

Toplantı odasında keskin bir sessizlik hâkimdi. Haritalar, uydu görüntüleri ve istihbarat raporları masanın üzerinde seriliydi. Hepimiz masanın etrafında toplanmış, Albay’ın konuşmasını bekliyorduk.
Albay gözlerini bizde gezdirerek başladı:
"Beyler, elimizde sıcak istihbarat var. Dağdaki terör grubunun konumu tespit edildi. Yaptıkları hareketlilik, büyük bir saldırıya hazırlandıklarını gösteriyor. Onları harekete geçmeden durdurmamız gerekiyor."
Yavuz kollarını bağladı. "Yani gidip kapıyı çalıp ‘komşu komşu hu hu, ne yapıyorsunuz orada?’ diyemeyiz?"
Burak başını salladı. "Yok, en fazla ‘kimse yoksa ben gidiyorum’ deriz. Yeterli diplomasi olur."
Albay, ikisini de sert bir bakışla susturdu ve devam etti:
"Hedef, Kuzeybatı’daki mağaralar. Uydu görüntülerine göre içeride en az otuz silahlı terörist var. Ağır makineli tüfekleri ve RPG’leri olduğu tespit edildi. Bölgeye yaklaşırken fark edilmeden ilerlemelisiniz. Onlar uyanmadan işlerini bitirmeliyiz."
Burak haritaya eğildi. "Komutanım, peki onların uyanma saatleri kaç?"
İlteriş gözlerini devirdi. "Kahvaltıya mı yakalamayı planlıyorsun?"
Burak omuz silkti. "Ne bileyim abi, eğer daha kahve içmemişlerse belki saldırganlık seviyeleri düşük olur. Bence en azından uyandırmadan yürüyelim."
Albay derin bir nefes aldı. "Bırakın şu saçmalıkları! Tim ikiye bölünecek. İlteriş ve Altay, kuzey cephesinden sızacaksınız. Yavuz, Burak ve Ulaş, güney tarafında pusu kuracak. Keskin nişancı desteğiniz olacak ama sınırlı. Sessiz ilerleyin. Eğer fark edilirsek sıcak çatışma kaçınılmaz."
Yavuz kafasını kaşıdı. "Abi, ‘sessiz ilerleyin’ diyor ama Burak’la aynı timdeyim. Adam geçen operasyonda yere düşüp ‘LAN DİZİM’ diye bağırdı."
Burak ellerini kaldırdı. "Kardeşim, düşen ben değil, onurumdu asıl!"
Albay masaya sertçe vurdu. "Yeter! Bu şakalarınızı operasyondan sonra yaparsınız. Şimdi toparlanın! Yarım saat içinde harekete geçiyoruz!"
Herkes sessizleşti. İşin şakası yoktu.
Bu dağdaki son gece, ya onların olacaktı… ya da bizim.
Yani bize Hakkâri yolu görünmüştü. Dağdaki terör grubunun kanlı eylemini durdurmaya gidiyorduk.
Herkes hızla hazırlanırken, karargahtaki sessizlik yerini organize bir hareketliliğe bırakmıştı. Silahlarımızı kontrol ettik, mühimmatlarımızı tamamladık, zırhlarımızı kuşandık.
Bu, sıradan bir görev değildi. Uydu görüntüleri, gelen istihbarat, bölgedeki hareketlilik… Hepsi büyük bir saldırının hazırlığında olduklarını gösteriyordu. Eğer onları durduramazsak, masum insanların canı yanacaktı.
Ulaş sırt çantasını takarken mırıldandı: "Yine cennet gibi memlekette değil, dağ başında soğukta sürüneceğiz ha?"
Yavuz silahını omzuna asıp gülümsedi: "Burak’a sor, belki teröristleri müzakereyle ikna ederiz."
Burak ciddiyetle başını salladı. "Bakın arkadaşlar, sonuçta onlar da insan. Belki kahveye çağırıp konuşuruz. Hatta biraz gevrek alırım, pardon ‘simit’."
İlteriş haritayı incelerken başını kaldırmadan konuştu: "Burak, eğer bir gün düşmanla kahve içmeye kalkarsan, emin ol kahveyi veren biz oluruz ama zehirle karıştırırız."
Burak omuz silkti. "O zaman şekersiz alayım."
Albay içeri girip herkesin yüzüne tek tek baktı. "Beyler, bu operasyonda hata payınız sıfır. Onları etkisiz hâle getirmezsek, şehirde büyük bir saldırı gerçekleştirecekler. Yaşlı, çocuk, kadın demeden can yakacaklar. Bizden önce davranmalarına izin veremeyiz."
Herkes başını salladı.
Kasklarımızı taktık, son kez silahlarımızı kontrol ettik. Helikopter pervaneleri dönmeye başlamıştı.
Gecenin karanlığında, dağların gölgesinde sessizce ilerleyecektik.
Ve bizden önce davranmalarına asla izin vermeyecektik.
"Hava saldırısına ve yeterli desteğe ihtiyacımız olabilir, Komutanım." dedi İlteriş, haritayı işaret ederek.
Başımı sallayarak onu destekledim. "Uydu görüntülerine göre düşman mevzileri iyi korunuyor. Eğer doğrudan dalarsak, kayıplar veririz. Hava desteğiyle ilk savunma hatlarını kırarsak işimiz kolaylaşır."
Albay düşünceli bir şekilde çenesini sıvazladı. "Hava Kuvvetleri şu an başka bir bölgede operasyon yürütüyor. Size ancak sınırlı hava desteği verebiliriz. Yani iş yine kara timine kalıyor."
Yavuz kaskını düzeltti, hafifçe gülümsedi. "Her zamanki gibi yani… Önce biz gideriz, sonra destek gelir."
Burak kollarını açtı. "Harika! Yine ‘hadi biz önden gidelim, belki ölmezsek destek de gelir’ operasyonu."
İlteriş ciddiyetini koruyarak devam etti. "Burak, mızmızlanmayı bırak. Burada önemli olan hızlı ve doğru hareket etmek. Hava desteği olmadan gireceksek planımızı iki kere gözden geçirmeliyiz."
Albay haritanın üzerine eğildi. "Tamam, planı değiştireceğiz. Keşif ekibi önden gidecek, nokta atışıyla zayıf noktalarını belirleyecek. Eğer durum fazla riskliyse, geri çekilip destek çağırırız. Ama eğer müdahale şansımız varsa, sürpriz bir baskınla işi bitiririz."
Başımı salladım. "Peki, kaç kişiyle gidiyoruz?"
"İki tim. On kişi."
Derin bir nefes aldım. Sayımız düşüktü ama böyle operasyonlara alışkındık. Zorluk, bizim işimizin bir parçasıydı.
Burak çenesini ovuşturdu. "On kişi mi? Ben sayıya takıldım. Ne bileyim, en azından futbol takımı kadar olsak daha güven verici olurdu."
Yavuz omzuna vurdu. "Sen top sürmüyorsun, Burak. Bu iş biraz farklı."
Helikopterin hazır olduğu bilgisi verildiğinde hepimiz ayağa kalktık. Son teçhizat kontrollerini yaparken içimde tanıdık bir his vardı.
Adrenalin. Tecrübe. Ve kaçınılmaz bir savaşın getirdiği soğukkanlılık.
Bu sefer, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Ama tek bildiğimiz şey, geri dönmek için önce bu savaşı kazanmamız gerektiğiydi.
Gökkartal Timi içeri girince bizim tayfa bir anda hareketlendi. Herkesin suratında hafif bir gerginlik ve alttan alta bir meydan okuma vardı. Çünkü bu çocuklukça rekabet, yıllardır bitmemişti.
Başlarında Yüzbaşı Demir vardı. Sorunlu bir herifti. Sadece soğuk ve mesafeli olduğu için değil, aynı zamanda sürekli bir üstünlük taslama çabasında olduğu için.
Demir kollarını göğsüne bağladı, sırıtarak bize baktı. "Bak sen… Kartallar ve kurtlar yine aynı operasyona mı düştü?"
Burak kollarını açtı. "Evet Demir, yine yanımıza yazıldınız. Belki bu sefer siz de bir şeyler öğrenirsiniz."
Gökkartal Timi’nden Teğmen Erkan kahkahayı patlattı. "Öğreneceksek de yanlış örnek almayalım, Burak. Geçen sefer nasıl yolda kaldığınızı hatırlıyor musun?"
Yavuz araya girip dudak büktü. "Biz yolda kalmadık, geri çekilme taktiği yaptık."
Demir alayla başını salladı. "Tabii, tabii. Taktik… Sadece size özgü bir geri çekilme şekli."
İlteriş ciddiyetini bozmadı, hafifçe öne çıktı. "Bakın çocuklar, burada ergen rekabeti yapmayacağız. Beraber çalışacağız. Sonuçta aynı bayrağın altında görev yapıyoruz."
Demir başını eğip sahte bir saygıyla elini kalbine götürdü. "Tabii komutanım, biz her zaman devletimiz için buradayız."
Burak dişlerini sıktı, Yavuz da gözlerini devirdi. Ama tartışmanın uzaması anlamsızdı.
Albay içeri girip bizi süzdü. "Eğer çocukça rekabetinizi bitirdiyseniz, brifinge devam edelim. Çünkü dışarıda bir düşman var ve emin olun, onlar sizden çok daha tehlikeli."
Herkes sustu. Çünkü işin ciddiyetini hepimiz biliyorduk.
Bu operasyon, sadece rekabet değil, hayatta kalma meselesiydi.
GÖKKARTAL TİMİ (10 Kişilik Özel Operasyon Timi)
Yzb. Demir Karakuş – (Tim Komutanı)
Soğuk, disiplinli ve fazlasıyla kendini beğenmiş biri. Kendi timine sonuna kadar güvense de, rekabetçi yapısı nedeniyle bizim timle sürekli bir sürtüşme halinde. Strateji ve taktik konusunda iyi ama inatçılığı bazen başına iş açıyor.
Ütğm. Erkan Duman – (Tim İkinci Komutanı / Keşif Uzmanı)
Gözlem yeteneği güçlü, keskin nişancı olabilecek kadar iyi bir atıcı. Mizahi yönü güçlü ama zaman zaman fazla ukala olabiliyor. Yine de ekibin en güvenilir adamlarından biri.
Astğm. Barış Tekin – (İstihbarat ve Siber Uzman)
Operasyon öncesi bilgi toplama ve elektronik sistemlere sızma konusunda yetenekli. Sahada da aktif görev alır ama asıl parladığı yer bilgisayar ve teknik işlerde.
Bçvş. Serhat Yıldırım – (Telsizci ve İleri Gözetleyici)
Sahada iletişimi sağlayan kişi. Hava desteği çağırma, koordinat belirleme gibi görevlerde kritik bir rolü var. Aynı zamanda iyi bir iz sürücü.
Bçvş. Mert Soylu – (Patlayıcı Uzmanı)
Mayın temizleme, patlayıcı yerleştirme ve imha etme konularında uzman. Takımda genelde patavatsızlığıyla tanınır ama işine olan hakimiyeti nedeniyle kimse onunla uğraşmaz.
Üçvş. Oğuz Çelik – (Keskin Nişancı)
Timde uzak mesafeden destek sağlayan nişancı. Sessiz, soğukkanlı ve konuşmayı pek sevmez. Ama bir kere dürbünün arkasına geçti mi, hedefi ıskalaması imkansızdır.
Üçvş. Cemal Bozkurt – (Sağlıkçı)
Takımın cankurtaranı. Çatışma anında hem savaşır hem de yaralıları stabilize eder. Gerektiğinde ilk yardım bilgisiyle hayat kurtarır.
Uzman Çvş. Volkan Ergin – (Öncü Birlik / Yakın Muharebe)
Genellikle ön saflarda yer alır. Yakın dövüş konusunda uzman, fiziksel olarak en güçlü adamlardan biri. Karşısına çıkan düşman için tam bir kabus.
Uzman Çvş. Hakan Kurt – (Arazi ve Dağcılık Uzmanı)
Zorlu arazilerde timi yönlendiren kişi. Hangi yoldan gidileceğini belirler, pusula gibidir. Dışarıdan sakin görünse de sinirlenirse yıkıcı olabilir.
Uzman Çvş. Selim Taş – (Lojistik ve Mühimmat Sorumlusu)
Timin cephane ve ekipmanından sorumlu kişi. Aynı zamanda operasyonda ağır makineli tüfek kullanır. En rahat adam gibi görünse de çatışma anında en çok tehlikeye girenlerden biridir.
İSTİKLAL TİMİ (9 Kişilik Özel Operasyon Timi)
Yzb. Altay Öztürk – (Komutan ve Lider)
Timin beyni ve kalbi. Keskin zekası, liderlik yetenekleri ve savaş alanındaki deneyimiyle ekibini her zaman en iyi şekilde yönlendirir. Sert ama adil bir komutan.
Kıd. Ütğm. Ulaş Barış Mutlu – (İstihbaratçı)
Bilgi toplama, analiz etme ve operasyonları planlama konusunda uzman. Sahada da aktif görev alır, gerektiğinde düşman hatlarının içine sızarak en kritik bilgileri toplar.
Ütğm. İlteriş Yıldırım – (Keskin Nişancı)
Timde uzak mesafeden ölümcül atışlar yapan keskin nişancı. Soğukkanlılığı ve sakinliğiyle bilinir. Sabırlı, dikkatli ve her zaman doğru zamanı bekler.
Astsb. Mustafa Kemal Ölmez – (Keşif Uzmanı)
Zorlu arazilerde yol bulan, düşman hareketlerini analiz eden ve timi en güvenli rotadan götüren kişi. Hayatta kalma becerileri üst düzeyde.
Astsb. Fatih Akar – (Taarruz ve Yakın Muharebe Uzmanı)
Timin öncü askerlerinden. Yakın dövüşte oldukça yetenekli ve saldırı operasyonlarında en önde yer alıyor. Fiziksel gücüyle dikkat çeker.
Astsb. Kerim Aktürk – (İletişim Uzmanı)
Sahada telsiz haberleşmesini sağlayan kişi. Hava desteği, topçu atışları ve takviye çağrılarında kritik bir rol oynar.
Uzm. Çvş. Eren Kuralsız – (Saldırı Birimi / Öncü Asker)
İsmi gibi sınırları pek sevmez. En önde savaşmayı seven, gözünü budaktan sakınmayan biri. Gözü kara ama sadık bir asker.
Uzm. Çvş. Burak Koçak – (Bomba Yapım ve İmha Uzmanı)
Patlayıcılar konusunda tam bir deha. Mayın temizleme, bomba yerleştirme ve imha işlemlerini kusursuz yapar. Çoğu zaman patavatsız ama işinde çok iyi.
Uzm. Çvş. Onur Demirtaş – (Makineli Tüfekçi ve Ağır Silah Uzmanı)
Timin ağır makineli tüfek kullanan askeri. Yoğun çatışmalarda baskı ateşi açarak ekibe avantaj sağlar. Güçlü ve dayanıklıdır.
İki timi karşılaştırırken gözüm rakiplerimize kaydı. Gökkartal Timi tam on kişiydi, biz ise dokuz. Ama bu beni rahatsız etmedi, tam tersine sırıtmama neden oldu. Sayı her şey demek değildi. Bizim tim, ismini efsaneler kitabına yazdırmıştı.
Her biri kendi alanında ustaydı. Sahada yan yana savaştığımızda, birbirimizin ne yapacağını düşünmeden bile bilirdik. Eğitim, yetenek ve cesaret konularında tartışmaya açık değildik. Gökkartal Timi iyi olabilirdi ama biz İstiklal Timiydik.
İlteriş, hafifçe eğilip fısıldadı:
"Ne düşünüyon komutanım? Adam mı devşirelim bunlardan?"
Ulaş sırıtarak araya girdi:
"Yok ya, onları yanımıza alsak bile seviyemizi düşürürler. Yine biz kazanalım diye uğraşırız."
Burak kollarını göğsünde bağladı, alaycı bir şekilde başını salladı:
"Bence onları almayalım, bizim efsanevi havamız bozulur."
Tam o sırada Gökkartal’ın başındaki Yüzbaşı Demir adım attı, yüzünde her zamanki ukala sırıtışı vardı. Ellerini arkasında kavuşturup alaycı bir sesle konuştu:
"Ne oldu İstiklal? Eksik mi kaldınız? Sayıyla yarışıyorsanız daha çok adam toplamanız lazım."
Ben gözlerimi ona diktim, omuz silktim. "Biz sayıya değil, yeteneğe bakarız Demir. Dileyen herkes savaşabilir ama kazanmak başka bir şeydir."
Demir’in yüzündeki sırıtış biraz soldu. Ekibim arkamda sessizce gülüyordu. İlteriş kaşlarını kaldırıp ekledi:
"Efsaneler kitabına isim yazdırmak öyle kolay değil kardeşim."
Karargahta tansiyon yükselmeye başlamıştı. Ama bu tatlı rekabetten doğan bir gerilimdi. Sonunda hepimiz aynı cephede savaşacaktık. Ama önce, bu operasyona kimin daha hazır olduğunu göstermek gerekiyordu.
Brifing sonrası yemekhaneye geçtiğimizde, tüm gözler üzerimize çevrildi. İstiklal ve Gökkartal Timleri aynı anda içeri girdiğinde, içerideki askerlerin sohbeti anında kesildi. Kaşıklar havada asılı kaldı, bardaklar tutulduğu yerde unutuldu.
Bunu seviyordum. İki büyük timin birlikte yemekhaneye girmesi, sanki bir aksiyon filminin açılış sahnesi gibiydi.
İlteriş gözlerini kısarak etrafı süzdü, sonra bana eğilip fısıldadı:
"Bize niye böyle bakıyolar ya? Ünlü mü olduk?"
Burak sırıttı, tepsisini alırken alçak sesle ekledi:
"Oğlum, biz zaten ünlüyüz. Bak, geçen gün dışarı çıkınca çocuklar imza istiyodu."
Ulaş başını salladı, gözlerini devirdi:
"Senin imzanı istedikleri falan yoktu Burak. Adamlar sigara istiyordu, sen imza atacaktın neredeyse."
Gökkartal Timinden birkaçı tepsilerini almış, bizimle aynı masaya doğru ilerliyordu. Yüzbaşı Demir, yüzünde alaycı bir ifadeyle boş bir sandalye çekti ve oturdu.
"İyi bari, yemekhaneyi de bölüşelim. Sahada zaten bir tarafı kapıyorsunuz." dedi sırıtarak.
Ben kaşığımı aldım, Demir’e göz ucuyla baktım. "Efsaneler yer kaplamaz Demir. Ama gölgeleri büyük olur."
Bir an sessizlik oldu, sonra bizimkiler kahkahaya boğuldu. Gökkartal’ın birkaç adamı gülmemeye çalışırken dudaklarını ısırdı. Demir kaşığını tepsisine bırakıp bana meydan okuyan bir bakış attı.
"Gölgeler savaş kazanmaz Altay, biz de sahada görüşürüz."
Ulaş başını salladı, gülerek ekledi:
"Tamam tamam, gölgeler kazanmaz belki ama... Biz kazanıyoruz, o kesin."
Yemekhanedekiler bu laf dalaşını sessizce izliyordu. Bizi bir gladiyatör müsabakası gibi takip ettiklerini biliyordum. Ama günün sonunda herkes biliyordu ki, hangi tim sahaya çıkarsa çıksın, operasyonun sonucu belliydi.
Demir kaşığını yavaşça aldı, gözlerini kısarak bana baktı. “Göreceğiz Altay. Sahada söz değil, icraat konuşur.”
Ben umursamazca omuz silktim, çorbama geri döndüm. "O zaman sahada konuşuruz Demir, burada midemi düşünüyorum."
Burak bir yandan gülerken Ulaş hafifçe bana yaklaştı. "Komutanım, şu anda yemekhanenin tamamı bizi dinliyor, farkındasınız değil mi?" diye fısıldadı.
Çevreme baktım. Gerçekten de tüm askerler kaşıklarını tutmuş, tek bir kelimeyi bile kaçırmamak için kulak kesilmişlerdi. Bir anda kaşığımı masaya bıraktım, ciddi bir ifadeyle başımı kaldırdım.
"Arkadaşlar, istihbarata göre bizim tabldotların daha lezzetli olduğu tespit edilmiş. O yüzden dikkatleri üzerimize çekmemiz normal."
Bir anda kahkahalar koptu. En gergin asker bile gülümsemeden edemedi. İlteriş tepsisini kenara koyup kahkahalarla sırtıma vurdu. "Komutanım, espri timi kursak başına geçersiniz."
Demir başını sallayarak gülümsedi. "Neyse, biz timce kalkıyoruz. Altay, fazla yemeyin de sahada ağır kalmayın." dedi, ardından Gökkartal ekibini peşine takarak masadan ayrıldı.
Burak gözleriyle onları süzüp eğildi: "Komutanım, bunlar kesin bir şeyler çeviriyor."
Ben umursamaz bir şekilde çorbamı karıştırırken hafifçe gülümsedim. "O zaman biz de hazırlıklı olalım, Burak. Hem senin için iyi olur, biraz kondisyon çalışmış olursun."
Burak kaşığını bırakıp sızlandı: "Komutanım, daha yeni yemeğe oturduk be!"
Ben gülerek kaşığımı aldım, yemeğe devam ettim. Çünkü biliyordum... Sahada gerçekten de işimiz vardı. Ve bu sadece başlangıçtı.
Yemekhaneden çıktığımızda gece olmuştu. Nöbet değişimi yapan askerlerin adımları yankılanıyordu. Gökyüzü yıldızlarla kaplıydı ama hafif bir rüzgâr yaklaşan bir fırtınanın habercisi gibiydi.
Burak, omuzlarını gererek esnedi. “Komutanım, hislerim hiç iyi değil. Kesin bir operasyon geliyor.”
Ulaş kaşlarını kaldırdı. “Burak, senin hislerin daha geçen hafta bana piyangodan para çıkacağını söylüyordu. Hâlâ cebimde bir kuruş yok.”
İlteriş gülerek ekledi: “Yalnız Ulaş, o gün sigarayı bıraktın. Onu da say.”
Tam o anda telsizim cızırdadı. “Kartal-1, merkez. Acil kod 2.”
Herkes sustu.
Telsizi kaldırdım. “Kartal-1 dinlemede.”
“Brifing odasına geçin, hemen.”
Hızlı adımlarla komuta merkezine ilerledik. Kapıyı açtığımızda içeride Gökkartal Timi de vardı. Demir, duvara yaslanmış kollarını kavuşturmuş, bize kısa bir bakış attı.
Masada, harita açıktı. Yanında Albay Sedat duruyordu.
Albay gözlerini bize çevirdi ve soğuk bir sesle konuştu:
"Beyler, tatiliniz bitti. Sınırda işler karıştı."
Masaya eğildim, haritaya baktım.
Fırtına artık kapıdaydı.
Albay Sedat eliyle haritadaki noktayı işaret etti.
"Operasyon erkene alındı. Sınırın diğer tarafında hareketlilik var. İstihbarata göre, terör unsurları gece yarısı sızma yapacak. Biz de onlardan önce harekete geçeceğiz."
Demir kollarını indirip haritaya yaklaştı. "Ne kadar vaktimiz var?"
Albay ciddi bir ifadeyle, "Kırk beş dakika içinde havada olmalısınız." dedi.
Gökkartal ve İstiklal Timleri aynı anda harekete geçti. Silahhanelere doğru yürürken içeride bir gerginlik hakimdi. Kasklarımızı, hücum yeleklerimizi ve silahlarımızı kuşanırken Burak, tüfeğini kontrol ederken alçak sesle sordu:
"Komutanım, bu sefer gerçekten büyük bir şey mi geliyor?"
Tüfeğimi omzuma asarken ona baktım. "Bildiğin her şeyden büyük olabilir."
OTUZ DAKİKA SONRA – ÜS BÖLGESİ
Havaalanına vardığımızda, iki Sikorsky UH-60 Black Hawk helikopteri hazır bekliyordu. Pervaneler yavaş yavaş dönmeye başlamıştı. Tim, hızlıca helikoptere binerken rüzgâr gözlerimizi yakıyordu.
“Kartal-1, kule. Kalkış için hazır mısınız?”
Kulaklıktan gelen sesi duyduğumda, kaskımı düzelttim.
"Kartal-1 hazır. Beklemede."
Pilot, onay aldıktan sonra pervaneler hızlandı.
İçimde bir his vardı. Burada işler ters gidebilirdi. Ama biz buradaydık. Ve sahada olduğumuz sürece hiçbir plan bize karşı işlemeyecekti.
Helikopter yükseldiğinde, aşağıda kalan ışıklar küçülmeye başladı. Hakkâri’ye gidiyorduk.
Ve bu sefer, dönerken eksik gelmek yoktu.
Saat: 22:30
Koordinatlar: 37°34’K, 44°08’D
İstiklal ve Gökkartal Timleri, HVT (High-Value Target) Operasyonu
HAVA İNTİKALİ
İki Sikorsky UH-60 Black Hawk, gece görüş konfigürasyonunda alçak irtifada seyrederek, operasyon bölgesine doğru ilerliyordu. Gökyüzü karanlıktı, ay ışığı bile yoktu. Bu, bizim için avantajdı.
Herkes telsiz sessizliğinde, kulaklıklarından sadece rotorların metalik sesi duyuluyordu. Pilot, kulaklığımdan fısıltıyla bilgi verdi:
"Kartal-1, Hakkâri kırsalı üzerinde LZ’ye (Landing Zone) yaklaşıyoruz. ETA 5 dakika."
Termal kameralar açık, bölgedeki hareketlilik takip ediliyordu. İHA desteği Anka-S, 10.000 feet irtifada keşif uçuşu yapıyordu. Gökkartal Tim Komutanı Demir, kaskının mikrofonuna hafifçe eğildi.
"Termalde sıcak temas var mı?"
Operasyon Merkezi’nden (OPMER) gelen yanıt kısa ve netti:
"LZ temiz. Ancak 3 kilometre güneyde 6-8 kişilik bir unsur var. Muhtemelen devriye ekibi."
Burak tüfeğini kavradı. "İlk sıcak teması sahada kuracağız demek."
Ben gözlerimi kapattım, bir an için nefesimi dengeledim. Buradaki herkes profesyoneldi, ama operasyonlar kaotik olabilirdi. Gökkartal ve İstiklal’in sahada kusursuz bir uyum içinde çalışması gerekecekti.
INSERTION (İNTİKAL VE KONUŞLANMA)
Saat: 22:40
Helikopter NVG (Night Vision Goggles - Gece Görüş Gözlüğü) modunda alçaldı. Pervanelerin çıkardığı ses, dağların yankısıyla birleşti. Pilot telsizden seslendi:
"Kartal-1, LZ'ye ulaştı. Sıcak bölge değil ama hızlı boşaltma yapın."
Fast Rope yöntemiyle inişe geçtik. 15 metrelik halatlarla sırayla yere temas ettik. Takım liderleri anında çevre emniyetini aldı. Güney sektörü Gökkartal, kuzey sektörü İstiklal korumaya aldı.
"Timler, durum raporu verin." diye fısıltıyla sordum.
Demir hemen yanıtladı: "Gökkartal konuşlandı, çevre temiz."
Ulaş elindeki M4A1 SOPMOD tüfeğiyle bölgeyi taradı. "İstiklal hazır, ilerlemeye müsaitiz."
Helikopter yükseldiğinde, gece tekrar sessizleşti. Şimdi sadece biz ve dağlar vardı.
OPERASYONUN BAŞLAMASI – HVT YAKALAMA
Saat: 23:15
Hedef, PKM (Ağır Makinalı Tüfek) ile korunan bir mevzideydi. İHA görüntülerine göre, içeride HVT (High-Value Target – Yüksek Değerli Hedef) olduğu doğrulandı.
Plan belliydi:
Gökkartal, güneybatıdan sızarak destek noktası oluşturacak.
İstiklal, doğudan ilerleyip binaya ilk girişi yapacak.
Keskin nişancı ekibi, 600 metre ileride yüksek bir noktada gözlem yapacak.
Saat: 23:30
Yaklaşma safhası başladı. PVS-31 NVG’lerimiz takılı, silahlar omuzdaydı. Kalp atışlarımız bile düşmüştü.
Burak telsizden fısıldadı:
"İki kişi dış nöbette, PKM mevzilenmiş. İçeride en az dört sıcak hedef var."
Demir başını salladı. "Sessiz giriş mi, yoksa dinamik giriş mi?"
"Önce sessiz. Alarm verilirse, temizleriz." dedim.
Ulaş, susturuculu HK-416 ile ilk nöbetçiyi sessizce düşürdü. Termal kamerada ikinci hedefin sigara içtiğini gördüm. İleri hamle yapıp karotis baskısıyla (uyku arterine baskı) sessizce etkisiz hale getirdim.
DİNAMİK GİRİŞ – CQB (Close Quarters Battle)
Kapının yanına pozisyon aldık. Gökkartal dış destek, İstiklal iç temizliği yapacaktı.
“Breach! Breach! Breach!”
Kapıyı patlattık. İçerideki teröristlerin şaşkınlık süresi 1.5 saniyeydi. Fazlasına izin vermedik.
İçeri ilk ben girdim, HK-416'mı sağ köşedeki hedefe doğrulttum. Karanlığın içinde sadece susturucunun çıkardığı fıss sesi duyuldu.
Burak sol tarafa geçti, ikinci hedef yere düştü.
"Temiz!" diye bağırdı.
Alt odada biri hareketlendi. Flashbang attık. Patlamayla beraber duman dağıldığında, HVT’nin teslim bayrağını kaldırdığını gördük.
"Hedef ele geçirildi!"
Demir telsize bastı:
"OPMER, HVT elimizde. Tahliye talep ediyoruz."
TAHLİYE – EXFILTRATION
Saat: 00:05
Helikopter tahliye noktasına çağrıldı. Geri çekilme prosedürü başlatıldı. Ancak, güneydoğuda hareketlilik vardı. Bir motosiklet ekibi hızla yaklaşıyordu.
"Düşman takviye yolluyor. Süreleri 3 dakika!" diye Ulaş uyardı.
Defensive Perimeter (Savunma Çemberi) oluşturduk. Gökkartal, güneyden gelen gruba karşı Mk48 hafif makineli tüfeğiyle bastırma ateşi açtı.
İstiklal, HVT’yi güvenli bölgeye götürdü. Helikopter pervaneleri çılgınca dönmeye başladı.
Saat: 00:10
HVT'yi helikoptere attık. Tüm tim bindi. Burak en son atlayarak kapıyı kapattı.
Saat: 00:15 – Hava İntikali
Helikopter yükselirken, aşağıdaki düşman unsurlarının çaresizce dağıldığını gördüm.
Demir kaskını çıkardı, alnındaki teri sildi. "Güzel işti." dedi gülerek.
Ben tüfeğimi kontrol ettim, sonra etrafıma baktım. Tim eksiksizdi.
"Evet, güzeldi. Ama daha bitmedi."
Şimdi sırada istihbarat sorgusu vardı. Ve bu operasyonun asıl amacı, HVT’nin vereceği bilgilerdi.
Saat: 02:30
Konum: 3. Derece Gizlilik Seviyesinde Birlik Karargâhı
Helikopter iniş yaptığında, timde herkes yorgundu ama dikkatimiz dağılmamıştı. HVT (High-Value Target) gözleri bağlı şekilde indirilirken, Gökkartal ve İstiklal Timleri çevre emniyeti almıştı.
Hedef, örgütün lojistik koordinatörüydü. Kendi başına fazla tehlikeli değildi ama örgüt içi bağlantıları ve finans kaynakları hakkında kritik bilgilere sahipti. Bu yüzden onu canlı almak bu operasyonun en önemli kısmıydı.
Hemen sorgu odasına alındı. İçeriye sadece ben, Yüzbaşı Demir, İstihbarat Subayı Binbaşı Engin ve bir tercüman girdi. Tim geri çekildi ama Burak kapının önünde dikildi. Olası bir ani harekete karşı hazırlıklıydık.
HVT plastik kelepçelerle sandalyeye oturtulmuştu. Ellerinde barut izleri vardı, yani çatışmaya girmeden önce bir silah kullanmıştı. Üstü başı toz içindeydi ama korktuğunu belli etmiyordu.
Sorguya başlamadan önce
Olası kaçış yollarını engellemek için odanın çıkış kapısı içeriden kilitlendi.
Kamera kaydı açıldı.
Psikolojik baskı için loş aydınlatma kullanıldı.
Binbaşı Engin masaya oturdu, dosyaları açtı ve sakince konuştu:
"Adın, kod ismin ve bağlı olduğun hücreyi söyle."
HVT önce sessiz kaldı, sonra tükürdü. "Sizden korkan sizin gibi olsun." dedi kısık bir sesle.
Burak kapının önünde sırıttı. "Kardeşim, bak sakın kahramanlık yapma. Burası Twitter değil, kahramanlık kasıp millete hikâye anlatamazsın."
1. Aşama – Psikolojik Manipülasyon
Binbaşı Engin, gözlerini HVT’ye dikti.
"Sence kaç kişi daha burada sorgulandı? Kaçı buradan sağ çıktı?"
HVT kaşlarını çattı ama tepki vermedi. Biz bu sessizliği tanıyorduk: Direnme taktiği.
Ama istihbaratçılar için bu sadece bir zaman meselesiydi.
Engin sakince devam etti:
"Bak, seni buraya getirmek için timlerimiz sahaya indi. Adamlarını kaybettin. Çizgiyi geçtikten sonra geri dönüş olmaz."
HVT dişlerini sıktı, hala direniyordu. Ama nabzının hızlandığını görebiliyorduk.
2. Aşama – Gerçek Bilgileri Açıklamak
Sorgunun püf noktası, hedefin bildiklerinden daha fazlasını bildiğimizi göstermektir.
Dosyayı açtım, içinden örgütün iç yazışmalarını çıkardım.
"Bak burada ne var? Senin imzan var. Şu mühimmat sevkiyatıyla ilgili belgeyi tanıyor musun?"
Göz bebekleri büyüdü. Bu, şok etkisi yaratmanın ilk aşamasıydı.
Binbaşı Engin devam etti:
"Mardin kırsalındaki kampı biliyoruz. Lojistik rotalarınızı biliyoruz. Sana ihtiyacımız yok aslında, ama senin ihtiyacın var."
HVT’nin alnında ter birikti.
3. Aşama – Çözülme (Break Point)
"Bak kardeşim," dedim sakin bir sesle. "Ölü adamlar konuşamaz. Ama konuşanlar bir şekilde hayatta kalıyor. Karşındaki seçenek çok basit. Ya anlatırsın, ya da biz zaten öğreniriz."
Burak içeri doğru eğildi. "Bize anlatmazsan, senin yerine birini konuştururuz. Ve biliyorsun, onların konuşmasını sağlamak daha kolay."
Sessizlik.
Sonra HVT kafasını kaldırdı ve ilk kez göz göze geldik. Derin bir nefes aldı.
"Ne bilmek istiyorsunuz?" dedi kısık sesle.
4. Aşama – Kritik Bilgi Akışı
Örgütün Hakkâri ve Mardin kırsalındaki yeni kampları
Finans kaynağı olarak kullandıkları şirketler
Lider kadronun kimlerle görüştüğü ve hangi devletler tarafından desteklendikleri
Bingo. İlk istihbarat sızdırıldı.
Saat: 03:15
Sorgu odasının kapısını açtım. Binbaşı Engin hemen OPMER'e bilgi geçmeye başladı.
Demir yanıma yaklaştı, fısıltıyla sordu:
"Ne kadar doğru olabilir?"
Omuz silktim. "Teyit etmemiz lazım. Ama eğer doğruysa, bu sadece bir operasyonun değil, tüm sınır ötesi stratejinin değişmesi anlamına gelir."
Sonraki Adım?
İstihbarat doğrulama için bölgeye İHA ve teknik takip gönderildi.
Özel Kuvvetler harekât timleri, verilen koordinatlara baskın düzenlemek için hazırlığa başladı.
Diplomatik kanallardan örtülü operasyon izni alınmaya çalışıldı.
Bu iş daha yeni başlıyordu.
Saat 05.30. Hakkâri Özel Kuvvetler Harekat Merkezi. OPMER’de (Operasyon Merkezi) toplanmış, ekrana yansıyan görüntüleri izliyorduk. İHA’lardan gelen anlık istihbarat bilgileri, elimizdeki diğer kaynaklarla örtüşüyordu. Hedef belli olmuştu: Örgütün üst düzey lojistik sorumlusu, yanında ağır silahlı bir grup terörist ve tahkim edilmiş bir sığınak.
Tim olarak defalarca sınır ötesi operasyona çıkmıştık ama her seferinde içimde aynı gerilim olurdu. Sakinlik, kontrol ve ölümcül bir kararlılık.
İlteriş yanıma yaklaşıp fısıldadı:
"Sence kaç kişi var içeride?"
Ekrana bir kez daha baktım. Isı izleri netti.
"En az 15. Ama yer altı geçitleri varsa sürprizlere hazırlıklı ol."
Komuta merkezinden talimat geldi. Operasyon erkene alındı.
Hakkâri’den havalandık.
Gökkartal ve İstiklal Timleri olarak CH-47 Chinook helikopterlerine bindik. İçerisi sessizdi. Herkes silahını kontrol ediyor, son hazırlıklarını yapıyordu. Yanımda oturan Burak, HK-416’sını yağlarken sırıttı:
"Bugün kahraman olacağız gibi bir his var içimde."
"Her zamanki gibi yani." dedim alayla.
Helikopterin içi, kasklarımızdan gelen kısa telsiz konuşmaları ve mühimmat tıkırtılarıyla doluydu. Gökyüzü karanlıktı ama hepimiz harekete hazırdık.
İleride ATAK helikopterleri ön keşif yaparak ilerliyor, İHA’lar bölgeyi tarıyordu.
Saat 02.30. Helikopterler belirlenen bölgeye alçaldı.
Yer ekibi hızla çevre güvenliğini aldı. İleri keşif ekibi (ALFA) bölgeyi tarıyor, EYP temizleme timi (BRAVO) olası patlayıcıları işaretliyordu.
İlteriş telsizden seslendi:
"Altay, batı cephesi sende. İçeri nasıl gireceğiz?"
Çevreyi inceledim. Gözetleme kulesi, nöbet noktaları ve aşağıdaki sığınak.
"Keskin nişancılar hedefleri alsın. Sessiz ilerleyelim. İçeriye sızınca temas kurana kadar ateş açılmasın."
Bir nefes aldım. Burası benim dünyamdı.
Saat 03.00. İlk üç nöbetçi sessizce etkisiz hale getirildi.
Termal görüşte kaybolan hedefler, keskin nişancı ekibinin işiydi.
Giriş kapısında iki kişi daha vardı. Susturuculu silahlarla temizledik.
Saat 03.15. Sığınağın girişine ulaştık.
Kapıyı açar açmaz, içeriden RPG atışları başladı. Hızla mevzi aldık, susturma ateşi açıldı.
Burak bağırdı:
"İçerisi karıştı Altay! Taktik değiştiriyoruz mu?"
"Ağır ateşle bastır! ATAK’lara haber ver!"
Hemen ATAK helikopterlerine koordinat verildi. Gökyüzünde gece görüşlü topçu sistemleri çalışmaya başladı. Düşmanın kaçış rotaları bombalanıyordu.
Saat 03.30. Sızma ekibi içeri girdi.
İlteriş duvar dibine geçti, eliyle işaret etti:
"Sağda üç kişi. Bombayla temizleyelim."
Bir el bombası içeri yuvarlandı, patlamanın ardından hücrelere daldık.
Hedef ele geçirildi.
Sığınağın alt katında örgütün lojistik sorumlusu sağ olarak yakalandı.
Bilgisayarlar, haritalar ve belgeler alındı. Burası örgütün önemli lojistik üslerinden biriydi.
Saat 04.15. Çekilme emri geldi.
FIRTINA Obüsleri, geride kalan hedefleri imha etti.
EYP’ler etkisiz hale getirildi.
Tüm timler sınıra yöneldi.
Helikopterlere bindiğimizde, gökyüzü hâlâ karanlıktı ama biz görevi tamamlamıştık.
İlteriş yanıma oturdu, sessizce elindeki mermileri kontrol etti.
"Bitti mi?" diye sordu.
Gülümsedim.
"Yeni başlıyor."
Saat 06.00. Hakkâri Özel Kuvvetler Üssü – Sorgu Birimi
Hedefin yakalanmasının ardından, istihbarat süreci başlıyordu. "Konuşan adam, hayatta kalır" kuralı buradaydı ama konuşmazsa? İşler değişirdi.
Masada oturmuş, önümdeki dosyayı inceliyordum. Hedef şahıs: Kod adı “Zagros”. Örgütün lojistik ağını yöneten kilit bir adamdı. Silah sevkiyatı, mühimmat dağılımı, sınır geçişleri... Eğer konuşursa, birden fazla operasyonun yolunu açardı.
Kapı açıldı. İçeri giren İlteriş, sorgu ekibinin raporunu önüme attı.
"Altay, klasik yöntemlerle ilerledik. Konuşmuyor."
Gözlerimi devirdim. Bu tür adamlar korkuyu iyi bilirdi ama bir noktada hepsi aynı hatayı yapardı: Güvende olduklarını sanmak.
Sorgu Odası, 06.15
Odaya girdiğimde Zagros sandalyeye kelepçelenmişti. Başında küçük bir yara vardı, kanaması durmuştu. Gözleri kısık, ifadesi kayıtsızdı.
Benim için fark etmezdi. Bir adamın korkusunu yüzünden değil, nefes alışından anlardım. Ve Zagros, şu an korkusunu saklamaya çalışan bir adamdı.
Önüne oturdum. Masaya yavaşça vurdum. Tok, net bir ses.
"Başlayalım mı?" dedim.
Konuşmadı. Bekledi.
"Şimdi anlatacakların senin kaderini belirleyecek. Bak, sana işkence yapmayacağız. Burada herkes insan haklarını bilir. Ama zamanı da boşa harcamayız."
Kafasını çevirdi, tükürmek ister gibi dudaklarını büktü.
"Sizden korkmuyorum."
Gülümsedim. Klasik direniş.
Elimdeki kalemi masaya bıraktım.
"Korkmaman iyi, çünkü şu an mesele korku değil. Mesele zaman."
Dosyayı açtım, fotoğrafları önüme koydum. Örgütün mühimmat konvoyları, sınırdaki adamları, sızdırılmış belgeler... Hepsini tek tek gösterdim.
"Biz zaten her şeyi biliyoruz, Zagros. Sadece detayları tamamlıyoruz."
Gözleri hızla fotoğrafları taradı. Bunu beklemiyordu.
İlteriş duvara yaslandı, sessizce bizi izliyordu. Sorgulama sürecinde fazla ses fazla direnç yaratır. Önce hedefin düşünmesine izin vermek gerekir.
"Bak," dedim, sesimi alçaltarak. "Sana bir şans sunuyorum. Şimdi konuşursan, belki mahkemede bir ihtimal olur. Konuşmazsan? O zaman sahadaki adamlara sorarız. Ve emin ol, saha çok daha serttir."
Beni süzdü. Gözlerindeki ilk şüpheyi gördüm. İşte bu, kırılma anıydı.
"Ne istiyorsunuz?" diye sordu.
Masaya yaslandım.
"Silah sevkiyatları. Kuryeler. Sınırdaki geçiş noktaları. Sana neden ihtiyaç duyduklarını anlat."
Odadaki hava ağırlaştı. Zagros’un suratı asıldı ama sustu.
Saat 06.45. Baskı süreci başladı.
Saat 06.45. Hakkâri Özel Kuvvetler Üssü – Sorgu Birimi
Zagros gözlerini kaçırdı, dudaklarını sıktı. Direnç gösteriyordu ama çatlak oluşmuştu. Zaman bizim lehimizeydi.
Sessizlik en büyük silahımdı. Konuşmadım. Bekledim.
İlteriş hafifçe öne eğildi, saatine baktı. "Vakit daralıyor Altay. Sen devam et, ben yukarıda bekliyorum."
Giderken kapıyı kapattı. Zagros artık yalnızdı.
Dosyadaki bir belgeyi çekip önüme koydum. Uydu görüntüsü. Son sevkiyatın rotasını gösteriyordu.
"Bak Zagros," dedim yavaşça. "Sen sustukça, sahadaki ekipler zaten harekete geçiyor. Şu an biz konuşmazsak bile, onlar buldukları her konvoyu imha edecek. İnsanların ölüyor, farkında mısın?"
Gözleri irkildi. Bilgi eksikliğinden korkuyordu.
Psikolojik baskıyı artırmak için temposuz konuşmak gerekir. Hedefin kendi düşünceleriyle baş başa kalmasını sağlamak en etkili yöntemdi. Sessizlik içinde panik büyür.
Dosyadan bir başka belge çektim, önüne bıraktım.
"Bak, elimizde ne var biliyor musun? Hainlerin kimlerle çalıştığını gösteren şu liste. Ve işin ilginci, senin adın da burada."
Kağıdı hızla kapmaya çalıştı ama geri çektim. İlk refleksi bu oldu.
"Görmek istiyorsan konuşmalısın."
Dudaklarını yaladı. Ter damlası şakağından süzüldü. Biliyorum, beyninde hesap yapıyor.
Eğer bilgi verirse örgüt onu gözden çıkarır. Ama vermezse, biz zaten onu kullanırız.
"Siz… neler biliyorsunuz?" diye sordu.
Gülümsedim.
"Yanlış soru."
Eğilip yüzüne baktım. "Asıl soru şu: Sen bizim neyi bilmediğimizi sanıyorsun?"
İşte bu. Şüphe.
"Bak, ben senin düşmanın değilim Zagros. Ben buraya bir rapor yazıp çıkacağım. Ama raporda senin adının yanında ‘İş birliği yaptı’ mı yazacak, yoksa ‘Gereksiz görüldü’ mü, onu sen belirleyeceksin."
Nefesi hızlandı. Bunu bekliyordum. Zihni baskıyı yiyor, seçeneklerini tartıyor.
Son darbeyi vurdum.
"Bugün burada konuşmazsan, seni sahaya teslim ederiz. Ve orada kimse bu kadar kibar olmaz. Son bir şansın var. Silah sevkiyatları nereden yapılıyor?"
Başını kaldırdı, derin bir nefes aldı. Ve konuşmaya başladı.
Operasyon şimdi başlıyordu.
İlteriş yukarıdaydı. Ekip hazır bekliyordu. Ama önce Zagros’un dökülmesi gerekiyordu.
Konuşmaya başladı ama dikkatliydi. Cümlelerini ölçüp biçiyor, fazla bilgi vermemeye çalışıyordu. Ellerini masaya bastırdı, derin bir nefes aldı.
“Silah sevkiyatları…” Yutkundu. “Sınırın ötesinden geliyor. Roj… Rojhat ayarlıyor.”
Rojhat. Beklediğimiz isimlerden biri. Ama sadece bir isim yetmezdi.
“Rojhat nerede?” diye sordum, sesimde hiçbir duygu kırıntısı yoktu.
Zagros bir an duraksadı.
“Bilmiyorum,” dedi.
Bilmiyorum. Klişe.
Birden elimdeki dosyayı alıp masaya sertçe çarptım. O an, odadaki sessizliği bir silah gibi kullandım. Zagros’un gözleri irkildi.
Yavaşça ayağa kalktım. Masanın etrafında dolaşarak arkasına geçtim. Başını kaldırmaya cesaret edemedi.
Eğilip alçak bir sesle fısıldadım:
“Bilmiyorum, ha? Bak Zagros, bir şey bilmiyorsan burada ölürsün. Bunu biliyor musun?”
Tüyleri diken diken oldu. Tam o anda kapı açıldı, içeri Karaçay girdi. Elinde bir tablet vardı. Baktı, başını bana salladı.
“Altay, ekip sınırda bir konvoyu kıstırdı. Onay verirsen girişecekler.”
Zagros’un yüzü sapsarı oldu.
“Söyle bana,” dedim. “Bu konvoy Rojhat’a mı gidiyor?”
Titrek bir sesle, “Evet,” diye mırıldandı.
“Ne taşıyor?”
“AT-4 tanksavarlar… PKM makineli tüfekler… RPG-7’ler…”
Dudakları titriyordu.
Telefonumu çıkardım, Karaçay’a bakarak başımı salladım.
“İmha edin.”
Zagros’un yüzü dehşetle gerildi. “Durun! İçinde bizim adamlar da var!”
Telefonu kapattım, ona döndüm.
“Yanlış cevap. Oradakiler senin adamların değil. Şu an seni gözden çıkardılar bile. Konuşmazsan sıradaki sensin.”
Yüzü kireç gibi oldu. Derin bir nefes aldı. Ter içinde kalmıştı.
“Rojhat…” dedi kısık sesle. “Kampta. Haritayı ver…”
Gülümsedim.
“Şimdi oldu.”
İlteriş’in yukarıda beklediğini biliyordum. Zagros konuşmuştu. Bu gece kan akacaktı.
Karaçay tabletin ekranını bana doğru çevirdi. Uydu görüntüsünü inceledim. Kamufle edilmiş küçük bir kamp. Çevresinde devriye noktaları vardı ama bizim için fark etmezdi. Biz Özel Kuvvetler'dik.
İlteriş’i aradım.
“Hedef netleşti. Kampı temizliyoruz.”
“Onaylandı. Ekibe haber ver, yarım saate çıkıyoruz.”
Telefonu kapattım. Zagros’a döndüm.
“Şimdi ne olacak?” diye sordu, sesi kısılmıştı.
“Senin için mi? Hiçbir şey.”
Hızlı bir hareketle elimdeki kelepçeyi çıkardım, bileklerini birbirine geçirdim. Karşı koymadı, zaten mecali kalmamıştı. Kapıyı açtım, dışarıda bekleyen iki askere teslim ettim.
“Gözünüzü üzerinden ayırmayın. Gereksiz bir hareket yaparsa gereğini bilin.”
Zagros'un gözleri korkuyla açıldı ama konuşmadı. İçeri döndüm. Karaçay silahını kontrol ediyordu.
“Ne kadar vaktimiz var?” diye sordu.
“Yarım saat.”
“O zaman hareket edelim.”
Sıcak Bölgeye İntikal – 09:45
Gece çökmüştü. Operasyon için en uygun zaman.
Altı kişilik timimiz helikopter pistinde hazırdı. İlteriş, silahını omzuna asmış, sahaya odaklanmıştı.
“Hızlı ve sessiz.” dedi. “Öncelik, Rojhat. Canlı yakalarsak bilgi alırız. Direnirlerse…”
Gülümsedim. “Onlar için kötü olur.”
Helikoptere bindik. Rotorlar dönmeye başladığında içimdeki sessizlik yerini odaklanmaya bıraktı.
Birkaç saat içinde o kampta cehennem kopacaktı.
Sıcak Bölge – 12.00
Güneş tepemizde, hava kuru ve yakıcıydı. Hedefe yaklaşırken arazinin sessizliği dikkat çekiciydi. Bu sessizlik ya pusuya işaretti ya da içeridekiler henüz tehlikeyi fark etmemişti.
"Gözler açık, temas bekliyoruz." diye fısıldadı İlteriş telsizden.
Timin geri kalanı hızla mevzilendi. Karaçay sol kanattan, ben sağdan ilerliyordum. Keskin nişancımız Yörük, tepede pozisyon almıştı.
Önümüzde kamufle edilmiş iki nöbetçi vardı.
“İki hedef. Sessiz operasyon.” diye mırıldandım.
İlteriş başını salladı. G3 susturucuyu kontrol ettim. Bir işaretle Karaçay sol taraftaki nöbetçiyi aldı. Ben sağdakiyle ilgilendim. Sessizce çöktü, ne olduğunu bile anlamadı.
Artık içeri girme zamanıydı.
Kamp Girişi
Çadırların arasında yürüyorduk. İçeride beş-altı adam saymıştım. Bir tanesi ağır silah temizliyordu, diğeri telsizle bir şeyler anlatıyordu.
“Hızlı hareket edelim.”
BOOM!
Bir patlama sesiyle her şey karıştı. Kampın batı tarafında büyük bir duman yükseliyordu. Bizden biri yanlışlıkla bir şeye mi çarptı, yoksa fark edildik mi?
“Temas! Temas!” diye bağırdı İlteriş.
Silah sesleri yükseldi. Örgüt üyeleri şaşkındı ama çabuk toparlanıyorlardı.
Ben en yakındaki hedefe iki mermi sıktım. Bir çadırdan çıkmaya çalışanı omzundan vurdum, silahı elinden fırladı.
Karaçay, arkamdan geçerken birini tek hamlede indirdi.
İlteriş ilerledi. “Rojhat nerede?”
Ana çadıra yöneldim. İçeri tekme attığımda Rojhat’ı köşede, elinde tabanca ile gördüm. Silahını kaldıracak vakti bile olmadı.
“Bitti.” dedim ve dipçikle yüzüne vurdum.
Yere yığıldı. İlteriş içeri girdi.
“Canlı aldık. Artık konuşacak.”
Gülümsedim.
"Hadi eve gidelim."
Dönüş Yolu – 15.30
Hakkâri Özel Kuvvetler Üssü – Helikopter Pisti
Operasyon başarıyla tamamlanmıştı. Esirler ele geçirilmiş, hedefler etkisiz hale getirilmişti. Ancak dönüş yolu her zaman en az operasyon kadar tehlikeliydi.
İki tim, iki helikopter.
Gökkartal Timi, kendi esirleri Zagros ile birlikte birinci helikopterde olacaktı.
İstiklal Timi, Rojhat ile birlikte ikinci helikoptere binecekti.
Rotorlar çalıştırıldı. Pilotlardan biri, telsizden bilgi verdi:
“Kalkışa beş dakika. Hava durumu temiz, rüzgar güneydoğudan esiyor.”
İstiklal Timi:
Yzb. Altay Öztürk
Kd. Ütğm. Ulaş Barış Mutlu
Ütğm. İlteriş Yıldırım
Astsb. Mustafa Kemal Ölmez
Astsb. Fatih Akar
Astsb. Kerim Aktürk
Uzm. Çvş. Eren Kuralsız
Uzm. Çvş. Burak Koçak
Uzm. Çvş. Onur Demirtaş
Gökkartal Timi:
Yzb. Demir Karakuş
Ütğm. Erkan Duman
Astğm. Barış Tekin
Bçvş. Serhat Yıldırım
Bçvş. Mert Soylu
Üçvş. Oğuz Çelik
Üçvş. Cemal Bozkurt
Uzm. Çvş. Volkan Ergin
Uzm. Çvş. Hakan Kurt
Uzm. Çvş. Selim Taş
Kapılar kapandı. İki helikopter havalanmaya başladı.
Havada – 16.00
Timler suskundu. Çoğu kafasında operasyonun detaylarını analiz ediyordu. Ancak tansiyon her an yükselebilirdi. Gökkartal Timi’nin lideri Yüzbaşı Demir Karakuş, İstiklal Timi’yle arasındaki rekabeti hiç gizlemiyordu.
Telsizden sesi geldi:
“Altay, sağlam uçmayı unutma. Sizin helikopterin titreşimi bile moral bozuyor.”
soğukkanlı bir şekilde yanıt verdim:
“Senin moralin çabuk bozuluyor zaten Demir. Düşmana değil, ona üzülüyorum.”
Gökkartal Timinden gülüşmeler duyuldu.
Ancak tam bu sırada, telsizde Ütğm. İlteriş Yıldırım’ın sesi yankılandı:
“Sessizlik. Radarımızda hareket var.”
Bütün gözler dışarı çevrildi. Uzakta, dağların arasında küçük bir nokta hareket ediyordu.
Astsb. Mustafa Kemal Ölmez gözlerini kıstı. “Bu… insansız hava aracı mı?”
Kerim Aktürk telsizi kontrol etti. “Bu frekansta bizden başka bir dost birim yok.”
Demir Karakuş hırladı. “Bok yoluna gitmeyelim şimdi.”
İlteriş Yıldırım: “Görsel teyit ettim. Düşman keşif İHA’sı.”
Anında talimat verdim:
“Makineli tüfek hazır. Onur, vur şunu.”
Uzm. Çvş. Onur Demirtaş, helikopterin yan kapısından ağır makineli tüfeği doğrulttu.
“Hedefe kilitlendim.”
Onur tetiği çekti. 7.62 mm mermiler, hızla ilerleyen İHA’ya doğru yağmur gibi indi. Kısa bir patlama sesi duyuldu ve İHA gökyüzünde alev alarak düştü.
Gökkartal Timi’nden Erkan Duman, telsizden alaylı bir sesle konuştu:
“İyi atıştı Demirtaş. Beklediğimden iyi.”
Onur gülerek karşılık verdi. “Teşekkürler. Sizin keskin nişancınız Oğuz yetişemeden vurduğum için üzgünüm.”
Oğuz Çelik sessizce güldü.
Ancak içim hâlâ rahatsızdı. Bu İHA, rastgele havada gezen bir şey olamazdı. Bizi birileri takip ediyordu.
Ve o biri, muhtemelen bir sonraki hamlesini yapacaktı.
İlteriş’e döndüm: “Her an ikinci bir saldırı gelebilir. Gözünü dört aç.”
İlteriş başını salladı. “Her zaman.”
Helikopterler rotasına devam etti. Ankara’ya dönüş artık sıradan bir yolculuk değil, bilinmeyene doğru bir uçuş haline gelmişti.
Havada – 16.30
Helikopterin motor sesi kulakları dolduruyordu. Düşman İHA’sını düşürdüğümüzden beri herkes biraz daha rahatlamıştı ama yorgunluk yüzlerden okunuyordu. Yine de bizim timin askerleri, her zamanki gibi rahat tavırlarından ödün vermiyordu.
Burak, kaskını çıkarıp alnını sildi ve yüzünü bana döndü.
“Komutanım, Ankara’ya varınca ne yapıyoruz? İlk durak kebapçı mı, yoksa direkt dağılacak mıyız?”
Eren hemen araya girdi.
“Ne dağılması? Adam gibi yemek yiyelim, sonra bir çay içelim, ondan sonra dağılırız.”
Fatih kahkaha attı.
“Sen savaşta bile çay arayan bir adamsın zaten.”
Eren sırıttı.
“Ne yapayım kardeşim, ben sadece kültürlü ve zarifim.”
Başımı iki yana sallayıp hafifçe gülümsedim.
“Tamam, dönüşte güzel bir yemek yeriz. Ama Burak, siparişe sen karışma. Geçen sefer hepimize bol acılı adana söyleyip milleti mahvettin.”
Burak hemen itiraz etti.
“Komutanım, adam gibi yemek yiyin diye söylüyorum. Tavuk şişle mi doyacağız?”
Mustafa, gülerek araya girdi.
“Boş verin Burak’ı. Bunca şey yaşadık, azıcık keyif yapalım. Ankara’ya varınca askeri yemekhanede kuru pilava talim etmek istemiyorum.”
İlteriş, kollarını kavuşturdu ve ciddi bir ifadeyle konuştu:
“Bakın beyler, bence kebap yetmez. Tatlı da olmalı. Özellikle künefe.”
Onur hemen başını salladı.
“İşte bu! Künefesiz yemek mi olur?”
Kerim iç çekerek başını salladı.
“Abi, siz savaştan değil düğünden dönüyor gibisiniz.”
Bütün tim kahkahaya boğulurken sırtımı koltuğa yasladım. Görev tamamlanmıştı, ama en çok ihtiyacımız olan şey de tam olarak buydu.
Helikopter Ankara’ya yaklaşırken Ulaş telsizi eline aldı, hafifçe gülümseyerek sordu:
“Komutanım, inişten sonra ilk kim yemek ısmarlıyor?”
Gözlerimi kıstım, hafifçe gülümseyerek cevap verdim.
“Bu sorunun cevabını sen biliyorsun. Ama merak etme, Burak’tan uzak dur, acılı adana yiyip yanmayalım.”
Herkes gülerken, helikopterin penceresinden Ankara’nın ışıkları görünmeye başlamıştı. Evimize dönüyorduk.
Tim, yemek ve tatlı muhabbetine devam ederken başımı helikopterin soğuk metal gövdesine yasladım. Dışarıda Ankara’nın silüeti belirmeye başlamıştı. Şehir ne kadar tanıdık ve güvenli görünse de, benim aklım çok daha uzak bir yerdeydi.
İçimde hafif bir ağırlık vardı. Umay ve Aybars.
Şu son iki günde aklımı o kadar meşgul eden şeylerin içinde onları özlediğimi fark edemeyecek kadar yoğundum. Ama şimdi, operasyonun gerginliği üzerimden yavaş yavaş akıp giderken içimde başka bir boşluk beliriyordu.
"Umay şimdi ne yapıyordur acaba?" diye düşündüm. Büyük ihtimalle Aybars’ı kucağına almış, onunla yumuşak bir sesle konuşuyordur. Oğlumun gülüşünü gözümün önüne getirdim. O küçük elleriyle annesinin saçlarına yapışmasını, kahkahalar atmasını…
Gözlerimi kapattım. Seslerini duymayalı sadece iki gün olmuştu ama iki yıl gibi geliyordu. Umay’ı düşündüm. Kaşlarını hafifçe çatıp bana o tatlı sert sesiyle “Altay, bana haber vermek zorundasın.” deyişini… Beni özlediğini asla doğrudan söylemezdi ama hareketlerinden anlardım. Kendi kendine söylenip dururken gözleri ışıldardı, yanımda biraz daha fazla vakit geçirirdi, bazen de durup dururken gereksiz bir şeyler sorardı, sırf konuşmak için.
Ve Aybars… Oğlum.
Onu düşündüğümde içimde garip bir sızı hissettim. Daha yirmi aylıktı ama her gün büyüyordu. O minicik elleriyle boynuma sarıldığında hissettiğim şeyi dünyada hiçbir şeye değişmezdim. Döndüğümde beni görünce yüzü nasıl aydınlanacaktı kim bilir? Önce şaşıracak, sonra kollarını bana doğru açacaktı. Büyük ihtimalle bana çaktırmadan gözlerini ovuşturan Umay’ı da fark edecektim.
İç çektim.
İlteriş’in sesi beni kendime getirdi.
“Komutanım, Ankara’da ilk ne yapacaksınız?”
Kafamı yana çevirdim. Hafifçe gülümsedim ama gözlerimdeki dalgınlığı saklamaya gerek duymadım.
“Önce bir eve uğrayacağım. Karımı ve oğlumu görmeden yemek falan yemem.”
Bunu söylerken içimde tatlı bir huzur hissettim. Eve dönüyordum.
Helikopterden indiğimde içimi garip bir heyecan sardı. Adımlarım hızlandı, araçtan iner inmez eve doğru yöneldim. Yorgundum ama bu yorgunluk, kalbimde yükselen sıcaklığı bastırmaya yetmezdi. Anahtarı çevirmeme bile gerek kalmadan kapı açıldı.
Umay.
Karşımda duruyordu. Saçları hafifçe dağılmış, gözleri uykusuzluktan biraz kızarmış ama yine de dünyadaki en güzel şeydi. Bir an öylece bakakaldık. Konuşmadan, sadece birbirimizi izleyerek…
Sonra, gözleri hafifçe doldu. Hiçbir şey söylemeden kollarını boynuma doladı. Yüzünü omzuma yasladı, nefesini tenimde hissettim. Onu sımsıkı sardım, kokusunu içime çektim.
"Altay..."
Sesi titrek çıktı. Ama hiçbir şey demedi. Demesine de gerek yoktu.
Ellerimi beline doladım, yüzümü saçlarına gömdüm. Birkaç saniye öylece durduk, zaman durmuş gibi. Sonra hafifçe eğilip dudaklarına küçük bir öpücük kondurdum. Hasretin tadı, özlemin sıcaklığı…
"Özledim seni." diye fısıldadım.
Umay hafifçe geriye çekildi, gözlerini bana kaldırdı. Gözlerinde hem mutluluk hem de biraz sitem vardı.
"Daha uzun sürseydi ne yapacaktım, biliyor musun?" diye mırıldandı.
Gülümseyerek başımı iki yana salladım.
"Söyle bakalım, ne yapacaktın?"
"Seni Ankara'nın dört bir yanında arayacaktım. Sonra bulduğum gibi yakana yapışıp bir daha beni böyle bekletmeyeceksin, Altay Öztürk, diyecektim."
Kaşlarımı kaldırıp hafifçe güldüm. "Sadece bunu mu yapacaktın?"
Gözlerini devirdi. "Belki birkaç tehdit daha eklerdim."
Tam cevap verecekken bir ses duyuldu.
"Baba!"
Başımı hızla çevirdim. Aybars.
Oğlum, uykulu gözleriyle koridorun köşesinde durmuş, minicik elleriyle bana uzanıyordu. O an içimde bir şey koptu. Eğilip kollarımı açtım. "Gel bakalım aslanım!"
Koşarak kucağıma atladı, o küçük elleriyle boynuma sarıldı. Göğsüme yaslanıp içini çekti, sanki beni gerçekten bırakmak istemiyormuş gibi. Sımsıkı sardım onu. Kalbi kalbime çarpıyordu.
Umay’ın gülümseyerek bize baktığını fark ettim. "İkiniz de beni mahvediyorsunuz." dedi yumuşak bir sesle.
Başımı kaldırıp ona baktım. İçim sevgiyle doldu.
"O zaman seni biraz daha mahvedelim." dedim ve kollarımı ona da açtım.
Umay, başını hafifçe iki yana sallayıp iç çekti ama o da bana sarıldı. Ailemi kollarımın arasında hissettiğim o an, dünyada en güvende olduğum andı.
Eve dönmüştüm.
Umay'ın başı göğsüme yaslanmış, Aybars da kollarımın arasında sıcacık nefesiyle uykuya dalıyordu. İçimde tarifi zor bir huzur vardı. Ne zamandır bu anı beklediğimi düşündüm. Hasret, yerini şefkate bırakırken gözlerimi kapattım.
"Bir daha bu kadar uzun kalmayacaksın, değil mi?" diye fısıldadı Umay, sesi uykulu ama hâlâ dikkatliydi.
Parmaklarımı saçlarının arasında gezdirdim. "Söz veremem," dedim dürüstçe. "Ama seni ve Aybars’ı bu kadar özleyeceksem… belki de kalmaya değer."
Başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinde eski kızgınlığın yerini sıcak bir gülümseme almıştı.
"Kal o zaman, Altay."
Derin bir nefes aldım. Yıllardır ilk defa, gerçekten bir yere ait hissettim. "Kalıyorum," dedim ve onları daha sıkı sardım.
O gece evde bir huzur vardı. Saat ilerledikçe Aybars’ı odasına götürdüm, küçük yatağına yatırırken bile boynumdan ayrılmak istemedi. Parmakları tişörtüme yapışmıştı. Eğilip alnına bir öpücük kondurdum.
"Buradayım, aslanım. Hiçbir yere gitmiyorum."
Minik bedeni rahatladı, göz kapakları ağırlaştı. Derin bir nefes alarak uykuya daldı. Odanın kapısını usulca kapatıp geri döndüğümde Umay’ı salonda pencerenin önünde buldum. Gözleri uzaklara dalmıştı, düşünceliydi.
Sessizce yanına sokulup kollarımı beline doladım. "Beni düşündüğün kadar kızgın mısın hâlâ?"
Omuzları gevşedi ama hemen cevap vermedi. Sonunda, "Sadece korktum," diye mırıldandı. "Beklemek, belirsizlik... bunlar insanı tüketiyor, Altay."
Haklıydı. Ben dönerken zaman durdu sanıyordum ama Umay ve Aybars için durmamıştı. Her geçen gün daha da ağırlaşan bir bekleyiş olmuştu benim yokluğum. Umay’ın ellerini tuttum, yüzüme çevirdim.
"Bundan sonra daha dikkatli olacağım. Biliyorum, söylediklerim yeterli değil. Ama öğreniyorum, Umay. Aileme nasıl sahip çıkacağımı öğreniyorum."
Gözleri doldu ama gülümsedi. "Öğrenirken bizi unutma yeter."
Onu kendime çektim, alnını dudaklarıma yasladım. Birkaç dakika öylece kaldık, sonra elimi tuttu ve beni kanepeye doğru çekti. "Gel, biraz konuşalım."
Oturdum, o da yanıma kıvrıldı. Ellerimiz birbirine kenetlenmişti. "Sana bir şey soracağım," dedi usulca. "Gerçekten burada kalmak istiyor musun? Yoksa sadece suçluluk mu hissediyorsun?"
Derin bir nefes aldım. Sorusu sertti ama gerekliydi. Gözlerimi onun gözlerine diktim. "Umay, burası benim evim. Siz benim ailemsiniz. Gitmek aklımın ucundan bile geçmiyor. Suçluluk duyuyorum, evet. Ama kalmak, bunu telafi etmek için değil. Çünkü burası ait olduğum yer."
Bir süre sessizlik oldu. Sonra başını omzuma yasladı. "O zaman kal, Altay. Ve bu kez gerçekten kal."
Beni bağışlamış mıydı? Tam olarak bilmiyordum. Ama bu gece, içimde bir boşluk yerine sıcak bir doluluk vardı. Umay kollarımın arasındaydı, oğlum odasında huzurla uyuyordu ve ben nihayet döndüğümü hissediyordum.
Sabaha kadar orada, o huzurun içinde kalmaya karar verdim. Çünkü ilk defa, hiçbir yere gitmek istemiyordum.
Bir süre sessizce öylece kaldık. Parmaklarımı saçlarının arasında gezdirirken başını kaldırdı, gözleri gözlerime kilitlendi. Gözlerindeki yumuşaklık, içinde sakladığı duygular, her şeyi anlatıyordu. Ona biraz daha yaklaştım, burnum onun yanağına değdi.
"Altay..." diye fısıldadı, sesi titrek ama davetkârdı.
Elimi beline kaydırıp onu kendime biraz daha çektim. Dudaklarımı boynuna yaklaştırdım, nefesim tenine değdiğinde ürperdi. İçimde bastırdığım tüm özlem yüzeye çıkmıştı. "Seni çok özledim, Umay... sadece yanımda olmanı değil, her şeyini..."
Gözleri derin bir ifadeyle parladı. Ellerini yüzüme koyup başparmağıyla yanağımı okşadı. "Ben de seni özledim. Ama bu gece sadece senin dönmüş olman yetti."
Gülümsedim, alnımı onun alnına yasladım. "O zaman birlikte bir duş alalım mı? Hem rahatlarız hem de biraz daha baş başa oluruz."
Umay önce hafifçe kaşlarını kaldırdı, sonra gülümsemesi büyüdü. "Bunu planlamış mıydın, yoksa spontane mi gelişti?"
Göz kırptım. "Spontane ama kötü bir fikir değil, değil mi?"
Başını hafifçe yana eğdi, gözlerinde hem yorgunluk hem de istek vardı. Sonunda, derin bir nefes aldı ve elimi tuttu. "Tamam, Altay. Ama fazla uzun sürmesin."
Gülerek ayağa kalktım ve onun elini tutarak banyoya yöneldim. Bu gece, hem ruhumu hem de bedenimi arındırmanın vaktiydi.
Soyunurken gözlerim Umay’a kaydı. Beni izlediğini fark edince hafifçe gülümsedim. O da tereddütlü ama büyüleyici bir şekilde üzerindekileri çıkarırken, gözlerimi ondan ayıramadım. Derin bir nefes alıp elimi uzattım, parmaklarıma dokununca içimden bir titreme geçti.
Beraber duşa girdiğimizde onu kendime çektim, sıcak suyun altında bedenine dokunarak dudaklarına kapandım. Sertçe, özlemle öptüm. Onun da bana aynı tutkuyla karşılık verdiğini hissedince içimdeki tüm hasret yerini bambaşka bir şeye bıraktı. Artık tamamen dönmüştüm… ve asla tekrar gitmeyecektim.
Umay’ın nefesi düzensizdi, elleri sırtımda gezinirken teni alev gibiydi. Suyun sıcaklığıyla karışan tenimizin teması, aramızdaki tüm mesafeleri eritiyordu. Ellerimi beline yerleştirip kendime daha da yaklaştırdım. Dudaklarımız ayrıldığında gözlerini yüzüme kaldırdı, yanakları kızarmış, gözleri buğulanmıştı.
"Altay…" diye fısıldadı, sesi titrek ama teslim olmuş bir tonda.
Parmaklarımı ıslak saçlarının arasına dolaştırdım, başını hafifçe geriye yatırarak boynuna küçük öpücükler kondurdum. "Bunu ne kadar özlediğimi bilmiyorsun," dedim alçak bir sesle.
Umay gözlerini kapattı, vücudu gevşedi, bana teslim olmuştu. Su damlaları tenimizde dans ederken, bu anın bizi tamamen sardığını hissettim. Zaman durmuştu. Sadece ikimiz vardık.
O gece, Umay’ın teninde, dokunuşunda, nefesinde kayboldum. Ve her anında, ona her zamankinden daha fazla ait olduğumu biliyordum.
Duştan sonra, yan yana yatağa uzandık. Umay başını göğsüme yaslamış, parmakları hafifçe kolumun üzerinde dolaşıyordu. Sessizlik huzurluydu ama içinde kelimeler saklıydı. En sonunda, derin bir nefes aldı ve sordu:
"Altay, hiç dönmemeyi düşündün mü?"
Elimi saçlarının arasından geçirerek yanıtladım. "Düşünmedim. Nereye gidersem gideyim, aklım sizdeydi."
Umay hafifçe gülümsedi ama içinde biraz sitem vardı. "Bazen aklın burada olsa da bedenin burada olmaz diye korktum. Sadece var olman yetmez, Altay. Gerçekten burada olmanı istiyorum."
Onu biraz daha kendime çektim. "Buradayım. Ve gitmeye hiç niyetim yok."
Bir süre sessizce öylece kaldık. Sonra Umay hafifçe başını kaldırıp yüzüme baktı. "Peki, şimdi ne yapacağız? Sıradan bir hayat yaşamaya hazır mısın?"
Gülümseyerek başımı salladım. "Eğer sen ve Aybars yanımda olacaksanız, sıradan bir hayat benim için en değerli şey olur."
Umay gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. "O zaman, hoş geldin evine, Altay."
Sabah, üzerimdeki ağırlıkla gözlerimi açtım. Aybars, minicik bedeniyle göğsümde durmuş, bana yakından, ciddiyetle bakıyordu. Hafifçe gülümseyerek ona baktım. "Ne yapıyormuş benim oğlum?"
Küçük kaşlarını çatıp odaklanarak, "Dur baba, kirpiklerini sayıyorum," dedi.
Gülmemek için kendimi zor tuttum. Elimi yavaşça başına götürüp saçlarını karıştırdım. "Kaça geldin peki?"
Aybars gözlerini hafifçe kıstı, saymaya devam etti. "Bilmiyorum, unuttum. En baştan başlayacağım."
Gözlerimi kapattım, gülümseyerek iç çektim. İşte, hayatımın en güzel sabahı buydu.
Tam o anda Umay kapıda belirdi. Gülümseyerek, "Hadi bakalım beyler, kahvaltıya gidiyoruz. Bugün Yaseminka’ya davetliyiz," dedi.
O kadar güzeldi ki, ama giydiği elbise... o, bambaşka bir güzellik katmıştı. Yanıma çekip yanağına hafif bir öpücük kondurdum. Aybars gülümseyerek bizi izliyordu.
Umay hafifçe başını eğip gülümseyerek yanağını okşadı. “Hadi bakalım beyler, oyalanmayın,” dedi neşeyle.
Aybars yatağın üzerine yayıldı ve gözlerini kocaman açarak, “Ama önce ben de öpücük isterim!” diye mızmızlandı.
Umay kahkahasını bastırmaya çalışarak eğildi ve Aybars’ın alnına kocaman bir öpücük kondurdu. Oğlumuz memnuniyetle gözlerini kapattı, ama anında tekrar açıp, “Baba da!” diye buyurdu.
Gülerek başımı eğdim ve onun küçük yanaklarına iki kocaman öpücük kondurdum. O an Aybars kıkırdayarak kollarını boynuma doladı. “Tamam, şimdi kalkabiliriz!” dedi ciddi bir ifadeyle.
Hep birlikte yataktan çıkıp kahvaltıya hazırlanmaya başladık. Umay, Aybars’ın kıyafetlerini hazırlarken ben banyoya geçtim. Aynada yüzüme bakarken hafifçe gülümsedim. Son birkaç ayda yüzümdeki yorgunluk çizgileri azalmış, gözlerimdeki gölgeler hafiflemişti. Eve dönmek, ailemle olmak bana iyi gelmişti.
Kısa bir duşun ardından salona geçtiğimde, Aybars’ı Umay’ın peşinde koştururken buldum. Oğluşum, giymek istemediği pantolon yüzünden annesiyle minik bir pazarlık içindeydi.
“Anne, bu çok sıkı! Başka bir şey giyebilirim!”
Umay ellerini beline koyarak ona baktı. “Aybars Öztürk, üç saniye içinde şu pantolonu giymezsen kahvaltıya geç kalırız.”
Aybars büyük bir iç çekerek pantolonu aldı ve üzerini giymeye başladı. Gülerek yanlarına yaklaştım. “Küçük bey, annenle pazarlık yapmaya kalkmak cesaret ister,” dedim.
Oğlum yüzünü buruşturdu. “Biliyorum baba ama denemek istedim.”
Umay başını iki yana sallayarak Aybars’ın gömleğini düzeltti, sonra bana dönüp hafifçe göz kırptı. “Siz ikiniz başıma bela olacaksınız.”
Elini tuttum ve parmaklarını nazikçe sıktım. “Ama en sevdiğin belalarız, değil mi?”
Gözlerini devirdi ama gülümsemesini saklayamadı. “Hadi çıkalım artık. Yaseminka ve İlteriş bizi bekliyor.”
Kapıyı açıp karşı daireye geçtiğimizde Yaseminka, kapının önünde bizi neşeyle karşıladı. “Tam vaktinde! Aç gelmişsinizdir umarım çünkü İlterişle biraz fazla hazırlık yaptık.”
İçeri girdiğimizde sofranın her detayı özenle hazırlanmıştı. İlteriş, mutfaktan elinde çay tepsisiyle çıktı ve gülümseyerek, “Bu sabah en iyi kahvaltıyı yapacağız, yeriniz hazır,” dedi.
O an içimde tarifsiz bir huzur hissettim. Sevdiklerimle bir aradaydım ve bundan daha güzel bir sabah olamazdı.
İçeri adım attığımızda kahvaltı sofrasının etrafında toplanmış tanıdık yüzlerle göz göze geldim. İstiklal Timi’nin diğer elemanları, koltuklara yayılmış aç aç bekliyorlardı. Masadaki yiyeceklere gözlerini dikmiş ama Yaseminka’dan çekindikleri için uslu duruyorlardı.
Burak ise bambaşka bir telden çalıyordu. Yanında oturan Burçe’ye hafifçe sırnaşıyor, ama göz ucuyla Halil Komutan’ı da kesiyordu. Komutanın keskin bakışları yüzünden hareketleri biraz kısıtlıydı.
Tam o sırada Halil Komutan sandalyesinde hafifçe geriye yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu. “Burak,” dedi tok sesiyle.
Burak hemen toparlanıp sanki hiçbir şey olmamış gibi ciddiyetle oturdu. “Emredin komutanım.”
Halil kaşlarını kaldırıp ağır ağır konuştu. “Mekân senin değil, kız da senin değil, açlıktan bayılacak gibi bakıyorsun ama önce büyüklerin başlamasını beklemiyorsun. Bir de üzerine…” Gözleri hafifçe kısılıp Burçe’ye yaklaşma girişimini işaret etti. “Benim gözümün önünde, benim yeğenime sırnaşıyorsun.”
O anda odada hafif bir kahkaha dalgası yayıldı. Özellikle İlteriş ve Yaseminka, gülmemek için çaylarına odaklanırken Burçe de hafifçe yanaklarını gizlemeye çalıştı.
Burak boğazını temizleyip daha da dik oturdu. “Komutanım, ben sırnaşmıyorum… Yani en azından… Şey… Saygılı bir yaklaşım sergiliyorum.”
Halil başını iki yana sallayıp iç çekti. “Saygılı mı? O kol mesafesi öyle söylemiyor.”
Burçe hafifçe gülümseyerek Burak’ın koluna küçük bir dirsek attı. “Bence Halil dayım haklı, Burak.”
Burak hafifçe yutkundu, sonra başını öne eğip sessizce tabaktaki zeytinle oynamaya başladı.
Tam ortam iyice şenlenmişken, Umay elini masaya vurup dikkatleri üzerine topladı. “Yemek soğuyor beyler. Burak, hayatını kurtarmak istiyorsan tabağına odaklan.”
Burak hemen ekmeğini kaptı ve yemeye koyuldu. Masada kahkahalar yükselirken Halil Komutan gözlerini kısıp ona son bir uyarı bakışı attı.
Bense elimdeki çayı yudumlayarak bu sahneyi izledim. Ailem, dostlarım, timim… Hepsi buradaydı. Daha ne isteyebilirdim ki?
Aybars’ı kucağıma alıp ona menemen yedirirken küçük kaşları birden çatıldı. Gözleri sofradaki bir kaseye takılmıştı. Merakla eğilip baktım, neye böyle dikkat kesildiğini anlamaya çalışıyordum. Sonunda parmağını uzatıp o turuncu-kırmızı karışıma işaret etti.
“Baba, bu ne?” diye sordu kısık sesle, sanki o kase bir sır barındırıyormuş gibi.
Göz ucuyla kaseye baktım, sonra gülümseyerek kaşığımı bıraktım. “O çemen, aslanım. Ama biraz acı.”
Aybars hemen elini ağzına götürüp başını iki yana salladı. Dudaklarını büzerek bana baktı, sanki içinden “Acı sevmem!” diyormuş gibi.
İlteriş kahkahayı patlattı. “Bak sen şu çemenle göz göze gelen adama! Aybars, acıyı sevmek zamanla olur. Önce hafif başlarsın.”
Aybars hemen arkasına yaslanıp gözlerini kocaman açtı. “Gerek yok!” dedi kendinden emin bir şekilde. “Ben acı yemek zorunda değilim!”
Bu sefer sofradaki herkes gülmeye başladı. Umay hafifçe başını salladı. “Altay için tam tersi. Acıyı öyle bir sever ki, bazen yemek yiyor mu yoksa sınırlarını mı zorluyor anlayamıyorum.”
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım. “Ne yapayım? Hayatta bazı şeylerin acısı güzeldir.”
Burak araya girip sırıttı. “Evlilik de buna dahil mi komutanım?”
Umay ona ters bir bakış attı, Burak hemen toparlandı. “Yani, mutfakta tabii! Acılı yemekler falan!”
Sofradaki kahkahalar yeniden yükselirken, Aybars kaşığını sıkı sıkı tutarak menemenine döndü. “Bence menemen daha güzel,” diye mırıldandı ve yemeğine devam etti.
Ben de onun başını okşayıp gülümseyerek tabağımdaki bol acılı menemeni kaşıkladım. Hayatın tadı, acısıyla güzeldi.
Umay, Aybars’ın önündeki ekmeği alıp üzerine tereyağı sürdü, ardından ince bir katman bal gezdirdi. Küçük bir gülümsemeyle oğlumuza uzattı. “Hadi bakalım küçük bey, bu tam sana göre.”
Aybars, gözlerini iştahla açarak ekmeği kaptı. Önce tereyağının parlak yüzeyine, sonra bana baktı. “Baba, bu acı mı?” diye sordu temkinli bir şekilde.
Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Yok aslanım, bu tatlı. Bal var üstünde.”
Aybars derin bir nefes aldı, sonra bir ısırık aldı. Anında yüzü aydınlandı, mutlu mutlu çiğnerken başını salladı. “Bu çok güzelmiş!”
Umay ona sevgiyle baktı. “Beğendiysen biraz daha yapayım mı?”
Aybars hızla başını salladı. “Evet, ama biraz daha bal olsun!”
Burak gülerek araya girdi. “Küçük bey, sen tam bir lezzet düşkünüsün.”
Halil Komutan kaşlarını kaldırıp hafif bir tebessümle ekledi. “Tıpkı babası gibi.”
Başımı kaldırıp Umay’a baktım. O da bana gülümseyerek göz kırptı.
O sırada Yaseminka çayından bir yudum aldı ve hafifçe bize döndü. “Ne güzel bir tablo... Aile olmak, böyle şeyler işte.”
İlteriş ona katılarak başını salladı. “Bazen büyük mutluluklar, küçük sofralarda saklıdır.”
Gözlerimi sofradaki herkese gezdirdim. Ailem, dostlarım, kardeşlerim… Herkes burada, yanımdaydı.
Elimi Umay’ın elinin üzerine koydum ve hafifçe sıktım. “Ve işte, bu yüzden en güzel kahvaltı, sevdiklerinle yapılan kahvaltıdır.”
Aybars o anda ağzı doluyken başını salladı. “Ve bal varsa!”
Gülüşmeler yükseldi. Masada sohbetler devam etti, neşeli sesler odanın her köşesine yayıldı. İşte, evin sıcaklığı dediğin tam da böyle bir şeydi.
İlteriş, Yaseminka’nın yanına hafifçe yanaşıp elini nazikçe karnına koydu. Gözlerinde hem şaşkınlık hem de tarifsiz bir mutluluk vardı. Gülümseyerek başını salladı. “Biz de yakında aile olacağız.”
Masada kısa bir sessizlik oldu, sonra Burak ağzındaki zeytini neredeyse yutuyordu. “Lan! Harbi baba oluyorsun.”
Yaseminka utangaç bir tebessümle başını salladı. “Üç buçuk aylık.”
Bunu duyan İlteriş hemen toparlanıp ciddi bir ses tonuyla ekledi. “Evet, üç buçuk aylık.”
Ben kaşığımı bıraktım, kollarımı masaya dayayıp pis pis sırıttım. “Vay be… İlteriş şimdi bu durumda ne yapmak gerekiyor? Gelinime iyi bakın mı desem?”
Masada bir an sessizlik oldu. İlteriş, göz ucuyla bana bakıp kaşlarını hafifçe çattı. Ardından homurdanarak çayından bir yudum aldı. “Altay, ağzını topla.”
Gülerek arkamı yaslandım. “Ne yapayım kardeşim, sonuçta bizim ailenin bir parçası oldun. Artık sorumluluk büyük. Bir bakmışsın, kayınpeder moduna geçmişim.”
Burak sırıtarak araya girdi. “Abi, kayınpederliğe erken alış, belki arkası gelir.”
İlteriş bir an duraksadı, sonra kafasını iki yana sallayıp homurdandı. ''kızımı sana vermeyeceğim''
Bu sefer kahkahalar masada patladı. Yaseminka hafifçe İlteriş’in koluna vurdu. “Dünürlerimle aynı sofraya oturmaya alış, İlteriş.”
Halil Komutan bile hafifçe gülümsemişti. “Valla alışmazsa bizim timin içinde çok zorlanır.”
İlteriş derin bir nefes aldı, sonra başını kaldırıp bana baktı. “Senin şu aile ortamın bana fazla samimi geliyor ama neyse… Beni yavaş yavaş ısıtıyorsunuz.”
Göz kırpıp tekrar sırıttım. “Isın, ısın. Çünkü buradan kaçış yok.”
Yaseminka başını iki yana salladı ama gülümsemesini saklayamadı. İlteriş de çaresizce gülümseyip ona sarıldı. Bense keyifle çayımdan bir yudum aldım. Güzel bir sabah, güzel bir aile… Ve en önemlisi, İlteriş’in kaderine razı gelmiş hali. Bundan daha iyi bir manzara olamazdı.
O an sofrada bir anlığına her şey durdu, sadece gülümsemeler ve sıcak bakışlar kaldı geriye. Çayın buğusu havaya karışırken, odanın içini saran muhabbetin sıcaklığı dışarıdaki soğuk havayı bile unutturuyordu.
İlteriş, Yaseminka’nın elini tutarken gözlerinde hâlâ biraz şaşkınlık, biraz da yeni bir hayata adım atmanın heyecanı vardı. Umay ise hafifçe gülerek başını bana yasladı. Sessizce, ama her şeyi anlatan bir an paylaştık. Burak, hâlâ şaşkınlıkla Yaseminka’ya bakıyor, Halil Komutan çayını karıştırırken belli belirsiz bir tebessümle onları izliyordu.
Sonunda Umay sessizliği bozdu, sesi dingin ve şefkat doluydu. “Yeni bir hayatın filizlenişi... Ne büyük bir mucize.”
Yaseminka mahcup ama mutlu bir ifadeyle başını eğdi. İlteriş ise derin bir nefes alıp hafifçe gülümsedi. “Baba olmak… Bu kelimeyi hâlâ garipsiyorum.”
Burak anında atıldı. “Bana sorarsan, asıl garipsemen gereken bebek bezi değiştirmek olacak.”
Bu söz üzerine sofradakiler kahkahaya boğuldu. İlteriş kaşlarını çatıp Burak’a yan yan baksa da, dudaklarının kenarındaki hafif gülümsemeyi saklayamadı.
Ben ise çayımı yudumlayıp başımı iki yana salladım. “Dostum, yeni bir sayfa açılıyor hayatında. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
İlteriş omuzlarını geriye atarak başını dikleştirdi. “Öyleyse en iyisi, bu yeni sayfayı en güzel şekilde yazmak.”
Umay usulca ekledi, “Ve bunu sevdiklerinle yaparsan, her satırı daha anlamlı olur.”
Gözlerimiz yeniden sofradaki dostlarımıza çevrildi. Aile olmak sadece kan bağıyla değil, aynı sofrada gülümsemeleri paylaşmakla, aynı hikâyenin içinde birbirine destek olmakla mümkün oluyordu.
Aybars, ekmeğinden bir ısırık daha aldı ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle başını kaldırdı. “Baba, sen de İlteriş amcaya yardım edersin, değil mi?”
Gülerek başımı salladım. “Elbette, aslanım. Kardeşimizi yalnız bırakır mıyız hiç?”
İlteriş hafifçe başını eğdi. Gözlerinde minnettarlık vardı ama bir şey söylemedi. Bazen kelimelerden daha güçlü olan şey, yanındaki insanların varlığıydı.
Dışarıda rüzgâr hafifçe pencerelere vuruyordu, ama içerde sohbetin ve kahkahaların sıcaklığı her şeyi sarıyordu. O sabah, sadece bir kahvaltı değil, bir ailenin daha da büyüdüğü, sevginin yeni bir kök saldığı bir zamandı.
Ve biz, o sofrada oturan herkes, bunun ne kadar kıymetli olduğunu çok iyi biliyorduk.
Sabahın Sıcaklığı
Sabah güneşi, mutfağın geniş camlarından içeri süzülerek masanın üzerine yumuşak ışıklar düşürüyordu. Ahşap masa, taze ekmek, peynir, reçel ve mis gibi demlenmiş çayın kokusuyla sıcacık bir kahvaltıya hazırlanmıştı. Yaseminka, tezgâhın başında son dokunuşları yaparken, İlteriş mutfak masasında oturmuş çayını karıştırıyordu.
Burak, kollarını gererek sandalyeye oturdu. “Böyle güzel kahvaltıları daha sık yapmalıyız,” dedi keyifle.
Burçe, ona göz ucuyla bakıp hafifçe gülümsedi. “Sen yeter ki iste, yaparız.”
İlteriş kaşlarını kaldırıp alaycı bir ifadeyle araya girdi. “Burak, senin için yemek en büyük motivasyon kaynağı sanırım.”
Burak ekmeğine tereyağı sürerken umursamazca başını salladı. “Dürüst olmak gerekirse, evet.”
Herkes hafifçe gülerken Yaseminka, önündeki demliği kaldırıp İlteriş’in bardağını doldurdu. Göz göze geldiklerinde hafifçe gülümsediler. Sonra masaya oturdu ve çayından bir yudum aldı.
Burçe o sırada pencerenin önünde durmuş, dışarıdaki bahçeye bakıyordu. Sabahın serinliğine rağmen içi sıcacıktı. Burak sessizce yerinden kalktı ve yanına yaklaşıp fısıldadı:
“Ne düşünüyorsun?”
Burçe başını hafifçe yana eğdi, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. “Bilmiyorum… Böyle anların hep süreceğini umut ediyorum sanırım.”
Burak, omzunu hafifçe ona yasladı. “Sürecek. Çünkü sen varsın.”
Burçe dönüp ona baktığında, Burak’ın gözlerinde o alışık olduğu muzip ama içten bakışı gördü. Bir an sessizlik oldu, göz göze kaldılar. Masadaki kahvaltı sesleri ve çatal bıçak tıkırtıları, aralarındaki o küçük anı bölmüyordu.
Tam o anda, Halil Komutan’ın tok sesi mutfağa yayıldı.
“Burak! Çayı bitir de masaya dön, sabah sabah fazla romantizm iyi gelmez.”
Burak başını geriye atıp iç çekti. Burçe ise gözlerini devirdi ve hafifçe gülümsedi.
Burak komutanına dönerek gülümsemeye çalıştı. “Komutanım, güzel bir an yaşıyorduk ama...”
Halil Komutan çayını yudumlarken gözlerini kısıp başını iki yana salladı. “Sabah sabah bana fazla geliyor, otur yerine.”
Masadakiler gülüşmeye başlarken Burçe, Burak’ın elini hafifçe sıktı ve alçak bir sesle, “Dönünce kaldığımız yerden devam ederiz,” dedi.
Burak hafifçe gülümsedi ve yerine oturdu.
Yaseminka, İlteriş’in elinin üzerine kendi elini koyarak hafifçe gülümsedi. “Bazen mutluluk, küçük bir sofraya sığar.”
İlteriş derin bir nefes alıp başını salladı. “Ve bazen de gereksiz romantizme müdahale etmek gerekir.”
Bu sözle birlikte kahkahalar yükseldi. Çayın sıcaklığı, sofradaki neşeyle birleşerek sabaha güzel bir başlangıç yaptı.
Sabahın ilk ışıkları sofranın üzerine dökülürken, çayın buğusu havaya karışıyordu. Kahvaltı masasındaki sohbetler yavaşlamış, odada sıcak bir sessizlik hâkim olmuştu. Gözlerimi sofradaki herkeste gezdirdim. Umay yanımda, Aybars hemen önümde oturuyordu. Küçük elleriyle ekmeğinin kenarını koparıyor, uykulu ama meraklı bakışlarını sofrada dolaştırıyordu.
Tam o sırada Yaseminka, ona doğru hafifçe eğildi. Gözlerinde yumuşak bir ışık vardı. Küçük oğlumun elini tutup nazikçe karnının üzerine koydu.
"Biliyor musun?" dedi usulca.
Aybars kaşlarını çatıp başını kaldırdı. “Ne?”
Yaseminka derin bir nefes aldı, sesi duygu doluydu. "Burada senin en yakın arkadaşın var," dedi gülümseyerek. "Ve siz beraber büyüyeceksiniz."
Aybars, küçük elinin altında hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Önce şaşkınca baktı, sonra gözleri kocaman açıldı. Ben bile bir an nefesimi tuttum.
“Gerçekten mi?” diye fısıldadı Aybars.
Yanımda oturan Umay, elini Aybars’ın sırtına koyarak sevgiyle saçlarını okşadı. Oğlumun heyecanını görmek, içimi tarifsiz bir sıcaklıkla doldurdu.
Aybars bir an duraksadı, sonra Yaseminka’nın karnına daha dikkatlice dokundu. “Ama burada kimse yok… Ne zaman çıkacak?”
Masadakiler hafifçe gülerken Yaseminka, ona sabırla cevap verdi. "Daha zamanı var," dedi. "Ama geldiğinde, senin gibi güçlü, cesur bir abisi olacak."
O an Aybars’ın yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Gözleri ışıl ışıldı. “O zaman ben onu korurum!” dedi gururla. “Ona kılıç kullanmayı öğretirim, hızlı koşmayı da! Ve en sevdiğim oyuncaklarımı paylaşırım.”
Bunu duyunca istemsizce gülümsedim. Elimi Umay’ın elinin üzerine koyarak sıktım. Oğlumuz büyüyordu.
“Bu söylediklerini hatırlayacağım, aslanım,” dedim alaycı bir gülümsemeyle.
Burak, çayından bir yudum aldı ve başını salladı. “Bu çocuk, kardeş sevgisini şimdiden çözdü.”
Burçe ise gözlerinde duygulu bir ifadeyle Yaseminka’ya baktı. “Ne güzel bir an… Aile olmak, işte böyle bir şey.”
Masada yumuşak bir sessizlik oldu. Herkes birbirine baktı, o anın tadını çıkardı. Hayat bazen savaşlar, zorluklar, mücadelelerle doluydu ama işte, bazen de böyle anlar vardı. Sevginin en saf hâliyle yaşandığı anlar.
Aybars, Yaseminka’nın karnına tekrar dokundu ve sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı:
“Merak etme, seni bekliyorum.”
Ve işte, o sabah sadece yeni bir gün değil, yeni bir hayatın başlangıcıydı.
Aybars, Yaseminka’nın karnına dokunmaya devam ederken başını hafifçe yana eğdi. Gözlerinde o masum ama bir o kadar da kararlı bakışı vardı. Kendi kendine düşünüyormuş gibi mırıldandı:
"Ben onunla evleneceğim de."
Masada aniden bir sessizlik oldu. Göz göze geldik Umay’la, ikimiz de gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Sonra Burak boğazını temizleyip alaycı bir sesle lafa girdi:
"Vay vay! Küçük bey, işi erkenden sıkı tutuyor."
Burçe kahkahayı patlattı, Yaseminka ise hem şaşkın hem de sevecen bir gülümsemeyle Aybars’a baktı. Ama asıl tepki beklenen yerden geldi.
İlteriş’in kaşı seğirdi. Çayını masaya koydu, sandalyesine yaslanıp kollarını göğsünde bağladı. Yüzünde hafif bir gerilim vardı.
“Ne dedin sen?” diye sordu kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Aybars, babasının ses tonundaki değişimi pek umursamadan başını salladı. "Büyüyünce onunla evleneceğim." dedi, sanki bu en doğal şeymiş gibi.
Burak, kahkaha atmamak için çabalar gibi yüzünü bardağına gömdü ama yine de kıkırdamaktan kendini alamadı. “Çocuk kendinden emin, İlteriş. Rakibin güçlü.”
Umay dayanamadı, elini ağzına götürerek gülümserken bana baktı. Göz kırptım, sonra ciddi bir ifadeyle oğluma döndüm.
"Oğlum, bu işler öyle kolay değil. Önce büyümen, sonra koca adam olman lazım." dedim ama sesime hafif bir eğlence katmayı ihmal etmedim.
Aybars dudaklarını büzüp kaşlarını çattı. "Ama ben güçlü olacağım! Onu koruyacağım. Kimse ona kötü bir şey yapamaz!"
Bu söz üzerine masadakilerden yeni bir kahkaha dalgası yükseldi ama İlteriş hâlâ pek gülmüyordu. Sandalyesinde hafifçe ileri eğildi, Aybars’a biraz daha yaklaşıp ciddi bir ses tonuyla sordu:
"Sen daha kaç yaşındasın bakalım?"
Aybars omuzlarını dikleştirdi, göğsünü kabarttı. "Bir bıçık!" dedi büyük bir gururla.
Bu sefer ben de kahkahamı tutamadım. Masanın dört bir yanından gülüşler yükselirken İlteriş gözlerini kısıp bana baktı.
"Altay, senin oğlan fazla ileri gidiyor. Onu biraz dizginle."
Gülerek ellerimi kaldırdım. "Ne yapabilirim, kan çekiyor."
Burçe, Yaseminka’nın yanına eğilip fısıldadı. "Bence şimdiden bir nişan yüzüğü hazırlayalım."
Yaseminka kıkırdadı, İlteriş ise içini çekip başını iki yana salladı. “Daha doğmamış çocuğumun talibi çıktı, olacak iş değil.”
Aybars, masadaki kahkahalara pek anlam veremese de hâlâ ciddiyetle başını sallıyordu. “Söz veriyorum, ona her zaman iyi bakacağım.”
O an gözlerim oğluma takıldı. Küçücük bedeniyle, minicik elleriyle böyle büyük bir sorumluluk alıyor gibi duruyordu. Masum ama güçlü bir yüreği vardı. Sadece gülümsedim ve elimi başına koyup hafifçe karıştırdım.
"Bunu zaman gösterecek, aslanım."
Ama içimde bir his vardı. Aybars neye inanıyorsa, onun peşinden gidecek ve hiçbir şeyden vazgeçmeyecekti. İşte o an, babası olarak gerçekten gurur duydum.
Masadaki kahkahalar yavaş yavaş yerini tatlı bir gülümsemeye bırakırken Burak, her zamanki gibi yerinde duramayıp lafa atladı.
"İyi de Aybars, ya bebek erkek olursa?" diye sordu, gözlerini hafifçe kısarak.
Aybars, büyük bir ciddiyetle Burak’a döndü, sanki en mantıklı soruyu bile garip bulmuş gibi kaşlarını kaldırdı.
"Yoo," dedi kendinden emin bir şekilde. "Ben rüyamda gördüm."
Bu sefer herkes merakla sustu. Umay da ben de aynı anda başımızı ona çevirdik. "Ne rüyası aslanım?" diye sordum gülümseyerek.
Aybars gözlerini kocaman açarak anlatmaya başladı. "Bembeyaz bir yerdeydim, çok ışıklıydı. Sonra bir kız vardı… Küçücüktü ama çok güzeldi. Aynı Yase gibi."
O an masada bir sessizlik oldu. Yaseminka şaşkınca gözlerini kırptı, İlteriş kaşlarını hafifçe kaldırarak oğluma baktı. Burak bile her zamanki şakacı hâlinden çıkıp bir an ciddileşmişti.
Umay ise derin bir nefes alarak Aybars’ı kendine çekti, saçlarını nazikçe okşadı. "Rüyan gerçekten güzelmiş, Aybars." dedi, sesi yumuşacıktı.
Yaseminka gözlerini İlteriş’e çevirdi, sanki kelimeleri söylemeden önce duraksadı. Sonra eli hafifçe karnına gitti ve gülümsedi.
"Belki de Aybars doğru söylüyordur." dedi sessizce.
O anda İlteriş içini çekti, başını iki yana salladı ama gözlerinde hafif bir gülümseme vardı. "Pekâlâ, diyelim ki kız oldu… Ama bu evlilik meselesine sonra bakacağız, anlaştık mı küçük bey?"
Aybars kollarını göğsünde bağladı, gözlerini kısıp İlteriş’e baktı. "Ama ben söz verdim!"
Burak, bu gerilimi bozmak ister gibi kahkahayı bastı. "İlteriş, bence kaçışın yok! Şimdiden dünür olduk sayılır."
İlteriş derin bir nefes alıp başını ellerinin arasına aldı. "Ben bu sofrada artık oturamayacağım." diye mırıldandı.
Herkes bir kez daha kahkahalara boğuldu. Aybars ise tatmin olmuş bir ifadeyle ekmeğinden kocaman bir ısırık aldı ve masadaki mutluluğun tadını çıkardı.
Ben ise oğluma baktım, sonra etrafımdaki dostlarıma… İçimden geçirdim: Hayat, bazen en güzel sürprizleri en masum ağızlardan duyururdu.
Kahvaltı masasındaki neşeli sohbetler bittikten sonra Umay’la göz göze geldik. Aybars hâlâ heyecanlıydı, durmadan Yaseminka’nın karnındaki bebeği anlatıyor, bir yandan da ekmeğini kemiriyordu. Oğlumun bu enerjisini bir yerlere yönlendirmek gerekiyordu.
“Ne dersiniz, biraz dışarı çıkalım mı?” diye sordum Umay’a. “Hem Aybars’la şöyle güzel bir Ankara turu yaparız.”
Umay hafifçe başını eğip gülümsedi. “Bence harika olur. Oğlumuz biraz temiz hava alsın.”
Aybars gözlerini parıldatarak kafasını hızla kaldırdı. “Gerçekten mi? Gidecek miyiz?”
“Tabii ki,” dedim gülerek. “Hadi bakalım, sıkı giyin. Dışarısı soğuk olabilir.”
Birkaç dakika içinde hazırdık. Aybars, montunu giymiş, kocaman atkısını boynuna dolamıştı. Küçük elleri eldivenlerin içinde kayboluyordu ama heyecandan yerinde duramıyordu.
Arabayla yola çıktığımızda Aybars arka koltukta camdan dışarı bakıyordu. Ankara’nın sabah trafiği her zamanki gibiydi, ama bizim için bugün sadece keyifli bir gezi anlamına geliyordu.
“Baba, ilk nereye gidiyoruz?” diye sordu Aybars, sesi merak doluydu.
“Önce Atatürk’ü ziyarete gideceğiz,” dedim. “Sana Anıtkabir’i göstermek istiyorum.”
Umay gözlerini bana çevirdi ve hafifçe başını salladı. Onun için de özel bir anlamı vardı. Aybars önce bir an duraksadı, sonra heyecanla sordu:
“Atatürk’ün evi mi?”
Gülümsedim. “Sayılır aslanım, Atatürk’ün ebedi istirahatgâhı. Onu hepimiz çok seviyoruz ve anıyoruz.”
Anıtkabir’e vardığımızda geniş merdivenleri çıkarken Aybars küçük adımlarıyla koşturmaya başladı ama Umay hemen kolundan tuttu.
“Yavaş, Aybars. Burası önemli bir yer.” dedi yumuşak ama otoriter bir sesle.
Aybars durdu, başını yukarı kaldırıp heybetli yapıya baktı. Gözlerinde hayranlık vardı.
“Burası çok büyük!” diye fısıldadı.
Beraber mozolenin önüne geldiğimizde bir an sessizlik oldu. Ben Umay'a burada evlenme teklifi etmiştim. Aybars küçük elini ceketinin cebine soktu, sonra başını kaldırıp bana baktı.
“Baba, teşekkür ederim. Beni buraya getirdiğin için.”
Gözlerim doldu ama belli etmemeye çalıştım. Başını okşayıp hafifçe gülümsedim. “Her zaman, aslanım.”
Anıtkabir’den çıktıktan sonra Aybars biraz hareket etmek isteyince soluğu Gençlik Parkı’nda aldık. Çocukken buraya çok gelirdim, şimdi kendi oğlumla buradaydım.
Aybars elimi çekiştirerek konuştu. “Baba, burası lunapark mı?”
“Evet, burada dönme dolap da var, kayıklar da. Ama önce biraz yürüyelim.”
Gölette yavaşça süzülen kayıkları izledik, Aybars suyun üzerine eğilip “Balık var mı?” diye sordu. Sonra parktaki dev salıncağı görünce gözleri parladı.
“Buna binebilir miyim?”
Umay hafifçe başını iki yana salladı ama gözlerinde eğlenceli bir ifade vardı. “Eğer baban seninle binerse…”
Aybars hemen döndü, bana kocaman gülümseyerek baktı. “Baba, hadi!”
İç çektim, kaçışım yoktu. “Tamam, tamam, hadi bakalım.”
Salıncağa bindiğimizde Aybars kahkahalarla gülüyor, rüzgâr yüzüne çarptıkça daha da neşeleniyordu. Ben ise yanımda bu kadar mutlu bir çocuk varken hayatın en güzel anlarını yaşadığımı fark ettim.
Oğlum artık iyice yorulmaya başlamıştı ama Ankara’yı tam anlamıyla yaşamak için son bir durak daha vardı: Kızılay.
“Baba, acıktım!” dedi Aybars, göbeğini tutarak.
Gülerek başımı salladım. “O zaman sana en güzel Ankara simidini alalım.”
Kızılay’da bir simitçiden sıcacık simitler aldık, yanına da mis gibi çay söyledim. Üçümüz bir banka oturduk ve şehrin kalabalığını izledik.
Aybars simidini kemirirken bir an durdu, sonra başını kaldırıp bize baktı.
“Bugün çok güzeldi.” dedi, sesi yorgun ama mutluydu.
Umay ona sarıldı, saçlarını öptü. “Daha çok böyle günümüz olacak, aslanım.”
Ben de gülümseyerek çayımdan bir yudum aldım. “Bugün sadece bir başlangıç, aslanım. Daha gidecek çok yerimiz var.”
Aybars gülümsedi, sonra simidinden kocaman bir ısırık aldı. İşte, o an Ankara’nın soğuğuna rağmen içimiz sıcacıktı.
Kızılay’da geçirdiğimiz keyifli saatlerin ardından eve dönerken Aybars arka koltukta uyuyakalmıştı. Küçük elleri kucağında birleşmiş, başı hafifçe yana düşmüştü. Dikiz aynasından onu izlerken içimi derin bir huzur kapladı. Umay da yan koltukta sessizce oturuyor, ara sıra bana bakıp gülümsüyordu.
Eve vardığımızda Aybars’ı kucağıma alıp odasına taşıdım. Onu yatağına yatırırken hafifçe mırıldandı ama gözlerini açmadı. Üzerini örttüm, saçlarını okşadım. “İyi uykular, aslanım.” diye fısıldadım.
Kapıyı kapattığımda Umay koridorda bekliyordu. Onun gözleri de sevgiyle parlıyordu. “Ne kadar büyüdüğünü fark ettin mi?” diye sordu yumuşak bir sesle.
Başımı salladım. “Fark etmez olur muyum? Zaman çok hızlı geçiyor.”
Umay gülümsedi ama gözlerinde hafif bir hüzün vardı. “Bazen keşke zamanı biraz daha yavaşlatabilsek diyorum.”
Yaklaşıp ellerini tuttum, başparmaklarımla avuçlarını okşadım. “Zamanı durduramayız ama her anı en güzel şekilde yaşayabiliriz.” dedim.
Umay hafifçe başını salladı, sonra parmaklarını ellerimden kurtarıp boynuma doladı. “O zaman şu anı da güzel yaşayalım, ne dersin?” diye fısıldadı.
Gözlerine baktım. İçimde, ona her seferinde ilk günkü gibi âşık olmanın verdiği tanıdık sıcaklık yükseldi. Eğilip yanağına yumuşak bir öpücük kondurdum, sonra dudaklarına…
Sarılırken nefesi tenime değdi, parmakları saçlarıma karıştı. Kalbinin ritmini, bedeninin sıcaklığını hissettim. O an, dünya sadece ikimizden ibaretti.
Fısıltıyla “Seni seviyorum.” dedim.
Umay gözlerini kapatıp başını omzuma yasladı. “Biliyorum, Altay.” diye mırıldandı. “Ben de seni seviyorum.”
Ve işte, o an gerçekten zaman durmuştu.
Gecenin içine sığındık, yavaş ve usulca… Birbirimizin nefesine karışan anlar, bir şehrin en karanlık sokaklarını bile aydınlatacak kadar sıcaktı. Umay’ın kokusu boynumda, parmaklarının dokunduğu her yerde yankılanan bir şiir gibi. Ellerim, onun ellerinin kavuştuğu yerde, zamanın nasıl geçtiğini unutan bir gezgin. Saçları omzumda, teni tenimle aynı ritimde. Dünyanın tüm saatleri durmuş, kalbimizin atışlarına ayarlanmış gibi…
Dışarıda Ankara’nın sert soğuğu rüzgârla birbirine karışıyor, rüzgâr perdeleri hafifçe savuruyor, ama içimizde sonsuz bir bahar… Kollarımı beline doladığımda anladım, insan yuvasını dört duvar arasında değil, sevdiği insanın kollarında buluyormuş. Onun nefesi, içimde yanan tüm yangınları sakinleştiren bir melodi, sesi eski bir radyo şarkısı gibi, biraz hüzünlü ama hep aşina…
Gözlerini bana kaldırdığında içinde sakladığı tüm kelimeleri okumak istedim. Bir kadının gözlerinde saklanan bir şehir vardır ve eğer o şehirde kaybolmayı göze alırsan, geri dönemezsin. Ben geri dönmek istemiyordum, Umay’ın gözlerinde kaybolmak, orada sonsuza kadar yaşamak istiyordum. Parmak uçları yanaklarımda gezindi, dudağıma değdi hafifçe…
“Beni böyle sevmen, hiç bırakmadan, hiç eksiltmeden… Çok korkutuyor Altay.” dedi fısıltıyla.
Saçlarını geriye doğru sıvazladım, alnına usulca dokundum. “Korkma Umay,” dedim. “Ben hep buradayım. Senin yanında, senin içinde, senin ruhunda…”
O an anladım, aşkın bir mevsimi yoktu, bir zamanı, bir sınırı yoktu. Aşk, bir adamın bir kadının gözlerine her bakışında yeniden vurulmasıydı. Aşk, dokunmadan da hissedebilmekti. Aşk, fısıltıyla söylenen bir isimdi bazen, bazen de susarak bile anlaşabilmekti…
Ve biz, tam da o an, susarak birbirimizi en derin yerimizden duyuyorduk.
Gece usulca ilerliyordu. Ankara’nın serin Ağustos rüzgârı perdeleri hafifçe savuruyor, sokak lambalarının solgun ışığı odanın içine vuruyordu. Umay, başını göğsüme yaslamış, ellerini parmaklarımın arasına bırakmıştı. Öyle sakindi ki, sanki zaman sadece bizim için yavaşlıyordu. Nefes alışverişini hissetmek, göğsümdeki ritmin onun kalbiyle uyum içinde attığını bilmek… İnsan başka ne isterdi?
Dışarıda gece, sonbaharın ilk izlerini taşıyordu. Ağustos’un sonu… Bir mevsimin bitişi, bir diğerinin habercisi. Ve bir hikâyenin en güzel satırlarından birine varışımız. 1 Eylül… Umay’ın doğum günü. Ama onun bundan haberi yok.
Ellerim saçlarında gezinirken gözlerini bana kaldırdı. Gözleri hâlâ geceyi içinde saklayan bir şehir gibi, hem derin hem de davetkâr.
“Yarın erken kalkacak mısın?” diye sordu fısıltıyla.
Gülümsedim. “Belki de ilk kalkan ben olurum. Neden sordun?”
Gözlerini kıstı, şüpheli bir bakış attı ama üzerine gitmedi. Ah Umay… Beni her zaman sezgileriyle alt etmek isterdi ama bu kez onu yanıltmak için elimden geleni yapacaktım.
Yarın sabah, uyanır uyanmaz yatakta bir gül bulacak. Sonra mutfağa indiğinde onu taze demlenmiş bir kahve ve eski bir plak karşılayacak. Ankara’nın sabahında belki bir sonbahar hüznü olacak ama içeride yalnızca sevgiyle dolu bir gün başlayacak. Onun için seçtiğim armağan, onun için planladığım her küçük detay…
Bir insanı mutlu etmek ne kadar basit aslında. Bazen yalnızca sabahın ilk ışıklarında kahvesine koyduğun bir kaşık şeker, bazen usulca fısıldadığın bir “İyi ki doğdun…”
Ama bunlar sadece bir başlangıç. Günün devamı daha büyük bir sürprize gebe. Umay hiçbir şey bilmiyor, bu yüzden en güzeli olacak. Sonsuz sonbaharın, hep yenilenen Ağustos akşamlarının, hiç eskimeyen aşkın başlangıcı gibi…
Ve şimdi, ona sarıldım. Sonbaharın kokusunu en sevdiğim tende hissettim. Yarın her şey daha da güzel olacak....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |