bitmesini hiç istemeyeceğim.”
O an, Umay’ı biraz daha kendime çektim.
“Bitmesine gerek yok,” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Çünkü bu gece, bizim gecemiz. Ve bu dans, bir ömrün ilk adımları.”
Sessizlik yeniden üzerimize çöktü, ama bu sessizlik kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu.
Hilal, yıldızlar ve o hafif rüzgar… hepsi, bu anın tanıklarıydı. Adımlarımız yavaşça yeryüzünde bir iz bırakırken, o izler sanki kalplerimizde de yer ediyordu.
“Altay,” dedi Umay, başını hafifçe göğsüme yaslayarak. “Eğer bu bir rüya ise, uyanmak istemem.”
Elimi saçlarına götürüp yavaşça dokundum.
“Bu bir rüya değil, Umay,” dedim, gözlerim yıldızlara dikili. “Ama bu rüyayı birlikte sonsuza kadar yaşayabiliriz.”
Yıldızların altında, dansımız devam ederken, o gece her şeyin mümkün olduğunu hissettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu an, ömür boyu unutulmayacak bir şiir gibi kalacak."
Umay, bir anda durdu.
Hilalin ışığı yüzüne vuruyor, gözleri derin bir deniz gibi parlıyordu. Yutkundu, sanki bir şey söylemek istiyor ama cesaretini toplamaya çalışıyordu.
Sonra gözlerini doğrudan gözlerime dikti. O bakış, zamanın durduğu bir andı.
“Altay,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşak.
“Bir şiir okumak istiyorum. Bu geceye, bu ana… ve sana.”
Sessizlik, yıldızların arasına yerleşti.
O an sadece onun sesi vardı. Umay’ın sesi, gökyüzündeki yıldızlar gibi, ruhumun en derin yerlerine dokundu.
Başladı okumaya, kelimeler ağzından birer melodi gibi dökülüyordu:
“İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım.
Şu kaçamak ışıklardan, şu şeker kamışlarından,
Bebe dişlerinden, güneşlerden, yaban otlarından.
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al, kurtar.
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut,
Bu evleri atla, bu evleri de, bunları da,
Göğe bakalım.”
Umay, durup derin bir nefes aldı.
Gözlerini yıldızlardan ayırmadan devam etti, sesi daha kararlı ama bir o kadar da duygusaldı:
“Falanca durağa şimdi geliriz, göğe bakalım.
İnecek var deriz, otobüs durur, ineriz.
Bu karanlık böyle iyi, aferin Tanrı'ya.
Herkes uyusun, iyi oluyor, hoşlanıyorum.
Hırsızlar, polisler, açlar, toklar uyusun.
Herkes uyusun, bir seni uyutmam, bir de ben uyumam.
Herkes yokken biz oluruz, biz uyumayalım.
Nasıl olsa sarhoşuz, nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda,
Beni bırak, göğe bakalım.”
Her kelimesi içime işliyordu.
Umay, kelimeleri o kadar içten söylüyordu ki, şiir bir anda yıldızların, hilalin ve o geceye tanık olan her şeyin bir parçası olmuştu.
“Altay,” dedi, duraksamadan.
“Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum, göğe bakalım.
Tuttukça güçleniyorum, kalabalık oluyorum.
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi, ağaçlar gibi.
Suların ısınsın diye bakıyorum, ısınıyor.
Seni aldım, bu sunturlu yere getirdim,
Sayısız penceren vardı, bir bir kapattım,
Bana dönesin diye bir bir kapattım.”
Umay’ın sesi, hilalin altında yankılanırken, ellerimi istemsizce onun ellerine götürdüm.
O ellerin sıcaklığı, yıldızlardan bile daha gerçekti.
“Şimdi otobüs gelir, biner gideriz.
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen, başka türlüsü güç.
Bir ellerin, bir ellerim, yeter belliyelim yetsin.
Seni aldım, bana ayırdım, durma kendini hatırlat,
Durma kendini hatırlat,
Durma göğe bakalım.”
Şiir bittiğinde, yıldızlar sessizce bizim için alkışlıyor gibiydi.
Umay, gözlerini benden ayırmadan fısıldadı:
“Altay, bu şiiri hep sevdim. Ama ilk kez birine bakarak okudum. İlk kez, gerçekten hissettim.”
Ellerimi onun ellerinden ayırmadan hafifçe gülümsedim.
“Umay,” dedim, sesimde tüm ciddiyetimle. “Bu şiir, bu geceye yazılmış gibi. Ama aslında… sadece bizim hikayemizi anlatıyor.”
O an, yıldızlar şahidimizdi.
Hilalin altında, sadece gözlerimizle konuşarak, o anı kalbimize kazıdık. Ve gökyüzü, bu sessiz aşkı göğe fısıldıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı şiirler, sadece bir kez yazılır. Ve o şiir, Umay’dır."
O an gözlerim, onun gözlerinde kayboldu.
Yıldızların ışığı yüzüne vuruyor, hilalin zarafeti ona eşlik ediyordu. Kalbimdeki o sızı, kelimelere dökülmek için adeta kendini zorladı. Daha fazla dayanamazdım.
“Umay,” dedim, sesim derin bir fısıltı gibiydi.
“Aşkımdan ölüyorum be kızım... Anlıyor musun? Senin için ölüyorum.”
Umay’ın gözleri bir anda büyüdü.
Sanki bir an için nefes almayı unuttu. O narin dudakları titredi, ama hiçbir kelime çıkmadı. Sadece bana bakıyordu, gözlerinde binlerce duygunun dalgası vardı.
O an hiçbir şey düşünmeden ona sımsıkı sarıldım.
Kollarım, onun o incecik bedenini sarmaladı, sanki kaybolmasından korkar gibi. Tüm dünyanın ağırlığı üzerimden kalktı o anda. O an, sadece onun sıcaklığı vardı.
Umay, başını göğsüme yasladı.
Nefesi, kalbimin tam üzerinde hissediliyordu. O kadar yakındık ki, yıldızlar bile bizimle nefes alıyormuş gibiydi.
“Altay,” dedi, sesi bir rüzgârın fısıltısı kadar hafifti.
“Aşk... gerçekten bu mu? Bu kadar derin, bu kadar gerçek mi?”
Elimi onun saçlarına götürdüm, parmaklarım yavaşça o ipek gibi teller arasında kaydı.
“Evet, Umay,” dedim, sesimdeki tüm kararlılıkla. “Aşk, bu. Seni her hücremde hissediyorum. Ve bu his, dünyadaki her şeyden daha gerçek.”
Umay, yüzünü hafifçe kaldırdı, gözleri gözlerime kenetlendi.
“Altay,” dedi, gözlerinden bir damla yaş süzülürken. “Bu kadar büyük bir şeyi nasıl taşıyacaksın? Bu kadar büyük bir aşk, insanı ya öldürür ya da hayata bağlar.”
Gülümsedim, başımı hafifçe eğdim.
“Umay,” dedim, sesim kararlı ama bir o kadar da yumuşaktı. “Eğer bu aşk beni öldürecekse, buna değer. Ama biliyorum ki, seninle bu aşk beni hayata bağlayacak. Çünkü sen, benim en büyük gücümsün.”
O an, yıldızların altında, hilalin sessizliğiyle birbirimize bir kez daha sarıldık.
Kalbim onun kalbine, nefesim onun nefesine karıştı. Dünya durmuştu, ama biz hareket ediyorduk. Biz, bu aşkın ritminde dans ediyorduk.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu gece, hayatının en gerçek anıydı. Ve bu an, ömrünün en güzel şiiriydi."
Umay’ı eve bırakırken, arabada sessizlik vardı ama bu sessizlik rahatsız edici değildi.
Sanki kelimelere gerek kalmadan, ikimiz de aynı şeyi hissediyorduk. Hilalin ışığı camdan içeri süzülüyor, Umay’ın yüzünü nazikçe aydınlatıyordu.
Direksiyonu sıkıca tutuyordum, ama zihnim tamamen ondaydı.
Her hareketi, her nefes alış-verişi… içimde bir yerlerde yankılanıyordu. Bir ara bana döndü, gözlerindeki o tanıdık ışıltıyla:
“Altay,” dedi, sesi bir şarkının en güzel notası gibi. “Bu gece… her şey için teşekkür ederim. Bu kadar özel bir geceyi yaşayabileceğimi düşünmemiştim.”
Başımı hafifçe ona çevirdim, ama gözlerim yola dönmekte zorlanıyordu.
“Teşekkür etme,” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Bu gece özel olduysa, sebebi sensin. Sen, her şeyi özel yapıyorsun.”
Umay, bu sözüm üzerine başını yana eğip hafifçe gülümsedi.
“Altay,” dedi, alaycı bir tonla. “Bazen fazla tatlı konuşuyorsun. İnsan, gerçek mi değil mi diye şüpheye düşüyor.”
Kahkaha atmamaya çalıştım, ama gözlerim onun gülüşüne takılıp kaldı.
“Şüpheye düşeceğin bir şey varsa,” dedim, ciddiyetle, “o da bu kadar kısa bir yolculuğun bu kadar hızlı bitmesi. Çünkü seninle geçen her dakika, sanki bir anda tükeniyor.”
Arabayı evinin önüne park ettim.
Umay, oturduğu yerden dışarı baktı, derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça kapıyı açmak için elini uzattı. Ama inmeden önce bir an durdu, dönüp bana baktı.
“Altay,” dedi, sesi daha yumuşak ve daha derin bir tonla. “Sen… gerçekten çok farklı birisin.”
Cevap veremedim.
Çünkü o an, sadece gözlerime baktı. Bir anlığına zaman durdu. Sonra hafifçe eğildi ve yanağıma bir öpücük kondurdu.
O an, dünyam altüst oldu.
Yanağımdaki sıcaklık, kalbime kadar yayıldı. Umay geri çekildiğinde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
“İyi geceler, Yüzbaşım,” dedi, sesi kıkırdamayla karışık bir melodiydi.
Kapıyı açıp zarif bir hareketle indi.
Ben hâlâ hareketsizdim. Sadece oturup onu izliyordum. Eve doğru yürürken, saçlarının dalgalanışı bile sanki her şeyden daha anlamlıydı. Kapının önünde durup bana son bir kez dönüp el salladı.
Sonra kayboldu.
Arabada birkaç dakika öylece oturdum.
Direksiyonu tutan ellerim hafifçe titriyordu. O yanağıma dokunan sıcaklık hâlâ geçmemişti. Başımı yavaşça koltuğun arkasına yasladım ve derin bir nefes aldım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu gece, ömrünün en uzun gecesi olacak. Çünkü onun o gülüşü, o dokunuşu, seni bir ömür boyu takip edecek."
Motoru çalıştırdım, ama hareket etmek için birkaç saniye daha bekledim.
Gözlerimi kapattım ve o anı yeniden yaşadım. Ve anladım ki, bu gece yalnızca bir başlangıçtı.
Eve doğru giderken yüzümdeki gülümseme o kadar büyüktü ki, yoldan geçenler herhalde piyangoyu kazandım zannederdi.
Ama tabii ki, bu keyfin eve vardığımda da devam edeceğini düşünmek büyük bir iyimserlikti. Çünkü evde iki bela beni bekliyordu: İlteriş ve Ulaş.
Kapıyı açar açmaz, ikisi de kocaman sırıtışlarıyla karşımda dikildiler.
“Hooop! Neredeydin lan sen?” diye başladı İlteriş, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde.
“Altay,” dedi Ulaş, onun yanında, yüzünde bilmiş bir ifadeyle. “Bizi bırakıp nereye kayboldun? Bu işte bir iş var!”
İçeri girip ceketimi çıkarırken onları duymazdan geldim.
“Yok bir şey oğlum, dışarıdaydım. Nefes almak için. İnsan arada bir kendiyle kalmak ister,” dedim, ama bu lafı yedirebileceğime inanmıyordum.
İlteriş, dudaklarını büzerek bana yaklaştı.
“Altay, bak... Yıllardır tanıyorum seni. Bu surat, nefes alan birinin suratı değil. Bu surat, ya aşık olan birinin suratı ya da ağır kazık yemiş birinin suratı.”
Ulaş kahkahayı patlattı.
“Ve bu kesinlikle kazık değil! Anlat bakayım, kim bu şanslı kız?”
Derin bir nefes aldım ve başımı iki yana salladım.
“Hiçbir şey anlatmayacağım,” dedim, ciddiyetle. “Hadi dağılın. Çok yorgunum.”
Hızlı adımlarla odama yöneldim.
Kapıyı kapatıp derin bir nefes aldım. Sessizlik, o an dünyanın en güzel nimeti gibiydi. Ama tabii ki, bu huzur sadece üç saniye sürdü. Çünkü bir anda... BOOOM!
Kapı yerinden oynadı ve içeri İlteriş girdi.
“Altay! Bu kadar da kaçmazsın ya! Hadi oğlum, dökül!”
“Ne dökülmesi lan? Kapıyı kırdın!” dedim, bağırarak. Ama İlteriş çoktan yatağa oturmuştu bile.
Arkasından Ulaş da odaya girdi, keyifle sırıtarak. “Ooo, mevzu büyük belli ki,” dedi, kollarını ovuşturarak.
Artık kaçacak yer kalmamıştı.
Başımı iki yana sallayıp yatağa çöktüm. “Tamam, tamam!” dedim, pes etmiş bir şekilde. “Umay’la sevgili olduk galiba. Şimdi rahatlar mısınız?”
İkisi de bir anda dondular.
Sonra, İlteriş kocaman bir kahkaha patlattı. “Ben demiştim lan!” diye bağırdı.
Ulaş ise gözlerini büyütüp bana baktı. “Sevgili mi? Altay, sen mi? Bu... bu nasıl oldu oğlum?!”
“Ne demek nasıl oldu lan?!” dedim, sinirlenerek.
“Gayet doğal bir şekilde oldu. Konuştuk, anlaştık, birbirimizi sevdiğimizi fark ettik. İnsanlar böyle sevgili olur, biliyor musunuz?”
İlteriş gülerek sırtıma vurdu.
“Lan oğlum, helal olsun be! Yıllardır odun gibi dolanıyordun. Umay sana bir şeyler öğretir belki!”
Ulaş, hala şok olmuş bir şekilde sordu:
“Peki, ne zaman? Nasıl? Nerede?”
Başımı ellerimin arasına alıp derin bir nefes aldım.
“Bak, anlatıyorum,” dedim, yorgun bir sesle. “Ama bir kere anlatacağım, ona göre.”
Onlara yıldızların altında geçen geceyi anlatırken, ikisi de arada sırada yorum yapmaktan geri kalmadılar.
İlteriş, “Hilal ve yıldızlar mı? Romantikliği de öğrenmiş bizimki,” diye dalga geçti.
Ulaş ise, “Demek ilk adımı sen attın? Ooo Altay, sen bu işin kitabını yazmışsın,” dedi, sırıtarak.
Sonunda pes edip ellerimi kaldırdım.
“Tamam, bu kadar. Daha fazla bir şey yok. Hadi gidin artık!”
İlteriş ayağa kalkarken başını iki yana salladı.
“Altay, seni böyle görmek var ya... çok acayip. Ama yakıştı oğlum. Yakıştı.”
Ulaş da kapıya yönelirken ekledi:
“Şimdi biz Umay’a ne zaman ‘yenge’ demeye başlıyoruz? Resmi izin çıkınca haber ver ha!”
“Çıkın lan odadan!” diye bağırdım, yastığı onlara doğru fırlatarak.
Kahkahalarla odayı terk ettiler, ama yüzümde istemsiz bir gülümseme kalmıştı. Belki de onların bu tepkileri bile, bu anı daha özel kılıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "senin hikayen, artık tek kişilik değil. Ve bu karmaşa, her şeye rağmen, seni hayata daha sıkı bağlıyor."
Telefonun titreşimi sessiz odanın içinde yankılandı.
Gözlerim, yastığa yarı gömülmüşken ekrana kaydı. Umay’dan bir mesaj gelmişti. Mesajın geldiği o an, kalbim hızla çarpmaya başladı. Onun yazdığı her kelime, zihnimde yankılanan bir şiir gibiydi.
Mesajı açtım. Kelimesi kelimesine, içime işleyen bir heyecanla okudum:
“Altay! Kolyenin içindeki yazıyı fark ettim... Umay ♥ Altay. Bu kadar küçük bir şey nasıl bu kadar büyük bir mutluluk verebilir? Nasıl bu kadar çok şey anlatabilir? Sana ne desem, hangi kelimeleri kullansam, yetmez! Ben böyle bir şey hiç beklemiyordum… Teşekkür ederim, Altay. Her şey için. Bu kolyeyi hep boynumda taşıyacağım. Hep seni taşıyacağım…”
Okudukça, göğsümde bir sıcaklık yayıldı.
Sanki yazdığı her harf, benim kalbime dokunuyordu. Gözlerimi ekrandan ayıramıyordum. Umay’ın mutluluğunu hissetmek, beni de bambaşka bir yere taşımıştı.
Telefonu elimde sıkıca tuttum. Ona cevap vermek için derin bir nefes aldım.
Parmaklarım ekrana dans eder gibi dokunuyordu. Yazarken, kelimeler sanki kendi kendine dökülüyordu:
“Umay, o kolyenin içinde yazanlar sadece birer kelime değil. Onlar benim dünyam. Ve o dünya artık seninle tamamlanıyor. Mutluysan, ben de mutluyum. Çünkü seni mutlu görmek, her şeyden daha önemli. Boynunda taşıdığın o kolye değil; benim kalbim. Onu sakla, çünkü o artık tamamen sana ait.”
Mesajı gönderdim ve telefonu göğsüme yasladım.
Hilalin o narin ışığı, yıldızların sessizliği hâlâ zihnimdeydi. Ama şimdi o gece, o kolye ve o mesaj, bambaşka bir anlam kazanmıştı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir insanın mutluluğu, tüm hayatına sığmayacak kadar büyük gelir. Ve sen, bu mutluluğun içinde kaybolmaktan korkmuyorsun."
Sabahın ilk ışıkları odaya sızarken, gözlerimi araladım.
Hafif bir serinlik vardı ama bu beni durduramazdı. Kafamda bir şeyler dönüyordu; ilterişi uyandırmam gerekiyordu. Zaten kalkmayan adamın üstüne su dökmek gibi bir yöntemim vardı, ama bu sabah nazik olacaktım.
Odayı sessizce geçtim, tam ilterişin kapısına vardığımda... burnuma gelen bir koku beni yerimde dondurdu.
Yok artık! dedim kendi kendime. Bu kadar güzel kokular mutfaktan nasıl geliyor? Bizim evde yemek genelde "kurtar ne kurtarırsan" mantığıyla yapılırdı. Ama bu, başka bir şeydi.
Kokuyu takip ettim, mutfağa vardığımda gözlerime inanamadım.
Masa, adeta bir ziyafet sofrasına dönmüştü. Kuş sütü eksik lafı vardır ya, işte tam anlamıyla bu! Peynir çeşitleri, sıcak börekler, ballar, reçeller... Saymakla bitmez! Bir anlığına doğru eve mi geldim diye düşündüm.
Masanın başında ise Ulaş, elleri belinde duruyordu.
Beni görünce yüzünde kocaman bir sırıtış belirdi. “Altay,” dedi, o imamlık alışkanlığından gelen sakin ama alaycı ses tonuyla. “Hayırdır? Şaşırmış gibisin.”
“Bu da ne böyle?!” dedim, şaşkınlıkla masayı göstererek.
“Sen gece market mi soydun? Bizim evde böyle bir şey yoktu!”
Ulaş kahkaha attı, bir elini omzuma koyarak.
“Görev alışkanlığı, Altay,” dedi, yüzünde o bildik sinsi sırıtışıyla. “İmamlığı bırakmak kolay değil. Köyde kahvaltıyı hep böyle hazırlardım. Millet dua ederdi, ben de mutfakta görevimi yapardım.”
“Sen bayağı profesyonel olmuşsun,” dedim, gözlerim masadan ayrılamıyordu. “Ama bu kadarına gerek var mıydı? Kuş sütü eksikmiş gibi hissediyorum.”
Ulaş gülerek ellerini havaya kaldırdı.
“Altay, rahat ol. Namazını kıl, sonra gel. Kahvaltı seni bekliyor.”
Kafamı sallayıp güldüm.
“İyi, iyi,” dedim. “Ama bak, kahvaltıyı bu kadar abartmaya devam edersen, bizden ayrılıp aşçı falan olursun.”
“O kadar da değil,” dedi, bir kaşığı bala batırarak. “Ama belki seni imamlık günlerimdeki gibi sofradan dua ederek kaldırırım. Ne dersin?”
“Sen sofradan kaldırmayı düşünme,” dedim, arkamı dönerken. “Ben bu masayı görünce kalkmayı unutuyorum zaten.”
Namaza gitmek için yönelirken içimden güldüm.
Ulaş’ın kahvaltısı, sanki bir görev raporu kadar detaylı ve özenliydi. Ama bu evde bir sabah böyle başlıyorsa, bugün kesin çok garip bir gün olacaktı.
Duştan yeni çıkmıştım ki koridorun diğer ucundan gelen sevinç çığlıklarıyla yerimde sıçradım.
“Bu ne lan?!” dedim kendi kendime, havluyu boynuma asarken. İlteriş’in sesi her zaman gürdür, ama bu seferki bildiğin düğün evinden kopup gelmiş gibiydi.
Hızla üzerimi giyindim ve salona doğru yöneldim.
İçeri girdiğimde, karşılaştığım manzara karşısında bir an durup kaldım. İlteriş masaya kurulmuş, çatalla böreklerin dibine vuruyordu. Gözleri bir an bile masadan kalkmıyor, sanki biri elinden tabağını alacakmış gibi bir aceleyle yemeğini mideye indiriyordu.
“Allah Allah,” dedim içimden. “Bu sabah bu kadar mutluluğun sebebi ne? Bir maaş zammı mı, yoksa sevdiği kız mesaj mı attı?”
Tam o sırada Ulaş, elinde çaydanlıkla yan taraftan belirdi.
Beni görünce yüzünde o klasik sakin gülümsemesi belirdi ve bir imam ciddiyetiyle konuştu:
“Allah kabul etsin, Altay.”
“Sağ ol,” dedim, masaya doğru yürürken.
Gözüm, Ulaş’ın hala tabakta düzenli bir şekilde duran peynir dilimlerine ve neredeyse kusursuzca kesilmiş ekmeklere kaydı. “Beyefendi hâlâ kusursuz çalışıyor,” dedim kendi kendime.
İlteriş, o sırada bir bardak çayı bir dikişte içip masaya bıraktı.
“Lan Altay,” dedi ağzında hala bir parça börek varken, “bu kahvaltı var ya, ömrümde gördüğüm en büyük nimetlerden biri! Ulaş sen bir daha gitme oğlum, bak buraya taşın. Söz veriyorum sana evin anahtarını bile veririm!”
“Evet, evet,” diye ekledi Ulaş, hafif bir sırıtmayla. “Ama önce sen yavaş ye İlteriş, yoksa masanın sonu gelmeden tabağın bitecek.”
Masaya oturup çayımı doldururken, başımı iki yana salladım.
“Beyler,” dedim, yüzümde hafif bir alaycı gülümsemeyle, “burası bir askeri bekar evi mi yoksa köydeki kahvaltı sofrası mı? Çünkü şu an anlamakta zorlanıyorum.”
İlteriş, ağzındaki son lokmayı yutarken parmağıyla beni işaret etti.
“Altay, sen anlamazsın. Burası artık Ulaş’ın cenneti! Bak, böylesini ne karargâhta ne operasyonda bulabilirsin. Tadını çıkar.”
“Tamam, tamam,” dedim, gülerek çay bardağımı kaldırdım.
“Ulaş, emeğine sağlık. Ama bir şey diyeyim mi?” dedim, masaya eğilerek.
“Bu sofrayı böyle kurmaya devam edersen, İlteriş gibi adamları doyurmak için müftülükten bütçe talep etmek zorunda kalacağız!”
Ulaş kahkahayla başını salladı, İlteriş ise sırıtarak bir parça balı ekmeğe sürdü.
“Ne bütçesi lan?” dedi, bana bakarak. “Ulaş burada kalırsa, biz cennette yaşarız. Hadi sen de otur Altay, çeneyi bırak da şu nimetin tadını çıkar.”
Derin bir nefes aldım, gözlerimi devirdim ve çayımı yudumladım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sabah, kahvaltı değil; tam anlamıyla bir macera."
direksiyonu tutarken bir yandan göz ucuyla İlteriş ve Ulaş’ın ön koltuktaki muhabbetini dinliyordum.
Ama aklım başka bir yerdeydi. Telefonu cebimden çıkarıp sessizce mesaj yazmaya başladım.
Altay: Günaydın güzelim. Uyandın mı?
Mesajı gönderip beklemeye başladım.
Bu arada, İlteriş arkadan sarkarak kaşlarını kaldırdı. “Altay, bir yandan mesaj yazıp bir yandan araba sürmek ha? Yavaş lan, bizi kazaya sokacaksın!”
Başımı çevirmeden cevap verdim:
“Sen çeneni kapat, ben iki işi birden yapabiliyorum. Hem ne dediğim seni ilgilendirmez.”
Telefonun titreşimiyle yüzüme hafif bir gülümseme yayıldı. Umay’dan cevap gelmişti.
Umay: Günaydın Yüzbaşım... Uyandım ama anlaşılan sen çoktan yoldasın. Benim “erken kalkan yol alır” adamım.
hızlıca cevap yazdım:
Altay: Yoldayım ama aklım hâlâ yıldızlı gecede kaldı. Kahvaltı ettin mi bari?
Bu sırada Ulaş, kafasını öne uzatıp telefonu görmeye çalıştı.
“Ooo Altay, gizemli mesajlaşmalar ha? Kim bu şanslı kişi? Umay yenge dimi?”
telefonu yana kaydırıp Ulaş’a sertçe baktım.
“Yoluna bak lan, benim işime karışma!”
Umay’dan gelen cevapla tekrar dikkatim telefona kaydı:
Umay: Kahvaltı etmedim. Ama yıldızlı geceden sonra kahvaltı mı kalır, Yüzbaşım? Şimdi sen bir kahvaltı masası hazırla, öyle konuşalım!
gülümseyerek yazdım:
Altay: Kahvaltı masasını değil ama sana bir gün yıldızların altındaki en güzel kahvaltıyı hazırlayacağıma söz veriyorum.
Telefonu kapatırken İlteriş kıkırdayarak başını salladı.
“Altay, seni böyle görmek çok garip. Bildiğin romantik adama dönüşmüşsün!”
direksiyonu hafifçe kırıp cevap verdim:
“Kes lan muhabbeti. Hadi görev moduna geçin de aklımı karıştırmayın!”
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sabah her şey başka bir anlam taşıyor. Çünkü bir mesajla bile dünyanın en mutlu adamı olabiliyorsun."
direksiyonu tutarken telefonuma bir kez daha baktım. Umay’dan gelen mesajı açtım.
Umay: Bugün oldukça yoğun bir gün olacak, Yüzbaşım. Kazı alanına erken gidiyoruz. Dün bulduğumuz bir seramik parçasını detaylı incelememiz lazım. Bir de toprak altından çıkan küçük bir heykelcik var, Helenistik döneme ait olabilir diye düşünüyoruz. Onun fotoğraflarını çekeceğiz ve kataloglayacağız. Sonra tabii ki kazının diğer alanlarına geçeceğiz. İşimiz hiç bitmiyor ama… eğlenceli! İşin sonunda, yıldızlar altında oturmak gibi bir huzur var. Sen ne yapacaksın bugün?
mesajı okurken yüzümde bir gülümseme belirdi. Umay’ın işine olan sevgisini hissetmek bile bana yetiyordu.
Parmaklarım ekranda hızla dans etti:
Altay: Senin işin zor ama keyifliymiş, güzelim. Bizim işimiz de biraz daha… hareketli. Bugün timle eğitim alanına geçiyoruz. Çamurda sürünme, halatla iniş, klasik komando işleri. Bir de Burak’ın bitmek bilmeyen çenesiyle uğraşacağım. Ama… sonunda akşamı göreceğiz ya, şükür.
Mesajı gönderip telefonumu yanıma koydum. İlteriş’in bakışlarını hemen fark ettim.
“Altay, şu mesajlaşmalarını da bi’ bırak artık. Gözün yoldan çok telefonda.”
gözlerini yoldan ayırmadan cevap verdim:
“Lan sen benim işime karışma. Bir insan bir kere âşık olurmuş, anladın mı? Bu da benim hikayem!”
Telefon tekrar titredi, Umay’dan cevap gelmişti:
Umay: Timle eğitim ha? Sana kolay gelsin, Yüzbaşım. Umarım akşama kadar sağ kalırsın. Ama bak, Burak’ın çenesi seni bayıltırsa suç bende değil. Akşam konuşuruz. Hadi bakalım, çamurda sürünürken beni unutma!
gülümseyerek telefonu cebime koydum.
“Unutur muyum hiç?” diye mırıldandı kendi kendine. Sonra direksiyonu hafifçe sağa kırdım ve İlteriş’e döndüm:
“Bugün zorlu bir gün olacak. Ama biliyor musun, asıl zorluk, bu mesajlardan sonra aklımı sahada tutabilmek!”
İlteriş kahkahayla güldü.
“Altay, sen tam âşık olmuşsun be! Yemin ediyorum, timi de arkeolojiye başlatacaksın!”
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı insanlar gününü kazılarda geçirir, bazıları çamurda sürünür. Ama önemli olan, günün sonunda kimin aklında olduğun."
Karargâha vardığımızda sivil kıyafetleri üzerimizden atıp hızlıca dolaplarımızı açtık.
Herkes, her hareketini belli bir disiplin içinde yapıyordu. Üniformalarımızı düzgünce giyip, en ufak bir detayı bile atlamadan kontrol ettik. Bordo berelerimizi takarken, hepimizde aynı özen vardı. Çünkü o bere, bir kumaş parçasından çok daha fazlasıydı; o bizim onurumuz, emeğimizin simgesiydi.
Hazırlandığımız anda Haluk Yarbay içeri girdi.
“Tim! Eğitim alanına hareket! Kim en öndeyse o komuta eder. Rotayı unutmayın, görev disiplini her şeydir,” dedi. Sesinde, alıştığımız o sert ama motive edici ton vardı.
Hızla eğitim alanına geçtik.
Alan, çamur, halatlar, engel parkurları ve eğitim malzemeleriyle donatılmıştı. Bu, bizim için sıradan bir saha değil, bir test alanıydı. Her zorluk, sahadaki gerçeklerin bir yansımasıydı.
Tim olarak sıraya geçtiğimizde, en önde İlteriş vardı.
Komuta ona geçmişti. “Tim! Hazır olun! İlk etap: Çamur sürünme! Altay, başla!” diye bağırdı.
Parkurun başına geçtiğimde, dizlerimin altında çamurun soğukluğu hemen hissediliyordu.
Ama zihnimde bir an bile başka bir şey düşünmeden, tüm gücümü verdim. Dirseklerimi yere dayayıp, hedefe kilitlenmiş bir şekilde ilerledim. Her bir sürünüşte çamur üzerime sıçrıyordu, ama bu bizim için sıradan bir detaydı. Hayatta kalma refleksini çamurda sürünerek öğreniyorsunuz.
Ben parkuru tamamlarken İlteriş komutayı devretti:
“Ulaş! Sıradaki sensin! Göster bakalım o imam sabrını!”
Ulaş, parkura adım atar atmaz İlteriş’in sesini duyduk:
“Eller havada değil! Dirsekler yere yapışacak! Çamurda yüzmek yok!”
Ulaş, tam bir disiplinle parkuru bitirirken, arkasından gelen Burak her zamanki çenesini çalıştırıyordu.
“Altay abi! Bu çamur çok iyi geliyormuş ya, sen ne diyorsun? Ben haftaya burada spa açacağım!”
İlteriş hemen araya girdi:
“Burak, çeneni değil dirseklerini çalıştır! Yoksa çamurda seni unuturuz!”
Engel parkurunda sıra halat tırmanışına geldi.
Hedef, 6 metrelik halatın en tepesine ulaşmaktı. Her birimiz sırayla halata asıldık. Ellerimizin altındaki ip sertti, ama biz bu sertliğe alışığız. Her bir çekişte kollarımızdaki kaslar daha da geriliyordu. Ben tepeye ulaştığımda, aşağıdan gelen İlteriş’in sesi beni tekrar sahaya çekti:
“Altay! Zirve güzel mi? Aşağı inmeden önce bir fotoğraf çektir!”
Aşağı inerken Ulaş yukarı çıkıyordu.
Onun sessiz disiplini her zamanki gibiydi. Ama Burak, aşağıdan bağırmayı ihmal etmedi:
“Ulaş hocam! Dua et de ip kopmasın!”
Parkurun son etabı; ağırlık taşıma ve kısa mesafe sprint.
Her birimiz, 40 kiloluk kum torbalarını sırtladık. Hedefimiz, 200 metreyi en hızlı şekilde tamamlamaktı. Omuzlarımıza binen ağırlık, nefesimizi kesiyor gibi olsa da, hiçbirimiz pes etmedik. İlteriş, tam bitiş çizgisinde bağırıyordu:
“Daha hızlı! Daha güçlü! Sahada bunu yapamazsan, düşersin!”
Tüm etapları tamamladığımızda, herkes yorgun ama gururluydu.
Haluk Yarbay, eğitim alanına gelerek timi bir kez daha gözden geçirdi.
“Bugün iyiydiniz,” dedi, gözlerini üzerimizde gezdirerek. “Ama her zaman daha iyisini yapabilirsiniz. Eğitim bitmez. Saha sizden her şeyinizi ister.”
Hepimiz esas duruşa geçtik.
“Tim, dağıl!” komutuyla eğitim tamamlandı. Ama zihnimizde, her an sahada olduğumuz hissi kalmaya devam ediyordu. Çünkü bizim eğitimimiz, sadece bir hazırlık değil; hayatımızın bir parçasıydı.
Eğitimi tamamlamış, dinlenmek için birkaç dakikalığına kenara çekilmiştim.
Telefonumu çıkarıp ekranı açtığımda, Umay’dan gelen bir bildirimle yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Mesajı açtım ve o an gördüğüm şey beni tamamen durdurdu.
Fotoğraf, kazı alanından çekilmişti.
Umay, arkasından habersizce çekilen bu karede, elinde mavi bir ışık cihazıyla bir şeyleri tarıyordu. Dik duruşu, saçlarının toplayışı altından dökülen birkaç tel ve üzerindeki sade kıyafetiyle o kadar doğal ve güzel görünüyordu ki... bir an nefes almayı unuttum.
Hemen mesaj yazmaya başladım:
Altay: Çok güzelsin biliyor musun?
Göndermeden önce bir an duraksadım.
Ama bu düşüncemi söylemekten geri duramazdım. Gönder tuşuna bastım ve telefon ekranında onun ismini izlemeye başladım.
Birkaç saniye sonra cevap geldi:
Umay: Altay, o fotoğraf habersiz çekilmiş. Yani o kadar güzel değilim, idare et artık.
Gülümseyerek hızlıca cevap yazdım:
Altay: Umay, ne diyorsun sen? Habersiz çekilmiş diye daha da güzel olmuş. Çünkü bu, sensin. Herhangi bir süs, hazırlık olmadan, en doğal halinle. Ve bu hâl... her şeyden daha güzel.
Umay’dan hemen bir yanıt daha geldi:
Umay: Böyle konuşmaya devam edersen, seni kazı alanına davet etmek zorunda kalacağım. Elime bir kürek verip çalıştırırım ona göre!
Kendi kendime gülerek yazdım:
Altay: Kürek ne ki? Mavi ışık cihazını da taşırım. Ama beni dikkatini dağıtmakla suçlarsan haberin olsun, suçlu ben değilim. Fotoğrafı atan sensin.
Telefonu kapatıp başımı arkaya yasladım.
Gözlerimin önünde hâlâ o fotoğraf vardı. Umay’ın doğal hali, onun en güzel yanıydı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir fotoğraf, dünyanın en güzel anı olur. Ve o anı seninle paylaşan biri varsa, işte o zaman gerçekten yaşıyorsun."
Altay dinlenme alanında oturmuş, telefonu elinde döndürüp duruyordu.
Tam gözlerini kapatıp biraz soluklanacakken, telefonun titreşimiyle ekrana baktı. Umay’dan gelen bir mesajdı.
Mesajı açtığımda, Umay’ın sitem dolu cümleleriyle karşılaştı:
Umay: Ben fotoğrafımı attım ama hâlâ senden bir şey yok! Neden atmıyorsun, Altay?
yüzümde hafif bir sırıtışla telefonu elime aldım ve hızlıca yazmaya başladım:
Altay: Birileri beni mi özlemiş yoksa?
Mesajı gönderdiğim anda, Umay’dan gelen cevap beklemediğim kadar hızlı oldu:
Umay: Altay, konuyu saptırma! Fotoğrafını istiyorum, hemen!
başımı iki yana sallayarak güldüm.
Telefonun ön kamerasını açıp kendine baktım. Eğitimden çıkmış haliyle biraz toz toprak içindeydi ama yine de ciddi bir ifade takınıp bir selfie çektim. Fotoğrafı kontrol ettikten sonra, mesajla birlikte gönderdim:
Altay: Buyur leydim, yüzbaşınız çamur içindeyken bile görev aşkıyla yanıp tutuşuyor.
Umay’dan gelen mesaj, gülümsememi daha da büyüttü:
Umay: Çamur bile yakışmış! Ama bir dahakine biraz daha güler yüz bekliyorum, Yüzbaşım. Savaş meydanında değiliz, unutma.
kendi kendime gülerek bir cevap daha yazdmı:
Altay: Gülümsememi görmek istiyorsan, bana bir tane daha fotoğrafını atman gerekebilir. Tabii bu sadece bir teklif.
Umay, karşı taraftan bir kahkaha emojisiyle yanıt verdi:
Umay: Sana daha fazla malzeme vermek istemiyorum. Bu kadarı yeter. Ama güzel gülümsemeni görmek için sabırsızlanıyorum.
telefonu cebime koyarken yüzümdeki gülümseme kaybolmadı.
"Altay," dedi kendi kendime, "bazı sohbetler var ki, insanı savaşın ortasında bile hayata daha sıkı bağlar. Ve bu, kesinlikle onlardan biri."
Telefonunu eline aldım ve bir an durdum.
Kendi kendime hafifçe gülerek, “Umay, bu işin ciddiyetini bilmiyor galiba,” dedim. Telefonun ön kamerasını açtım, hafifçe gülümsedim ve parmağıma doladığım beyaz bir saç telini göstererek bir fotoğraf çektim.
Fotoğrafı kontrol ettikten sonra, mesajını yazmaya başladım:
Altay: Leydim, bak işte özleminden saçım beyazladı! Bi ara karargâha uğrasan da bizim de biraz yüzümüz gülse be yavrum...
Mesajı gönderip telefonu dizime koydum ve Umay’ın cevabını beklemeye başladım.
Bekleyiş çok uzun sürmedi; telefon bir kez daha titreşti. Umay’dan gelen mesajı açtım:
Umay: Altay! Yüzbaşı olup da böyle dramatik mi olunur? Beyazlayan saç telini mi sayıyorsun şimdi? Ama hakkını yemeyeyim... gülümsemen güzel olmuş. Beni güldürdün.
yüzümde kocaman bir sırıtış belirdi.
Hemen hızlıca yazmaya başladım:
Altay: E tabii, görevimiz sadece sahada değil; senin yüzünü güldürmek de var. Ama ciddi söylüyorum, karargâha uğra. Belki bu beyazlar geri döner.
Umay’dan hemen bir cevap daha geldi:
Umay: Beyazları geri döndürmem zor ama uğrayabilirim. Senin gibi yüzbaşının, saçları beyazlayacak kadar özlemesi tehlikeli olabilir. Ne de olsa sen bizim kahramanımızsın.
Mesajı okurken bir an durdum.
Telefonu göğsüne yaslayarak, derin bir nefes aldım. “Leydim,” dedim kendi kendine, “bazen bir insanın tek cümlesi bile seni dünyaya bağlar.”
Gülümseyerek telefonu tekrar elime aldım ve cevap yazdım:
Altay: Uğradığında, bu kahramanın beyazlayan saçlarına değil, gülümsemesine bak olur mu? Çünkü o gülümseme, senin eserin.
Gönder tuşuna bastığımda, yüzümdeki gülümseme hâlâ kaybolmamıştı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir insanın mesajı, dünyanın tüm ağırlığını hafifletir. Ve sen, o mesajlarla nefes alıyorsun."
Karargâhta masama oturduğumda önümde biriken evrakları görünce içimden derin bir of çektim.
Eğitimden yeni çıkmıştık, üstümde hâlâ o tozlu yorgunluk vardı. Ama görev, dinlenmek bilmez. Masamda birikmiş operasyon raporları, personel güncellemeleri ve lojistik istek formları üst üste yığılmıştı. Her biri bir önceki kadar önemli, bir o kadar da yorucuydu.
İlk olarak lojistik formları ele aldım.
“30 adet G3 şarjörü eksik, bunların yenilenmesi lazım,” dedim kendi kendime, eksikleri işaretlerken. Bir yandan gözüm sürekli saatimdeydi. Çünkü lojistik işlerinde gecikme demek, sahada birinin ihtiyacını karşılayamamak demekti.
İlteriş masanın köşesine yaslanmış, elinde çayla bana bakıyordu.
“Altay, senin masanın başına oturunca içim sıkılıyor,” dedi. “Ne bu kadar ciddiyet oğlum? Evraklarla savaşan bir komando gördük ya, pes!”
Başımı kaldırmadan cevap verdim:
“İlteriş, savaş sadece sahada olmuyor. Evrakta bir hata yaparsan, o hata sahada silah tutan bir elin eksik kalmasına sebep olur. Yani, ya otur yardım et ya da git başımı şişirme.”
İlteriş kahkahayla geri çekildi.
“Tamam be komutanım, sen devam et. Ama unutma, masanda kahraman olsan da burası kantin değil.”
Bir sonraki dosya, personel güncellemeleriydi.
Yeni görevlendirilen uzman çavuşların dosyalarını inceledim. “Burak Koçak,” dedim yüksek sesle, elimdeki dosyaya bakarken. “Bunu nasıl hala buradan atmadık?”
Tam o sırada Burak kapıdan kafasını uzattı.
“Altay abi, benim ismim geçti gibi oldu da, iyi şeyler mi konuşuluyor?” dedi sırıtarak.
“Burak, git işine bak,” dedim, gözlerimi devirdim. “Seninle ilgili iyi bir şey konuşulması için önce biraz sessiz olmayı öğrenmen lazım.”
Son dosya ise operasyon raporlarıydı.
Son operasyonda kullanılan mühimmatın detaylı raporu önümdeydi. “152 adet fişek harcanmış, 2 sis bombası, 1 flaş bomba,” diye mırıldandım, not alırken. Her bir detay, sahadaki hazırlığın bir parçasıydı. Bu raporlar eksik olursa, bir sonraki operasyona eksik çıkardık.
Telefonum masanın üzerinde titreşti.
Bir an için gözlerimi ekrandan kaldırdım. Umay’dan bir mesajdı:
Umay: Kolay gelsin Yüzbaşım. Umarım evraklarla savaşıyorsundur. Unutma, zafer bazen masada kazanılır.
Yüzümde bir gülümseme belirdi.
Hızlıca cevap yazdım:
Altay: Zafer kazanmak için savaşıyorum ama şu an evraklar üstün durumda. Sence masayı devirmek işe yarar mı?
Umay’dan gelen cevap, yorgunluğumu unutturacak kadar içtendi:
Umay: O masayı devirme, Yüzbaşım. Çünkü masada oturan biri, bir kalemle dünyayı değiştirebilir. Sana güveniyorum.
Telefonu kapatıp bir an durdum.
O cümle, yorgunluğumu hafifletmişti. Kafamı kaldırıp masama baktım ve derin bir nefes alarak çalışmaya devam ettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir cümle, savaş meydanında değil, masanın başında kazanılır. Ve sen, bu savaşın da üstesinden geleceksin."
Masaya döndüğümde evrakların hâlâ olduğu gibi yerinde durduğunu görmek içimi hafifçe sıktı.
Bir savaş alanında düşmanı yenmek kolaydır; çünkü onu görürsün. Ama evraklar… onları yenmek için sabır gerekir. Kalemimi elime aldım ve bir sonraki rapora geçtim.
Tam o sırada kapı aralandı, İlteriş kafasını uzattı.
“Altay, hâlâ masada mısın? Lan bir kahve iç bari, robot gibi oldun.”
Başımı kaldırıp ona baktım.
“İlteriş, kahve içmeye kalksam bu evraklar sabaha kadar bitmez. Yani ya bana bir kahve getirirsin ya da susup kapıyı kapatırsın.”
İlteriş güldü ve içeri girdi.
“Peki komutanım, kahve getiriyorum. Ama bak, kahveyle seni masadan kaldırmaya çalışacağım, ona göre!”
Masamın köşesine oturup bana bir süre baktı.
“Altay, merak ettim,” dedi, kaşlarını kaldırarak. “Umay bu halini görse ne derdi? Kahraman Yüzbaşı, masada evraklarla mı savaşıyor?”
Gözlerimi rapordan kaldırmadan cevap verdim:
“Umay’ın dediği gibi, zafer bazen masada kazanılır. Sen anlamazsın, çünkü senin gibi adamlar sahada konuşur, masada değil.”
İlteriş kahkahayla kalktı ve dışarı çıktı.
Bir süre sessizlik içinde çalışmaya devam ettim. Evrakların arasında geçen saatler, bir savaşın en uzun günleri gibiydi. Ama işin sonunda bir dosyayı kapatmak, sanki bir düşmanı alt etmek gibiydi.
Telefonum bir kez daha titredi.
Umay’dan bir mesaj daha gelmişti. Mesajı açtım ve yüzümde bir kez daha bir gülümseme belirdi:
Umay: Altay, evraklarla çok uğraşıyorsun diye korkmaya başladım. Saha seni özleyecek, haberin olsun. Ama bir gün kazı alanına gelirsen, ben de sana rapor yazdırırım. Hadi bakalım, cesaretin varsa bekliyorum.
Hızla cevap yazdım:
Altay: Leydim, evraklar beni zorlar ama senin raporlarını yazmaya hazırım. Saha beni özlemez, çünkü sahadaki her şeyim sende gizli.
Tam mesajı gönderdiğimde İlteriş elinde kahveyle içeri girdi.
“Lan Altay, kahve iç diye getirdim, sen hâlâ mesajlaşıyorsun! Şu telefonu ver, ben de yazayım, belki bana da güzel bir şey der!”
Kahkahalarla güldüm ve telefonu masaya koydum.
“İlteriş, senin yazdığın tek şey mühimmat raporu olsun. Benim işlerime karışma.”
Kahvemi alıp masanın köşesine yaslandım.
Bir an için evraklara değil, pencereden dışarıdaki gökyüzüne baktım. Gözlerim yıldızlara dalarken, içimde bir şeyler hafifledi. Çünkü biliyordum ki, bu savaşı kazanan taraf ben olacaktım.
"Altay," dedim kendi kendime, "masada savaşmak kolay değil. Ama bu savaşın sonunda seni bekleyen bir zafer var. Ve o zafer, her şeye değer."
Evrakların son sayfasını imzalayıp masaya bıraktığımda derin bir nefes aldım.
“Zafer!” dedim kendi kendime. “Evrak savaşı bitti, şimdi mide savaşına gidiyorum.”
Yemekhaneye doğru yürürken, içeriden gelen kahkahalar ve Burak’ın her zamanki gürültülü sesi kulaklarıma kadar ulaştı.
Kapıdan içeri girdiğimde, timin tamamı yerini almış, beni bekliyordu. Ama tabii ki bu bekleyiş, “saygıyla” değil, dalga geçmek için yapılmış bir pusudan başka bir şey değildi.
Burak, beni görür görmez ayağa kalktı.
“İşte geliyor! Büyük komutanımız Altay Öztürk! Evrakların kahramanı, masaların fatihi!” diye bağırdı.
Herkes kahkahayla gülmeye başladı.
Masaya doğru yürüyüp gözlerimi devirdim. “Burak, senin bu çenen bir gün seni yemekhaneden dışarı atacak, haberin olsun.”
Herkes sessizleşip yemeğe odaklanacak diye beklerken, Mustafa Kemal aniden başını kaldırdı.
Elindeki çizgi romanı masanın üzerine koydu ve ciddiyetle konuşmaya başladı:
“Arkadaşlar, dinleyin. Thor’un bu hikayesi mantık dışı. Bakın, Yggdrasil’deki köprü olayını biliyorsunuz, değil mi? Asgard’dan Midgard’a geçiş... Şimdi, o köprü yıkılmış olamaz!”
Burak hemen atladı:
“Yine mi çizgi roman konuşuyorsun, Kemal? O köprü dediğin şeyin adı Bifrost değil miydi? Benim kafam karıştı.”
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırıp, bir öğretmen edasıyla konuşmaya devam etti:
“Evet, Bifrost! Ama mesele bu değil. Mesele, Thor’un o kadar güçlü bir çekiçle bile köprüyü tamir edememesi. Mantıksız! Böyle bir güç, böyle bir olayda nasıl yetersiz kalır?”
Masadaki herkesin yüzünde alaycı bir ifade belirdi.
“Kemal,” dedim, başımı iki yana sallayarak. “Bütün gün çamurda süründük, halatlara tırmandık, ağırlık taşıdık. Şimdi yemek masasında Thor mu konuşacağız?”
Burak araya girdi:
“Bırak, abi! Thor konuşsun, ben de Loki olayım. Zaten benim çenem yeterince kurnaz, tam uyuyor!”
Herkes kahkahalarla gülmeye başladı.
Mustafa Kemal, Burak’a dönüp sertçe baktı. “Senin Loki olman için zekan eksik, Burak. Ancak bir troll olabilirsin!”
Burak gülerek elindeki kaşığı yere bıraktı:
“Ne fark eder? Troll de olurum, Loki de! Ama bak, ben o köprüyü onarırım, Thor’un yerine geçerim!”
Tam o sırada İlteriş, ciddi bir ifadeyle araya girdi:
“Arkadaşlar, bir karar verelim. Bu masada çizgi roman mı konuşuluyor, yoksa yemek mi yeniyor? Benim beynim yanmadan biriniz açıklık getirsin.”
Masaya oturup tabağıma çorba doldururken gülümsedim.
“Beyler, karar net. Bu masada yemek yeniyor. Çizgi roman tartışmaları için başka bir masaya gidin. Ya da şu yemeği bitirin, sonra birbirinizi Bifrost’a fırlatabilirsiniz.”
Herkes kahkahalarla gülmeye devam etti.
Yemekhanede her zamanki gibi disiplinle kaosun arasında bir yerdeydik. Ama bu anlar, timin ruhunu oluşturuyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "masada çizgi roman konuşsan da, ağırlık taşısan da, burası senin ailen. Ve bu aile, her şeyden değerli."
Yemekhanede kaşığı çorbama daldırmış, keyifle ilk lokmayı alacakken Ulaş’ın o sakin ama tehlikeli sesi kulağımda yankılandı:
“Komutanım,” dedi, bana dönerek. “Evde yiyecek sinek bile yok. Acaba diyorum, İlteriş Komutanım, siz ve ben bir alışverişe mi çıksak bugün?”
Kaşığı elimde tuttum, çorbaya bir daha bakmadan önce derin bir nefes aldım.
“Ulaş, sen imamlıktan market sorumluluğuna mı geçtin? Daha kahvaltının tadını çıkarmadan, alışveriş mi düşündün?”
Ulaş, hafifçe sırıtarak cevap verdi:
“Görev disiplini, Altay. Evde düzen olmazsa timde düzen olmaz.”
Tam kaşığı ağzıma götürecekken İlteriş araya girdi, tabii ki o klasik alaycı tavrıyla:
“Valla,” dedi, kaşlarını kaldırarak. “Eğer siz ödüyorsanız, niye olmasın? Bugünkü kahvaltı şahaneydi. Ulaş, markette aynı performansı gösterirsen, sana evin anahtarını bile veririm.”
Kaşığı masaya bıraktım, derin bir nefes aldım ve gözlerimi devirdim.
“Tabii, niye olmasın? Hep birlikte alışverişe çıkalım. Bir de çiçek alalım, evi süsleyelim, ne dersiniz?” dedim, alaycı bir tonla.
Burak, tabii ki fırsatı kaçırmadı.
“Kahvaltı mı? Ne kahvaltısı?” diye atıldı, gözlerini İlteriş’e dikerek. “Komutanım, beni çağırmadınız mı? İnanılır gibi değil. Benim hakkım ne olacak? İkincisini de yapın o zaman!”
İlteriş kahkahayla güldü ve Burak’a döndü:
“Burak, o sofrayı bir görseydin var ya, kuş sütü eksikti! Ama tabii, sen kahvaltıya değil, masaya oturup bizi yormaya geliyorsun.”
Ulaş, Burak’a bakarak hafifçe başını salladı:
“Burak, kahvaltıyı kaçırdın diye üzülme. Belki akşam yemeğine seni çağırırız. Tabii ki çeneni tutarsan.”
Burak, kaşığı masaya bırakarak sırıttı:
“Komutanım, benim çenem olmadan bu tim sıkılır. Ama bir dahaki kahvaltıda sizi masadan kaldırırım, haberiniz olsun!”
Herkes gülmeye başladı, ben ise kaşığıma döndüm.
Yemekhanede her zaman olduğu gibi, ciddi işlerin arasına karışan bir kaos havası vardı. Ama bu, bizim rutinimizdi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu timle alışverişe gitmek bile bir görev operasyonuna döner. Ama bu operasyon, asla sıkıcı olmaz."
Ulaş’ın o sakin ama kesin ifadeleri karşısında bir süre direnmeyi düşündüm. Ama baktım ki bu adamın kafasına bir şey koydu mu, onu geri çevirmek mümkün değil. Derin bir nefes alıp kaşığımı çorbaya daldırdım.
“Tamam, Ulaş. Gideriz,” dedim, yorgun bir tonla. “Ama bak, sadece alışveriş. Başka işlere bulaşmayacağız. Yok ‘abi şuradan da bir şey alalım,’ yok ‘şunu da ekleyelim’ yok. Net ve kısa. Anlaştık mı?”
Ulaş yüzünde o meşhur sakin gülümsemesiyle kafasını salladı.
“Anlaştık komutanım. Ama sizin gibi bir yüzbaşının pazarlık yapmasını da izlemek isterim doğrusu. Belki markette birkaç kilo patates için esnafa fırça atarsınız.”
Kaşığımı masaya bıraktım ve gözlerimi Ulaş’a diktim.
“Ulaş, bak beni zorlama. O patatesi alırım, kafana atarım. Anladın mı? Alışverişte beni sinirlendirme.”
Tam çorbanın ikinci kaşığını alacakken İlteriş araya girdi, tabii ki alaycı tonuyla:
“Altay, senin markete gitmen başlı başına bir olay olacak zaten. Senden ricam, reyonda fiyat etiketlerini kontrol ederken müşterileri korkutma. Zaten yeterince heybetlisin, millet arkanızdan ‘market baskınına geldiler’ diye düşünmesin.”
Burak, masanın diğer ucundan atladı:
“Komutanım, alışverişe gidiyorsunuz da, benim siparişimi unutmayın! Bana bir kilo tulum peyniri, biraz da Trabzon tereyağı getirin. Unutursanız sizi markette bulur, küserim vallahi!”
Kaşığımı masaya bırakıp derin bir nefes aldım.
“Burak, bak beni sinirlendirme. Zaten Ulaş beni bir alışveriş operasyonuna çekti. Senin peynirinle uğraşacak halim yok. Tereyağını da sen kendin alırsın, tamam mı?”
Ulaş sırıtarak masanın diğer ucundan lafa girdi:
“Komutanım, bence Burak haklı. Trabzon tereyağı olmadan o kahvaltı sofrası eksik kalır. Belki bir de dut pekmezi alırız, Burak için enerji lazım. Çünkü çenesi, kaloriden daha hızlı çalışıyor.”
Herkes kahkahalarla gülerken başımı iki yana salladım.
“Tamam,” dedim, pes etmiş bir şekilde. “Tulumu da tereyağını da alırım. Ama Burak, eğer bunları alıp getirirsem, iki hafta çeneni kapatıyorsun. Anlaştık mı?”
Burak, gülerek kaşığını havaya kaldırdı:
“Anlaştık komutanım! Ama bak, tulum peynirini kaliteli alın ha! Yoksa geri gönderirim!”
Masada kahkahalar yankılanırken ben çorbamı bitirmeye çalışıyordum.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu timle alışverişe gitmek, savaşa gitmekten daha karmaşık olacak. Ama neyse ki kahkaha, her şeyin ilacı."
Yemeğimi bitirip tam masadan kalkmak üzereydim ki Ulaş bir anda elini havaya kaldırdı ve hepimizi durdurdu.
“Durun bakalım!” dedi, o imamlık günlerinden kalma otoriter ama sakin ses tonuyla. “Kimse bu sofradan dua etmeden kalkamaz.”
Kaşığımı bırakıp gözlerimi devirdim.
“Ulaş, yemekhanedeyiz. Eğitim karargâhında dua mı ettireceksin şimdi?”
Ulaş yüzünde o meşhur bilmiş gülümsemeyle cevap verdi:
“Altay, duaların yeri ve zamanı olmaz. Bu yemek masasında da olur, sahada da olur. Bizim işimiz sadece vatanı korumak değil, bu masadan kalkarken de dua etmektir.”
Herkesin dikkatini çekmişti.
Burak, tam her zamanki gibi bir espri patlatacakken İlteriş ona bir dirsek attı. “Sessiz ol lan,” dedi alçak sesle. “Bu sefer Ulaş’ı dinleyelim.”
Ulaş, ellerini masanın üzerine koydu ve gözlerini hafifçe kapatarak derin bir nefes aldı.
“Arkadaşlar,” dedi, yavaşça, sesi ciddiyetle doluydu. “Bu sofrada oturabiliyorsak, bu yemekleri yiyebiliyorsak, şükretmeyi unutmamalıyız. Allah’ım, bize bu günleri gösterdiğin için şükürler olsun. Bu masada oturan her bir kardeşimi koru. Görevdeki diğer silah arkadaşlarımıza güç ver. Vatanımızı, milletimizi koru. Şehitlerimize rahmet, gazilerimize sağlık ver. Amin.”
Hepimiz bir anda sessizleşmiştik.
Masadaki kahkahalar yerini derin bir saygıya bırakmıştı. Sözleri o kadar içten ve o kadar doğruydu ki, hepimiz ne kadar özel bir yerde olduğumuzu bir kez daha hissettik.
Ulaş gözlerini açtı ve hafifçe gülümsedi.
“Tamamdır, artık kalkabilirsiniz,” dedi, hafif alaycı bir tonla.
Burak hemen atıldı:
“Ulaş hocam, dua şahane oldu da, bir dahakine tatlıyla da dua ederiz, olur mu?”
Kahkahalar yeniden yükseldi.
Masadan kalkarken İlteriş, Ulaş’ın sırtına hafifçe vurdu. “Ulaş, seni bir imam olarak bırakmak hata olmuş. Sen her ortamda toparlayıcı oluyorsun.”
Ulaş, kendine has sakinliğiyle cevap verdi:
“Ben sadece görevimi yapıyorum, İlteriş. Ve her zaman yapmaya hazırım.”
Masadan uzaklaşırken bir kez daha kendi kendime düşündüm:
"Altay," dedim, "bu tim sadece bir ekip değil, bir aile. Ve bu sofrada edilen her dua, bizi birbirimize daha da bağlıyor."
Telefonu göğsüme yaslamış, o güzel mesajların yankısını içimde hissetmeye çalışıyordum ki... ekran bir kez daha titreşti.
Umay’dan gelen bir mesaj daha vardı. Mesajı açtığımda, yazdıkları bir an durup düşünmeme neden oldu:
Umay: Canım, biz birkaç günlüğüne İzmir Bergama’ya gidiyoruz. Oradaki bir alanı yönetmem istendi. Sanırım birkaç gün buralarda olmayacağım.
Bir an elimdeki telefonu sıkıca tuttum, gözlerim ekrana kilitlenmişti.
Bergama… İzmir… O kadar uzak değil, ama onun burada olmaması fikri bile bir eksiklik yaratıyordu. Hızla cevap yazmaya başladım:
Altay: Bergama mı? Demek yıldızların altında kazı yapmak yetmedi, antik dünyaya doğru tam bir yolculuk. Senin için büyük bir fırsat bu, Leydim. Ama birkaç gün buralarda olmayacağını söyleyince, bir an içimde bir boşluk hissettim.*
Mesajı gönderdim, ama eklemek istediklerim vardı.
Biraz daha düşündüm ve ikinci mesajı yazdım:
Altay: Beni özletme ama, olur mu? Eğer aralarda fırsat bulursan bir ses ver. Yoksa Bergama’ya kadar gelir, antik sütunların arasında seni bulurum.
Gönder tuşuna bastığım anda, ekranda “yazıyor...” ibaresi belirdi. Umay’dan gelen cevap beni bekletmedi:
Umay: Altay, bu kadar dramatik olma lütfen. İki günlüğüne gidiyorum, sanki aylarca yokmuşum gibi konuşuyorsun. Ama tamam, fırsat buldukça mesaj atarım. Ve Bergama’da beni bulacak olursan, seni kazı ekibine alırım. Kürek taşır, toprak temizlersin. Anlaştık mı?
Gülümseyerek hızla cevap yazdım:
Altay: Leydim, kürek taşımak kolay da, seni özlemek zor. Ama anlaştık. Mesajlarını bekleyeceğim. Bu iki gün boyunca gözüm telefonda olacak. Unutma, yıldızlar orada da seni izliyor olacak. Kendine dikkat et.
Telefonu kapattığımda, yüzümde hâlâ bir gülümseme vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı insanlar birkaç günlüğüne uzaklaşır, ama onların bıraktığı izler bir ömür seninle kalır."
Telefonum titremeye başlayınca ekrana baktım.
Haluk Yarbay yazıyordu. Ciddi bir mesele olduğu belliydi. Derin bir nefes alıp telefonu açtım. “Buyurun komutanım,” dedim, resmi bir ses tonuyla.
Haluk Yarbay’ın sesi her zamanki gibi sert ama bir o kadar da babacan bir tonla geldi:
“Altay, bak şimdi. Umay daha yeni Bergama’ya gitti, değil mi?”
İçimden ‘Evet, biliyorum, komutanım. Mesajını yeni okudum,’ diye geçirsem de, dışarıya belli etmeden cevap verdim:
“Evet, komutanım. Öyle söylediler.”
Yarbay’ın sesindeki tedirginlik artmıştı:
“Oğlum, bu kazılar her zaman risklidir. Bölgeyi kontrol ettim, güvenlik açıkları var. Seni 2 günlüğüne Umay ve ekibinin koruması olarak görevlendiriyorum. Gerekli izinleri aldım. Hemen hazırlan. Bu, senin bir sonraki görevin.”
Sözlerini duyunca bir an için durdum.
İçimde büyük bir sevinç patlaması oldu ama tabii ki bu coşkuyu belli edemezdim. “Emredersiniz, komutanım,” dedim, en ciddi ses tonumla.
Telefonu kapatır kapatmaz gözlerim parladı.
Beni Umay’ın yanına gönderiyorlardı. Hem görev hem de Umay’ı görmek… daha iyi bir kombinasyon olabilir miydi? Ama sevincimi belli etmek, Altay Öztürk’ün doğasına aykırıydı.
Kendimi hemen toparladım ve hızla kantine doğru yürüdüm.
Kantindeki baklava tezgahını gördüğümde, adeta bir define bulmuş gibi hissettim. “Usta,” dedim, heyecanımı gizlemeye çalışarak, “Bana şöyle koca bir tepsi baklava hazırla. Ama öyle sıradan bir şey olmasın. En iyisinden olsun.”
Kantinci kaşlarını kaldırdı:
“Altay yüzbaşım, hayırdır? Baklava mı ısmarlıyorsun? Normalde çayla idare ederdin.”
Gülümseyerek omuz silktim:
“Görevdeyim usta. Bazen tatlı, morali yüksek tutar.”
Baklavayı alıp dinlenme odasına girdim.
Kapıyı açar açmaz yüzümde koca bir sırıtışla tepsiyi masaya koydum. “Beyler!” diye seslendim, odadaki herkesin dikkatini çekerek. “Bugün size tatlı ısmarlıyorum. Ama sadece bir sebebi var: Ben görev için Bergama’ya gidiyorum!”
Burak, bir baklava dilimini eline alırken kaşlarını kaldırdı:
“Oha, Altay komutanım! Görev mi, yoksa kaçamak mı? Hadi, dürüst ol abi.”
İlteriş ise bir köşede oturmuş, beni hayretle izliyordu.
“Altay, sen bu kadar neşeli olmazsın. Hele baklava ısmarlayacak kadar asla! Hayırdır, yoksa sevgilin mi var oralarda?”
Ulaş da gülerek araya girdi:
“Komutanım, ben sizi yıllardır tanırım. Bu kadar yüzünüzün güldüğünü görmedim. Bir açıklama yapmazsanız, baklavayı yemem.”
Masaya yaslanıp gözlerimi devirdim:
“Beyler, işin aslı şu: Yarbay beni Umay’ın kazı ekibine koruma olarak gönderiyor. Görevdeyim yani. Siz ne anlarsınız? Tatlı yiyin, çenenizi kapatın!”
Herkes kahkahalarla gülmeye başladı. İlteriş ise hala beni süzüyordu.
“Altay, görev falan değil bu. Sen resmen keyif yapmaya gidiyorsun!”
Gülerek baklavadan bir dilim aldım ve ağzıma attım:
“Ne derseniz deyin. Ben görev adamıyım. Tatlıyı yiyin, bana dua edin. Hadi bakalım!”
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen en güzel görev, bir yandan vatanı korurken bir yandan sevdiğin insanın yanında olmaktır."
Görev hazırlıklarımı sessizce yaparken, aklıma bir fikir geldi.
Yanıma birini almam gerekiyordu ve bu kişi, işleri kolaylaştıracak biriydi. Telefonumu elime alıp hızlıca yazmaya başladım:
Altay: Mustafa Kemal, benimle Bergama’ya geliyorsun. Hazırlan, sabah erkenden çıkıyoruz.
Mesajı gönderip beklemeye başladım.
Mustafa Kemal’in “mesajı görmesi” her zamanki gibi saniyeler aldı. Çok geçmeden cevap geldi:
Mustafa Kemal: Emredersiniz, komutanım. Ama bu işte bir şeyler var gibi. Bergama’da ne yapıyoruz?
Kafamda planı kurmuştum ama ona fazla detay vermek istemedim.
Hemen cevap yazdım:
Altay: Detaylar sonra. Şimdi hazırlan. Sivil kıyafetlerini seç, ama şık olmayı unutma. Bu görev biraz... özel.
Mustafa Kemal’in cevabı bu sefer daha hızlı geldi:
Mustafa Kemal: Şık mı? Komutanım, görevdeyiz. Şık olmak neden önemli?
Gülümseyerek bir cevap daha yazdım:
Altay: Çünkü Bergama’daki görevde, hem göze hitap edeceğiz hem de işimizi yapacağız. Soru sorma. Hazırlan ve sabah 6’da hazır ol. Aracı alırım seni.
Telefon bir süre sessiz kaldı, sonra son mesaj geldi:
Mustafa Kemal: Peki komutanım. Ama söyleyeyim, eğer bu şıklık işi Umay Yenge’ye dair bir şeyse, ek prim isterim!
Kahkahayla güldüm ve kısa bir cevap yazdım:
Altay: Prim yok, sadece tecrübe kazanıyorsun. Şimdi çeneni kapat ve hazırlan. Sabah görüşürüz.
Telefonu cebime koyarken içimde hem bir rahatlama hem de hafif bir heyecan vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "yanına alacağın kişi doğruysa, görev sadece bir iş değil, bir macera olur. Ve bu sefer, gerçekten güzel bir macera olacak."
Havaalanına geldiğimizde, valizlerimizi bir kenara bırakıp etrafa göz gezdirdim.
Terminalin hemen karşısında, o tanıdık figür oturuyordu. Umay. Kafasında kırmızı bir bandana, bir eliyle hararetle bir şeyler anlatıyor, diğer eliyle bir harita tutuyordu. Etrafında kazı ekibinden birkaç kişi vardı, ama Umay’ın varlığı hepsini gölgede bırakıyordu.
Bir an için zaman durdu.
O anın her detayı zihnime kazındı: Gözlerimde bir parıltı, göğsümde bir sıkışma. Onu böyle görmek, bana bir şiirin en güzel dizelerini hatırlattı. Ama tam o sırada, Umay’ın gözleri bana takıldı.
Göz göze geldiğimizde, yüzündeki şaşkınlık ifadesi yavaşça yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı.
Etrafındakilere aldırmadan ayağa kalktı ve adımlarını hızlandırarak bize doğru yürümeye başladı. Umay, koşarcasına yanıma geldi ve kollarını boynuma doladı.
Sarılışında bir sevincin, bir özlemin, bir şaşkınlığın izleri vardı.
“Altay,” dedi, sesi heyecandan titriyordu. “Burada ne yapıyorsun? Nasıl... nasıl geldin?”
Onun kokusunu içime çekerken hafifçe gülümsedim.
“Leydim,” dedim, gözlerimi kapatarak. “Görev. Seni ve ekibini koruma görevi verdiler. Ama burada olmak için bir sebebe ihtiyacım yoktu, biliyorsun.”
Umay bir adım geri çekildi, gözlerimden cevap arar gibi baktı.
“Görev ha?” dedi, dudaklarında bir alaycı gülümseme. “Beni korumaya mı geldin, yoksa beni görmek için mi? İtiraf et, Altay.”
Tam bir cevap verecekken, yanımızdaki Mustafa Kemal’in hafifçe öksürmesiyle irkildim.
Dönüp baktığımda, Mustafa Kemal kocaman bir sırıtışla bizi izliyordu. “Komutanım, bu sahne tam bir açık hava sineması gibi. Biraz da bana anlatır mısınız?” dedi, alaycı bir ses tonuyla.
Umay ona döndü ve gülerek başını salladı.
“Demek ki yalnız gelmemişsin, Yüzbaşım. İyi ki de gelmemişsin, çünkü bu macera tek başına sana fazla olurdu.”
Gülümseyerek başımı iki yana salladım.
“Leydim, bu macera sadece seninle anlam kazanır. Biz buradayız. Seni ve ekibini korumak için.”
Umay’ın gözleri parladı.
“Beni korumak için mi?” dedi, hafifçe kıkırdayarak. “Altay, sanırım beni olduğumdan daha savunmasız görüyorsun.”
“Hayır,” dedim, gözlerinin içine bakarak. “Sadece seni tehlikeden uzak tutmak istiyorum. Çünkü sen, bu dünyanın en güzel hikayesini yazıyorsun. Ve ben, o hikayenin bir parçası olmaktan onur duyuyorum.”
Umay’ın yüzünde beliren sıcak gülümseme, tüm dünyayı susturacak kadar güçlüydü.
Yanımızda durup bizi izleyen Mustafa Kemal’in alaycı sesiyle o büyü bozuldu:
“Tamam tamam, çok duygusal oldunuz. Ama komutanım, siz bu görevde en çok beni zorlayacaksınız galiba. Çünkü sürekli bu manzaraya maruz kalacağım!”
Gülerek Umay’a baktım.
“Leydim,” dedim, “galiba bu macera bizim için unutulmaz olacak.”
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir görev, sadece bir görev değildir. Bazen bir görev, kalbinin peşinden gitmektir."
Umay, bizi ekibinin yanına doğru yönlendirdiğinde, içimde hafif bir heyecan vardı.
Onunla vakit geçirmek bir yana, ekibinin dinamiklerini görmek beni her zaman meraklandırmıştı. Mustafa Kemal ise her zamanki gibi rahat tavırlarıyla etrafa bakınıyor, bir yandan da gözlerini kazı aletlerine dikiyordu. “Komutanım,” dedi bana hafif bir alayla, “Bergama’nın antik havasını hissetmeye başladım. Acaba beni zaman makinesiyle geçmişe götürürler mi?”
Umay, onun bu yorumunu duyunca başını iki yana salladı ve güldü.
“Mustafa Kemal, seni tanıştırmam gereken birkaç kişi var,” dedi. “Ekip, biraz farklıdır ama kısa sürede alışırsınız.”
Ekibin başındaki ilk kişi Umay’ın yanında duruyordu.
Saçları kısa kesilmiş, gözlerinde kocaman bir gözlük vardı. Hafif kambur duruşuyla sürekli not alıyordu. Umay, ona dönüp gülümsedi:
“Bu, Aslı. Ekibin beyni diyebiliriz. Kendisi kazının her aşamasını planlar, organize eder. Ve her zaman mükemmel sonuçlar elde eder.”
Aslı, hafif bir utangaçlıkla başını salladı ve sessizce konuştu:
“Merhaba. Kazıya olan ilginizi duymuştum. Hoş geldiniz.”
Mustafa Kemal hemen atladı:
“Merhaba Aslı Hanım. Beyin demişken, beyninizde antik çağlara dair hangi bilgiler var, hepsini paylaşır mısınız? Belki bir gün bilim kurgu yazarken kullanırım.”
Aslı, şaşkınlıkla ona baktı ve Umay araya girip gülümsedi:
“Aslı, onunla çok uğraşma. Bilim kurgu ve fantezi dünyasında yaşıyor. Ama merak etme, zarar vermez.”
Bir diğer ekip üyesi biraz daha uzakta, kazı araçlarını düzenliyordu.
Umay ona seslendi: “Yiğit, buraya gelir misin?”
Yiğit, genç bir arkeologdu. Hafif kirli sakalı, güneşten yanmış teniyle tam bir kazı uzmanı havası taşıyordu. Ellerini pantolonuna silerken yanımıza geldi ve ciddi bir ifadeyle konuştu:
“Hoş geldiniz. Umarım kazı alanında düzenimizi bozmazsınız. Burada disiplin esastır.”
Mustafa Kemal hemen alaycı bir şekilde atladı:
“Yiğit Bey, sizin bu disiplininizin arkasında antik tanrıların etkisi mi var? Bizi buraya tanrıların gazabından korumak için mi çağırdınız?”
Yiğit, gözlerini devirip Umay’a baktı:
“Bu adamın kazıda işimiz olduğunu biliyor mu?”
Umay gülerek araya girdi:
“Yiğit, rahat ol. O sadece biraz farklı bir mizaha sahip. Altay komutanım, Mustafa Kemal’i özellikle seçti. Bilim kurgu tutkusu yüzünden onun başına işler açabilir, ama eğlenceli bir katkı sağlar.”
Son kişi ise biraz daha yaşlı, ama oldukça karizmatik bir kadındı.
Saçları beyazlara çalan, zarif ama sağlam bir duruşu vardı. “Ve işte ekibimizin rehberi, Füsun Hoca,” dedi Umay, ona saygıyla yaklaşarak. “Onun bilgisi, kazıların ruhunu oluşturur. Hepimizin hocasıdır.”
Füsun Hoca bize gülümseyerek baktı:
“Demek ki Umay’ın öve öve bitiremediği Yüzbaşı Altay sizsiniz. Hoş geldiniz. Umay’ın bahsettiği kadar var mısınız, göreceğiz.”
Umay hemen araya girip ekledi:
“Hocam, Altay sadece iyi bir asker değil, aynı zamanda güvenilir bir insandır. Ekibi korumak için burada.”
Mustafa Kemal, gülümseyerek öne çıktı ve elini uzattı:
“Füsun Hoca, sizinle tanışmak büyük bir onur. Kazı sırasında tanrıların mesajlarını falan bulursak, ilk bana haber verin olur mu? Yazılarınızı bekliyorum.”
Füsun Hoca hafif bir kahkaha attı:
“Sizle çalışmak ilginç olacak gibi görünüyor, genç adam.”
Herkes gülüşmeye başladığında Umay bana döndü ve alaycı bir ifadeyle sordu:
“Nasıl, Altay? Ekibi beğendin mi? Hepsi ayrı bir dünyadır, ama birlikte harika işler çıkarırlar.”
Gülerek başımı salladım:
“Leydim,” dedim, “bu ekiple kazıdan çok, bir macera yaşıyor gibiyim. Ama senin ekibin olduğu için, her şeyin altından kalkarız. Endişen olmasın.”
Umay, bana hafifçe gülümseyip başını salladı.
Ve böylece, kazının asıl macerası başlamış oldu.Formun Altı
Ekip yavaş yavaş görevlerine dönmüş, kazı alanında hareketlenmeler başlamıştı.
Ben ve Mustafa Kemal, biraz daha uzakta durup etrafı gözlemliyorduk. Umay ise haritaları eline almış, Furkan’la bir şeyler konuşuyordu. Furkan… ekibin en sessiz üyesiydi. Fazla dikkat çekmeyen, ama gözleri sürekli Umay’ın üzerinde olan biri. İçimde, onunla ilgili bir şeylerin doğru olmadığını hissediyordum.
Mustafa Kemal eğilip kulağıma fısıldadı:
“Komutanım, Furkan fazla sessiz değil mi? Yani, bu kadar sessizlik tehlikeli olabilir. Bakışı da bir garip.”
Gözlerimi Furkan’dan ayırmadan cevap verdim:
“Dikkat et Mustafa. Sessizlik bazen en büyük gürültüdür.”
Tam o sırada Furkan, Umay’ın arkasına yaklaştı.
Umay, haritayı incelerken Furkan hafifçe eğildi ve alçak bir sesle kulağına bir şey fısıldadı. “Ben de buradayım,” dedi, o kadar sessiz ama o kadar rahatsız edici bir tonla ki, Umay irkilip bir adım geri çekildi.
Bunu gördüğüm an, kan beynime sıçradı.
Adımlarımı hızlandırarak Umay’ın yanına doğru yürüdüm. Mustafa Kemal hemen arkamdaydı, bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı.
Umay, Furkan’a dönüp kaşlarını çatmıştı.
“Ne yapıyorsun Furkan? Korkuttun beni!” dedi, sesinde rahatsız bir ton vardı.
Furkan, sanki hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi:
“Şey, Umay. Sadece dikkatini dağıtmak istemedim. Ama buradayım, yani her zaman yardıma hazırım.”
Tam o anda yanlarına vardım ve Furkan’a sert bir bakış attım.
“Furkan,” dedim, sesimi kontrol etmeye çalışarak. “Görevine dön. Eğer birine yardım etmen gerekiyorsa, benden ya da Mustafa Kemal’den izin alacaksın. Umay’ın işini bölmek yok.”
Furkan yüzündeki yapmacık gülümsemeyle başını salladı:
“Tabii komutanım. Sadece iyi niyetle bir şey söyledim. Sorun yok.”
Umay, durumu toparlamak ister gibi bir adım bana yaklaştı.
“Altay, bir şey yok. Furkan bazen fazla yakın davranıyor, o kadar. Merak etme,” dedi, hafif bir gülümsemeyle.
Ama ben onun yüzündeki rahatsızlığı görmüştüm.
Gözlerimi Furkan’a dikerek sert bir tonla ekledim:
“Umay’a yakın olmak istemek, onun işine karışma hakkını vermez. Bu kazıda herkesin görevi belli. Furkan, bu sınırları unutma.”
Furkan bir şey söylemeden arkasını dönüp uzaklaştı.
Ama giderken attığı bakışlar, içimdeki şüpheyi daha da artırdı.
Mustafa Kemal hafifçe omzuma dokundu ve alaycı bir tonla konuştu:
“Komutanım, Furkan fazla hevesli. Ama sanki yanlış yerlerde.”
Derin bir nefes alarak başımı salladım.
“Mustafa, bu işte dikkatli olacağız. Furkan’ın tavırları rahatsız edici. Ama şimdilik sakin kalalım. Umay’ı asla yalnız bırakma.”
Umay, haritasına dönmüş gibi görünse de, arada bir Furkan’ın uzaklaşan siluetine baktığını fark ettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı insanlar sessizce yaklaşır. Ama onların sessizliği, her zaman tehlikenin habercisidir. Ve sen, her zaman tetikte olmalısın."
O günden sonra Furkan, benim için bir kazı alanından çok daha karmaşık bir mesele haline geldi.
Her hareketi, her bakışı, her sözü gözümün önünden geçiyor, sanki her şey bir uyarı çanı gibi çınlıyordu. Umay’ın yanına her yaklaştığında içimde bir sıkışma hissediyordum.
Gözlerim sürekli Furkan’ın üzerindeydi.
Bir harita mı taşıyor, kazı malzemesi mi düzenliyor, yoksa sadece boş boş dolanıyor mu... fark etmezdi. Furkan artık benim radarımdaydı.
Umay ise hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyordu.
O kendine has enerjisiyle ekibi yönlendiriyor, sorular soruyor, haritaları inceliyor ve arada bir Furkan’a bile gülümsüyordu. İşte o gülümsemeler, benim aklımı yerinden oynatıyordu.
Bir ara Furkan, Umay’ın yanına yaklaşıp bir şeyler fısıldadı.
Ellerini haritaya koymuş, sanki önemli bir şey söylüyormuş gibi davranıyordu. Ama ben o sahneyi gördüğümde, gözlerim Furkan’ın ellerine kilitlendi. Umay’a biraz daha yaklaşacak olsa, yanına yıldırım gibi düşecektim.
Mustafa Kemal yanıma gelip sessizce fısıldadı:
“Komutanım, Furkan’ın karnında kelebekler uçuşuyor galiba. Ama size bir şey söyleyeyim mi? Sizinki bir kelebek sürüsü olmuş.”
Gözlerimi Furkan’dan ayırmadan cevap verdim:
“Mustafa, o kelebeğin kanatlarını koparmak üzeresin. Şaka yapmayı bırak ve dikkatini ver.”
Umay, Furkan’ın söylediklerine gülerek başını salladı.
Sanki Furkan’la konuşmak, sıradan bir şeymiş gibi davranıyordu. Ama ben her hareketini izliyordum. Her gülüşünde içimde bir şeyler kıvılcım gibi parlıyordu.
Furkan’ın gözlerindeki o tuhaf bakış beni delirtmeye yetiyordu.
Sanki Umay’ı sadece bir ekip arkadaşı olarak görmüyordu. Daha fazlasını istiyordu, ama bunu kendine saklıyor gibiydi. Bunu bildiğim halde, sakin kalmaya çalışıyordum.
Bir süre sonra Furkan, Umay’ın yanından uzaklaştı.
Kazı aletlerini taşımaya başladı, ama ben yine de gözlerimi onun üzerinden ayırmadım. “Furkan, seni gölgem gibi takip edeceğim,” dedim kendi kendime.
Mustafa Kemal yine yanıma sokuldu:
“Komutanım, Furkan’ın üzerinde neden bu kadar duruyorsunuz? Kıskançlık mı var, yoksa güven meselesi mi?”
Derin bir nefes aldım ve cevap verdim:
“Mustafa, ikisi de. Bu adamın niyeti düzgün değil. Ve Umay’ı korumak benim görevim. Bu kazı alanında her şey kontrolümde olacak. Her şey.”
Umay o an dönüp bana baktı ve gülümsedi.
Gözlerindeki o sıcaklık, her şeyi bir anlığına durdurdu. Ama Furkan’ın varlığı, içimdeki huzursuzluğu asla tamamen yok etmeyecekti.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı savaşlar sessizdir. Ama bu savaş, kalbinle aklın arasında bir meydan muharebesine dönecek. Ve sen, asla tetikte olmayı bırakmayacaksın."
Kazı alanındaki yoğun bir günün ardından, ekibi güvenli bir şekilde otele ulaştırdık.
Ben ve Mustafa Kemal, her detayı titizlikle kontrol etmiştik. Yol boyunca gözlerim sürekli aynalarda, Mustafa Kemal’in eli ise telsizdeydi. Bu görevde hata yapma lüksümüz yoktu.
Otele vardığımızda herkes derin bir nefes aldı.
Ancak saat erken olduğu için kimsenin dinlenmek gibi bir niyeti yoktu. Ekipte hâlâ bir enerji vardı, belli ki kazının yorgunluğu eğlenceye engel olmayacaktı.
Umay yanıma yaklaşıp hafifçe gülümsedi:
“Altay, bar alanında bir loca varmış. Ekibi oraya götürelim mi? Biraz rahatlamayı hak ettik, ne dersin?”
Onun o sakin ama kararlı tonu her zaman olduğu gibi içimi yumuşattı.
Kısa bir an düşündüm, sonra başımı salladım. “Tamam, Leydim,” dedim. “Ama bir şartla: Herkes sakin olacak. Hem güvenliği sağlarız, hem de biraz dinleniriz.”
Bar alanına geçtiğimizde, geniş bir loca bulup oturduk.
Herkesin yüzünde yorgunluk yerini keyifli bir rahatlamaya bırakmıştı. Mustafa Kemal, oturduğu yerden garsona işaret etti:
“Bize birkaç soda ve bir tepsi atıştırmalık getirin. Fazla ağır olmasın, Altay komutanın midede bir şey patlamasın.”
Umay, gülümseyerek başını iki yana salladı:
“Mustafa Kemal, Altay’ı bu kadar zorlamasan olmaz mı? Görevdeyiz, ama keyif yapmayı da hak ettik.”
Füsun Hoca, sakin ama otoriter bir tonla konuştu:
“Mustafa Kemal’in neşesi fena değil. Ama şu an Bergama’dayız. Antik bir yerde olduğumuzu unutmayın. Tarihin ruhunu hissetmek varken, sodalarla mı konuşacaksınız?”
Mustafa Kemal hemen lafa atladı:
“Füsun Hoca, tarih ruhuyla iç içeyiz. Ama Altay komutanın disiplini de tarihe geçecek kadar sıkı! Şimdi, izin verin de bir anlığına keyif yapalım.”
Aslı, sessizce notlarını bir kenara koyup başını kaldırdı:
“Mustafa Kemal, sen ne kadar konuşuyorsun. Bir an sustun diye sevindim. Ama gerçekten sustuğun bir zaman yokmuş.”
Mustafa Kemal, kendine has alaycı bir şekilde cevap verdi:
“Sevgili Aslı, ben sustuğumda bu ekip sıkılır. O yüzden bu geceyi şenlendirmek de benim görevim.”
Umay bana dönüp fısıldadı:
“Altay, Mustafa Kemal hep böyle midir? Yoksa senin yanındayken daha mı coşkulu?”
Gözlerimi ona çevirdim ve hafifçe gülümsedim:
“Leydim, Mustafa Kemal’in enerjisi tükenmez. Ama bu enerjinin altında hep bir iş bitiricilik yatar. Bazen şenlendirir, bazen de herkesi bezdirir.”
Umay kahkahasını gizlemek için elini ağzına götürdü:
“Peki ya sen? Sen de bu ekiple birlikte neşelenmeyi öğreniyor musun, Altay?”
Bir an gözlerimi yere indirdim, sonra ona bakarak gülümsedim:
“Leydim, benim görevim neşelenmek değil. Ama bu ekibin neşesi beni mutlu ediyor. Ve seni mutlu görmek, benim için yeterli.”
Umay’ın yüzündeki sıcak gülümseme, geceyi daha da anlamlı hale getirdi.
Ekip kendi arasında sohbet ederken, biz sessizce bu anın tadını çıkardık.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu görev sadece koruma değil. Bazen insanların en güzel anlarına eşlik etmek de bir görevdir. Ve bu görev, her şeye değer."
Barın hafif loş ışıkları altında zaman yavaşlamış gibiydi.
Kimileri dans ediyordu; hafif ritimler, eğlenceli kahkahalar eşliğinde yankılanıyordu. Diğerleri masada oturmuş, sessiz bir sohbetin dinginliğine kapılmıştı. Ama benim için zaman, Umay’ın omzumu yastık yapıp bedenini bana yasladığı o anda durmuştu.
Umay, yüzündeki huzurlu gülümsemeyle arada bir sohbete katılıyor, sesi fısıltı kadar hafif ama yankısı ruhuma kadar derindi.
Beline dökülen saçları, her hareketinde omzuma usulca düşüyor, o anlarda elimi yavaşça saçlarına götürüp okşuyordum. Saçlarının o yumuşaklığı, bir yemin gibi sakince süzülüyordu parmaklarımın arasından.
Karşımızda Mustafa Kemal ve Aslı, hararetli bir tartışmaya dalmıştı.
Mustafa Kemal, her zamanki alaycı ve heyecanlı tonuyla Yunan mitolojisinden bahsediyor, Aslı ise onu sabırla dinleyip bilgiyle karşılık veriyordu.
“Poseidon’un Truva Savaşı’ndaki rolünü anlamak için önce tanrıların insani zaaflarını kabul etmelisin,” dedi Mustafa Kemal, işaret parmağını sallayarak.
Aslı ise kaşlarını kaldırıp hafif bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Mitoloji, insanın kendini tanrıların hikayesinde bulduğu bir aynadır. Ama senin için mitoloji, sanırım biraz çizgi roman tadında.”
Umay hafifçe gülümseyip fısıldadı:
“Mustafa Kemal hiç durmuyor, değil mi? Ama Aslı da fena değil. Sanırım ikisi, tartışmanın tadını çıkarıyor.”
Ben ise Umay’ın sesiyle gerçeklikten uzaklaşıp sadece ona odaklandım.
“Leydim,” dedim, fısıltı kadar sessiz bir sesle. “Bazen bu dünyadaki her ses, senin bir kelimenle sustuğu için güzel.”
Umay, bu sözümle gülümsedi. Başını hafifçe kaldırıp gözlerime baktı.
Ama tam o sırada gözüm Furkan’a kaydı. Masada sessizce oturmuş, gözlerini üzerimize dikmişti.
Sanki bir gölge gibi, her hareketimizi izliyor, hiçbir detayı kaçırmıyordu. Onun bu bakışı, içimde huzursuz bir dalgalanma yarattı.
Umay, Furkan’ın bakışlarını fark etmeden sohbete geri döndü.
Ben ise gözlerimi Furkan’dan ayırmadım. Sanki her şeyden bihaber oturmuş gibi görünse de, bakışlarındaki karanlık, etrafa sessizce yayılıyordu.
Mustafa Kemal’in sesi beni gerçekliğe çekti:
“Altay Komutanım, siz ne düşünüyorsunuz? Tanrıların insanlar üzerindeki etkisi, tamamen sembolik midir, yoksa gerçek bir güç mü taşır?”
Gözlerimi Furkan’dan ayırıp Mustafa Kemal’e döndüm:
“Mustafa, bazen tanrılar, insanların zaaflarından daha güçlü değildir. İnsanların gözündeki o ihtiras, bazen tanrıların kudretini bile gölgede bırakır.”
Umay hafifçe başını kaldırıp bana baktı.
“Bunu nasıl böyle sakin söyleyebiliyorsun?” dedi, gözlerinde bir merak parıltısıyla.
“Çünkü,” dedim, ona bakarak. “Senin yanındayken hiçbir şeyin kudreti beni korkutmaz. Bu masalın içinde, benim için en büyük gerçek sensin.”
Umay, gözlerini yere indirip hafifçe gülümsedi.
Ama ben yine de Furkan’ın sessizliğini unutamıyordum. Her gülüşümüzde, her dokunuşumuzda, o karanlık bakışların üzerimizde olduğunu hissediyordum.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı savaşlar meydanlarda değil, sessiz bakışların içinde yaşanır. Ve bu savaşı kazanmak için, sevginin kudreti her şeyden güçlü olmalı."
Furkan’ın yanımıza doğru yaklaştığını fark ettiğimde, içimde bir sıkışma hissettim.
Birazdan bir şeylerin ters gideceğini adeta sezmiştim. Umay’a baktım; hâlâ rahat ve huzurluydu, ama Furkan’ın niyeti yüzünden okunuyordu.
Furkan, masanın karşısına oturup Umay’a sordu:
“Yanındaki abin olmalı, değil mi? Evli mi abin?”
O an, Furkan’ın söyledikleri beynimde yankılandı.
Ne demek “abin”? Bunu duyduğum anda gözlerimi kısarak Furkan’a baktım. Ama tepki vermeden önce Umay, anlamamış gibi başını hafifçe yana eğdi ve cevap verdi:
“Yok Furkan, yanlış anladın. O benim sevgilim.”
O kadar doğal ve rahat bir şekilde söyledi ki, içimdeki öfke bir anda yumuşadı.
Ama Furkan’ın yüzündeki ifadeyi görünce o yumuşama anında yerini gergin bir alarma bıraktı. Furkan bana dönüp kaşlarını kaldırarak konuştu:
“Sevgilin mi? Pardon ama ben abisi sanmıştım. Aranızdaki yaş farkı bayağı var gibi duruyor.”
O an derin bir nefes alıp başımı yere eğdim.
“Ya sabır,” dedim kendi kendime. Parmaklarımı yumruk yaparak dizlerimde sıktım. Tam bir şey söylemek için ağzımı açıyordum ki, Umay araya girdi.
“Furkan, Altay aslında çoğu kişiden daha dinç,” dedi, sesinde hem sakinlik hem de hafif bir uyarı vardı. “Yaşına takılmamalısın. Ayrıca o benim hayatımın en güzel gerçeği.”
Umay’ın bu sözleri, içimde bir sıcaklık oluşturdu.
Ama Furkan hâlâ rahat durmuyordu. Gözlerini benden ayırmadan hafif bir alayla konuştu:
“Peki Altay, yaşlı durduğunuzu kabul etmiyorsanız, bunu nasıl açıklarsınız? Saçlar mı, yoksa yorgunluk mu?”
Derin bir nefes daha aldım ve başımı kaldırıp Furkan’a baktım.
“Furkan,” dedim, sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak. “Bazen insanlar dış görünüşle değil, ruhlarıyla yaş alır. Ve ruhum, senin tahmin edebileceğinden çok daha genç.”
Furkan hafifçe gülümsedi, ama bu gülümsemede rahatsız edici bir alay vardı.
Tam o sırada Umay bana döndü ve hafifçe elimi tuttu. “Altay, bırak. Bu tartışmaya değmez. Sen her halinle benim için mükemmelsin,” dedi, gözlerinde o sıcak parıltıyla.
Bu sözler, Furkan’ın alayını tamamen gölgede bıraktı.
Başımı Umay’a doğru eğdim ve hafifçe gülümsedim. “Leydim,” dedim, “bazen bir söz, bin öfkeden daha güçlüdür. Teşekkür ederim.”
Furkan, hafif bir homurtuyla arkasına yaslanıp başka bir konuya geçmek zorunda kaldı.
Ama ben onun niyetini ve gözlerindeki rahatsız edici bakışı unutmadım. Umay’ın elini tutarken içimden, onu bu adamın gölgesinden bile koruyacağıma dair bir söz verdim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı savaşlar sessiz başlar, ama onları kazanmak için sadece sabır değil, sevgi de gerekir."
Aslı, masadaki tartışmaları bir süre dinledikten sonra aniden bana dönüp merakla sordu:
“Altay, bir şey sorabilir miyim? Yaşınız kaç?”
Sorunun aniden gelmesiyle bir an afalladım ama sonra hafifçe gülümsedim.
“Otuz üç,” dedim, sakince.
Aslı, başını hafifçe salladı.
“Otuz üç ha? Genç yaşta bu kadar tecrübeli olmak kolay değil. Ama, bir an daha büyük sandım. Disiplin ve sakinlik insanı yaşlı gösteriyor sanırım.”
Tam bir şey söyleyecekken, Umay usulca konuştu.
“Altay otuz üç yaşında olabilir ama bunu hiç takmıyorum. Aramızda yalnızca altı yaş var. Ve bu, benim için bir anlam ifade etmiyor.”
Bunu söylerken, vücudunu yavaşça bana yasladı.
Omzuma başını koydu, elleri dizlerinde sakin bir şekilde duruyordu. Saçları yine omzuma dökülmüş, o tanıdık kokusuyla beni sarmıştı.
O an içimde bir huzur yayıldı.
Umay’ın bu kadar net ve içten bir şekilde konuşması, her türlü soruyu ve şüpheyi susturmuştu. Onun bedeninin sıcaklığı, kelimelerinin ağırlığı kadar güçlüydü.
Hafifçe gülümsedim ve alçak bir sesle konuştum:
“Leydim, bu dünyada rakamlar çok şey ifade eder, ama duygular rakamları siler. Ve senin yanındayken, zamanın nasıl geçtiğini bile hissetmiyorum.”
Umay, gözlerini hafifçe kapatıp sessizce gülümsedi.
O gülümseme, içimde bir şiir gibi yankılandı. Dışarıdaki dünyanın gürültüsü kaybolmuş, sadece o an kalmıştı.
Aslı, bu sahneyi sessizce izledikten sonra hafifçe başını eğdi ve gülümsedi.
“Peki,” dedi. “Sanırım aşkın yaşla ilgisi yok, bunu kabul ediyorum. Siz bunu kanıtlıyorsunuz.”
Umay hafifçe doğrulup Aslı’ya baktı:
“Altay’la yan yana olmak, bana sadece gençliğimi değil, geleceğimi de hatırlatıyor. O yüzden, evet, yaş sadece bir sayı.”
Umay yeniden başını omzuma yasladığında, gözlerimi kapattım.
O an, dünyanın bütün gürültüsünden uzak, sadece onunla olmanın huzurunu yaşadım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı anlar, rakamların ve kelimelerin ötesindedir. Ve bu an, sevginin en gerçek hali."
Mustafa Kemal, bardakla oynarken bir anda konuşmayı beklenmedik bir yöne çevirdi.
Masadaki sessizlikten yararlanıp, gözlerini hafifçe kısıp sinsi bir gülümsemeyle lafa girdi:
“Arkadaşlar, konumuz aşk ve yaş farkıysa, Zeus’tan daha güzel bir örnek olamaz. Adam, genç kadınlarla ilişkileriyle tanrılar arasında bile meşhurdu.”
Umay, omzumdan hafifçe doğrulup kaşlarını kaldırdı:
“Zeus, aşk mı? Daha çok şimşekler ve skandallar diyelim.”
Aslı, bu fırsatı kaçırmadan hemen atıldı:
“Mustafa Kemal, Zeus’un örnek alınacak biri olduğunu mu söylüyorsun? Yoksa başka bir mesaj mı vermeye çalışıyorsun?”
Mustafa Kemal, ellerini havaya kaldırarak savunmaya geçti:
“Hayır hayır, yanlış anlamayın. Sadece diyorum ki, tanrılar bile gençliğin cazibesine kapılıyorsa, bizim gibi faniler ne yapsın?”
Bu sözlere hafifçe gülerek başımı salladım:
“Mustafa, seninle bir yere gitmek bile tehlikeli. Çünkü bu lafların başını belaya sokar.”
Mustafa Kemal göz kırparak cevap verdi:
“Komutanım, Zeus’un başına gelenlere bakınca benimkiler çocuk oyuncağı. Adam kuğu kılığına bile girmişti, unutmayalım.”
Umay, gülümseyerek bir lokma atıştırdı ve başını iki yana salladı:
“Zeus, aşkın değil, kurnazlığın tanrısıydı bence. Ve evet, kuğu hikayesi... sanırım mitolojideki en garip aşk hikayelerinden biri.”
Aslı araya girip Mustafa Kemal’e döndü:
“Bence sen Zeus’u biraz fazla idolize ediyorsun. Altay komutanın sabrını zorlamazsan iyi olur.”
Mustafa Kemal, Aslı’ya alaycı bir şekilde baktı:
“Aslı, Altay komutan sabırlı biri. Ayrıca Zeus’un romantik tarafını anlamak için biraz mitoloji bilmek gerekiyor. Senin uzmanlık alanın mıydı, yoksa benim mi öğretmem gerekiyor?”
Bu atışmaları izlerken Umay, omzuma hafifçe yaslanarak fısıldadı:
“Altay, bu adamın diline dikkat et. Zeus’un bile tahtını sallayacak kadar konuşkan.”
Gözlerimi Mustafa Kemal’e çevirip hafifçe gülümsedim:
“Mustafa, eğer bir gün Zeus gibi konuşkan ve kurnaz olursan, benden önce Aslı seni durdurur. Ama bence tanrıların bile sabrı vardır ve sen bunu zorluyorsun.”
Masadaki herkes kahkahalara boğuldu.
Mustafa Kemal ise dramatik bir şekilde göğsünü tutarak başını salladı:
“Komutanım, mitolojinin ruhuna hakaret ediyorsunuz. Ama tamam, sustum. Bugünlük Zeus’tan da, kuğudan da vazgeçiyorum.”
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı sohbetler tarih, mitoloji ve alaycılıkla birleşince tam bir savaşa dönüşür. Ve bu savaşın kazananı genelde... sessizlik olur."
Muhabbetin tam ortasında, içimde bir huzursuzluk belirdi.
Bazen insan ne kadar keyifli bir ortamda olursa olsun, kalbinde başka bir çağrının yankılandığını hisseder. İşte o an, o çağrıyı hissetmiştim. Mustafa Kemal’in mitolojik hikayelerle etrafı kahkahaya boğduğu, Umay’ın omzuma yaslanıp gülümsemelerle ona eşlik ettiği o anda, kalbim başka bir sessizlik istiyordu.
Mustafa Kemal’e doğru hafifçe eğildim ve alçak bir sesle konuştum:
“Mustafa, bir süreliğine yanlarından ayrılacağım. Sen burada kal ve gözün üzerlerinde olsun. Kimseyi yalnız bırakma.”
Mustafa Kemal, bana anlamlı bir bakış attı ve dudaklarını hafifçe büktü:
“Komutanım, gözüm üzerlerinde. Ama bir şey mi oldu? Birini mi kıskandınız, yoksa başka bir durum mu var?”
Başımı iki yana sallayarak hafifçe gülümsedim:
“Hayır, Mustafa. İbadet vakti geldi. Biraz sessizliğe ihtiyacım var. Burayı sana emanet ediyorum.”
Umay, omzumdan hafifçe doğrulup merakla yüzüme baktı:
“Altay, nereye gidiyorsun?”
Ona dönüp yumuşak bir sesle cevap verdim:
“Leydim, sadece biraz huzur bulmaya gidiyorum. Namaz kılacağım. Eğer iznin olursa…”
Umay’ın yüzünde, beni her zaman rahatlatan o anlayışlı gülümseme belirdi. Hafifçe başını salladı ve nazik bir tonla konuştu:
“Tabii ki, Altay. Gönlün huzur bulsun. Ama sonra geri gel, olur mu?”
Başımı eğerek hafifçe gülümsedim.
“Leydim, döneceğim. Ama o zamana kadar, Mustafa Kemal’in hikayeleriyle oyalanabilirsiniz.”
Umay, gülerek tekrar omzunu bana yasladı ve hafifçe göz kırptı:
“Peki, Altay. Seni bekleyeceğiz.”
Ayağa kalkarken üzerimdeki ciddiyeti korudum, ama içimde onun bu anlayışı ve sıcaklığıyla dolan bir huzur vardı.
Masadakilere kısa bir selam verdim ve Mustafa Kemal’e bir kez daha baktım:
“Gözün üzerinde olsun, Mustafa. Ve unutma, fazla konuşma ayrıca etrafa da dikkat et.”
Mustafa Kemal, elini göğsüne koyup teatral bir şekilde eğildi:
“Emredersiniz, komutanım. Ama şimdiden söyleyeyim, burada fazla sessizlik olmaz.”
Gülümseyerek başımı salladım ve otel odasının yolunu tuttum.
Koridor boyunca yürürken içimde bir dinginlik hissettim. İnsan bazen, kalbinin çağrısına cevap vererek yalnızca huzur bulmaz, aynı zamanda kendini yeniden keşfeder.
"Altay," dedim kendi kendime, "sessizliğin içinde saklı olan o huzur, en büyük kalabalıktan bile daha değerlidir."
Odamın sessizliğinde, içimdeki huzuru yeniden bulmuştum.
Namazımı kılarken her kelimede, her secdede ruhum biraz daha sakinleşti. Göğsümde bir sıcaklık, zihnimde Umay’ın o anlayışlı gülümsemesi vardı. Bazen insanın sadece birkaç dakikalık bir sessizliğe ihtiyacı olur. İşte o an, o sessizlik benim tüm dünyamı doldurmuştu.
Dua ettim.
Onun için, kendim için, bizi saran bu hayatın güzellikleri için. Ve kalbimin köşesinde, onun adı yankılanırken bir kez daha anladım: Umay, artık benim yolumun bir parçasıydı.
Namazımı bitirip yeniden aşağıya indiğimde, gözlerim hemen onu aradı.
Barın loş ışıkları altında, masanın yanında oturmuştu. Başını hafifçe yana eğmiş, bir şeyler anlatan Aslı’yı dinliyordu. Ama beni fark ettiğinde, yüzündeki o huzurlu gülümseme daha da derinleşti.
Adımlarımı ona doğru hızlandırdım, ama yine de sakinliğimi koruyarak yanına vardım.
Hiçbir şey söylemeden, sadece ona baktım. O gözler, sanki tüm dünyanın yükünü hafifletmek için yaratılmıştı.
Umay, yerinden hafifçe doğrulup kollarını bana uzattı.
Onun bu hareketi, bana bir emirden çok bir davet gibiydi. Hiç düşünmeden eğildim ve kollarımı ona doladım. Başını göğsüme yasladığında, o anın kutsallığı tüm kelimeleri susturdu.
Parmaklarım saçlarının arasında usulca gezinirken, başımı hafifçe eğdim ve alnına bir öpücük kondurdum.
“Leydim,” dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı. “Senin huzurun, benim huzurum. Ve senin gülümsemen, dünyanın en güzel duası.”
Umay, başını hafifçe kaldırıp gözlerimin içine baktı.
“Altay,” dedi, sesi sıcak bir melodi gibiydi. “Seni böyle görmek… insanın kendini evinde hissetmesi gibi.”
Onun bu sözleri, kalbimde bir yankı bıraktı.
“Leydim,” dedim, dudaklarımda hafif bir tebessümle. “Sen yanımdayken, her yer bir yuva. Ve bu dünyanın her anı, sadece seninle anlamlı.”
Masadaki diğerleri bizi sessizce izliyordu.
Ama o an, hiçbirinin varlığını hissetmiyordum. Sadece onun kokusu, sıcaklığı ve huzuru vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı anlar dua gibidir. Ve bu an, benim için en güzel duanın cevabıdır."
Umay’ın saçlarını okşarken, o tanıdık sıcaklık tüm varlığımı sarıyordu.
Dünyanın en güzel şiiri yanı başımdaydı, ve ben, kelimelerden yoksun bir şair gibi ona bakıyordum. “Yürüyelim mi?” dedim, sesim bir fısıltı kadar hafifti. “Yorgun değilsen, biraz yalnız kalalım.”
Umay, o büyülü gülümsemesiyle başını hafifçe yana eğdi ve yumuşacık bir “Olur,” dedi.
Parmaklarım usulca onun avucunu buldu, o narin eli sıkıca kavradım. Beraber, gecenin serinliğine doğru yürümeye başladık.
Otelin koyuna vardığımızda, denizin kokusu bir meltem gibi yüzümüze vuruyordu.
Ay ışığı, suların üstünde dans ediyor, dalgaların usulca kıyıya vurduğu yerde bir melodi yaratıyordu. Hiçbir şey söylemeden, bir şezlonga oturduk. Umay’ın elleri hâlâ ellerimdeydi.
Derin bir nefes aldım, denizin soğuk havasını içime çektim.
Ama ne deniz, ne yıldızlar, ne de ay… hiçbir şey Umay’ın o gülümsemesi kadar büyüleyici değildi. Başımı ona çevirdiğimde, gözleri bana dönüktü. O gözlerdeki sıcaklık, beni her şeyden koruyabilecek bir kalkan gibiydi.
Umay, yüzünde o sonsuz huzurla elini yanağıma koydu.
Parmakları hafifçe dokunurken, tüm dünya sessizleşti. “Seni çok bekledim, yakışıklı prensim,” dedi, sesi geceyi delen bir şiir gibiydi.
O an, kalbimde bir volkan patladı.
Gözlerimi ona diktim, nefesimi tuttum ve bir an için zamanın durduğunu hissettim. “Leydim,” dedim, kelimelerim titrek bir duadan farksızdı.
“Senin için gelmeyecek biri olamazdı. Ve ben, bütün hayatımı senin için gelmeye hazırladım.”
Umay hafifçe gülümsedi, parmakları yanağımda gezindi.
“Altay,” dedi, sesi o kadar yumuşaktı ki sanki yıldızların arasında yankılanıyordu. “Ben hep senin için bekledim. Ama senin geldiğin an, beklemenin en güzel kısmı oldu.”
Elimi onun elinin üzerine koydum, yüzümü o dokunuşun sıcaklığına yasladım.
“Leydim,” dedim, sesim fısıltıdan daha sessizdi. “Seninle olmak, bu dünyanın bütün eksik yanlarını tamamlıyor. Beklemek… seni bulmak için her şeye değerdi.”
Denizin o soğuk havası, onun sıcaklığında kaybolmuştu.
Ellerimiz birbirine dolanmış, gözlerimiz birbirine kilitlenmişti. O an, dünya yok olmuştu. Sadece o ve ben kalmıştık.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen beklemek, hayatın en güzel şiirini yazdırır. Ve bu şiir, Umay’ın sesiyle yankılanır."
Umay’ın gözlerindeki ışık, ay ışığını kıskandıracak kadar büyüleyiciydi.
O gülümsemesi, dalgaların ritmine karışıyor, gecenin sessizliğinde yankılanıyordu. Bir an durdum, ona baktım. Ve sonra içimdeki her şeyi bırakıp o büyülü anı kucakladım.
Hiç beklemediği bir anda, ellerimi beline doladım ve onu kucağıma aldım.
Hafifçe çığlık atarken, kahkahaları gecenin serinliğini bile ısıtıyordu. “Altay!” dedi, ama sesi daha çok mutluluğun yankısı gibiydi. O an, kollarımda dünyanın en değerli hazinesi duruyordu.
Biraz daha sıkı tuttum, hızla döndürmeye başladım.
Saçları havada uçuşuyor, kahkahaları denize çarpan dalgalar gibi etrafa yayılıyordu. “Altayım…” dedi, kahkahalarının arasında. “Seni seviyorum, aşkım!”
O sözler, kalbimde bir yıldırım gibi patladı.
Duraksamadan, düşünmeden, sadece hissettiğim gibi davrandım. Onu nazikçe yere indirirken, ellerim belinden ayrılmadı. Gözleri gözlerimdeydi; bir an için dünya yok oldu. Ve sonra… dudaklarım onun dudaklarına dokundu.
O öpücük, bütün yıldızları susturdu.
Deniz, ay ışığı, dalgaların sesi… hepsi geri çekildi. Sadece biz vardık. Sadece o anın büyüsü vardı. Dudakları sıcaktı, tatlıydı, ve her şeyden önce… aitlik hissiyle doluydu.
Umay, o an ellerini boynuma doladı.
Öyle bir sıcaklıkla sarıldı ki, kalbimdeki tüm duvarlar yıkıldı. “Altay,” dedi, nefesinin sıcaklığı dudaklarımda yankılanırken. “Seninle olmak, dünyanın en güzel şiirini yaşamak gibi.”
Ben, başımı hafifçe onun alnına yasladım.
“Leydim,” dedim, sesim bir fısıltı kadar hafifti. “Sen benim dünyamsın. Ve bu dünyada her şey, sadece seninle anlam kazanıyor.”
Umay, hafifçe gülümsedi ve gözlerini kapattı.
O an, yıldızlar bizim için dans ediyordu. Ve ben, onun kahkahalarını, dokunuşlarını ve varlığını tüm benliğimle hissettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu öpücük, bütün bekleyişlerin, bütün hayallerin cevabıydı. Ve sen, bu aşkın en güzel şairi oldun."
Ellerini avuçlarımın arasına aldığımda, parmaklarının sıcaklığı tüm bedenime yayıldı.
Başımı eğdim ve alnımı onun alnına yasladım. Aramızdaki mesafe, artık sadece bir nefes kadardı.
Gözlerim, onun o çikolata rengi gözlerinde kayboldu.
Her bakışı, içimde yeni bir şiir yazdırıyordu. Benim çimen rengi gözlerim, onun o büyülü derinliklerine karıştı. “Aşkım,” dedim, sesim titreyen bir melodi gibiydi. “Aşkım kalbimden fışkırıyor, Leydim. Sana doyamıyorum. Doymak mümkün mü?”
O an, Umay’ın gözleri doldu.
Birdenbire o parlak ışık yerini incecik yaşlara bıraktı. Kaşlarımı çattım, içimde bir sıkışma hissettim. “Ne oldu?” dedim, sesi titreyen bir endişeyle.
Hiç düşünmeden ellerimi beline doladım ve onu yeniden kucağıma aldım.
Onu sanki kırılacak bir cam parçasıymış gibi nazikçe taşıdım ve şezlonga oturup onu kucağımda tuttum. Parmaklarım yanaklarındaki yaşları sildi, dudaklarım o narin yanaklarına usulca dokundu.
“Söyle,” dedim, kalbim göğsümü parçalayacak gibi çarparken.
“Canını mı yaktım istemeden, bahar yüzlü sevgilim? Söyle, ne olur.”
Ama o, gözyaşlarıyla güldü.
Bir yandan ağlıyor, bir yandan o masum kahkahasıyla omzuma vuruyordu. “Aşkından ağlıyorum, koca herif,” dedi, sesi boğuk ama mutlulukla doluydu. “Aşkından. Senin cüssen gibi kocaman bu aşk. Ben ilk defa mutluluktan ağlıyorum.”
O an, içimde bir şeyler koptu, bir şeyler yeniden filizlendi.
Onu biraz daha sıkıca sarıp başımı onun saçlarına yasladım. “Leydim,” dedim, fısıltıdan bile hafif bir sesle. “Bu kalbin içinde senin adından başka bir şey yok. Ve o kalp, senin gözyaşlarını bile sevmeyi öğrendi.”
Umay, kollarını boynuma doladı ve yüzünü boynuma gömdü.
“Altay,” dedi, sesi bir duadan farksızdı. “Ben, bu koca cüsseli adamı ömrüm boyunca seveceğim. Ve bu sevgiyle ağlamaktan hiç vazgeçmeyeceğim.”
Gözlerimi kapattım ve onu daha sıkı sararken fısıldadım:
“Leydim, ben de senin için her gözyaşını, her kahkahanı, her nefesini birer yıldız gibi gökyüzüne dizerim. Ve o gökyüzü, sonsuza kadar bizim olur.”
O an, dalgaların sesi sustu, yıldızlar bile durup bizi izledi.
Ve ben, onun kokusunda, sıcaklığında, varlığında bir kez daha kayboldum.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu dünyada bazı anlar, sadece aşkın elleriyle yazılır. Ve bu an, o aşkın en güzel şiiriydi."
Umay, boynuma yaslanmış hâlâ sessizce ağlıyordu.
Ama bu, hüzünlü bir ağlayış değildi. Her gözyaşı, kalbimde bir mutluluk damlası gibi yankılanıyordu. Onun nefesi, boynumda bir dua gibi dolaşıyordu.
Elimi saçlarının arasında gezdirdim, o ipeksi dokuyu parmaklarımda hissettim.
“Leydim,” dedim, sesim fısıltıdan daha yumuşaktı. “Ağlıyorsun ama biliyorum, bu gözyaşları bir ömre bedel. Seni böyle sevebilmek, hayatımın en büyük şansı.”
Başını hafifçe kaldırdı, gözleri hâlâ ıslaktı ama o gülümseme… o gülümseme dünyanın en güzel sabahıydı.
“Altay,” dedi, sesi titrek ama sevgiyle doluydu. “Beni böyle güçlü kollarında tuttuğun sürece, hiçbir şeyden korkmam. Sadece bir şeyden korkuyorum…”
Kaşlarımı hafifçe çatıp yüzüne daha da yaklaştım.
“Neyden korkuyorsun, Leydim?” dedim, gözlerimi gözlerinden ayırmadan. “Bana söyle, seni koruyayım.”
O an, Umay’ın elleri yüzümü kavradı.
“Beni bu kadar sevip de bir gün vazgeçmenden korkuyorum,” dedi, sesi neredeyse bir çığlık kadar sessiz ama derindi. “Çünkü ben senden vazgeçemem, Altay. Asla.”
Gözlerim doldu, ama kendimi tuttum.
Ellerimi onun yüzüne götürüp yanaklarını avuçlarımın içine aldım. “Umay,” dedim, gözlerimin derinliğini ona göstermek istercesine. “Bu dünyada ne olursa olsun, senin için hissettiğim sevgi asla değişmez. Çünkü sen, benim ruhumun yıldızı, kalbimin rehberisin.”
Umay’ın gözyaşları yeniden aktı ama bu sefer, o gözyaşlarında huzur vardı.
“Altay,” dedi, dudaklarında bir tebessümle. “Sen, benim mucizemsin. Ve ben bu mucizeye sahip olduğum için her gün şükredeceğim.”
O an, başımı eğdim ve alnımı onun alnına yasladım.
Ellerimiz hâlâ birbirine kenetliydi. “Leydim,” dedim, “bu aşkın her nefesinde seni sevmeye yeniden başlayacağım. Ve her yeni gün, seninle bir mucize daha yaşayacağım.”
Umay, gözlerini kapatıp başını tekrar boynuma yasladı.
“Altay,” dedi, nefesi omzumda bir meltem gibiydi. “Beni hiç bırakma. Çünkü seninle bu dünya, cennet gibi.”
Dalgalar, kıyıya vurup çekiliyordu.
Ay ışığı, denizin üstünde bir tül gibi parlıyordu. Ama o an, ne ayın güzelliği, ne denizin melodisi, ne de dünyanın gürültüsü… hiçbiri Umay’ın kollarımdaki varlığı kadar gerçek değildi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu an, sonsuzluğun bir hediyesi. Ve sen, bu hediyenin en güzel kısmısın."
Umay’ın gözyaşları yavaş yavaş dindiğinde, başını omzumdan kaldırdı.
Gözlerindeki ışıltı, denizin yıldızları kıskandıracak kadar parlak dalgaları gibiydi. Sessizce ayağa kalktı, o narin haliyle kumlara doğru yürüdü.
Onu izliyordum.
Her adımı, sanki zamanı yavaşlatıyordu. Eğilip uzun bir çalı aldı ve kumlara eğildi. Ellerini ustalıkla hareket ettirerek yazmaya başladı.
“Ne yapıyor acaba?” diye düşündüm, ama gözlerim yazdığı kelimelerde takılı kaldı:
“Umay, Altay’a çok aşık.”
O an, içimde bir fırtına koptu.
Kalbim bir melodiyi baştan sona çalmış gibi hızla atmaya başladı. O yazıyı izlerken, Umay’ın kumlara bıraktığı o kelimelerin sadece birer harf değil, kalbimin en derin köşelerine işlenmiş birer mühür olduğunu hissettim.
Sessizce ayağa kalktım.
Adımlarım, kalbimde yankılanan bir ezgi gibi ona doğru hızlandı. Ve tam yazının başında durduğunda, ona arkasından sarıldım.
Kollarımı beline doladım ve göğsümü sırtına yasladım.
“Leydim,” dedim, sesim fısıltı kadar yumuşaktı. “Bu yazdığın, dünyanın en güzel gerçeği. Ve ben, bu gerçeği bir ömür boyu yaşamak istiyorum.”
Umay, hafifçe arkasına dönüp bana baktı.
Gözlerindeki mutluluk, ay ışığını gölgede bırakacak kadar büyüktü. “Altay,” dedi, dudaklarında bir tebessümle. “Ben sadece kalbimde hissettiğimi yazdım. Ama biliyorum, bu his hiçbir zaman değişmeyecek.”
O an, daha fazla dayanamadım.
Başımı hafifçe eğdim ve dudaklarıma kısa ama tarifsiz bir öpücük kondurdum. O öpücükte, onun nefesi, kokusu, sıcaklığı ve varlığı vardı.
Umay, ellerini boynuma doladı ve gülümseyerek konuştu:
“Altay, aşkımızı kumlara yazdım. Ama biliyorum ki bu aşk, yıldızlara kadar uzanacak.”
Başımı hafifçe yana eğip onun alnına bir öpücük kondurdum.
“Leydim,” dedim, dudaklarımda bir gülümsemeyle. “Seninle bu dünyadaki her şey sonsuz gibi. Ve ben bu sonsuzluğun içinde kaybolmaktan mutluyum.”
Umay, başını göğsüme yasladı.
Ve biz, kumlara yazılmış aşkımızın yanında, ay ışığının ve denizin sessiz melodisi eşliğinde birbirimize sarılıp kaldık.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı kelimeler, bir kalbe mühür olur. Ve senin yazdığın her kelime, benim için bir ömürdür."
Gecenin serinliği, üzerimize yıldızların sessizliğini bırakmıştı.
Denizin kokusu ve dalgaların fısıltısı eşliğinde konuşuyorduk. Saatler, bizim için durmuş gibiydi. Umay’ın her kelimesi, yeni bir hikâye gibiydi. En sevdiği şarkıları, çocukluğunda en çok sevdiği oyuncakları, hayallerini… Hepsini öğreniyordum. Her cümlesinde, onun dünyasında biraz daha kayboluyordum.
Bir ara gözleri hafifçe kapanır gibi oldu.
Sesi daha yavaş, daha nazik çıkmaya başlamıştı. Uykunun onu usulca ele geçirdiğini fark ettim. Gözlerindeki ışık, dalgın bir rüyanın kapısını aralar gibiydi.
Gülümseyerek elimi saçlarına götürdüm.
“Leydim,” dedim, sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşak tutarak. “Sanırım bu kadar yıldız yeter. Seni içeri götüreyim mi? Yoksa burada, gökyüzünün altında mı uyuyalım?”
Umay hafifçe doğrulup gözlerini ovuşturdu.
“Beni içeri götür, Altay,” dedi, sesi neredeyse bir çocuğun masumiyeti kadar saf. “Ama geceyi burada bitirmek istemiyorum.”
Ayağa kalktım ve elimi ona uzattım.
Parmaklarımız birbirine dolandı, onun sıcaklığı içime yayıldı. El ele tutuşup otelin yolunu tuttuk. Ay ışığı arkamızdan usulca ilerliyor, deniz bizi uğurluyordu.
Otele vardığımızda, girişin önünde durduk.
Umay, o narin yüzüyle bana bakıyordu. Ama gözlerinde, o masum gülümsemenin yerini bir hüzün almıştı. Ayrılık anı her zaman böyleydi; insan ne kadar az olsa da bu anı ertelemek isterdi.
Onun bu haline dayanamadım. Hafifçe eğildim, parmaklarımı çenesine dokundurup gözlerini yakaladım.
“Leydim,” dedim, sesim alçak ama anlamlarla doluydu. “Bir gün gelecek, otelin ayrı odaları olmayacak. Seninle aynı odada, aynı yatağı paylaşacağız. Ama…”
Bir adım daha yaklaştım, dudaklarım kulağının hemen yanında bir fısıltı gibi süzüldü.
“Emin ol, o gün geldiğinde uyumak senin için pek kolay olmayacak.”
Bu sözlerimle birlikte hafifçe geriye çekildim ve ona göz kırptım.
Umay’ın yüzü, bir anda kıpkırmızı kesildi. Gözlerini yere indirip hafifçe gülümsedi. “Altay,” dedi, sesi titrek bir mutlulukla. “Sen beni mahvedeceksin.”
Hiçbir şey söylemeden, gülümseyerek onun elini bıraktım.
Kapının eşiğinde durdu, bir an için arkasına dönüp baktı. O utangaç gülümsemesiyle hafifçe başını eğdi ve hızlıca içeri kaçtı.
O an, kalbimde bir ateş yandı.
Onun o hâli, o masum ama derin bakışları… Her şey beni biraz daha kendine çekiyordu. Başımı yukarı kaldırıp derin bir nefes aldım, geceyi dolduran yıldızlara baktım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bir gün, o yıldızların altında değil, onun kollarında kaybolacağım. Ve o an, bu dünyanın bütün saatleri duracak.’’
Odamın koridorunda ilerlerken sessizliğin içinde adımlarım yankılanıyordu.
Kafamda Umay’ın o masum gülümsemesi, sözleri, ve beni terk etmeden önceki o son bakışı vardı. Gecenin bu huzuruyla odama girip uyumak niyetindeydim. Ama kader, bana huzur vermeye niyetli değildi.
Furkan, koridorun ucunda karşıma çıktı.
O sinir bozucu sinsi bakışıyla gözlerini bana dikmişti. Kendinden emin bir tavırla duruyordu, ama boyu benim göğsüme bile zor geliyordu. İçimden “Altay, görmezden gel. Umay seni bekliyor. Bu herifle uğraşmaya değmez,” diye geçirirken, Furkan o zehirli sesiyle konuşmaya başladı:
“Ne oldu, Altay? Çok mu mutluydun? Sana bir şey söyleyeyim mi?”
Gözlerimi kıstım, ama sesimi çıkarmadım. Her kelimesi, içimdeki sabrı test ediyordu.
“Siz askerler sadık olamazsınız,” dedi, yüzünde o alaycı gülümsemeyle.
“Umay da senin ne mal olduğunu anlayacak. Sonra kimin kollarında sabahlayacağını göreceğiz. Benim kollarımda sabahlayacak, Altay. Sen sadece onun için bir oyunsun.”
O an beynimde bir şey koptu.
Gözlerim karardı, damarlarımda bir ateş yükseldi. Furkan’ın her kelimesi, beni bir adım daha çılgına çeviriyordu. O zehirli sözlerin sonunda, bir an bile düşünmeden ağzımdan şu cümle çıktı:
“Senin ananı avradını sikerim lan, pezevenk! Amına koyacağım senin!”
Bir anda ileri atıldım.
Koca bir dalga gibi üzerine çullandım. Boğazına yapıştım, o zayıf bedenini duvara çarptım. Çırpınıyor, ama gücüm karşısında hiçbir şey yapamıyordu.
“Umay’ı ağzına alırsan seni doğduğuna pişman ederim!” diye bağırdım.
Kafam zonkluyordu, yumruklarım istemsizce kalkıp inmeye başladı. Onun o küçümseyen suratını, her darbede biraz daha kanla kaplanırken gördüm.
Koridor, bir anda otelin gürültüsüyle yankılandı.
Birileri araya girmeye çalışıyordu. İlteriş’in sesi uzaktan geliyordu:
“Altay, bırak! Altay, kardeşim, öldüreceksin herifi!”
Ama hiçbir şey beni durdurmuyordu.
Furkan’ı duvardan duvara savurdum. Her nefeste, her bağırışında içimdeki öfke biraz daha alevleniyordu. O anda benim için dünyada sadece o ve benim yumruklarım vardı.
Sonunda İlteriş ve Mustafa Kemal, beni Furkan’ın üzerinden zorla aldılar.
Ellerim kan içindeydi, göğsüm hızla inip kalkıyordu. Furkan yerde, yarı baygın yatıyordu. Suratındaki kan, gözlerindeki korku… o alaycı bakışları yok olmuştu.
“Bir daha Umay’ın adını ağzına alırsan, seni mezara ben sokarım!” diye bağırdım, sesim koridorda yankılandı.
İlteriş, omuzlarımdan tutup beni sarsarak bağırdı:
“Altay, kendine gel lan! Bütün oteli ayağa kaldırdın! Bu herif için değmez, kardeşim! Değ-mez!”
Derin bir nefes aldım, ama içimdeki öfke hâlâ dinmemişti.
Gözlerimi Furkan’a diktim, o hâlâ yerde, kanlar içinde kıvranıyordu. Sonunda derin bir nefes aldım ve başımı geriye yasladım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu herif senin sabrını çaldı. Ama senin için asıl değerli olan, sabah yeniden Umay’ın gözlerine bakmak."
Ama o gece, o koridorda, sabrımı geri kazanmak için daha çok çaba göstermem gerektiğini biliyordum.
İlteriş’in burada olması beni hem şaşırttı hem de iyice gerdi.
Bir yandan içimde hâlâ kaynamakta olan öfkeyle baş etmeye çalışırken, diğer yandan onun bu kadar ani belirmesine anlam veremiyordum. “Sen neden buradasın lan?” dedim, sesim çatırdayan bir taş gibi sertti.
İlteriş, beni sıkıca omuzlarımdan tuttu ve o tanıdık alaycı tonuyla cevap verdi:
“Uzun hikâye, Altay. Sonra anlatırım. Ama bu ne hal oğlum? Bu zargana kim lan? Ne hale getirmişsin çocuğu, ölü gibi yatıyor!”
Kaşlarımı çattım, dişlerimi sıktım.
“Umay’ın adını ağzına aldı, İlteriş. Öyle bir aldı ki, ben kendimi tutamadım. Bir daha da tutamam, biliyorsun!”
İlteriş, derin bir nefes aldı ve beni bir adım geriye çekti.
“Bırakacaktın, Altay. Böyle her şeyini ortaya koyarak olmaz. Bunu ben bile biliyorum, sen bilmiyor musun? Ama…” dedi, Furkan’a dönüp alaycı bir bakış attı. “Şunu söylemeden geçemeyeceğim, helal olsun. Ne hale getirmişsin çocuğu! Kan revan içinde kalmış. Ama şimdi bırak, ben seni odana götüreyim.”
Protesto etmeye fırsat bulamadan kolumdan tuttu ve beni neredeyse sürükleyerek odaya soktu.
“Mustafa Kemal,” diye seslendi koridorun sonunda. “Ortayı hallet. Kimseyi burada görmek istemiyorum.”
Odamda ellerim hâlâ titriyordu. Lavabonun başına geçtim, ellerimdeki kanı yıkadım.
Sanki Furkan’ın yüzünden sıçrayan her damla, içimdeki öfkeyi bir tokat gibi hatırlatıyordu. “Bırakacaktın beni, İlteriş,” dedim, yüzüme su çarparken. “Anasını sikecektim o herifin! Daha işi bitmemişti!”
İlteriş, sırtını duvara yaslamış, beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Altay,” dedi, derin bir nefes alarak. “Tamam, haklısın. Ama böyle kafayı yersen kimseye faydan olmaz. O herif için değmez. Yarın sabah her şey yoluna girecek. Şimdi otur ve sakinleş!”
O sırada kapı çalındı.
İlteriş hemen kapıya yöneldi ve açtı. Kapıda Füsun Hoca vardı, kaşları çatılmış, ama sakin bir ses tonuyla:
“Burada ne oldu?” dedi.
İlteriş biraz geride durup bana döndü. Ben öne çıktım ve hiçbir şey gizlemeden her şeyi anlattım.
Furkan’ın ne dediğini, nasıl Umay’ın adını kirlettiğini, ve onun bu densizliğini nasıl ödediğini bir bir anlattım. Füsun Hoca, beni sessizce dinledi.
Sonunda başını salladı, yüzünde beklemediğim bir kararlılık vardı.
“Altay,” dedi, sesi yumuşak ama sert bir otorite taşıyordu. “Haklısın. Furkan haddini fazlasıyla aşmış. Ama şiddet çözüm değil. Yine de… sana şunu söyleyeyim, yarın sabah Furkan, arkeoloji ekibinden kovulacak. Böyle birinin burada yeri yok.”
O an, içimde bir rahatlama hissettim.
Ama öfkem hâlâ tam anlamıyla dinmemişti. Başımı hafifçe eğip derin bir nefes aldım. “Teşekkür ederim, hocam,” dedim. “Ama şunu bilin, Furkan gibi biri bir daha karşıma çıkarsa, aynı şekilde davranmaktan çekinmem.”
Füsun Hoca, bir şey demeden döndü ve kapıdan çıktı.
İlteriş, bana bir süre baktıktan sonra başını iki yana salladı. “Senin gibi birini Umay hakikaten zor idare ediyor, Altay,” dedi, gülümseyerek. “Ama biliyor musun? Her şeye rağmen haklısın. Umay’a laf eden herkesin sonu bu olmalı.”
Gözlerimi kapattım ve başımı yasladım.
İçimde hâlâ fırtınalar kopuyordu, ama bu sefer, Umay’ın varlığıyla sakinleşmeyi bekliyordum. “Altay,” dedim kendi kendime. “Bu savaşı kazanırsın, ama kalbini hep Umay’ın gülüşüyle sakinleştir.”
Kapının hızla açılmasıyla irkildim.
Başımı kaldırdığımda, Umay’ı gördüm. Gözleri yaşlarla dolmuş, nefesi kesik kesik bir halde içeri girdi. O an, içimde bir sıkışma hissettim. Hiç düşünmeden hızla ayağa kalkıp kollarımı ona doladım.
“Leydim,” dedim, sesim yumuşak ama endişeyle doluydu. “Neden ağlıyorsun? Kim canını sıktı? Söyle bana.”
Umay, kollarımda hafifçe titriyordu.
Başını göğsüme yasladı, ama gözleri ellerime kaydı. Bir an için nefesini tuttu, sonra yeniden ağlamaya başladı.
“Altay…” dedi, sesi titrek ve kederle doluydu. “Füsun Hoca anlattı her şeyi. Ellerini… ellerini bu hale getirmişsin.”
Bir an afalladım.
Kaşlarımı çattım ve ellerime baktım. Kan kurumuştu, ama hâlâ çatlamış yerlerden ince sızılar vardı. O an, Umay’ın ağlamasının sebebini yanlış anladım.
“Umay,” dedim, yüzümü hafifçe eğerek. “Bak, Furkan’ı umursama. Onun hak ettiğini aldığını biliyorsun. Üzülme artık, tamam mı? Ben hallettim.”
Umay, başını kaldırıp yüzüme baktı.
Gözlerinde öfke ya da suçlama yoktu. Ama o yaşlarla dolu gözleri, beni bir anda susturdu. “Altay,” dedi, sesi bir fısıltı kadar hafifti. “Ben Furkan için değil, senin için ağlıyorum.”
O an içimde bir şeyler yerinden oynadı.
“Benim için mi?” dedim, şaşkınlıkla. “Leydim, ben iyiyim. Ellerim de bir şey değil. Bak, geçer bunlar.”
Umay, ellerimi tutup dikkatlice inceledi.
Parmaklarının o narin dokunuşuyla, kanayan yerlerim yeniden sızladı. Ama acı, o dokunuşun şefkatiyle yok oluyordu. “Altay,” dedi, gözlerinden yeni yaşlar süzülürken. “Ellerine zarar verdiğin için kendime kızıyorum. Bunlar senin ellerin, benim için en değerli şeylerden biri. Kendine böyle davranma.”
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
“Leydim,” dedim, başımı onun alnına yaslayarak. “Benim ellerim senin için kanasa ne olur, Leydim? Seni korumak için canımı bile veririm. Ama lütfen, beni böyle ağlarken görmeyeyim. Çünkü senin bir gözyaşın, benim tüm yaralarımdan daha fazla acıtır.”
Umay, başını hafifçe geriye çekip gözlerimin içine baktı.
“Altay,” dedi, dudakları hafifçe titriyordu. “Benim seni korumam gerek, senin beni değil. Ellerini böyle görmek… kalbimi parçalıyor.”
O an ellerimi onun ellerinden kurtarıp yüzüne dokundum.
“Leydim,” dedim, sesim alçak ama kararlıydı. “Senin kalbin sağlam oldukça, benim ellerim iyileşir. Seni korumak, benim için bir görev değil. Bu, kalbimin verdiği bir emirdir.”
Umay, dudaklarını sıkıp yeniden boynuma sarıldı.
“Altay,” dedi, omzuma yaslanarak. “Senden daha büyük bir kalp yok bu dünyada. Ama lütfen, bundan sonra kendini bu kadar harap etme. Çünkü senin canın yandığında, benim de canım yanıyor.”
Onu biraz daha sıkı sardım.
“Leydim,” dedim, fısıldayarak. “Sana söz veriyorum. Bundan sonra her darbeyi iki kere düşüneceğim. Ama sadece senin yüzünden.”
Umay, hafifçe gülümseyerek başını göğsüme yasladı.
Ve o an, içimdeki tüm öfke, yerini sadece onun huzuruna bıraktı.
Umay’ın sıcaklığı, kollarımda tüm dünyayı susturmuştu.
Göğsüme yaslanmış, derin nefesler alıyordu. Her nefesi, kalbime dokunan bir melodi gibiydi. Onu biraz daha sıkıca sardım, sanki dünyanın tüm dertlerinden korumak ister gibi.
“Leydim,” dedim, sesim artık fısıltı kadar hafifti. “Sen yanımdayken, her şeyin bir anlamı var. Ama böyle üzgün görünmen… bu dünyayı karartıyor.”
Başını hafifçe kaldırdı ve gözlerini bana dikti.
O çikolata rengi gözler, içimdeki tüm savunmaları yerle bir ediyordu. “Altay,” dedi, dudaklarında hafif bir tebessümle. “Beni koruyorsun, anlıyorum. Ama bu kadar yükü tek başına taşıma. Birlikte olduğumuz sürece, bu hayatın yükünü de paylaşacağız. Sadece ben seni değil, sen de kendini koruyacaksın. Anlaştık mı?”
Gözlerimde bir gülümseme belirdi, ama yine de kendimi tutamadım.
“Anlaştık,” dedim, sonra eğilip alnına hafif bir öpücük kondurdum. “Ama bu, seni her zaman önceliğim yapmama engel değil, Leydim. Sen benim yıldızım, rehberim, ve dünyamsın.”
Umay, bu sözlerim karşısında utangaç bir gülümsemeyle başını omzuma yasladı.
“Altay,” dedi, sesi bir duadan farksızdı. “Seninle olduğum her an, kendimi en güvende hissettiğim yerdesin. Ama… şu ellerine biraz daha dikkat etsen hiç fena olmaz.”
Gülerek başımı iki yana salladım.
“Ellerim,” dedim, ellerimi nazikçe onun ellerinin arasına bırakırken. “Bundan sonra sadece seni tutmak için var olacak. Söz veriyorum.”
O an, gözlerini yeniden bana dikti.
Gözlerinde hâlâ hafif bir ışıltı vardı. “Altay,” dedi, dudaklarında tatlı bir kıkırdamayla. “Beni her seferinde böyle laflarla etkileyemezsin. Bir gün seni zorlayacağım, haberin olsun.”
Kahkaha atmaktan kendimi alamadım.
“Leydim,” dedim, başımı hafifçe yana eğerek. “Sen ne dersen de, benim için hep dünyanın en güzel mucizesi olacaksın. Ama merak etme, zorladığın gün bile, seni sevmekten hiç vazgeçmeyeceğim.”
Umay, başını tekrar göğsüme yasladı.
Ve o an, odadaki her şey sessizleşti. Sadece onun nefesi, kalbimin ritmine eşlik ediyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bir insan, senin tüm savaşlarını bitirir. Ve Umay, benim tüm savaşlarımın cevabı."
Umay, ellerimi avuçlarının arasına aldı ve beni lavaboya doğru çekti.
Hiçbir şey söylemeden peşinden gittim, ama içimde tarifsiz bir sıcaklık vardı. Onun bu narin ve kararlı hali, kalbimde yankılanan bir dua gibiydi.
Lavabonun başına geldiğimizde, suyun ısısını kontrol etmek için parmaklarını musluğun altına soktu.
O kadar dikkatli ve özenliydi ki, dudaklarımda kendiliğinden bir gülümseme belirdi. “Leydim,” dedim, hafif bir alayla. “Beni hasta çocuğun gibi mi görüyorsun? Bu kadar nazik olmasan da olur.”
Umay, kaşlarını hafifçe kaldırıp göz ucuyla bana baktı.
“Altay,” dedi, sesi sakin ama kararlıydı. “Senin ellerin benim için kıymetli. Bu kadar sert davranmana izin veremem.”
Musluğu açıp ellerimi nazikçe suyun altına soktu.
Parmaklarının dokunuşu o kadar yumuşaktı ki, sanki ellerimi değil, kalbimi tutuyordu. Ben ise gözlerimi ondan ayıramıyordum.
Ellerimi yıkarken başımı hafifçe eğdim ve yanağına bir öpücük kondurdum.
O tatlı kıkırdaması hemen yankılandı. “Altay, sabit dur,” dedi, gülümseyerek. “Ellerini temizlemeye çalışıyorum.”
Ama durmadım.
Her fırsatta yanağına bir öpücük daha konduruyordum. Her öpücükte içimden, ‘Bu bir şifa,’ diye geçiriyordum.
Umay, ellerimi yıkamayı bitirdiğinde, musluğu kapatıp bir kağıt havlu aldı.
Ellerimi o narin dokunuşlarla kurulamaya başladı. O kadar nazikti ki, ellerim sanki pamuklara sarılmış gibi hissettim.
Kurulamayı bitirdiğinde, ilterişten istediği ilk yardım çantasını açtı.
Kremi dikkatlice ellerime sürdü, her hareketi sanki bir ritüel gibiydi. Lavabonun kenarına yaslanmış, onu izliyordum. Ama boş durmadım; yanağına bir öpücük daha kondurdum.
“Altay,” dedi, gülerek ama sitem eder gibi.
“Durmazsan kremi düzgün süremeyeceğim.”
“Leydim,” dedim, gözlerim onun o çikolata rengi gözlerine bakarken.
“Her öpücükte biraz daha iyileşiyorum. Sana söz veriyorum.”
Umay, gözlerini devirdi ama gülümsedi.
Kremi nazikçe sürdükten sonra sargı bezini çıkardı ve ellerimi sarmaya başladı. Her hareketi, içimdeki fırtınaları dindiriyordu.
Sonunda sargıyı sıkıca bağladı ve sargının üzerinden ellerime küçük bir öpücük kondurdu.
Bu hareketi, kalbimde tarifsiz bir yankı bıraktı. Onun dudaklarının dokunduğu her yer, sanki yeniden doğmuş gibi hissediyordu.
Ona baktım, başımı hafifçe eğip usulca konuştum:
“Leydim, senin ellerin bir mucize. Ama asıl mucize, senin bana olan sevgin.”
Umay, hafifçe gülümseyerek gözlerini yere indirdi.
“Altay,” dedi, sesi yumuşacık bir melodi gibiydi. “Senin ellerini tutmak, benim için en büyük huzur.”
O an, başımı hafifçe eğip alnını öptüm.
“Leydim,” dedim, sesim bir fısıltı kadar hafifti. “Senin huzurun, benim dünyam.”
O gece, ellerim sargılar içinde ama kalbim Umay’ın dokunuşlarıyla sarılmıştı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu dünya ellerimle değil, onun sevgisiyle taşınır."
Umay, gözyaşları hâlâ hafifçe parlayan gözleriyle bana baktı.
Son bir gülümseme bıraktı dudaklarında, ardından yavaşça döndü ve odasına doğru yürümeye başladı. Onun o zarif adımlarını izlerken, içimde tuhaf bir boşluk hissettim.
Bir adım attım, ardından durdum.
“Altay, bırak gitsin,” dedim kendi kendime. “Onun dinlenmesi gerek. Ama şu an her şeyden çok onu kollarımda tutmak istiyorum.”
Kapısı kapandığında, derin bir nefes aldım.
Kalbimdeki ağırlığı bastırmaya çalışıyordum. “Tamam Altay,” dedim, kendimi toparlamaya çalışarak. “Biraz sabır. O da senin gibi bu geceyi düşünüyor olacak.”
Odaya döndüğümde, tabii ki İlteriş karşımdaydı.
Bir elinde telefon, diğer elinde boş bir bardakla bana bakıyordu. Gözlerindeki o muzır ifadeyi görür görmez başıma geleceği anladım.
“Vay be, Altay,” dedi, sesiyle dalga geçer gibi. “Leydi gitti ama senin suratındaki bu aptal gülümseme hâlâ yerinde. Ne oldu, sevgili yüzbaşı? Romantizmin doruklarına mı ulaştınız?”
Kaşlarımı kaldırıp ona sertçe baktım.
“İlteriş,” dedim, sesimde açık bir uyarı vardı. “Şimdi sus. Yoksa sabah kahvaltısında tost yerine seni yiyeceğim.”
Ama tabii ki İlteriş susmadı.
“Bak, bak, sinirlenme hemen,” dedi, gülerek. “Bana göre sen bu işin sonunu getirmişsin. Leydi seni iyice yola getirmiş. Eskiden bu kadar kibar biri değildin, Altay. Baksana, aşk adamına dönmüşsün.”
Başımı iki yana salladım ve derin bir nefes aldım.
“İlteriş,” dedim, sakin kalmaya çalışarak. “Sen gerçekten sınırları zorlayan bir adamsın. Umay’ı düşünmemden sana ne? Kendi işine bak.”
Ama ne kadar konuşursa konuşsun, aklım sürekli Umay’a dönüyordu.
O çikolata rengi gözler, yanaklarındaki hafif kızarıklık, odasına gitmeden önce bıraktığı o gülümseme… Her şeyiyle zihnimdeydi. İlteriş konuşuyordu, ama onun sesi arka planda kalan bir uğultu gibiydi. Umay’ın vedasındaki sessizlik, aklımdan çıkmıyordu.
İlteriş bir an sustu ve yüzüme dikkatlice baktı.
“Altay,” dedi, bu sefer sesinde alay değil, bir parça ciddiyet vardı. “Şaka bir yana, seni böyle görmek güzel. Ama unutma, Umay senden güçlü olmanı bekliyor. O gözyaşları boşuna değildi. Ne yapıyorsan, onu düşünerek yap.”
Gözlerimi yere indirip derin bir nefes aldım.
Belki de söylediklerinde haklıydı. “Biliyorum, İlteriş,” dedim, kendimden emin bir tonla. “Onun mutluluğu benim için her şeyden önce geliyor. Ve bu yüzden, ne gerekiyorsa yapacağım.”
O an, sessiz bir köşeye geçtim.
Elimi cebime attım ve onun bana verdiği o küçük ısıtıcıyı hissettim. Hâlâ sıcaktı. Tıpkı onun varlığı gibi… bir anlığına uzaklaşmış, ama hâlâ kalbimin tam ortasındaydı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu gece uzun olacak. Ama onun varlığı, seni her sabaha hazır hale getirecek."
Sabahın serinliğinde nefesim buhar gibi önümde yükseliyordu.
Adımlarım düzenli bir ritimle asfaltı dövüyordu. Saat tam altıydı ve ben askeri disiplinin bir gereği olarak günün ilk görevini yerine getiriyordum: koşu. Sessizlik, güneşin doğuşuyla usulca yırtılıyordu.
Koşunun ortasında, bir grup genç kızın bana doğru ilerlediğini fark ettim.
Bir anlık tereddütle hızımı azalttım, ama onlar yolumu kesmeye kararlıydı. “Affedersiniz, siz asker misiniz?” diye sordu biri, yüzünde heyecanlı bir gülümsemeyle.
Başımı hafifçe eğdim, yüzümdeki ciddiyeti bozmadan cevap verdim.
“Evet,” dedim, kısa ve net. Ama bu, onların ilgisini daha da artırmıştı.
“Ne kadar fit görünüyorsunuz! Bu kadar koşuya nasıl dayanıyorsunuz?” dedi bir diğeri.
“Biraz sohbet edelim mi?” diye ekledi bir başkası, gözlerinde açık bir merakla.
Kendimi bu soruların arasında bulmuştum.
Askeri duruşumu bozmamaya çalışarak kısa ve mesafeli cevaplar veriyordum. Ama içimden, “Allah’ım, bu sabah neden böyle başladı?” diye geçiriyordum.
Tam o anda, arkamdan bir ses duyuldu.
O ses, kalbimin ritmini bir an için durdurdu. “Altay!”
Dönüp baktığımda, Umay’ı gördüm.
Saçları sabahın ışığında parlıyordu, gözleri bir parça öfkeli, ama dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Hızla yanıma geldi ve kalabalığın arasına daldı.
Kızlara dönerek sesi sakin ama kararlı bir tondaydı:
“Burada ne oluyor? Bu adam benimle evli, benim kocam. Basın gidin işinize!”
Kızlar şaşkınlıkla birbirlerine baktı, sonra hızla dağıldılar.
Umay, onların uzaklaşmasını izledikten sonra bana döndü. “Altay,” dedi, sesi hâlâ kıskançlığın tatlı bir yankısını taşıyordu. “Sabah sabah neden başına bela alıyorsun?”
Gülümsememi tutamadım.
Onun bu kıskanç hali, kalbime tatlı bir dokunuş gibiydi. “Leydim,” dedim, ellerimi nazikçe beline dolayarak. “Ben hiçbir şey yapmadım. Ama senin ‘kocam’ demen beni bu sabahın kahramanı yaptı.”
Umay’ın yanakları hafifçe kızardı.
“Altay,” dedi, sanki biraz utanmış gibi. “Senin başını derde sokmalarına izin veremezdim.”
O an, eğilip dudaklarına bir öpücük kondurdum.
“Günaydın, karıcım,” dedim, gülümseyerek. “Bu sabahı güzelleştirdiğin için teşekkür ederim.”
Umay, başını hafifçe yana eğip gülümsedi.
“Seninle bu sabahlar hep güzel olacak, Altay,” dedi, sesi bir melodi gibi.
O an, güneşin ilk ışıkları üzerimize vurdu.
Ve ben, o sabahın sadece bir başlangıç değil, Umay’la geçireceğim sonsuz sabahların habercisi olduğunu hissettim.
Umay, hafifçe iç çekerek yanımda yürüyordu.
Ellerimiz, sabahın serinliğinde birbirine kenetlenmişti. Sessizliğin içinde sadece a “Umay,” dedim, sesimde hafif bir sitemle. “Biraz daha uyusaydın keşke. Daha saat çok erken… Kendini bu kadar yoruyorsun.”
Gözlerim, onun sabahın serinliğinde hafifçe üşüyen yüzüne kaydı.
Ama o yüzün ardında, her zamanki gibi sıcak bir sevgi vardı. Bana baktığında, endişesinin ardına gizlenmiş o zarif gülümsemeyi görebiliyordum.
Umay, hafifçe başını salladı ve elimi biraz daha sıkıca tuttu.
“Altay,” dedi, sesi yumuşak ama kararlı. “Sabahları seviyorum. Özellikle seninle yürüyeceksem.”
Sözleri, içimde bir sıcaklık yarattı.
Onun bu kararlılığına, bu küçük ama büyük sevgi gösterisine hayran kalmamak elde değildi. Hafifçe gülümseyip başımı salladım. “Leydim,” dedim, gözlerimde bir parça muziplikle. “Sen böyle konuşunca, sabahlar daha anlamlı oluyor. Ama yine de dinlenmene dikkat et. Benim için önemlisin.”
Umay, hafifçe omzunu silkti ve gülümseyerek başını gökyüzüne çevirdi.
“Altay,” dedi, derin bir nefes alarak. “Ben senin yanındayken hep dinleniyorum zaten.”
Adımlarımızın ritmi duyuluyordu.
“Seninle zaman geçirmek istiyorum. Biliyorsun, kazı alanında herkes işine dalıyor. Çoğu zaman sadece uzaktan bakışabiliyoruz.”
Sözleri bir anda içimi burktu.
Onunla her anı paylaşma isteğim, bu sabahın sessizliğinde bir kez daha güçlendi. Ama asıl dikkatimi çeken, konuşurken dudaklarını büzmesiydi. O büzülen dudaklar, tüm ciddiyetini kaybedip sevimli bir itirafa dönüşmüştü.
Eğildim, o dudaklarını iki parmağımın arasına aldım.
Yavaşça eğilip hafifçe öptüm. “Leydim,” dedim, gözlerimde hafif bir muziplikle. “O zaman beraber koşalım. Ama bir oyun oynayalım.”
Umay kaşlarını hafifçe kaldırıp merakla sordu:
“Ne oyunu?”
Gözlerimde bir ışık belirdi.
“Ben bir kurt olayım,” dedim, sesimi biraz daha alçaltarak. “Sen de minik bir tavşan. Ama dikkat et, fazla hızlı koşma. Yaşlı bir kurdum ben.”
Umay, kahkahasını tutamadı.
“Yaşlı kurt ha?” dedi, gözlerini kısarak. “O yaşlı kurt beni yakalayabilecek mi bakalım?”
Göz kırptım ve hafifçe geri çekildim.
“Hazır mısın, Leydim?” dedim, sesim bir meydan okuma gibiydi. “Şimdi kaç!”
Umay, kahkahalar içinde koşmaya başladı.
Ben de hemen peşine düştüm. Adımlarımız, sabahın sessizliğini bozuyor, nefeslerimiz havada yankılanıyordu.
Onun zarif adımları, sabahın serinliğinde bir melodi gibiydi.
Ben ise bir an olsun gözlerimi ondan ayıramıyordum. Koşarken dönüp bana baktığında, yüzündeki o mutluluk, kalbimde tarifsiz bir sıcaklık bıraktı.
Sonunda bir ağacın altına geldiğinde, durup arkasını döndü.
Nefesi kesilmişti, ama gözlerinde o muzip gülümseme hâlâ vardı. “Yakala bakalım, yaşlı kurt!” dedi, nefes nefese.
Adımlarımı yavaşlatıp ona yaklaştım.
“Leydim,” dedim, eğilip gözlerine bakarken. “Tavşanı yakaladım. Ama şimdi ne yapacağımı bilmiyorum.”
Umay, gülümseyerek başını eğdi.
“Belki tavşan sana teslim olur,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi.
Ellerimi beline doladım ve onu kendime çektim.
“Leydim,” dedim, dudaklarımı onun dudaklarına yaklaştırırken. “Tavşanı yakalamak kolaydı. Ama onu sevmek… işte asıl mucize bu.”
O sabah, kurt ve tavşan, yıldızların altından sabahın serinliğine taşınan bir hikâyeyi yazdı.
“Hadi bakalım,” dedim, sesimde hafif bir şefkat tonuyla. “Sıcak bir duş al, sonra holde buluşalım. Ama sıkı giyin, tamam mı? Ve saçını iyi kurut.”
Umay, kollarımın arasında gülümseyerek başını hafifçe salladı.
O an, ona olan sevgim bir kez daha tüm varlığımı sardı. Bu kadını korumak, kollamak, onun her anında yanında olmak… işte hayatımın en önemli görevi buydu.
Umay, kollarımdan hafifçe sıyrılıp arkasını döndü.
Adımları yavaş ve zarifti. O giderken, gözlerim istemsizce onun ardından kaydı. Saçlarının hafif dalgaları, sabahın ilk ışıklarında parlıyordu. “Leydim,” diye fısıldadım kendi kendime. “Her adımın bir melodiden farksız.”
Kapısı kapanır kapanmaz, derin bir nefes aldım ve kendi odama yöneldim.
Kafamda hâlâ onun sıcaklığı vardı. Bir an durup aynaya baktım. Dudaklarımda bir gülümseme, gözlerimde hafif bir yorgunluk vardı. Ama bu yorgunluk tatlı bir histi; Umay’ın varlığı, her şeyin üzerini örtüyordu.
Odamın kapısını kapatıp banyoya girdim.
Sıcak suyun altına girdiğimde, tüm düşüncelerim suyun buharıyla birlikte dağıldı. Umay’ın yüzü, sesi, o gülümsemesi… her şey suyun sıcaklığıyla zihnime yeniden yerleşti.
“Altay,” dedim kendi kendime, gözlerimi kapatarak. “Hayatın en güzel görevini almışsın. Bu kadını mutlu etmek, sana bahşedilen en büyük onur.”
Duştan çıkarken, aynadaki buğulu görüntüme baktım.
Kendi kendime gülümseyip havluyu aldım. “Hadi bakalım, Leydim bekliyor,” dedim. “Ve bir dakika bile bekletmek istemiyorum.”
Saçlarımı kurutmayı bitirdiğimde, koridorda yankılanan sessizlik bana fazla gelmişti.
Odanın içinde bir ileri bir geri dolandım. Sonra aklıma o iki asalak geldi: İlteriş ve Mustafa Kemal. Bizimle geldiler, ama bir zahmet kalkıp işlerini yapsınlar, değil mi?
Önce Mustafa Kemal’in yanına gittim.
Sessizce yaklaşıp omzuna hafifçe dokundum. “Kalk lan,” dedim, sesim alçak ama netti. “Koca herif, hâlâ uyuyorsun. Görev başlıyor.”
Gözlerini hemen açtı, sanki kalkmayı bekliyormuş gibi.
“Komutanım,” dedi, hafifçe gülümseyerek. “Uyuyordum ama görev deyince akan sular durur.”
Kafamı salladım. “Hadi, git hazırlan,” dedim. “Ama bu kadar kolay kalkman, biraz garip. Sen gizlice nöbet mi tuttun, Kemal?”
O da alaycı bir şekilde güldü. “Yok komutanım, alışkanlık işte. Zaten siz dürtmeseydiniz, içimden bir şey uyan derdi.”
Mustafa Kemal’i uyandırmak fazla kolaydı. Ama sıra İlteriş’e geldiğinde işler değişti.
Yanına yaklaşıp omzunu dürttüm. “İlteriş,” dedim, biraz daha sert bir sesle. “Kalk oğlum, görev var.”
Bir kıpırtı bile yoktu.
Sanki duvarı dürtüyordum. Biraz daha bastırdım. “Kalk lan İlteriş! Geldin, geldin ama sadece yatmaya mı geldin? Peşimize takıldıysan görevini yapacaksın!”
O hâlâ kıpırdamıyordu.
Böyle durumlarda sabrımın ne kadar ince olduğunu biliyordum. “Tamam,” dedim kendi kendime. “Sen istedin.”
Hemen gidip buzlu su dolu bir bardak hazırladım.
Ona yaklaşırken içimde garip bir keyif vardı. “İlteriş,” dedim, bardağı başının üzerine kaldırarak. “Son uyarım. Kalk yoksa sabah duşunu ben veriyorum.”
Tabii ki kalkmadı.
Ve ben de suyu bir anda başından aşağı döktüm. Buz gibi su, saçlarından aşağı süzülürken, yataktan anında fırladı.
“LAN ALTAY!” diye bağırdı, yerinden sıçrayarak. “NE YAPIYORSUN BE ADAM?”
Gülmemek için kendimi zor tuttum.
“Ne yapıyorum belli değil mi, İlteriş? Seni kaldırıyorum. Hem ne bu nazlanma? Kalkıp görevini yapacaksın. Biz burada eğlenmeye gelmedik.”
O, saçlarından süzülen suyu silerken, yüzü hâlâ uyku mahmurluğuyla doluydu.
“Böyle görev mi olur Altay?” dedi, homurdanarak. “Ben bu sabah kahvaltıya kadar uyuyacaktım.”
Kahkaha atmaktan kendimi alamadım.
“Uyanınca kahvaltı mı? İlteriş, sen resmen tatil moduna girmişsin. Hadi kalk, hazırlan. Yoksa biraz daha buzlu su bulup dökeceğim.”
Mustafa Kemal kapının eşiğinde bizi izlerken kıkırdamaya başladı.
“Komutanım,” dedi, hafif bir sırıtmayla. “Benim İlteriş’in yerinde olmamı ister miydiniz?”
Gözlerimi devirdim. “Yok oğlum, sen zaten uslusun. Ama bu adam,” dedim, İlteriş’i işaret ederek, “bir sabah rahat bırakılmayı hak etmiyor.”
İlteriş’in homurdanmaları arasında, hepimiz güne başlamaya hazırdık.
Ama o sabah, İlteriş’in kafasındaki su damlaları, bana göre günün en tatlı intikamıydı.
Kahvaltı yapılacak salonun kapısına yaslanıp Umay’ı bekledim.
Umay’ın o güzel sesiyle irkildim.
Omuzlarıma binen iki narin el ve ardından gelen yumuşak bir fısıltı: “Bil bakalım ben kimim?”
Gözlerim kapalı, ama yüzümde bir muzip gülümseme vardı. “Bu güzel eller,” dedim, sesimi bilerek düşünceli çıkartarak. “Bu pamuk gibi parmaklar… Bence sen…”
Bir an durdum, sonra sesimi biraz daha ciddi bir tona bürüyerek ekledim:
“Sudesin!”
Omuzlarımda duran eller bir anda kalktı.
Sonra hızla önüme geçti ve o çikolata rengi gözleriyle bana öyle bir baktı ki, “Altay, yandın oğlum,” diye düşündüm.
Umay’ın kaşları çatılmıştı, gözleri kısıktı ve sesi neredeyse bir komut gibiydi:
“Sude kim lan?”
O kadar ciddiydi ki, kendimi tutamadım.
Bir anda kahkahalara boğuldum. Ömrümde ilk defa bu kadar içten ve uzun güldüğümü fark ettim. “Leydim,” dedim, gülmekten gözlerimden yaşlar gelirken. “Sence senin olduğunu anlamayacak kadar kalas mıyım ben? Allah aşkına, ne Sudesi?”
Ama o hâlâ ciddiydi.
Kollarını göğsünde birleştirmiş, ayağını hafifçe yere vuruyordu. “Altay, seni çok fena döverim,” dedi, sesi hâlâ sert ama gözlerinde o muzip ışık beliriyordu.
Onun bu haline daha fazla dayanamadım.
Bir adım attım, kollarımı beline doladım ve onu bir çırpıda havaya kaldırdım. “Leydim,” dedim, yüzümde hâlâ o muzip gülümsemeyle. “Beni korkutacağını mı sandın? Seni bir Sudeyle karıştıracağımı mı gerçekten düşündün?”
Umay, kahkaha atmamak için dudaklarını ısırıyordu.
Ama gözlerinde, her şeyin şakadan ibaret olduğunu anlamıştım. “Altay, indir beni,” dedi, ama sesi sert olmaktan uzaktı.
Hafifçe yanağını öpüp onu yere bıraktım.
Sonra eğilip yüzüne baktım. “Sude falan yok, Leydim. Ama senin şu sinirlenmiş halini görmek paha biçilemez.”
Umay, sonunda dayanamayıp hafifçe gülümsedi.
Ama bir yandan da parmağını sallayarak, “Bir daha böyle bir şey yaparsan…” diye tehdit etmeye çalıştı.
Ben ise kahkahalarla masaya oturdum.
“Leydim,” dedim, nefesimi toparlamaya çalışırken. “Sen bana ömrümdeki en güzel sabahı yaşattın. Teşekkür ederim.”
O an, Umay’ın siniri tamamen geçmişti.
Ama içimden, “Altay, yine de bu konuyu fazla kurcalama,” diye geçiriyordum. Çünkü Umay’ın gözlerindeki o tehdit ışığını unutmak mümkün değildi!
Umay’la kahvaltımızın tam ortasındaydık.
Onun tabağına bir şeyler koymayı nihayet bırakmış, kendi yemeğime odaklanmaya çalışıyordum. Ama itiraf edeyim, aklım hâlâ onun büzülen dudaklarında ve sitem dolu bakışlarındaydı. “Altay,” diye söylenişi bile kulaklarımda yankılanıyordu.
Tam o sırada, tanıdık iki ses kahvaltı salonunun kapısında yankılandı.
“Afiyet olsun!” dedi İlteriş, o kendine has yüksek ve enerjik tonuyla. Mustafa Kemal de hemen arkasındaydı, elinde tuttuğu kitabı bir an bile bırakmadan masaya doğru yürüdü.
Umay hafifçe gülümseyerek, “Buyurun,” dedi.
Ama benim yüzümde tam bir “Yine mi bunlar?” ifadesi vardı. Kendi kendime, ‘Bir kahvaltıyı da huzur içinde yapamayalım,’ diye düşünmeden edemedim.
Mustafa Kemal, masaya oturur oturmaz elindeki kitabı açtı.
Gözleri heyecanla parlıyordu. “Komutanım,” dedi, bana doğru dönerek. “Yunan mitolojisinde Zeus’un Semele’ye olan aşkını biliyor musunuz? Bugün bunu tartışmak istiyorum.”
Kaşlarımı hafifçe kaldırıp Umay’a baktım.
O, Mustafa Kemal’in bu heyecanına gülümseyerek karşılık verdi. “Semele, Zeus’un yıldırımlarından etkilenip yanan kadın, değil mi?” dedi, konuya hızlıca dahil olarak.
Ben ise derin bir nefes alıp tabaktaki zeytine uzandım.
“Gene başladı mitoloji fırtınası,” diye mırıldandım kendi kendime. İlteriş, bu durumu eğlenceye çevirip omzuma vurdu. “Altay, bırak Allah aşkına. Mitoloji iyi gelir, zihni açar.”
Mustafa Kemal heyecanla anlatmaya başladı:
“Semele, Zeus’tan bir çocuğu olan ölümlü bir kadındı. Ama Hera kıskançlık krizine girip, onu kandırdı. Zeus’a kendini gerçek formunda göstermesini söyletti ve…”
Ben, gözlerimi devirdim.
“Ve Zeus da aptal gibi gerçek formunda görünüp Semele’yi yaktı, değil mi?” dedim, araya girerek.
Mustafa Kemal bana döndü, kaşlarını kaldırarak.
“Komutanım, mitolojiyi bu kadar basite indirgemeyin. Zeus’un aşkı büyüktü. Ama Semele’nin cesareti daha büyüktü. O bir ölümlüydü ve bir tanrıyı görmeyi talep etti!”
Umay gülümseyerek Mustafa Kemal’e döndü.
“Bence Zeus’un Semele’ye olan aşkı kadar, Semele’nin bu cesareti de etkileyici,” dedi. “Ama Altay haklı, Zeus’un biraz daha akıllı davranması gerekirdi.”
Ben, bu destekle biraz daha rahatladım.
“Leydim,” dedim, Umay’a hafifçe eğilerek. “İşte, mitolojinin özeti: Tanrılar aptalca şeyler yapar, insanlar acısını çeker.”
Mustafa Kemal hafifçe güldü.
“Komutanım,” dedi, gözleri hâlâ parlıyordu. “Bir gün siz de bir tanrıyı sevecek kadar cesur bir ölümlü bulursunuz. Bakarsınız, mitolojiye ilham olursunuz.”
Umay, bu sözlere hafifçe kıkırdadı.
Ama benim kaşlarım hafifçe kalktı. “Mustafa Kemal,” dedim, ciddiyeti korumaya çalışarak. “Benim mitolojim gerçek. Ve bu sofrada oturuyor.”
O an, Mustafa Kemal ve İlteriş, bu sözlere kocaman bir kahkaha attılar.
Umay ise gözlerini yere indirip hafifçe gülümsedi. “Altay,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi. “Beni mahcup ediyorsun.”
Kahvaltı, mitolojiden çıkıp başka konulara kayarken, içimden şunu geçirdim:
"Leydim," dedim kendi kendime, "bu sofrada mitoloji ne kadar konuşulursa konuşulsun, benim tek ilham kaynağım sensin."
Kazı alanına doğru yola çıktığımızda, herkes sessizdi.
Ama bu, sessizliğin uzun süreceği anlamına gelmiyordu. Arabada öyle bir dağılım yapmıştık ki, herkesin görevini hissettirecek şekildeydi: İlteriş arkada, Mustafa Kemal önde, ben ise tam Umay’ın yanında.
Umay’ın güvenliğinden bir an olsun taviz vermeyecektim.
Ama işler sakin göründüğü için bir nebze rahatlamıştım. Umay’ın yanındaki varlığım, onun da bana duyduğu güveni artırıyordu.
Tabii ki bu huzurlu ortam, Mustafa Kemal’in “entelektüel fırtınalarından” nasibini alacaktı.
Önde otururken, yine o hevesli tonuyla başladı: “Komutanım, biliyor musunuz? Yunan mitolojisinde sirenler, denizcileri büyüleyen varlıklar olarak bilinir. Sesleri öyle güzelmiş ki, kim duyarsa onlara kapılırmış.”
Aslı, hemen bu sohbeti fırsat bildi ve dönüp gülümseyerek lafa girdi:
“Bence Umay da bir siren gibi,” dedi, hafif bir kıkırdamayla. “Sesini bir kez duyan bir ölümlü, ona âşık olabilir.”
Bu sözler, arabada bir kahkaha dalgası yarattı.
Ben kaşlarımı hafifçe kaldırıp ciddiyetimi korumaya çalışıyordum. Ama o sırada İlteriş araya girdi ve golü attı:
“O ölümlü de bizim Altay komutanımız oluyor tabii ki.”
Araba, kahkahalarla çalkalanırken, Umay’ın yanakları kıpkırmızı oldu.
Kendi utancını gizlemek için başını omzuma yasladı. O an, kalbimde tatlı bir kıpırtı hissettim.
“Leydim,” dedim içimden, hafifçe gülümseyerek.
“Sen siren olsan bile, seni büyülemek için sesine ihtiyacın yok. Gözlerin yeter de artar.”
Ben, gözlerimi yola sabitleyip ciddiyetimi korumaya çalışırken, Umay başını omzumdan kaldırmadan mırıldandı:
“Altay, seninle yolculuk yapmak gerçekten ilginç bir deneyim.”
Göz ucuyla ona baktım, hafifçe gülümseyerek.
“Leydim,” dedim, sesimi alçaltarak. “Senin yanındayken her yolculuk, her görev, her an benim için bir destan gibi. Siren sesine ihtiyacın yok, Umay. Sen benim hayatımı zaten fısıltılarla değiştirdin.”
Umay’ın başını biraz daha omzuma yasladığını hissettim.
Ve o anda, dünyanın en huzurlu yolculuğunu yapıyordum. Kahkahalar arabanın içinde yankılanmaya devam ederken, benim için zaman durmuştu.
Umay’ın başı hâlâ omzumdaydı, yanaklarının sıcaklığını hissedebiliyordum.
Arabada kahkahalar yankılanırken, benim aklım başka bir yerdeydi. Gözlerimi hafifçe ona çevirdim, kimsenin fark etmeyeceği kadar küçük bir hareketle.
“Leydim,” dedim, sesimi alçaltarak. “Acaba bu akşam benim için bir siren olur musunuz?”
Umay, bu beklenmedik fısıltıyla başını hafifçe kaldırdı, ama gözlerini kaçırıyordu.
Yanaklarındaki kızarıklık, o çikolata rengi gözlerine kadar yayılmıştı. “Altay,” dedi, hafif bir sitemle. “Ne demek bu şimdi?”
Ben ise çapkınca bir gülümsemeyle devam ettim.
“Yani,” dedim, sesime biraz daha sıcaklık katarak. “Bu güzel sesi yalnızca bana fısıldarsanız, bu akşam yıldızlar ve biz, baş başa kalsak… olur mu?”
Umay, gözlerini bana dikti.
Bir şey söylemek istiyor gibiydi, ama dudaklarının arasından yalnızca hafif bir gülümseme sızdı. “Altay,” dedi, fısıltıyla. “Başka kimsenin duymaması şartıyla… belki olur.”
O an, dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi.
Başımı ona doğru eğdim ve sesimi biraz daha kısarak ekledim: “Leydim, yalnızca benim için söylerseniz, o sesin büyüsüne kapılmaya hazırım.”
Umay, bu sözlere dayanamayarak başını tekrar omzuma yasladı.
“Göreceğiz,” dedi, neredeyse bir fısıltıyla. Ama bu fısıltının ardında, bana kalan o tatlı bir vaatti.
Kazı alanına vardığımızda, sabahın serinliği çoktan yerini yakıcı bir güneş ışığına bırakmıştı.
Her şey planlandığı gibi ilerliyordu. Ekipmanlar araçlardan indirildi, çadırlar ve numune toplama masaları kuruldu. Umay ve ekibi hemen işe koyulmuştu.
Ben ise her zamanki gibi tetikteydim.
Bir yandan çevreyi kolaçan ediyor, bir yandan da Umay’ın yanında durarak gözlerimi onun üzerinden ayırmıyordum. Kazı alanı, tarih kokan bir sessizliğe bürünmüştü. Ekipte herkes, toprağın altındaki hikâyeleri ortaya çıkarmak için ellerindeki aletlere sarılmıştı.
Umay, toprakta dikkatlice bir alanı inceliyordu.
Elindeki küçük bir spatula ile milim milim kazıyor, buluntuları fırçasıyla temizliyordu. Birkaç taş parçasını alıp dikkatlice inceleme tepsisinin üzerine yerleştirdi. Hâlâ hiçbir şey söylememişti, ama yüzündeki o hafif tebessüm, aradığını bulmanın tatlı heyecanını ele veriyordu.
Güneş, tam tepedeydi ve ışınlar bir kırbaç gibi yere vuruyordu.
Bir an gözüm Umay’a kaydı. Yüzündeki o çikolata rengi tenin hafifçe kızarmaya başladığını fark ettim. Kendi kendime, “Altay, leydimin başına güneş geçmesine izin vermeyeceksin,” dedim ve hemen harekete geçtim.
Araçtan bir şemsiye aldım ve onun yanına gittim.
Şemsiyeyi başının üzerinde açıp tutmaya başladım. Bir an için durdu ve başını kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki ışıltı, o kahverengi gözlerin içindeki neşeyi bir kez daha görmeme neden oldu.
“Altay,” dedi, hafifçe gülümseyerek.
“Gerçekten gerek yok, biliyorsun değil mi? Bu sıcakta senin burada böyle beklemen… yani, bana bu kadar ihtimam gösterme. İşimi yapıyorum sadece.”
Gözlerimi ona diktim ve ciddiyetle konuştum:
“Leydim,” dedim, sesi sakin ama kararlı bir tonda. “Senin bu toprağın altından çıkardığın tarihi koruyorsan, ben de seni koruyorum. Bu benim görevim.”
Umay, bu sözlere daha fazla karşı koyamadı.
Başını hafifçe sallayıp, yüzünde bir tebessümle tekrar çalışmaya döndü. Ama o sırıtışı, o çocuksu muziplik, bana her şeyin yolunda olduğunu anlatıyordu.
Onun her hareketini izliyordum.
Toprağın altından çıkan seramik parçalarını inceleme masasına taşırken elleri dikkatli ama hızlıydı. Ellerindeki eldivenler bile zarif görünüyordu. Bir an elindeki bir parçayı kaldırıp bana gösterdi:
“Altay,” dedi, heyecanla.
“Bu bir terra sigillata olabilir. Bak, yüzeyindeki desenlere dikkat et. Bu, muhtemelen Roma döneminden kalma. İyi korunmuş bir örnek.”
Başımı hafifçe eğip gülümsedim.
“Leydim,” dedim, onun bu heyecanına hayranlıkla. “Beni her gün şaşırtıyorsun. Ama söylemeliyim, senin bu detaylara olan sevgin… gerçekten büyüleyici.”
Umay, hafifçe güldü ve tekrar işine döndü.
Ben ise başının üzerindeki şemsiyeyi tutmaya devam ettim. O gün güneş ne kadar yakıcı olursa olsun, onun o heyecanlı sesi ve yüzündeki tebessüm, her şeyi daha katlanılır hale getiriyordu.
Kazı alanının o sabahki sakinliğini, İlteriş’in kocaman bir taşla yanımıza doğru yürürken çıkardığı ayak sesleri bozdu.
Elindeki taş o kadar büyüktü ki, kocaman bir define bulmuş gibi parlıyordu. Yüzündeki ifadeye bakılırsa, gerçekten bir arkeolog olmayı kafasına koymuştu.
“Yenge!” dedi, heyecanla Umay’a seslenerek. “Baksana, ben böyle bir şey buldum!”
Umay, şaşkınlıkla taşın büyüklüğüne ve İlteriş’in bu çocuksu heyecanına baktı.
“Nereden buldun? Nasıl buldun?” diye sormaya başladı.
İlteriş, sanki dünyanın en önemli keşfini yapmış gibi anlatıyordu:
“Bak, biraz ilerideydi. Toprağın kenarından hafifçe çıkmıştı. Dedim ki, İlteriş, bu kesin önemli bir şey. Sonra aldım, getirdim. Belki eski bir şeydir, değil mi yenge?”
Umay, bir an bile vakit kaybetmeden taşı kaptığı gibi Füsun Hoca’nın yanına koştu.
Bizse İlteriş’le birbirimize bakıp bu kadar heyecanın sebebini anlamaya çalışıyorduk.
Umay’ın Füsun Hoca’ya taşı gösterdiği an, kazı alanı kahkahalarla inledi.
Biz ise hâlâ taş gibi duruyorduk, hiçbir şeyden habersiz. İlteriş, o şaşkın yüzüyle, “Abi,” dedi bana, fısıldar gibi. “Bu kadar mı komik bir taş bulmuşum?”
Ben omuz silkip beklemeye devam ettim.
Umay, kahkahalarla yanımıza döndüğünde gözlerinden yaş geliyordu. Elini göğsüne koymuş, nefesini toparlamaya çalışıyordu. “Ne oldu da bu kadar gülüyorsunuz, Leydim?” dedim, hafifçe eğilerek. “Anlat da biz de bilelim.”
Umay, aramızda dolaşan taşın sırrını açıkladığında, kazı alanındaki o sıcak hava bir anda neşeyle doldu:
“Altay,” dedi, kahkahasını zar zor kontrol ederek. “İlteriş’in bulduğu şey sıradan bir taş değil. Fosilleşmiş bir dinozor dışkısı!”
Bir an durdum, bu bilgiyi sindirmeye çalıştım.
Sonra kendimi tutamadım ve kahkahalarla güldüm. İlteriş, o şaşkın yüzüyle hâlâ olayı anlamaya çalışıyordu.
“Ne?!” dedi, sesi yükselerek. “Fosilleşmiş dışkı mı?!”
Ben, gülmekten iki büklüm olmuş halde, İlteriş’in suratına bakarak:
“Evet, koca adam,” dedim, nefesimi toparlamaya çalışarak. “Tarihin en kıymetli… pardon, en kokulu buluşunu yapmışsın!”
O sırada İlteriş’in eli hâlâ kirliydi.
Ama bu durum onu hiç rahatsız etmemişti, çünkü bir yandan da elindeki poğaçayı yemeğe devam ediyordu. Birden durdu, ellerine baktı, ardından midesi bulandı.
“Kusacağım galiba,” dedi, sesi çatallaşarak.
Ve bir saniye bile geçmeden, kazı alanı İlteriş’in kusma sesleriyle yankılandı.
Mustafa Kemal, bir köşede olanları izleyip gülmekten yere yığılmıştı.
Ben ise hâlâ kendimi tutamıyor, İlteriş’in o mahvolmuş suratına bakıp daha çok gülüyordum. “Koca adam,” dedim, elimi onun omzuna koyarak. “Bundan sonra ellerini yıkamadan hiçbir şeye dokunma, tamam mı?”
İlteriş, nefesini toparlayıp gözlerini devirdi.
“Altay,” dedi, yüzünde bir pişmanlık ifadesiyle. “Bir daha asla bir şey bulmam. Dinozorun bile dışkısı bana nasip oluyor, görüyorsun.”
O an, Umay’ın sesi arkamızdan geldi:
“Yine de tarihe katkıda bulundun İlteriş. Kıymetini bil!”
Hepimiz bir kez daha kahkahalarla dolup taştık.
İlteriş’in tarihe geçen buluşuyla kazı alanında unutulmaz bir anı bırakmış olduk.
Kazı alanında işler hızla ilerliyordu.
Herkes kendi görevine odaklanmıştı, ama bizim ekip için bir yandan çalışma bir yandan eğlence devam ediyordu. İlteriş’in dinozor dışkısı keşfi, sabahın kahkahalarla dolu bir hatırası olarak kalmıştı. Ama bunun etkileri hâlâ sürüyordu.
Mustafa Kemal, İlteriş’le dalga geçmeye doyamıyordu.
“Elini kirlettim, poğaçayı bile yedin. Dinozor bokunun tadı nasıl, İlteriş Komutanım?” diye sorup gülmekten yerlere yatıyordu.
İlteriş ise o ciddi duruşunun ardında gözlerini devire devire homurdanıyordu.
“Ağzını topla Kemal,” dedi, yüzünde bir bıkkınlık ifadesiyle. “Yemin ediyorum, seni dinozor fosili diye gömerim burada.”
Ben ise bir yandan gülmemi tutmaya çalışıyor, bir yandan da gözlerimle çevreyi kontrol ediyordum.
Güvenliğimizden sorumlu olmak, hiçbir an dikkati elden bırakmamak demekti. Ama bir yandan da İlteriş’in aklına geldikçe öğürmesi beni kahkahalara boğuyordu. Umay bizden birkaç metre uzakta bulguların olduğu yerde rapor yazıyordu dikkati dağılmasın diye uzaktan izliyordum. “Leydim bunu duysa, bir hafta dalga geçerdi seninle,” diye içimden geçirdim.
Füsun Hoca’nın sahaya doğru yürüdüğünü fark ettim.
Hoca, İlteriş’in yanına geldi ve o alışılmış profesör edasıyla, “İlteriş Komutanım,” dedi. “Bugün tarihe çok önemli bir katkıda bulundunuz. Bu fosilleşmiş dışkı, bizim kazımız için eşsiz bir bulgu. Tebrik ederim sizi.”
İlteriş, bu övgüyü hiç beklemiyordu.
Ama gözlerindeki ifadeye bakılırsa, övgüyle mutlu olmak yerine hâlâ sabahki mide bulantısına odaklıydı. “Hocam,” dedi, hafifçe omuz silkip. “Ben bulduğumun ne olduğunu bilsem, ellerime dokunmazdım. Sizin kazıya katkı mı bilmem ama benim midem perişan oldu.”
Füsun Hoca, profesör ciddiyetiyle hafifçe gülümseyerek:
“Bazen en büyük keşifler, en garip yerlerde saklanır İlteriş Komutanım,” dedi. “Siz de tarihe geçmiş bir bulgu yaptınız.”
İlteriş başını hafifçe iki yana salladı.
“Hocam, beni bu keşiften muaf tutun. Dinozorun hatırasına saygım var ama bana dokunmayın.”
Mustafa Kemal bir köşeden kahkahayı patlattı.
“Komutanım, sizi hatıralarda hep dinozorla anacağız. ‘Fosilleşmiş dışkı Kralı İlteriş,’ kulağa nasıl geliyor?”
İlteriş bir an ona baktı ve tehditkâr bir sesle:
“Kemal, seni fosil yapıp kazı alanına gömeceğim. Bak, dalga geçmeye devam et.”
O sırada ben, İlteriş’in bıkkınlığına daha fazla dayanamayarak güldüm.
Ama gözlerim hâlâ çevredeydi. “Leydim,” dedim içimden, “sana anlatacak çok hikayem birikti. İlteriş’in bu halini seninle paylaşmadan duramam.”
Füsun Hoca gülümseyerek İlteriş’in omzuna dokundu ve uzaklaştı.
Ama İlteriş hâlâ öğürmeye devam ediyordu. Ben ise kendimi tutamayarak, Mustafa Kemal’le birlikte kahkahalara boğuldum. Kazı alanında tarihe katkıda bulunmak böyle bir şeydi işte; kimi zaman fosil bulursun, kimi zaman da o fosilin hikayesiyle gün boyu dalga konusu olursun.
Umay kazı alanında biraz uzaktaydı, ekibiyle harıl harıl çalışıyordu.
O kahverengi gözleri, elindeki fırçayı her harekette daha dikkatli bir şekilde toprak üzerinde gezdirirken bile parlıyordu. Ama onun bize doğru geldiğini görünce, İlteriş’e ve sabahki “tarihi keşfine” dair olanları ona anlatmanın vakti geldiğini düşündüm.
“Leydim,” dedim, Umay yaklaştığında.
O sıcak gülümsemesiyle, üzerindeki hafif toprak lekelerine aldırmadan yanıma geldi. “Biraz eğlenmek ister misin?”
Umay, merakla kaşlarını kaldırdı.
“Altay,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “Senden gelen her cümle zaten bir eğlence. Anlat bakalım, bu sefer ne oldu?”
Kendimi tutamayarak gülmeye başladım. İlteriş, bir köşede suratını asmıştı.
“Altay, yemin ederim ağzını açarsan…” diye tehdit etti, ama çok geçti.
“Leydim,” dedim, Umay’ın gözlerinin içine bakarak.
“Bizim İlteriş, fosilleşmiş bir dinozor dışkısı bulduğundan beri 5 kere istifra etti.
Umay bir an sessiz kaldı.
Sonra, bu bilgiyi sindirir sindirmez kahkaha patlamasıyla iki büklüm oldu. “Ne?!” dedi, gülmekten nefesini toparlamaya çalışırken. “Altay, ciddi misin? İlteriş, sen gerçekten bunu yaptın mı?”
İlteriş, bu kahkahaları duyunca başını iki yana salladı.
“Yenge, vallahi ne olduğunu bilsem dokunmazdım,” dedi, yüzünde hala sabahın şokuyla karışık bir ifade. “Beni niye gömüyorsunuz? Tarihe katkıda bulundum sonuçta!”
Umay, kahkahalar arasında bir an İlteriş’e baktı ve:
“Evet, tarihe katkıda bulunmuşsun ama kendini tarihe rezil eden bir hikâye olarak da yazdırmışsın İlteriş,” dedi.
Ben ise Umay’ın bu haline bakıp daha da keyiflendim.
“Leydim,” dedim, hafifçe eğilerek. “Düşünsene, bir dinozor dışkısı yüzünden sabahın yıldızı oldu. Ve hala bunu sindiremiyor.”
Umay, kahkahalar arasında gözlerini silerek bana döndü.
“Altay,” dedi, sesi hâlâ gülmekten titriyordu. “Bu hikâyeyi yıllarca anlatacağım, ama İlteriş Komutan’dan sakıncası yoksa tabii.”
İlteriş, ellerini kaldırıp teslim olmuş gibi bir hareket yaptı.
“Yenge, yeter artık. Şimdi midem bulanıyor, tamam mı? Siz dalganızı geçin, ben bir köşede susacağım.”
Bu sahne, kazı alanındaki en neşeli anlardan biriydi.
Ve ben, Umay’ın o kahkahalarla parlayan yüzüne bakarken, sabahın tüm yorgunluğunu unuttum. “Leydim,” dedim kendi kendime, “Sen güldüğün sürece, dünyanın en güzel kazısı burada yapılıyor.”
Gün boyu kazı alanında geçen yorucu saatlerin ardından, akşam vakti nihayet gelmişti.
Ekip, birer birer odalarına çekilmiş, herkes dinlenmek üzere dağılmıştı. Ama benim aklımda bambaşka bir şey vardı. Leydim için bu akşamı özel kılmalıydım.
Otelin teras katını ayarlamıştım.
Gün batımının renkleri hâlâ gökyüzünde asılı dururken, masayı özenle hazırladım. Beyaz bir masa örtüsü, taze papatyalarla süslenmiş bir vazo, yan yana iki tabak ve minik mumlar… Her şey yerli yerindeydi.
Terasa çıkıp mumları tek tek yakmaya başladım.
Gözlerim titreyen alevlerin yansımasını izlerken, bir yandan içimdeki heyecanı bastırmaya çalışıyordum. Bu, bizim ilk gerçek akşam yemeğimiz olacaktı.
Arkamda bir hareket hissettiğimde, başımı çevirdim.
Ve oradaydı. Umay.
Banyodan yeni çıkmıştı.
Saçlarından hâlâ ince damlalar süzülüyordu, o kendine has çikolata rengi gözleriyle bana bakıyordu. Giydiği beyaz, sade bir elbise, teninin ışıltısını daha da belirgin hale getirmişti. Göz göze geldiğimiz an, içimde bir yerlerde bir kıvılcım çaktı.
“Leydim,” dedim, ona doğru adım atarken.
“Güzel bir akşam yemeğimiz olsun. İlk akşam yemeğimiz…”
Elimi hafifçe yanağına koydum ve o yumuşak tene dudaklarımı dokundurdum.
Sıcaklığı, o an dünyayı tamamen susturdu.
Umay hafifçe gülümsedi, ama gözleri her zamanki gibi konuşuyordu.
“Altay,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi. “Bu kadar özenli olmak zorunda mısın? Her şey o kadar güzel ki, bana masallardaki prensesler gibi hissettiriyorsun.”
Gülümseyerek onun elini tuttum ve masaya doğru yürüdük.
“Leydim,” dedim, sesime biraz daha yumuşaklık katarak. “Sen zaten bir masal prensesisin. Benim masalımın tek kahramanı. Ve bu gece, sadece bizim masalımız olacak.”
Umay, o büyülü gülümsemesiyle başını eğdi.
Ve o an, gökyüzündeki yıldızlar bile bizim için biraz daha parlak görünüyordu. Masaya oturduk, ama ne yemekler ne de mumların ışığı benim için önemliydi.
Çünkü Umay oradaydı.
Ve ben, onun yanında olmanın ne demek olduğunu her geçen saniye daha iyi anlıyordum.
Garsonlar sessizce masaya yaklaştığında, terasta hafif bir rüzgar esiyordu.
Gökyüzü karanlık bir battaniye gibi üzerimize serilmişti, ama yıldızlar bu battaniyeye ışık serpiştirmiş gibiydi. Umay, mumların titreşen ışığında oturuyordu. Gözleri bazen bana, bazen de gökyüzüne kayıyordu.
Önden gelen yayla çorbasının buharı masayı sardı.
Garsonlar sessizce çorbayı bıraktı ve geri çekildiler. Umay, kaşığını alıp çorbasından bir yudum içti.
“Altay,” dedi, kaşığını tabağın kenarına bırakarak.
“Bunu düzenlemek için ne kadar uğraştın?”
Gülümsedim.
Kaşığımı tabağa bırakıp ona doğru hafifçe eğildim. “Leydim,” dedim, sesi biraz alçaltarak.
“Senin için bir akşamı özel kılmak için uğraşmak diye bir şey yok. Sadece senin yüzündeki o gülümsemeyi görmek için yaptım. Eğer buna uğraşmak deniyorsa, buna her zaman hazırım.”
Umay hafifçe gülümsedi, ama o çikolata rengi gözleri doldu.
“Altay, sen böyle konuşunca… kendimi bir masalın içindeymiş gibi hissediyorum.”
“Leydim,” dedim, kaşığımı tekrar alarak.
“Masallar her zaman gerçek olmaz. Ama bizim hikayemiz gerçek. Ve bu, bir masaldan çok daha değerli.”
Çorba bitmiş, ana yemek servis edilmişti.
Etli güveç ve yanında tereyağlı bulgur pilavı… O yoğun aromaların kokusu, gecenin serinliğinde daha da belirgin hale geliyordu. Ben tabağımdan bir lokma alırken, gözlerim Umay’ın her hareketini izliyordu.
Umay, çatalıyla yavaşça pilavından bir parça aldı ve bir an durdu.
“Altay,” dedi, başını hafifçe yana eğerek. “Seninle bu anı paylaşmak… benim için çok kıymetli. Ama bazen düşünüyorum, bu kadar güzel şeyleri hak ediyor muyum diye.”
Çatalımı tabağa bırakıp, onun elini tuttum.
“Umay,” dedim, sesim biraz daha ciddi ama bir o kadar yumuşak. “Bu masada oturuyorsan, zaten her şeyin en güzeline layıksın. Çünkü sen benim her şeyimsin. Ve inan bana, hak etmek diye bir şey yok. Biz sadece birbirimizi bulduk.”
Umay, bu sözlerle biraz daha rahatladı, ama gözleri hala doluydu.
Başını hafifçe eğip bir lokma aldı ve bana baktı. “Altay,” dedi, bir gülümseme belirdi yüzünde.
“Seninle her anı paylaşmak… beni tamamlıyor. Ama şunu bil ki, bu geceyi asla unutmayacağım.”
Ben ise onun bu sözleriyle daha da mutlu oldum.
“Leydim,” dedim, hafifçe eğilerek. “Unutulmayacak olan sensin. Bu gece, sadece bir başlangıç.”
O gece, terasta sadece yemekler değil, kalpler de paylaşılıyordu.
Ve Umay’ın o masum ama güçlü bakışları, bu geceyi benim için ölümsüz kıldı.
Yemekler bitmiş, garsonlar tatlılarımızı masaya bırakmıştı.
Umay’ın önünde duran profiterol tabağı, onun çikolata rengi gözleriyle uyum içindeydi sanki. Benim tabağımda da aynı tatlı vardı, ama itiraf etmeliyim ki, şu an için tek tatlı olan şey Umay’ın yüzündeki o masum gülümsemeydi.
Çatalını tatlısına daldırdı ve ilk lokmasını aldı.
Gözleri bir an için kapandı, ardından hafif bir memnuniyetle açıldı. “Bu gerçekten harika,” dedi, tatlıdan çok, o anın keyfini ifade eder gibi.
Ben de bir lokma alıp gülümsedim.
“Leydim,” dedim, sesimi biraz alçaltarak. “Bu akşamı unutulmaz kılmaya kararlıydım. Ama sen buradayken, her şey zaten unutulmaz oluyor.”
Umay, yanaklarında beliren pembelikle başını eğdi.
“Altay,” dedi, sesi biraz çekingen ama tatlı bir tebessümle. “Beni bu kadar övme. Yoksa senin hakkında daha fazla şey öğrenmek isteyebilirim.”
Çatalımı tabağa bıraktım ve ona doğru hafifçe eğildim.
“Her şeyi sorabilirsin, Leydim,” dedim. “Ne istersen. Geçmişimi, geleceğimi, hayallerimi… Hepsi senin için açık bir kitap.”
Umay, çatalını tatlısından çekip bana baktı.
“Tamam,” dedi, gözleri biraz daha ciddileşerek. “En büyük hayalin ne? Bu, yıllardır gerçekleştirmek istediğin ama belki fırsat bulamadığın bir şey olabilir.”
Bir an düşündüm, ama cevabım basitti.
“Hayalim,” dedim, ona doğru biraz daha eğilerek. “Hayalim şu anda karşımda oturuyor. Beni anlayan, beni tamamlayan biriyle bu masada oturabilmekti. Ve işte, bu hayal gerçek oldu.”
Umay’ın gözleri doldu, ama gülümsemeyi de ihmal etmedi.
“Altay,” dedi, hafif bir kahkahayla. “Beni hep böyle konuşarak mı etkilemeye çalışacaksın?”
Ben de gülümseyerek başımı salladım.
“Hayır, Leydim,” dedim. “Bunlar sadece gerçekler. Ama sıra sende. Haydi, senin en büyük hayalin ne?”
Umay bir an sustu, sonra tatlısından bir lokma daha aldı.
“Benim hayalim,” dedi, gözlerini masaya dikerek. “Bir gün hayatımı paylaşabileceğim biriyle bu dünyayı gezmek. Farklı yerler, farklı hikayeler… Ama bunu yalnız yapmak istemem.”
O an, onun gözlerindeki o derinliği bir kez daha gördüm.
“Leydim,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Bence bu hayalin gerçek olacak. Çünkü ben, bu hayali gerçekleştirmek için buradayım.”
O gece, tatlılar sadece çikolata ve kremadan ibaret değildi.
Biz, birbirimizi daha iyi tanımanın tatlılığını da paylaştık. Ve Umay’ın her gülüşünde, benim kalbimde bir parça daha yer etti.
Umay, tatlısından bir lokma daha alıp çatalını tabağın kenarına bıraktı.
Gözlerini bana dikti ve hafif bir gülümsemeyle, “Soru sorma sırası bende,” dedi.
Başımı eğip onu dikkatle dinledim.
“Tamam, Leydim,” dedim. “Sor bakalım, merak ettiğin neymiş?”
Umay, çenesini eline dayayıp biraz düşündü.
“En sevdiğin şarkı ne, Altay?” diye sordu. “Hani, böyle gerçekten ruhuna dokunan bir şarkı. Ne zaman dinlesen, seni alıp götüren.”
Bir an sustum.
Şarkılar… Hayatımın farklı dönemlerinde farklı anlamlar yüklediğim o notalar. Ama Umay’a bir cevap vermem gerekiyordu. Hafifçe gülümseyerek ona baktım.
“Leydim,” dedim, sesimdeki sıcaklığı koruyarak.
“Barış Manço’nun bütün şarkılarını ayrı severim. Ama ‘Aynalı Kemer’ diyebilirim. Onun bende özel bir yeri var.”
Umay, kaşlarını hafifçe kaldırarak başını salladı.
“Barış Manço mu? Tahmin edebilirdim,” dedi, hafifçe gülerek. “Sözleri de mi hoşuna gidiyor, yoksa sadece melodi mi?”
Gülümsedim, çatalımı tatlıma daldırırken ona yanıt verdim.
“Her şey, Leydim,” dedim. “Sözler, melodi, o içtenlik… Barış Manço’nun şarkıları, insana bir yandan hayatı, bir yandan da umudu anlatır. Tıpkı senin gülüşün gibi. Hem huzur verir, hem de hayal kurdurur.”
Umay, yanakları hafifçe kızararak başını çevirdi.
“Altay,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşak. “Sen bazen fazla tatlı oluyorsun, biliyor musun?”
“Peki ya senin?” dedim, merakla ona doğru eğilerek.
“Senin en sevdiğin şarkı ne, Leydim?”
Umay, bir an duraksadı, sonra dudaklarında o tanıdık gülümseme belirdi.
“Daft Punk – Instant Crush,” dedi. “Beni her dinlediğimde başka bir yere götüren bir şarkı. O sözler, o melodi… Beni alıp başka bir dünyaya taşır.”
Gözlerim onun gözlerine kenetlendi.
“Leydim,” dedim, hafif bir tebessümle. “Sanırım sen zaten bu dünyadan değilmişsin. O yüzden o şarkı seni bulmuş.”
Umay hafifçe güldü, çikolata rengi gözleriyle beni süzerken.
“Altay,” dedi, sesinde o tanıdık sıcaklıkla. “Seninle bu dünyadan kaçıp başka bir dünyaya gitmek hiç fena olmazdı.”
O gece, şarkılar üzerinden kurulan köprüde, birbirimize biraz daha yakınlaştık.
Ve o masada otururken, iki şarkı arasındaki notalarda, hayatlarımızın ahengini hissettik.
Umay’ın çikolata rengi gözleri, tam da en güzel yerinden parlıyordu.
Biraz önce söylediği şarkıdan sonra, içimdeki Daft Punk hayranı tarafım iyice kabarmıştı. Hafifçe eğildim, ona doğru biraz daha yaklaşarak söyledim:
“Leydim,” dedim, gururla.
“Biliyor musun, ben de bir Daft Punk hayranıyım. Hatta evimde ‘Instant Crush’ın da olduğu bir plak var. Sana hediye ederim.”
Umay, bu sözleri duyduğunda gözleri kocaman açıldı.
“Ne?!” dedi, neredeyse haykırarak. “Altay, gerçekten mi? Yani, böyle bir plağı bana mı vereceksin?”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Tabii ki, Leydim,” dedim. “Sen o şarkıyı seviyorsan, onun yeri benim evim değil, senin yanında olmalı.”
Bir an için masanın sessizliği Umay’ın heyecanıyla doldu.
Küçük bir çocuk gibi yerinden fırladı ve hızla bana sarıldı. Kollarını boynuma dolarken, o sıcaklığı tüm bedenimde hissettim. Ama tam o anda, hareketin hızından dolayı kendini toparlayamayıp bir anda kucağıma oturdu.
Bir an donakaldı.
Gözleri kocaman açılmıştı, yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Altay,” dedi, panikle kalkmaya çalışırken. “Ben… şey, yanlışlıkla oldu.”
Ama onu bırakmaya hiç niyetim yoktu.
Ellerim beline sıkıca sarıldı, hafifçe gülümseyerek, “Dur, Leydim,” dedim. “Beni de yanlışlıkla bırakma şimdi.”
Oturduğu yerde iyice duraksadı.
Yanakları hâlâ kızarıyordu, ama ben o an gözlerimi ondan ayıramıyordum. Dudaklarının kenarında, tatlı bir çikolata izi kalmıştı.
Elimi kaldırıp parmağımla o küçük izi hafifçe aldım.
Umay, bu hareketime şaşkınlıkla bakarken, parmağımı yavaşça ağzıma götürüp çikolatayı yaladım. O çikolatanın tadı, o anda Umay’ın varlığıyla daha da anlam kazandı.
Gözlerim, onun çikolata rengi gözlerine kenetlendi.
“Leydim,” dedim, sesim neredeyse bir fısıltıya dönüşerek. “Bu çikolatanın tadı, senin varlığını tamamlıyor. Ama asıl tatlı olan sensin.”
Umay, bu sözler karşısında daha da kızardı, ama bir şey diyemedi.
Gözlerini hafifçe kaçırıp başını omzuma yasladı. O anda zaman durmuştu. Kucağımda oturan bu kadın, benim dünyamdı. Ve her nefesimde, onunla biraz daha tamamlanıyordum.
Umay, kucağımda oturmuş, başını hafifçe omzuma yaslamıştı.
Gözlerini uzaklara dikmişti, ama bir şey düşündüğü her halinden belliydi. Parmaklarını nazikçe ensemde gezdirdiğinde, tüm vücudumun ürperdiğini hissettim. Onun bu zarif dokunuşu, o an her şeyi susturmuştu.
Sonra başını kaldırdı ve o çikolata rengi gözleriyle bana baktı.
İçten bir gülümsemeyle, dudaklarından o iki kelime döküldü: “Seni seviyorum, aşkım.”
Sanki zaman durmuştu.
Bir an ne dediğini anlamadım. Kafamda yankılandı bu kelimeler, ama beynim bunu kavramakta gecikti. “Ne?” dedim, şaşkınlıkla. Sesim bir fısıltıdan ibaretti.
Umay, gözlerimin içine bakmaya devam etti.
Hiç tereddüt etmeden, aynı sıcaklıkla tekrarladı: “Seni seviyorum, aşkım.”
O an, kalbimin yerinden fırlayacak gibi olduğunu hissettim.
Daha önce ona hiç “aşkım” dememiştim, o da bana dememişti. Sanki bu kelimeler ikimizin arasında yasaklı bir bahçeydi ve şimdi o bahçenin kapısı sonuna kadar açılmıştı.
Nefesimi toplamak için saniyeler yetmedi.
Bunun yerine, ellerim beline sıkıca sarıldı ve kendimi durduramadan dudaklarına yapıştım. O anın yoğunluğu, bizi başka bir dünyaya taşıdı.
Hızla geri çekildiğimde, ikimiz de nefes nefeseydik.
Gözlerimi ondan ayıramazken, dudaklarımda bir gülümseme belirdi. “Bende seni çok seviyorum,” dedim, sesim titreyerek. “Sevgilim.”
Umay’ın yüzündeki ifade o kadar güzeldi ki, bu dünyadaki hiçbir kelime bunu tarif edemezdi.
Gözleri parlıyor, yanakları hafifçe kızarıyordu. Ama en önemlisi, o an hissettiklerimizi birbirimize söyleyebilmiş olmamızdı.
Ellerim hala belindeydi.
Ve o an anladım: Onunla her şey bir başka güzeldi. Ve bundan sonra bu kelimeler, bizim hikayemizin yeni başlangıcı olacaktı.
Umay, hafif bir hareketle kucağımdan kalktı.
Ama onunla birlikte ben de ayağa kalktım. Ellerim bir an boş kalmış gibi hissettim, ama o anın büyüsü, hâlâ üzerimizdeydi.
Umay, terasın kenarına doğru yürüdü.
Başını gökyüzüne kaldırdı, yıldızlara bakıyordu. O çikolata rengi gözlerinde, gecenin ışıkları yansıyordu. Saçları omuzlarından aşağı dökülmüş, hafif rüzgarla dans ediyordu.
Sessizce arkasından yaklaştım.
Kollarımı onun incecik beline doladım ve sıkıca sarıldım. O an, onun teninin sıcaklığını, o kendine has kokusunu hissettim.
Başımı biraz eğip saçlarının kokusunu içime çektim.
“Bak,” dedim, fısıldar gibi. “Yıldızlar gülümsüyorlar bize, sevgilim.”
Umay, başını hafifçe yana eğip bana baktı.
Gözlerinde bir mutluluk parıltısı vardı. Hafif bir tebessümle, “Seninle olmak,” dedi, “bu dünyada yıldızların arasında yürümek gibi.”
Bu sözler beni daha da derinlere çekti.
Ellerimi biraz daha sıkıca doladım beline. “Leydim,” dedim, sesimdeki titremeyi kontrol etmeye çalışarak. “Eğer yıldızların arasında yürüyeceksek, bu hayatı birlikte yürüyelim.”
Umay, ellerini benim ellerimin üzerine koydu.
Ve bir anlık sessizlikte, sadece yıldızların ve rüzgarın tanıklığında, o gece bizim için bir sonsuzluk yemini gibi geldi. Saçlarını koklamaya devam ederken, o anın hiç bitmemesini diledim.
Umay’ın ince beline sarılmış, yıldızları izlerken saçlarının kokusuyla mest olmuştum.
Gecenin sessizliği, sadece onun nefesinin ritmiyle bölünüyordu. Tam o an, gökyüzünde bir ışık parladı.
Bir yıldız kaydı.
Umay, aniden irkilip heyecanla döndü.
“Altay!” dedi, sesi çocukça bir neşeyle doluydu. “Yıldız kaydı! Çabuk, dilek tut!”
O tatlı telaşı, o heyecanı yüzünden okuyabiliyordum.
“Leydim,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Dileğim zaten karşımda duruyor. Başka ne isteyebilirim ki?”
Umay, kaşlarını hafifçe çatarak, o tatlı inatçılığıyla cevap verdi.
“Hayır, Altay. Öyle olmaz. Gerçekten bir şey dile. Ama bana söyleme!”
Başımı hafifçe eğdim ve gözlerimi gökyüzüne diktim.
Onun istediği gibi bir şey dilemek istedim. Ama aklımdaki tek şey, onun yanımda olmasıydı. Bir an gözlerimi kapattım ve dileğimi fısıldadım:
“Bu elleri bir ömür bırakmayayım.”
Gözlerimi açtığımda, Umay’ın bana baktığını fark ettim.
“Sen tuttun mu dileğini?” diye sordum, gülümseyerek.
Umay, hafifçe başını salladı.
“Tuttum,” dedi, o tatlı sesiyle. “Ama söyleyemem. Söylersem gerçekleşmez.”
Gözlerim onun gözlerinde kilitliydi.
“Leydim,” dedim, sesi bir fısıltıya dönüştürerek. “Söyleme zaten. Ama bil ki, benim dileğim her zaman sen olacaksın.”
Umay, yüzünde bir gülümsemeyle başını omzuma yasladı.
“Altay,” dedi, sessizce. “Sen dileklerin gerçekleşmiş halisin. Seninle yıldızların altında olmak, zaten hayal edebileceğim her şey.”
O an, dünyada başka hiçbir şeyin önemi kalmadı.
Bir yıldızın kaymasıyla başlayan o büyülü an, bizim hikayemizin bir başka sayfasını yazmıştı. Ve ben, onun yanımda olduğu her saniye, hayatın bana sunduğu en büyük dileğin zaten gerçekleşmiş olduğunu biliyordum.
Umay’ın elini nazikçe tuttum ve parmaklarını kendi parmaklarımın arasına yerleştirdim.
“Leydim,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Hadi içeri geçelim.”
Umay, bana şaşkınlıkla baktı.
“İçeri mi?” dedi, gözlerinde hem bir merak hem de hafif bir tereddüt vardı.
Benimle yürümeye başlamıştı, ama onun o güzel yüzünde beliren o düşünceli ifadeyi fark etmemek imkansızdı.
Yatağın yanına geldiğimizde, durup ona döndüm.
“Yanlış anlama, Leydim,” dedim, şirin bir gülümsemeyle.
“Film izleyelim demiştim, hani. Başka bir şey değil.”
Umay, o tatlı gülümsemesiyle başını yana eğdi.
“Altay,” dedi, hafif bir kahkahayla. “Benim aklım başka yere gitmedi ki. Sen mi kendini ele veriyorsun yoksa?”
Bu sözleri duyunca, kendi şakamın geri tepmesiyle hafifçe gülümsedim.
“Leydim,” dedim, kollarımı kaldırarak teslim olmuş gibi. “Ben masumum. Ama senin bu bakışların beni hep savunmasız bırakıyor.”
Umay, kahkaha atarak yatağın kenarına oturdu.
“Tamam, Altay,” dedi. “Ne filmi izliyoruz bakalım? Seçim sana ait.”
Onun bu tatlı hali, her anı güzelleştiriyordu.
Televizyonu açarken, bir yandan içimden, “Leydim, sen benim filmim olsan, sonunu hiç bilmek istemezdim,” diye düşündüm. Ama tabii, bunu ona söylemedim. Şimdilik…
Televizyonu açtım ve film seçeneklerini hızla taramaya başladım.
Umay yatağın üzerinde bacaklarını çaprazlamış oturuyor, gözleri bana dikilmişti. “Altay,” dedi, hafifçe gülümseyerek. “Ne açacağın tamamen sana kalmış, ama romantik bir şey olsun. Biraz klişe de olsa kabul ederim.”
Onun bu tatlı isteği karşısında hafifçe gülümseyerek başımı salladım.
“Leydim,” dedim, gözlerim ekranda dolaşırken. “Sen romantik diyorsun ama ben bir klasik açacağım. Hem romantik hem de hayatı sorgulatır.”
Parmağımı ekranda dolaştırdım ve ‘Casablanca’yı seçtim.
Ekranda filmin adı belirince, Umay’ın gözleri kocaman açıldı. “Casablanca mı?” dedi, heyecanla. “Altay, bu filmi izlemeyeli yıllar oldu. Harika bir seçim!”
Gülümsedim ve yatağın yanına oturdum.
“Leydim,” dedim, yanına uzanarak. “Bence bu gece, bu filmle tamamlanmalı. Ama söyleyeyim, filmdeki aşk hikayesi bizimkinin yanında sönük kalır.”
Umay, bana doğru hafifçe eğilip gülümsedi.
“Altay,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı. “Sen bazen fazla tatlı oluyorsun. İnsan nasıl konsantre olacak şimdi filme?”
Filmin ilk sahneleri başlarken, Umay başını omzuma yasladı.
Elim, doğal bir şekilde onun beline kaydı. Ekrandaki siyah-beyaz sahneler akarken, Umay’ın nefesinin sıcaklığını hissediyordum. O gece sadece bir film değildi. Bizim hikayemiz, o eski siyah-beyaz karelerde kendini buluyordu.
Ve ‘Casablanca’nın ünlü repliği kulağımda yankılandı:
“Here's looking at you, kid.”
İçimden bir ses, Umay’a baktığım her saniye bu repliği tekrar ediyordu.
Ve o gece, yıldızların altından yatağın sıcaklığına taşınan bu an, benim için hayatın en unutulmaz sahnelerinden biri oldu.
Film ilerledikçe, yatağın üzerindeki atmosfer de daha sıcak ve samimi hale gelmişti.
Umay başını omzuma yaslamış, saçları yanağıma değiyordu. Ellerim beline dolanmıştı, ama o an sadece varlığı bile bana yetiyordu. Filmde Rick’in o sert ama aşık haliyle Ilsa’ya baktığı bir sahne oynarken, Umay hafifçe kıpırdandı ve başını kaldırdı.
“Altay,” dedi, gözleri hala ekrana kilitlenmişti.
“Rick gibi bir adam olmak ister miydin? Hani, böyle cool, aşka mesafeli ama aslında içten içe yanan biri?”
Bir an durdum, dudaklarımda bir tebessüm belirdi.
“Leydim,” dedim, sesimde hafif bir alaycılık. “Rick gibi olmak isterdim belki… ama benim mesafeli olmakla pek aram yok. Sana mesafeli olsam, şu an burada böyle sarılmış olmazdık.”
Umay hafifçe gülümsedi ve başını tekrar omzuma koydu.
“Peki ya Ilsa?” diye sordu. “Bence o da güçlü bir kadın. Ama aşkla, geçmişle ve gerçeklerle arasında sıkışıp kalmış.”
Başımı hafifçe yana eğdim, onun saçlarının kokusunu içime çekerken gülümsedim.
“Sen Ilsa olsaydın, o kadar karmaşık olmazdın,” dedim. “Sen ne istediğini bilen birisin, Umay. Bu yüzden benim hikayemde Ilsa sen olsan bile, finalde benimle kalırdın.”
Umay başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
“Altay,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi. “Senin hikayende final hep mutlu mu olacak?”
O gözlerde kaybolmamak elde değildi.
“Leydim,” dedim, sesim yavaş ama kararlı. “Sen yanımda olduğun sürece, bizim hikayemizde mutsuz bir final olmaz. Sen benim hem başlangıcım hem de mutlu sonumsun.”
Umay’ın yanaklarında o tanıdık pembe renk belirdi. Hafifçe gülümsedi, sonra başını tekrar omzuma yasladı.
“Filmdeki Rick gibi cool olmayı beceremiyorsun, Altay,” dedi, tatlı bir alayla. “Ama bana kalırsa, o soğuk tavır yerine böyle konuşmayı tercih ederim.”
Film devam ederken, onun o yumuşak nefesi ve saçlarının sıcaklığı benim için en güzel sahneydi.
Ekrandaki siyah-beyaz görüntüler ilerliyor, ama bizim hikayemiz, o yatağın üzerinde yazılmaya devam ediyordu. Ve o gece, benim için Casablanca’nın repliği değişmişti:
“Here’s loving you, leydim.”
Umay başını omzumdan kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti.
Yüzündeki ifadede bir endişe vardı, ama o tanıdık sıcaklık da kaybolmamıştı. Sanki içinde bir şeyleri tartıp konuşmak istiyormuş gibi görünüyordu. Benim cesur leydim…
“Altay,” dedi, sesi hafifçe titreyerek.
“Böyle konuşuyorsun ama… ya bir gün mutsuz bir son olursa? Yani, hayat bu… sen bir askersin. Belki…”
O kelimeyi tamamlayamadı.
Gözlerindeki o çikolata rengi parıltı bir an bulutlandı. Sanki benim bile içimden geçirmeye cesaret edemediğim bir korkuyu dile getiriyordu.
Derin bir nefes aldım.
Ellerimi, ellerinin üzerine koydum ve hafifçe sıktım. “Leydim,” dedim, sesim yavaş ama kararlı.
“Biliyorum… benimle bu hayatı paylaşmak kolay değil. Ama şunu bil ki, eğer bir gün bu hikaye mutsuz bir sonla biterse…”
Sustum. Gözlerine biraz daha yaklaştım, sesim neredeyse bir fısıltıya dönüştü.
“O gün gelene kadar, seni öyle mutlu yaşatacağım ki, o sonun ne olduğu önemli olmayacak.”
Umay’ın gözleri doldu.
Ama bu sefer o gözyaşlarında korku değil, bir kabulleniş vardı. Hafifçe başını salladı, dudakları titriyordu.
“Altay,” dedi, sesi boğuk bir fısıltı gibi.
“Sen nasıl bir insansın? Nasıl bu kadar… güçlü olabiliyorsun?”
Gülümsedim.
“Leydim,” dedim, başımı eğip alnını öperek. “Ben güçlü değilim. Ama seni sevmek, beni güçlü yapıyor. Sen benim en büyük zırhımsın. Ve seni mutlu etmek, benim hayatımın en büyük görevi.”
Umay, başını göğsüme yasladı.
Bir süre konuşmadık. Sadece birbirimizin nefesini, kalp atışını dinledik. O an, geleceğin ne getireceği umurumda değildi. Çünkü onunla geçirdiğim her saniye, bir ömre bedeldi.
“Peki ya sen?” diye fısıldadım, saçlarını hafifçe okşarken.
“Sen de, bizim hikayemizin sonu ne olursa olsun, yanımda olmaya hazır mısın, Leydim?”
Umay başını kaldırdı, gözlerime baktı ve gülümsedi.
“Altay,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. “Ben seni, her şeyinle sevdim. Sonumuz ne olursa olsun, bu yolda yanındayım. Çünkü sen benim her şeyimsin.”
O an, kelimeler bitmişti.
Dudaklarıma hafifçe bir öpücük kondurdu ve tekrar başını göğsüme yasladı. Gece, yıldızların altında bizim için biraz daha anlam kazandı. O son gelene kadar, her anın değerini bilmek için yemin ettim içimden. Çünkü bu kadın, benim kaderimdi.
Umay başını göğsüme yaslamış, sessizce nefes alıyordu.
Saçlarının kokusu gecenin serin havasına karışıyordu, ama ben o anda sadece onun varlığını hissediyordum. Ellerimi biraz daha sıkı doladım beline, sanki onu dünyadan saklamak ister gibi.
“Ama biliyor musun, Leydim?” dedim, sesim alçak ama kararlıydı.
Bu sözleri söylerken gökyüzündeki yıldızlar sanki bize daha da yaklaşıyordu.
Umay, başını hafifçe kaldırıp gözlerime baktı.
“Ne?” dedi, sesi merak ve yumuşaklık doluydu.
Derin bir nefes aldım, onu biraz daha kendime çektim.
“Bu dünyada mutsuz son var, biliyorum,” dedim. “Hayatın acımasız bir gerçeği bu. Ama bir de öbür dünya var, Leydim. Ve orada mutsuz son diye bir şey yok.”
Umay, gözlerinde bir ışıltıyla beni dinliyordu.
“Ben seninle mutlu sonsuzluğu yaşamak istiyorum,” dedim, dudaklarımda bir gülümsemeyle. “Bu dünyada ne olursa olsun, o sonsuzlukta da birlikte olacağımıza inanıyorum. Çünkü seni sadece bu hayatta değil, sonsuza kadar seveceğim.”
Umay’ın gözleri doldu, ama o gülümsemesi kaybolmadı.
“Altay,” dedi, sesi titreyerek. “Seninle mutlu sonsuzluk fikri bile… beni öyle huzurlu yapıyor ki. O kadar inanıyorum ki, biz sonsuza kadar birlikte olacağız.”
Onun bu sözleri, içimde bir huzur fırtınası estirdi.
Ellerimi yüzüne götürdüm, parmaklarımı yanaklarında hafifçe gezdirerek. “Leydim,” dedim, gözlerinin derinliğinde kaybolurken. “Seninle her an bir cennet. Ve bu dünyada ne yaşarsak yaşayalım, o cenneti birlikte bulacağız.”
Umay, ellerini boynuma doladı ve gözlerini kapattı.
“Altay,” dedi, bir fısıltı kadar hafif. “Sonsuzluk, seninle başlıyor. Ve ben, o yolda sadece seninle yürümek istiyorum.”
O an, gece tüm anlamını bulmuştu.
Yıldızlar üzerimizde bir sonsuzluk şarkısı söylüyor gibiydi. Ben, onun varlığında kendimi tamamlanmış hissediyordum. Ve o anda, bu dünyanın mutsuz sonları bile artık umurumda değildi. Çünkü bizim hikayemiz, sonsuzluğa yazılmıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |