49. Bölüm

İYİKİ BENİMSİN UMAY

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Sabahın sessizliğinde Menemeni karıştırırken arkamdan gelen o tanıdık, tatlı kıkırtıyı duydum. Hafifçe gülümseyerek kepçeyi tavaya yasladım ve arkamı döndüm. Umay, yatağında bulduğu kıpkırmızı gülü hâlâ elinde tutuyordu. Gözleri ışıl ışıl, üzerindeki sabahlığı hafifçe toplamış, bana bakıyordu.

 

“Bütün bunlar… benim için mi?” diye sordu yumuşak bir sesle.

 

Kollarımı iki yana açıp göz kırptım. “Yok, Halil Komutan’ın doğum günü için,” dedim alaycı bir ifadeyle.

 

Umay başını iki yana sallayıp güldü. “Sabah sabah espri yapacak kadar keyifli olduğuna göre…” Gözleri mutfağı taradı. Ocağın üstünde kaynayan çaydanlık, tabaklara özenle yerleştirilmiş kahvaltılıklar ve masanın tam ortasında duran not… Hepsini tek tek süzdü, sonra elindeki gülü dudaklarına götürüp hafifçe dokundurdu.

 

Yaklaşıp beline sarıldım. “İyi ki doğdun, bir tanem. Bugün en güzel gün çünkü sen doğdun.”

 

Başını göğsüme yaslayıp derin bir nefes aldı. “Beni her yıl daha da şımartıyorsun.”

 

Parmaklarımı saçlarında gezdirerek hafifçe güldüm. “Bu daha başlangıç, gün uzun. Hazır ol.”

 

Tam o sırada, Aybars odasından uykulu gözlerle çıktı. Minik elleriyle gözlerini ovalayarak mutfağa yöneldi. Ama bir anda durup şaşkınlıkla masadaki kırmızı gülü fark etti. Kaşlarını çatıp başını kaldırdı.

 

“Baba, neden anneme çiçek aldın?” diye sordu şüpheli bir ifadeyle.

 

Umay hafifçe kıkırdadı, ben de Aybars’ın yanına eğilip omzuna dokundum. “Çünkü bugün annenin doğum günü, aslanım.”

 

Aybars’ın gözleri bir anda büyüdü. “Ooo! Demek ki pasta da var!”

 

Umay kahkahayı patlattı. Ben de başımı iki yana sallayıp gülerek Aybars’ı kucağıma aldım. “Tabii ki var. Ama önce annenin kahvaltısını hazırlayalım, sonra pastaya geçeceğiz.”

 

Aybars hızla başını salladı. “O zaman ben de yardım edeceğim!”

 

Umay gözlerini kısarak bizi izledi. “Siz ikiniz mutfağa girince ortalık savaş alanına dönüyor, haberiniz olsun.”

 

Küçük ortağım Aybars hemen savunmaya geçti. “Ama biz takım çalışması yapıyoruz!”

 

Göz kırparak Umay’a döndüm. “Hem de nasıl.”

 

Masada sabahın neşesi yankılanırken, günün daha yeni başladığını biliyordum. Umay’ın doğum gününü unutulmaz kılmaya kararlıydım. Ve daha çok sürprizim vardı…

 

Kahvaltı masasındaydık. Umay’ın tabağından küçük bir lokma alıp çatalı ona uzattım. “Ağzını aç bakalım, doğum günü prensesi.”

 

Umay gözlerini devirdi ama gülümsemekten kendini alamadı. Hafifçe başını eğip lokmayı aldı. “Altay, kendim de yiyebilirim biliyorsun, değil mi?”

 

Göz kırparak çayımı aldım. “Bilmez miyim? Ama doğum günü olanlar şımartılmalı.”

 

Aybars, karşıdan bize bakıyordu. Çay bardağını iki eliyle tutmuş, minik gözleri merakla parlıyordu. Sonunda dayanamayıp kıkırdadı. “Baba, annemi bebek gibi besliyorsun!”

 

Kaşlarımı kaldırıp oğluma döndüm. “Eğer annen bebek olsaydı, dünyadaki en güzel bebek olurdu.”

 

Umay hafifçe yanaklarını sıkıp başını iki yana salladı. “Senin dilin gerçekten çok tatlı.”

 

Aybars kahkahasını tutamadı. “Anneme bebek diyorsun, ama o zaten kocaman!”

 

Bu sefer Umay kahkahayı patlattı. Ben de başımı iki yana sallayıp Aybars’ı kucağıma çektim. “O zaman şöyle diyelim, annen benim için hep özel olacak.”

 

Aybars başını eğip düşünceli bir şekilde elindeki ekmeği çiğnedi. Sonra minik parmağını havaya kaldırıp konuştu. “O zaman ben de büyüyünce annemi besleyeceğim!”

 

Umay kahkahalar içinde Aybars’ın saçlarını okşadı. “Sen zaten benim en tatlı oğlum değil misin?”

 

Aybars büyük bir gururla başını salladı. Ben de ikisini izleyerek gülümsedim. İşte, aile olmak böyle bir şeydi. Küçük anlar, büyük mutluluklar… Ve Umay’ın doğum günü, tam da olması gerektiği gibi başlamıştı.

 

Umay’ın elini avucuma aldım, başparmağımla usulca üzerine çizgiler çizdim. Gözlerimin içine baktığında zaman durdu sanki, odadaki sesler sustu, sadece o ve ben kaldık. Kahvaltı sofrasında, sabahın mahmurluğunda, Aybars’ın kıkırdayan sesi fonda yankılanırken, ben Umay’ı izliyordum.

 

“Senin doğduğun gün, bana en güzel armağan verilmiş,” dedim fısıltıyla. “Çünkü o gün, dünya biraz daha anlam kazandı.”

 

Umay hafifçe başını eğdi, gülümsedi. Yanaklarında utangaç bir kız çocuğunun kızıllığı vardı ama gözlerinde bir kadının derin sevgisi. Çatalı elimden aldı, benim tabağımdan bir lokma alıp uzattı. “Peki, ben de seni besleyebilir miyim?”

 

Gözlerimi ondan ayırmadan başımı eğdim, lokmayı aldım. Tat mıydı o, yoksa sevdanın kendisi mi, bilemedim. Ama bildiğim tek şey vardı: Bazen bir kahvaltı masasında, tereyağlı ekmeğin ucunda, sevdiğin kadının gözlerinde bütün bir ömür saklıydı.

 

Gözlerimi Umay’dan ayıramıyordum. Elimde olmadan parmaklarım avcunun içinde kaydı, sıcağı sıcağına karıştı. Zamanın ağır çekimde aktığını hissettim. Sesler boğuklaştı, kahvaltı masasının telaşı silindi, Aybars’ın neşeli kıkırdamaları arka planda bir melodiye dönüştü. Önümde oturan kadın… O, dünyanın en güzel sabahıydı.

 

Saçları omzuna dökülmüş, gözleri sıcacık bir kahve rengiyle parlıyordu. Dudaklarında hafif bir gülümseme, elleri hâlâ benim ellerimde. Parmaklarını okşarken, “Biliyor musun,” dedim fısıltıyla, “hayatta en sevdiğim şeylerden biri, her sabah gözlerini açtığımda seni yanımda görmek.”

 

Gözleri yavaşça yumuşadı, dudağının kenarı tatlı bir kıvrımla yukarı kalktı. “Hep yanındayım,” dedi. “Bunu bilmiyor musun, Altay?”

 

Biliyordum. Ama insan bazı şeyleri defalarca duymak isterdi. Sevgiyi, bağlılığı, güveni… Ve bazen, en çok hissettiklerini bile anlatmaya kelimeler yetmezdi.

 

Elimi yüzüne götürüp yanağına dokundum. Teninin sıcaklığı, bir yaz sabahının yumuşak rüzgârı gibiydi. “Sana her gün yeniden aşık oluyorum,” dedim, gözlerini bırakmadan. “Dün, bugün ve yarın… Her sabah, her gece, her an.”

 

Umay’ın yanakları hafifçe kızardı. O utangaç tebessümünü sevdiğim kadar, gözlerindeki derin duyguyu da seviyordum. İnsan birine bakarken hem huzur bulur hem heyecan duyarsa, işte o zaman gerçekten sevmişti.

 

Aybars sandalyesinde hafifçe kıpırdandı, elindeki küçük ekmek parçasını havaya kaldırarak atıldı. “Baba, annemi hep sev, tamam mı?”

 

Gözlerimizi birbirimize kırpıştırarak Umay’la bir an güldük. Sonra gözlerimi oğlumun ciddiyetle bakan minik yüzüne çevirdim. “Her zaman, aslanım,” dedim gururla. “Hep, en çok, sonsuza kadar.”

 

Umay başını omzuma yasladı. Ben, o anın içinde kayboldum. Tereyağlı ekmek, sıcacık çay, sabah güneşinin pencereye düşen ışıkları… Ama en çok, yanımdaki kadın. Doğum günündeydi, ama asıl hediye benimdi. Çünkü o, her sabah yanımda uyanıyordu.

 

Umay, üzerindeki siyah deri ceketle, hafifçe dağınık ama kusursuz görünen saçlarıyla tam bir konser kızı olmuştu. Gözlerinde heyecan parlıyordu, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm. Onu böyle görmek, içimde tuhaf bir kıpırtıya sebep oldu. Ne kadar zaman geçmişti birlikte bir konsere gitmeyeli? Onu mutlu görmek benim için en büyük kazançtı.

 

Aybars ise biraz şüpheli gözlerle bana bakıyordu. Küçük elleriyle ses geçirmez kulaklığını kavramış, ne yapması gerektiğini anlamaya çalışıyordu. “Baba, bu kulaklıkla seni duyamam ki!” diye mırıldandı.

 

Gülerek eğildim, başını okşadım. “Konserde çok ses olacak, aslanım. Bu kulaklıkla sen sadece müziği duyacaksın, ama fazla gürültü seni rahatsız etmeyecek. Hem bütün büyük müzisyenler kulaklık takar.”

 

Aybars’ın kaşları merakla kalktı. “Ben müzisyen miyim?”

 

Umay, kıkırdayarak oğlumuzun yanına çömeldi. “Eğer istersen olabilirsin,” dedi tatlı bir sesle. “Belki büyüyünce gitar çalarsın, belki de bateri…”

 

Aybars gözlerini heyecanla açtı. “Bateri çalmak isterim! Pat pat pat!” diye elleriyle havaya vurdu.

 

Umay’la birbirimize baktık, gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Küçük bir müzik tutkunu yetiştiriyorduk galiba.

 

“Peki ya ben?” diye sordu Umay, bana göz kırparak. “Ben ne çalmalıyım?”

 

Elimi çeneme götürüp düşündüm, sonra hafifçe gülümseyerek cevap verdim. “Sen zaten kalbimde en güzel melodiyi çalıyorsun.”

 

Umay gözlerini devirse de yanaklarının hafifçe kızardığını görebiliyordum. Aybars ise anlamamıştı ama önündeki ekmeği bir gitar gibi tutarak çalmaya başladı.

 

“Hazır mısınız?” diye sordum keyifle.

 

Umay elini saçlarından geçirdi, hafifçe sırıttı. “Mor ve Ötesi konserine gidiyoruz, Altay. Sence hazır olmamak mümkün mü?”

 

Göz kırptım. “O zaman, rock’n roll zamanı!”

 

Ve böylece, ailecek müzik dolu bir geceye doğru yola çıktık.

 

Arabayı sürerken bir yandan bizimkilere telefon ettim. “Neredesiniz bakalım?” dedim neşeyle.

 

Burak hemen atladı. “Konser alanına geldik bile, komutanım! Halil Komutan bile erkenden geldi, düşün yani.”

 

Telefonun diğer ucunda Halil’in homurdanması duyuldu. “Erken geldiysek, erken geldik. Geç mi kalacaktım, Burak?”

 

Umay yanı başımda gülerek bana baktı. “Sanırım ekibin sabırsız.”

 

Göz kırptım. “Sadece bu gece değil, her zaman öyleler.”

 

Aybars arka koltukta elindeki oyuncak gitarı çalıyormuş gibi yapıyordu. “Baba, şarkı söyleyecek miyiz?” diye sordu.

 

İşte tam da buradaydı. Şarkı. Sürpriz. Umay’ın gözlerinin önünde canlandırdığım o an… Konsere gitmiyoruz sadece, bu gece onun için unutulmaz olacak.

 

Derin bir nefes aldım. Umay’ın elini tuttum, parmaklarını hafifçe sıktım. “Aslında senin için iki hediyem var,” dedim usulca.

 

Gözleri merakla parladı. “İkisi birden mi?”

 

Başımla onayladım. “İlkini hemen veremem, ama ikinci hediyem burada, çantamda.”

 

Umay heyecanla bana döndü. “Ne olduğunu söylemeyeceksin, değil mi?”

 

Güldüm. “Şaşırmayı sevdiğini biliyorum. Ama ipucu vereyim... İlki, senin için yazdığım bir günlük.”

 

Umay’ın gözleri büyüdü. “Gerçekten mi?”

 

Başımı salladım. “Evet. İçinde geçen her günümüz var. Seni ilk gördüğüm an, birlikte çıktığımız yollar, kahkahalarımız, tartışmalarımız... ve en önemlisi, seni nasıl sevdiğim.”

 

Umay bir an sessiz kaldı. Gözleri hafifçe dolmuştu. Ama daha büyük sürprizimi bilmiyordu.

 

“O zaman ikinci hediye ne?” diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı.

 

Kahkaha attım. “İşte onu görmek için konsere kadar beklemen gerekiyor.”

 

Umay kaşlarını çattı ama yüzünde o kaçınılmaz tebessüm vardı. Beni tanıyordu. Bir şeyi gerçekten istiyorsam, en mükemmel şekilde yapacağımdan emindi.

 

Oysa bilmiyordu. Bu gece sahneye çıkıp ona bir şarkı söyleyeceğimi, herkesin önünde sevgimi haykıracağımı bilmiyordu.

 

Bu gece sadece Mor ve Ötesi değil, bizim de gecemiz olacaktı.

 

Konser alanına vardığımızda hızlıca selamlaşıp yerlerimize geçtik. Bizimkiler ellerinde hediyelerle bekliyordu ama asıl sürprizin bende olduğunu bilmiyorlardı. Umay heyecanla etrafa bakıyor, Aybars ise kulaklığını düzeltip başını sallıyordu. Küçük adamım bile ritme kapılmıştı.

 

Sahneye göz gezdirdiğimde Harun Tekin’i gördüm. Mor ve Ötesi’nin solisti, benim hem sevdiğim hem de uzun zamandır tanıdığım bir arkadaşımdı. Bana göre sadece bir müzisyen değil, bir abi gibiydi. Göz göze geldiğimizde hafifçe başını salladı, ben de gülümseyerek karşılık verdim.

 

Ve sonra ışıklar söndü.

 

İlk gitar notaları çalınca Umay’ın gözleri parladı. “Bir Derdim Var.” Konser tam anlamıyla başlamıştı. Kalabalık coşkuyla bağırırken Umay’ın gözleri mutlulukla parlıyordu. Ellerini hafifçe dizlerine vuruyor, şarkıyı içinden söylüyor gibiydi. Aybars bile başını sallamaya başlamıştı, kulaklığın ardında bile ritmi hissediyordu.

 

Etrafıma bakındım, bizim tayfa şarkıyı söylerken coşkuyla kollarını sallıyordu. Burak, Burçe’ye iyice yanaşmış, ama Halil Komutan’ın yan bakışlarından çekindiği için temkinli duruyordu. İlteriş ve Yaseminka, birbirlerine gülümseyerek şarkıya eşlik ediyordu.

 

Ama benim gözlerim sadece Umay’daydı.

 

Bu gece onun gecesiydi. Ve az sonra, onu sahnenin tam ortasında daha büyük bir sürpriz bekliyordu.

 

Gitar sesi biraz daha yükseldi, kalabalık şarkıya daha güçlü eşlik etti. Ben ise yavaşça cebime uzanıp küçük not kağıdını kontrol ettim. Şarkımın sözleri oradaydı.

 

Kalbim hızla atıyordu.

 

Az sonra Umay’ın hayatındaki en unutulmaz anlardan birini yaşatacaktım.

 

"Oyunbozan" şarkısının ilk notaları duyulduğunda içimde bir enerji patlaması oldu. Bu benim favorimdi! Gitar riffleri yükseldikçe kanım kaynamaya başladı. Kalabalık coşkuyla bağırırken ben de kendimi tutamadım ve çılgınca şarkıya eşlik ettim.

 

“Kanun mu bu yalnızlık?!”

 

Umay bana şaşkın ama keyifli bir bakış attı. Gülerek başını iki yana salladı. “Altay, sen böyle konser adamı mıydın?”

 

Bir yandan tempo tutarken ona göz kırptım. “Sen daha beni tam tanımadın.”

 

Aybars bile hareketlenmişti. Küçük elleriyle havada ritim tutmaya çalışıyordu. Kulaklığı sayesinde fazla gürültüyü duymasa da müziğin enerjisini hissettiği kesindi.

 

Yanımızdaki Burak, Burçe’yi koruma bahanesiyle yanaşmaya çalışıyor, Halil Komutan ise kaşlarını çatıp onu göz hapsine alıyordu. İlteriş ve Yaseminka birbirlerine sarılmış, keyifle şarkıya eşlik ediyordu. Bizim ekip tam anlamıyla konserin tadını çıkarıyordu.

 

Ama benim aklım hâlâ yapacaklarımdaydı.

 

Şarkının temposuna kapılmışken sahneye bir göz attım. Harun, az sonra sıra bende olduğunu biliyordu. Kendi yazdığım şarkıyı Umay için söyleyeceğim an yaklaşıyordu.

 

Ve işte tam o sırada, Harun bana baktı ve hafifçe gülümsedi.

 

Kalbim hızlandı.

 

Bu gece unutulmaz olacaktı.

 

Harun Tekin bana el sallayıp eliyle kalp yaptığında içimde bir şeyler kıpırdadı. Onun ardından gelen cümle ise Umay’ı da beni de tam kalbimizden vurdu:

 

“Bu şarkı en sevdiğim çifte, hoş geldiniz komutanım.”

 

Ve sonra… “Benim Küçük Sevgilim.”

 

İlk notalar çaldığında sahnenin ışıkları hafifçe loşlaştı. Harun gözlerini kapatıp şarkıyı söylemeye başladığında konser alanındaki herkes bir anda büyülenmiş gibi sustu.

 

Yanımda Umay… Gözleri sahneye kilitlenmişti ama ben onun yüzüne bakıyordum. Çünkü o an benim için sahneden, kalabalıktan, her şeyden daha büyüktü.

 

“Benim küçük sevgilim, sen bana neler yaptın…”

 

Bu sözleri duyunca Umay başını bana çevirdi, dudaklarının kenarında minik bir gülümseme vardı. “Bunu bana mı söylüyorlar?” diye sordu, sesi fısıltı kadar hafifti.

 

Gözlerimi kısmış, gülümsemiştim. “Sence?”

 

Umay gülerek başını eğdi. O an konserin ortasında, binlerce insanın içinde sadece biz vardık.

 

Aybars bile başını hafifçe ritme uyduruyordu. Burak ve Burçe çoktan birbirlerine yaslanmış, şarkının tadını çıkarıyordu. İlteriş Yaseminka’nın beline sarılmış, onun karnına hafifçe dokunuyordu. Halil Komutan bile şarkının havasına girmiş, ellerini dizlerine vuruyordu.

 

Ama ben? Benim için konser şimdi başlıyordu. Çünkü birazdan, Umay’a hayatındaki en büyük sürprizi yapacaktım.

 

Harun, bana göz kırptı. Şarkı bittiğinde onunla yer değiştirip sahneye çıkacaktım.

 

Ve Umay’ın hayatında asla unutamayacağı o an, işte o zaman başlayacaktı.

 

Harun şarkıyı bitirdiğinde, sahneye dönüp mikrofonu eline aldı ve yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, “Altay, gelsene oğlum!” dedi.

 

Kahkahalarla güldüm, konser alanındaki binlerce kişi de ona eşlik etti. Ayağa kalktım, birkaç adım attım ve sonunda sahneye çıktım. Harun’a yaklaşarak ona asker selamı verdim, o da gülerek karşılık verdi. Sonra elindeki gitarı uzattı. “Hadi bakalım, sıra sende.”

 

Gitarı elime aldım, hafifçe akorlarını kontrol ettim. Arkadan önce yumuşak bir piyano sesi yükseldi, ardından hafifçe bir bateri ritmi geldi. Sahnenin ışıkları yavaşça üzerime odaklandı.

 

Mikrofonu biraz kendime yaklaştırdım, gözlerim en ön sırada duran Umay’a takıldı. Gözleri büyümüş, şaşkınlıkla bana bakıyordu. Aybars, kulaklığıyla birlikte annesinin kucağında, olup biteni anlamaya çalışıyordu. Burak, Burçe’yi dürtüp fısıldaşırken, İlteriş kollarını kavuşturmuş bana hafifçe gülümsüyordu.

 

Derin bir nefes aldım ve telleri titreterek ilk akoru çaldım.

 

Şarkı, Umay için yazdığım aşk serenatıydı.

 

🎶
Gece çöker dağların üzerine
Kalbimde yanar bir kor gizlice

 

Sen sabrın kalemi, sabahın müjdesi
Sevginde buldum hayatın nefesi
🎶

 

Sözleri söylerken gözlerimi Umay’dan ayırmadım. O, bir elini göğsüne koymuş, dudaklarını hafifçe aralamış bana bakıyordu. Gözleri parlıyordu. O an, hayatımda yaptığım en doğru şeyin, bu kadına âşık olmak olduğunu bir kez daha anladım.

 

🎶
Sensiz bir dünya bomboş bir ev
Huzurun sesi ruhumu ezer, sever

 

Umudun bir yıldız, ışıkla parlar
Aşkınla her savaş bir şarkıya döner
🎶

 

Şarkıyı söylerken, duygularım kelimelere dökülmüyor, doğrudan kalbimden yayılıyordu. Umay’a duyduğum sevgiyi sadece onun duymasını istemedim, herkes bilsin istedim.

 

🎶
Evim senin gülüşünle titrer
Gözlerinden dökülür bir nehir

 

Ellerin dokundu tüm yaralarıma
🎶

 

Şarkının son kıtasına geldiğimde, Umay artık gözyaşlarını tutamıyordu. Ama bu hüzünden değil, mutluluktandı. O güzel gözleri yaşlarla dolmuştu ama yüzündeki o gülümseme… işte o benim dünyamdı.

 

🎶
Annelik tahtında ışık bir bayrak
Kalbim seninle doğar her sabah

 

Zaman bile eğilir önünde ey sevgili
Tutkusun dünyayı döndüren sessizliği
🎶

 

Şarkının son notasını çaldığımda, sahnede bir anlık sessizlik oldu. Sonra… alkışlar koptu.

 

Bağırışlar, ıslıklar, çığlıklar… Ama benim için en önemli olan tek bir şey vardı.

 

Gitarı yavaşça sırtıma aldım, sahneden aşağı indim ve doğrudan Umay’ın yanına yürüdüm.

 

Onun karşısında durdum. O gözyaşları içinde, hâlâ gülümsüyordu. Elini tuttum, parmaklarını dudaklarıma götürdüm ve usulca öptüm.

 

“Bu şarkı, sadece senin için.” dedim.

 

Ve o an, dünya üzerimize kapandı. Çünkü orada, binlerce insanın arasında sadece biz vardık.

 

Umay gözlerimin içine baktı, hala konuşamıyordu. Parmaklarım onun avuçlarında kaybolurken başını hafifçe eğdi, gülümsedi ama o güzel gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarına düştü.

 

“Altay…” diye fısıldadı.

 

Ama devam edemedi.

 

Ben de sözlere gerek olmadığını biliyordum. Çünkü gözleri her şeyi anlatıyordu.

 

O anda Burak arkamdan bağırdı: “Oğlum, bu nasıl serenat lan! Resmen Ankara’nın en romantik adamı oldun!”

 

Salondan kahkahalar yükseldi. Burçe, Burak’ın koluna vurup “Bir sus!” diye fısıldadı ama gülümsemesini saklayamıyordu.

 

İlteriş başını iki yana sallayıp kaşlarını kaldırdı, ama yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. “Bu kadar insanın önünde adamı rezil etmeyecek misiniz?”

 

Harun sahneden gülerek bağırdı: “Ne rezili! Bu gece aşkın gecesi oldu be İlteriş, kabul et!”

 

Umay derin bir nefes aldı, sonra gözyaşlarını silip yüzünü bana doğru kaldırdı.

 

“Altay, bu yaptığın…” Bir an durdu, kelimeyi aradı. Sonra başını salladı. “Beni bu kadar seveceğini hiç düşünmemiştim.”

 

Elini daha sıkı tuttum. “Yanlış düşünmüşsün.”

 

Umay gülümsedi, o gülümsemeyle içim sıcacık oldu. Sonra aniden Aybars araya girdi.

 

“Ama baba, herkesin önünde anneme şarkı söyledin. Şimdi sıra bende mi?”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. “Ne?”

 

Aybars ciddiyetle bana baktı, sonra birden sahneye döndü ve Harun’a elini uzattı. “Ben de şarkı söylemek istiyorum.”

 

Sahnedeki herkes kahkahaya boğuldu. Harun eğilip oğlumun elini sıktı. “Hadi bakalım, küçük bey, hangi şarkıyı söyleyeceksin?”

 

Aybars başını kaldırıp bana baktı, sonra gülümsedi.

 

“Ankara’nın Bağları!”

 

Salondaki kalabalık bir saniye durdu… sonra patlayan kahkahalar, tezahüratlar her yeri sardı.

 

Burak neredeyse yere yığılacaktı. “Lan! Bu çocuğun damarlarında gerçekten Ankara kanı akıyor!”

 

Umay başını iki yana sallayıp gülerek oğlumuzu kucağına aldı. “Altay, senin genlerin fazla baskın.”

 

Tam Aybars’ı sakinleştirmeye çalışırken arkamdan tanıdık, tok bir ses duyuldu.

 

“Yeter be! Şu konseri artık bitirelim mi?”

 

Halil Komutan, sahne kenarında ellerini arkada bağlamış, kaşlarını çatmış bize bakıyordu.

 

Salondaki herkes aynı anda sustu. Otorite, işte buydu.

 

Burak dirseğiyle beni dürttü. “Abi, Halil Komutan bile bıktıysa, romantizm dozu fazla kaçtı demektir.”

 

Derin bir nefes alıp kafamı iki yana salladım. Sonra Umay’a döndüm.

 

“Bence artık gitme vakti.”

 

O sadece başını salladı, ama gözlerindeki ışık hala oradaydı.

 

Ben elini tuttum, Aybars’ın diğer elini de sıkıca kavradım. Ve konser salonunun gürültüsü, ışıkları, şarkıları arkamızda kalırken, biz üç kişi olarak ama tek bir yürekle çıktık oradan.

 

Bu geceyi asla unutmayacaktım.

 

Aybars, Harun’un elinden mikrofonu kaptığı gibi sahnenin ortasına yürüdü. “Hadi bakalım herkes hazır mı?” diye bağırdı.

 

Kalabalık önce bir saniye sustu… sonra çığlıklar ve alkışlar koptu!

 

Harun kahkahalar içinde bana döndü. “Bu çocuk tam bir sahne adamı olacak!” dedi.

 

Ben ise ellerimi başıma koymuştum. “Umay, bu bizim oğlumuz mu gerçekten?”

 

Umay, Aybars’a gururla bakıp başını salladı. “Ne sandın Altay, kan çekiyor işte.”

Ve…

 

İlk bağlama sesi duyuldu.

 

Ardından bateri ritmi eklendi.

 

Kalabalık coşkuyla bağırıyordu. Herkes, ne olacağını biliyordu.

 

Ve işte o an, Aybars Ankara’nın Bağları’nı söylemeye başladı!

 

🎶 Ankara’nın bağları da büklüm büklüm yolları...🎶

 

Salondaki herkes şarkıya eşlik ediyordu. Koca bir konser alanı, minik bir çocukla birlikte Ankara ruhunu yaşıyordu!

 

Ben şaşkın, Umay gururlu, Burak ise neredeyse bayılacak gibi bir halde sahneye bakıyorduk.

 

Burak, “Abi… Oğlun düğünlerde en çok istenen adam olur, net!” diye bağırdı.

 

İlteriş başını sallayıp “Bu çocuğun askerlik anılarını şimdiden dinlemek istiyorum.” dedi.

 

Şarkı tam zirveye ulaşmışken, Aybars eliyle ritim tutarak kalabalığı coşturuyordu.

 

Sonra şarkıyı bitirip, rockçılar gibi iki eliyle havada boynuz işareti yaparak sahnenin ortasına diz çöktü.

 

Kalabalık çılgına dönmüştü!

 

Ve sonra, Aybars mikrofonu eline aldı, sahneye dönüp büyük bir ciddiyetle bağırdı:

 

“Mor ve Ötesi’ni sahneye davet ediyorum!”

 

Ben gerçekten şoktaydım.

 

Umay bana dönüp “Oğlumuzdan bu kadarını bekliyor muydun?” diye sordu.

 

“Kesinlikle hayır.”

 

Ve işte o an, sahne Mor ve Ötesi’ne bırakıldı.

 

Gitar akorları sahneye yayıldı, Mor ve Ötesi üyeleri sahneye çıkarken herkes Aybars’a tezahürat yapıyordu.

 

Aybars, yanımıza dönerken gülümseyerek bana baktı.

 

“Baba, sahne çok eğlenceliydi! Yine yapabilir miyim?”

 

Ben, elimle yüzümü kapatıp gülmeye başladım.

 

Bu çocuk kesinlikle bir efsane olacak.

 

Konserin ara verdiği an Harun elinde mikrofonla bize döndü. “Altay, Umay, Aybars! Siz bir zahmet kulise buyurun.” dedi, göz kırparak.

 

Kaşlarımı kaldırdım, Umay şaşkınlıkla bana baktı. “Ne oluyor?” diye sordu fısıltıyla.

 

Ben de en az onun kadar meraklıydım. “Bilmiyorum ama Harun’un planlarına fazla güvenmemek lazım.”

 

Aybars, sahneye çıkmanın coşkusunu henüz üzerinden atamamıştı. “Hadi gidelim!” diyerek elimi çekiştirdi.

 

Kulise doğru ilerlerken Burak arkadan seslendi. “Abi, belki seni sonunda övmeye başlamışlardır, bak ne sürpriz çıkacak!”

 

Ama tam kapıdan içeri adım attığımızda büyük bir alkış ve tezahürat yükseldi!

 

Karşımızda kocaman, çikolata kaplı bir doğum günü pastası duruyordu. Üzerinde “İyi ki doğdun Umay!” yazıyordu.

 

Umay gözlerini büyütüp elini ağzına götürdü. “Bu… bu benim için mi?”

 

Harun kollarını açıp “Yok, benim için!” dedi, sonra gülerek ekledi: “Tabii ki senin için!”

 

Burçe hemen yanımıza atılıp “Böyle mükemmel bir kadını doğuran anneye selam olsun!” dedi.

 

Burak kollarını kavuşturup sırıttı. “Yani düşününce… Altay gibi biriyle birlikte olmayı bile göze aldın, büyük başarı. Kutlamak lazım.”

 

İlteriş bile hafifçe gülümseyerek “Bu kadar sabırlı bir kadın olduğun için gerçekten tebrik ediyorum.” diye ekledi.

 

Ben ellerimi iki yana açıp “Ne oluyor lan? Bu kutlama mı, beni gömme seansı mı?” diye çıkıştım.

 

Harun omzuma vurdu. “Kardeşim, sen kendini düşünme. Biz Umay’ı takdir ediyoruz.”

 

Halil Komutan bile hafifçe kaşlarını kaldırıp “Doğruya doğru Altay, Umay’ı tanıyınca hepimiz bir noktada ‘Buna nasıl katlanıyor?’ diye düşündük.” dedi.

 

Umay kahkaha atarak başını iki yana salladı. “Altay’a katlanmak o kadar da zor değil.” dedi, sonra gözlerini bana çevirdi. “Bazen.”

 

Burak hemen atıldı: “İşte anahtar kelimeyi bulduk! ‘Bazen!’”

 

O an, Aybars pastanın mumlarına uzanmaya çalışırken Burçe onu kucağına aldı ve “Tamam tamam, yeter bu kadar Altay dalgası! Hadi, pastayı keselim!” dedi.

 

Umay hâlâ gözleri dolu dolu bir şekilde bana baktı. Fısıltıyla “Bunu gerçekten sen mi ayarladın?” diye sordu.

 

Başımı iki yana sallayıp “Ben de senin kadar şaşkınım.” dedim.

 

Harun elinde bıçağı sallayarak “Hadi hadi, Umay, mumları üfle!” diye bağırdı.

 

Umay derin bir nefes aldı, bir an durdu, sonra gözlerini kısarak “Altay, dilek tutmamı ister misin?” diye sordu.

 

Gülümsedim. “Senin her dileğin zaten benim için emirdir.”

 

Umay hafifçe gülerek gözlerini kapattı, sonra mumları üfledi.

 

Ve o anda kuliste kahkahalar, alkışlar, mutluluk… her şey bir aradaydı.

 

Bense Umay’a bakarken içimden bir şey geçirdim: İyi ki doğdun, Umay. Ve iyi ki benim hayatımdasın.

 

Kulisten çıkarken herkes hâlâ şakalaşıyor, Umay’ın doğum gününü kutlamaya devam ediyordu. Ama ben başka bir şey planlamıştım.

 

Elimi Umay’ın beline attım ve kulağına eğildim. “Hadi gidelim.”

 

Umay kaşlarını kaldırıp bana şüpheyle baktı. “Nereye?”

 

Sinsice gülümsedim. “Sürpriz.”

 

Tam o sırada Aybars, Burçe’nin kucağından kurtulup bize doğru koştu. “Ben de geliyorum!” diye bağırdı.

 

Eğilip onun omuzlarını tuttum. “Aslanım, seni Yaseminka’ya emanet ediyorum. Anneyle biraz işimiz var.”

 

Aybars kaşlarını çattı. “Ne işi?”

 

Umay da aynı meraklı bakışla bana döndü. “Evet Altay, ne işi?”

 

Aybars ellerini beline koyup ciddi bir ifadeyle sordu: “Tehlikeli mi?”

 

Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Anneni kaçırıyorum.”

 

Aybars hemen arkasını dönüp Yaseminka’ya doğru bağırdı. “Teyze! Babam annemi kaçırıyor ama sanırım iyi niyetli!”

 

Yaseminka kahkaha attı. “Merak etme, ben ona göz kulak olurum.”

 

İlteriş kollarını kavuşturup bana sertçe baktı. “Altay, bizim ülkede adam kaçırmak yasal değil.”

 

Göz kırptım. “O zaman bunu yasadışı bir romantizm olarak düşün.”

 

Burak hemen atıldı: “Aha! Adam şair oldu.”

 

Umay, Burak’a gülerek dönüp “Beni kaçırıyor ama şairane bir şekilde.” dedi.

 

Ben hiç vakit kaybetmeden Umay’ın elini tuttum, bir anda kalabalıktan sıyrıldık ve hızla konser alanının çıkışına yöneldik.

 

Arkadan Burak’ın sesi yükseldi: “Lan durun! En azından nereye gittiğinizi söyleyin!”

 

Ama biz çoktan kaybolmuştuk.

 

Şehrin ışıkları altında el ele, hızlı adımlarla yürürken Umay sonunda sordu: “Peki Altay, gerçekten nereye gidiyoruz?”

 

Yüzüne döndüm, gülümsedim. “Bugün senin doğum günün, Umay. Ve benimle unutulmaz bir gece geçireceksin.”

 

Umay, kaşlarını kaldırıp bana dikkatlice baktı, sonra gülerek başını iki yana salladı. “Bakalım, Altay Bey. Eğer maceralı bir şeyse, seni affedebilirim.”

 

Başımı eğip hafifçe dudaklarına fısıldadım: “Her anı seninle bir macera zaten.”

 

Ve işte o an, Ankara’nın gece ışıkları arasında kaybolduk.

 

Ankara’nın geceyi örten ışıkları ayaklarımızın altına serilmişti. Sokak lambaları, arabaların farları, şehrin nefes alıp veren caddeleri... Umay, sessizce manzaraya bakıyordu. Saçları rüzgârın ritmine uyup dans ederken, ben usulca arkadan sarıldım. Çenemi omzuna yasladım, nefesim tenine değdi.

 

“Görüyor musun?” dedim fısıltıyla. “Bütün şehir uyuyor ama biz ayaktayız.”

 

Umay başını bana doğru hafifçe eğdi. “Böyle daha güzel.”

 

Gülümsedim. Ellerim, onun ellerini buldu. Sıcak, tanıdık, huzurlu…

 

“Dünya büyük,” dedim. “Ama benim evim burada.”

 

Omzunun üzerindeki yanaklarına küçük bir öpücük kondurdum. O, iç çekip gülümsedi.

 

Şehir ışıkları titredi. Ama gökyüzü bizimdi.

 

Umay başını hafifçe geriye yasladı, nefesi tenime karıştı. Ankara, ışıklarını üzerimize dökmüş, şehri değil, bizi aydınlatıyordu sanki. Sokaklardan gelen uğultu uzakta kalmış, gece yalnızca bize ait bir fısıltıya dönüşmüştü.

 

“Biliyor musun?” dedi, sesi ince bir rüzgâr gibi. “İnsan en çok sevdiği adamın yanında büyüyor.”

 

Gözlerimi kapattım, gülümsedim. Ellerim onun ellerinde, kalbim onun soluğunda.

 

“Ben de senin yanındayken tamamlanıyorum.” dedim.

 

Bir süre sustuk. Koca şehir nefes alıyordu ama biz zamansızdık.

 

Sonra Umay hafifçe dönüp yüzüme baktı, gözlerinde geceyi delen bir ışık vardı.

 

“Beni bir ömür böyle tutabilir misin?”

 

Çenemi omzundan kaldırdım, yüzümü ona çevirdim. Gözlerimin içini okumasına izin verdim.

 

“Umay,” dedim fısıltıyla, “Ben zaten senden başka hiçbir şeyi tutmayı bilmiyorum.”

 

Umay daha bir şey demeden, gözlerindeki o ışığı, omzundaki o titremeyi hissettiğim an dudaklarına kapandım.

 

Ankara’nın ışıkları yanıp sönüyordu ama ben sadece onu görüyordum. Şehir sokaklarıyla, binalarıyla, caddeleriyle bir yerlerde akıp gidiyordu ama biz, zamanın tam ortasında kalmıştık. Dudakları sıcaktı, nefesi içime karıştı. Ellerimi yüzüne götürdüm, o da parmaklarını ensemde dolaştırdı.

 

Rüzgâr, saçlarını yüzüme savurdu. Ankara’nın gece kokusu, üzerimize sinmiş gibiydi. Öpüşürken, bu şehre ait olan her şeyi de içimize çekiyorduk.

 

Kollarımı beline sardım, gövdesini kendime yasladım. Ayaklarımızın altındaki taşlar sabit ama biz uçuyorduk sanki.

 

Sonunda nefes nefese ayrıldığımızda, alnımı alnına dayadım. Gözleri kapalıydı, dudaklarında hâlâ bir gülümseme…

 

“Altay…” dedi, nefesi titrek.

 

Gözlerimi açtım, fısıltıyla sordum: “Efendim, Umay?”

 

Gülümsedi. “Dünya burada bitse de olur.”

 

Başımı iki yana sallayıp, dudağının kenarına küçük bir öpücük kondurdum. “Dünya burada başlıyor, Umay.”

 

Umay, usulca çantasından küçük, deri kaplı bir defter çıkardı. Onu gördüğüm an içimde bir şeyler kıpırdadı. Benim güncem.

 

Ellerim dizlerimde, nefesimi tuttum. Gözleri sayfalarda gezindi, parmakları defterin kenarını okşadı. Sonra hafifçe gülümsedi.

 

“Bunu ilk yazmaya başladığında fark etmiştim,” dedi. “Ama hiç sormadım. Çünkü ne zaman bana yazdığını bilmek istedim.”

 

Kalenin taşlarına oturmuş, Ankara’nın geceye karışan sokaklarına yukarıdan bakıyorduk. Ama o, sadece sayfalara bakıyordu. Bana. Bize. Aşka.

 

Gözleri kelimelerde takılıp kaldı, sesi yumuşaktı:

 

"Umay… Sen benim en büyük cümlemsin. İnsan bazen bir kelimeye takılır kalır, ben senin adını bir ömür ezberledim. En güzel şiirler bile seni anlatmaya yetmez. Kaç kere yazmaya çalıştım, her defasında kelimeler eksik kaldı. Ama seni yazmaktan hiç vazgeçmedim. Çünkü bir adam, sevdiği kadını yazmayı bırakırsa, yaşamayı da bırakmış demektir."

 

Gözlerini defterden kaldırdı, bana baktı.

 

“Altay,” dedi fısıltıyla, “Seninle olmak bir cümle değil, bir roman gibi.”

 

Yüzümde yorgun bir gülümseme belirdi. “Sonunu biliyor musun?” diye sordum.

 

Günceyi kapattı, parmaklarını kapağın üzerinde gezdirdi.

 

“Biliyorum,” dedi usulca. “Sonsuza kadar mutlu yaşadılar.”

 

Ellerini tuttum, avuçlarımın içine aldım. “Sonsuzluğu birlikte yazalım o zaman.”

 

Ve Umay başını omzuma yasladı. O gece, Ankara’nın taşlarına sadece ayak izlerimizi değil, aşkımızı da bıraktık.

 

Umay, avuçlarımın içinde ellerini tutarken bir an duraksadı. Gözlerinde bir parıltı vardı, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. “Altay,” dedi yumuşak bir sesle, “Benim de sana bir hediyem var.”

 

Kaşlarımı hafifçe çattım, gülümseyerek baktım. “Beni burada hediyeye boğma, Umay. Zaten sen varsın, başka ne isteyebilirim ki?”

 

Ama o, hiçbir şey söylemeden elini cebine attı ve titrek bir nefes alarak küçük bir fotoğraf çıkardı. Küçük, siyah-beyaz, bulanık ama dünyadaki en net gerçeğimizi gösteren bir fotoğraf.

 

Bir ultrason fotoğrafı.

 

Baktım, baktım ama zihnim algılamakta gecikti.

 

Sonra Umay gülerek, gözleri mutlulukla parlayarak fısıldadı:

 

“Ben hamileyim, Altay.”

 

Bir saniye… iki saniye… üç…

 

Beynim durdu. Kalbim tekledi. Nefesim sıkıştı. Ellerimdeki güç çekildi sanki.

 

Ve sonra… her şey karardı.

 

Gözlerimi açtığımda, yüzüme üfleyen serin rüzgârı hissettim. Üstümde bir ağırlık vardı. Tam olarak ağırlık değil… Umay’ın elleri.

 

Başımı taş zeminden kaldırıp gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Umay diz çökmüş, yüzü endişeyle bana bakıyordu.

 

“Altay!” dedi panikle. “Sen ciddi ciddi bayıldın! Altay, iyi misin?”

 

Gözlerimi açtım, hala afallamış bir şekilde dudaklarımı araladım.

 

“Ben… ikinci kez baba mı oluyorum?”

 

Umay önce kaşlarını çattı, sonra kahkahalarla güldü. “Evet, ikinci kez baba oluyorsun,Aybars'a kardeş geliyor ama şu an hiç baba gibi görünmüyorsun. Resmen bayıldın, Altay! Dalga geçeceğim ama kıyamıyorum!”

 

Ellerimi yüzüme kapattım, derin bir nefes aldım, sonra tekrar fotoğrafa baktım. Midemde kelebekler değil, bildiğin fırtınalar kopuyordu. Heyecan, sevinç, korku, mutluluk, hepsi birbirine girmişti.

 

Yavaşça doğruldum, Umay’ın yüzünü ellerimin arasına aldım. Gözlerime yaşlar dolmuştu ama gülümsemekten kendimi alamıyordum.

 

“Baba oluyorum hemde ikinci kez…” dedim, bu kez daha inançla. “Bizim iki çocuğumuz olacak…”

 

Umay başını salladı, gözleri de aynı benimkiler gibi dolmuştu. “Evet, Altay. Bizim ikinci çocuğumuz olacak.”

 

O an, kalenin taşlarının, Ankara’nın gecesinin, yıldızların bile bizi izlediğini hissettim. Kollarımı Umay’a doladım, sıkıca sarıldım.

 

“Seni seviyorum,” diye fısıldadım.

 

Umay gözlerini kapadı, başını göğsüme yasladı.

 

“Ben de seni seviyorum, çocuklarımın babası.”

 

Ve işte, hayatımın en güzel anı… Tam da burada başladı.

 

Umay’ı hâlâ kollarımın arasında tutuyordum. Sanki onu bırakırsam bu an kaybolacakmış gibi geliyordu. Kalbim deli gibi çarpıyordu ama artık korkudan değil… Mutluluktan.

 

O da beni bırakmıyordu. Başını göğsüme yaslamış, ellerini sırtımda gezdiriyordu.

 

“Altay,” diye mırıldandı yavaşça. “Bu sefer kız olabilir mi dersin?”

 

Güldüm, saçlarını hafifçe okşadım. “Farketmez Umay. Kız ya da erkek… Bizim çocuğumuz olacak, önemli olan bu.”

 

Umay hafifçe geri çekilip gözlerini gözlerime dikti. “Sence Aybars nasıl tepki verir?”

 

Derin bir nefes aldım. “Büyük ihtimalle ‘Ben abi olucam!’ diye ortalıkta dolanır ama birkaç dakika sonra ‘Ben kardeş istemiyorum, oyuncaklarımı alacak’ diye fikir değiştirir.”

 

Umay kıkırdadı. “Çok olası.”

 

Yüzünü avuçlarımın arasına aldım, başparmağımla yanağını okşadım. “Sen nasılsın peki?”

 

Bir an duraksadı. Sonra dudaklarında küçük ama huzurlu bir tebessüm belirdi. “Mutluyum, Altay. Hem de çok. Sadece… biraz tedirginim.”

 

Kaşlarımı hafifçe çattım. “Neden?”

 

Gözlerini kaçırmadan yanıtladı. “İkinci çocuk… her şeyin daha farklı olacağını biliyorum. Aybars’ı büyütürken bile bazen zorlandık. İki çocukla nasıl olacak, bilmiyorum.”

 

Ellerini tuttum, sıkıca sardım. “Bunu birlikte yapacağız, Umay. İlkinde nasıl birlikte öğrendiysek, bunda da beraber öğreneceğiz. Hem… biz hiç kolay yolu seçmedik ki.”

 

Gülümsedi, derin bir nefes alıp alnını benim alnıma yasladı. “Evet, haklısın. Ama söz ver, bu kez yalnız bırakmayacaksın beni.”

 

Gözlerinin içine baktım. “Sana söz veriyorum, Umay. Her anında yanında olacağım.”

 

Sessizlik oldu. Sadece birbirimizin nefesini duyuyorduk. Sonra Umay fısıltıyla konuştu:

 

“Bence bunu ilk Aybars’a söylemeliyiz.”

 

Kahkahayı bastım. “Ama önce ona, çiğköftenin acısının geçmesi için biraz daha zaman tanıyalım.”

 

Umay gülerek başını salladı. “Anlaştık.”

 

Ve o gece, Ankara’nın yıldızlı göğü altında, hayatımıza yepyeni bir başlangıç yaptığımızı bilerek birbirimize sarıldık.

 

Umay’ın hamile olduğunu öğrendiğim andan itibaren her hareketimi daha dikkatli yapmaya başladım. Onu yormak, üzmek, strese sokmak istemiyordum. Bu yüzden, küçük bir kaçamak planlamıştım.

 

Ankara’dan çok uzaklaşmadan, şehir gürültüsünden biraz uzak, sakin bir otelde bir gece kalmak için yer ayırtmıştım. Amacım, Umay’a biraz rahatlatıcı bir zaman geçirmekti. Ancak artık hamile olduğu için her detayı iki kere düşünüyordum. Rahat bir yatak, hafif yiyecekler, huzurlu bir ortam…

 

Arabaya bindiğimizde Umay şüpheli bir bakış attı. “Altay, nereye gidiyoruz?”

 

Direksiyonu çevirirken ona gülümsedim. “Bana güven. Sadece bir gece dinleneceğiz.”

 

Gözlerini kısarak bana baktı. “Şüpheliyim. Senin sürprizlerin genelde pek… sakin olmaz.”

 

Gülerek elini tuttum. “Bu sefer öyle olacak. Söz.”

 

Otele vardığımızda geniş, ferah bir odaya geçtik. Pencere, şehir ışıklarına bakıyordu ama içerisi huzurluydu. Umay yatağa oturup etrafa bakındı. “Tamam, güzel seçim. Ama hâlâ bir planın olup olmadığını söylemedin.”

 

Yanına oturup onun ellerini tuttum. “Planım şu: Hiçbir şey yapmamak. Sadece sen, ben, biraz huzur ve senin ne istersen onu yapmak.”

 

Umay bir an şaşkınlıkla baktı, sonra gülümsedi. “Hmm… Fena değil.”

 

Elimi karnına koydum, yavaşça okşadım. “Senin rahat olman her şeyden önemli. Hem… bu bizim ikinci balayımız sayılmaz mı?”

 

Umay başını omzuma yasladı. “Sanırım sayılır.”

 

Ve o gece, hiçbir şey yapmadık. Sadece konuştuk, gülümsedik, birbirimize sarıldık. Belki de uzun zamandır en sakin, en huzurlu gecemizdi.

 

Umay’ın söylediklerinden sonra içimdeki tüm tereddüt dağıldı. Hafifçe gülümsedim, gözlerine baktım ve bir saniye bile tereddüt etmeden dudaklarına yapıştım.

 

O da anında karşılık verdi, parmaklarını saçlarıma geçirdi. Nefesi sıcaktı, teni yumuşaktı. Onu incitmekten korkarak daha nazik ama aynı zamanda aç bir şekilde öptüm. Ellerimi beline koyup onu kendime çektiğimde hafifçe kıkırdadı.

 

“Altay,” diye fısıldadı, “daha yeni rahatladın, şimdi yine heyecanlanma.”

 

Gülerek alnımı onun alnına dayadım. “Sen benim hep aklımı alıyorsun.”

 

Parmaklarını boynumda gezdirirken başını yana eğip bana baktı. “O zaman aklını tamamen alayım mı?”

 

Cevap vermedim. Artık kelimelere gerek yoktu.

 

O gece sadece huzuru değil, birbirimizi de yeniden bulduk.

 

Oda loş ışıkla aydınlanıyordu. Umay’ın teni parlıyordu, nefesi hafifçe hızlanmıştı. Ellerim belinden yukarı kayarken bana sıkıca sarıldı. Dudaklarımız tekrar buluştuğunda aramızdaki tüm mesafe yok olmuştu.

 

Onu nazikçe yatağa yatırırken gözleri gözlerime kilitliydi. “Altay,” diye fısıldadı, parmaklarını boynumda gezdirerek. “Beni hep böyle sev.”

 

Gülümsedim, alnına bir öpücük kondurdum. “Sonsuza kadar.”

 

Ve o gece, birbirimizi yeniden keşfettik. Kelimeler gereksizdi. Sadece hisler vardı dokunuşlar, fısıltılar, sıcaklık…

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Umay başını göğsüme yaslamış, parmaklarını tembelce göğsümde gezdirirken birden kıkırdadı. “Biliyor musun? Aybars kesin kapıyı çalıp ‘baba, oyun oynayacağız’ diye bağırsa şaşırmazdım.”

 

Kahkaha attım, saçlarını okşadım. “Kesinlikle. Ama şükür ki bu gece biz bize kaldık.”

 

Gözlerini hafifçe kapadı, elini karnına koydu. “Üçümüz.”

 

İçime derin bir huzur yayıldı. Elimi onun ellerinin üzerine koydum, karnındaki küçük mucizemize dokunarak fısıldadım:

 

“Üçümüz.”

 

Sabah, gövdemde uyuyan bir nefes…

 

Gözlerimi açtım, odanın perdesinden süzülen ışık, tenine ince ince dokunuyordu. Saçları yastığa dağılmış, dudaklarında huzurdan başka bir şey yoktu. Karnına usulca dokundum. Minik bir hayat, derin bir uykuda.

 

Umay kıpırdandı, gözlerini yarı aralayıp bana baktı. Hafifçe gülümsedi. "Günaydın, babası."

 

İçime derin bir nefes çektim. Bu iki kelime, yüreğime ağır ağır oturdu. İlk kez duymuyordum ama, yine de ilk kez gibi hissettirdi.

 

Elimi saçlarına götürdüm, parmaklarım usulca dalgalarında gezindi. “Günaydın, güzelim.”

 

Bir süre öylece kaldık. Sessizlikte kalp atışlarımız birbirine karıştı. Sonra gülümsedi, gözlerini kapattı.

 

"Biraz daha uyusam kızmazsın değil mi?"

 

Güldüm, dudaklarımı alnına kondurdum. "Ömrün boyunca uyusan beklerim."

 

Umay biraz daha uyusun diye sessizce yataktan kalktım, üzerime otelin bornozunu geçirip telefonu aldım. “Oda servisi? Kahvaltı istiyorum.” Menüde göz gezdirdim. “Peynir tabağı, taze meyveler, bal, tereyağı, yumurta—haşlanmış olsun, hafif olsun. Portakal suyu da ekleyin.”

 

Teşekkür edip telefonu kapattım. Sonra yatağın kenarına oturup Umay’a baktım. Yüzü huzurluydu, saçları yastığa dağılmıştı. Bir elini karnına koymuş, diğeri yorganın kenarında hafifçe kıvrılmıştı.

 

"İkinci bebeğimizi taşıyorsun, ve ben seni izlerken bile doyamıyorum."

 

Kendi kendime gülümsedim, parmak uçlarımla eline dokundum. Hafifçe kıpırdandı ama gözlerini açmadı.

 

Kapı hafifçe tıklatıldı. Sessizce kalkıp kahvaltıyı aldım, masaya yerleştirdim. Sıcacık ekmek kokusu odaya yayıldı.

 

Yavaşça yanına sokulup kulağına fısıldadım. “Güzelim, kahvaltı hazır.”

 

Gözlerini yarı aralayarak mırıldandı. “Sen de hazır mısın?”

 

Gülümsedim. “Her zaman.”

 

Gözlerini ovuşturup hafifçe doğruldu, kahvaltının kokusunu alır almaz yüzüne bir tebessüm yayıldı. “Beni hep böyle şımartacak mısın?”

 

Tabağı önüne çekerken göz kırptım. “Ömrüm yettiğince.”

 

Tam o sırada telefon çaldı. Ekrana baktım ve Burak’ın adını görünce iç çektim. "Daha sabahın körü, ne istiyorsun Burak?" diye söylenerek açtım telefonu.

 

Ama sesindeki telaş, anında dikkatimi çekti. “Altay… Oğlum, ben bittim!”

 

Bedenim gerildi, kalbim hızlandı. "Ne oldu? Aybars’a bir şey mi oldu?" diye panikle sordum.

 

"Keşke o kadar basit olsaydı!" dedi Burak, sesi çatallıydı. "Burçe hamile."

 

Damarlarımdaki kan çekildi. Elimden kayıp giden telefonu son anda yakaladım. "Ne?!"

 

Burak nefes bile alamıyormuş gibi devam etti. "Evet! Hamile! Hem de evli bile değiliz! Lan, ben bunu Halil komutan'a nasıl söyleyeceğim?! Adam beni ortadan ikiye ayırır!"

 

Odada bir sessizlik oldu. Umay bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben ise hâlâ duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum.

 

Ve işte o an, oteldeki huzurlu sabahımız, yerini fırtınaya bırakmıştı.

Burak’ın panik dolu nefesi telefonun ucunda uğuldayıp duruyordu. Gözlerimi kıstım, bir yandan sabahın bu saatinde gelen bu şok haberin etkisini sindirmeye çalışıyor, diğer yandan da kahvaltısını yapmaya hazırlanan Umay’ın meraklı bakışlarıyla boğuşuyordum.

"Derin bir nefes al, Burak," dedim, sesimi olabildiğince sakin tutarak. "Önce bir mantıklı düşünelim. Burçe ne diyor?"

"Ne diyecek abi? Gözlerimin içine baktı ve ‘Hamileyim, baba oluyorsun’ dedi. O an dizlerim titredi, dünya döndü, mideme bir yumruk yemiş gibi hissettim! Lan, ben baba olmaya hazır değilim, daha geçen gün otelde minibar fiyatlarına isyan ediyordum!"

İçimden bir kahkaha patlatmak geldi ama Burak’ın şu anki hâlini düşününce kendimi tuttum. Bir yandan da Halil Komutan’ın suratı gözümün önüne geldi… Adam tek bakışıyla adamı mezara sokardı.

"Bak, bu işin geri dönüşü yok. Şimdi panik yapmayı bırak ve düşünelim. Burçe ne istiyor?"

Burak derin bir nefes aldı. "Evlenelim diyor. Ama abi, nasıl evleneceğiz? Yani, Halil Komutan’ın haberi olmadan mı? Yoksa gidip ondan izin mi alacağım? Lan, adam düğünüme cenazemi ekleyebilir, o derece!"

Tam Burak’a akıl vermeye çalışırken Umay sandalyesini çekti, çatalını tabağa bıraktı ve kollarını göğsünde bağlayarak gözlerini devirdi. "Ver şu telefonu," dedi.

Burak’ın delilik seviyesine ulaşan sesi hâlâ hatta yankılanıyordu. "Yok yok! Halil Komutan beni toprağa gömmeden önce psikolojik olarak çökerim! O adam bana ‘damat’ diye hitap ederse benim yaşam fonksiyonlarım durur!"

Telefonu Umay’a verdim. O ise Burak’ın çığlıklarını sabırla dinledi, derin bir nefes aldı ve durumu net bir şekilde özetledi. "Bak Burak, evet, Halil Komutan seni parçalar, bu kesin. Ama şunu da düşün; adam torununa bayılır. Yani, eğer Burçe'yi mutlu edeceğine dair güvenini kazanırsan, bu işten sapasağlam çıkabilirsin. Hatta sonunda senin bile inanamayacağın kadar kolay atlatabilirsin."

Telefonun diğer ucunda kısa bir sessizlik oldu. Sonra Burak iç çekerek, "Yani diyorsun ki, ölmeden önce son bir iki şansım var?" diye mırıldandı.

"Kesin ölmezsin diyemem ama büyük ihtimalle önce birkaç kemiğin kırılır, sonra affedilirsin," dedim, gülümseyerek.

Burak bir şeyler geveledi ama artık kabullenmiş gibiydi. "Peki... Bir plan yapalım o zaman. Belki de önce Burçe’yle konuşup, sonra Halil Komutan’ı uygun bir ruh hâlindeyken yakalamalıyım."

Umay başını sallayarak telefonu kapattı. Bana döndü, kaşlarını kaldırdı. "Dostun tam bir felaket."

Gülerek elimi Umay’ın eline koydum. "Evet ama en azından bir felaketi önlemeye çalışıyor."

Umay kahvesinden bir yudum aldı ve gülümsedi. "Bence bu düğünde çok eğleneceğiz."

Ben de gülerek başımı salladım. Eğer Burak sağ kalırsa, kesinlikle.

Umay bana gözlerini kısarak baktı. Gülmemek için zor tuttuğunu yüzünden anladım ama ciddiyetini koruyordu. Elini çenesine koyup başını hafif yana eğdi.

“Ne o Altay, evlenmeden hamile bırakmak fikri seni çok mu sarstı?”

Kaşlarımı çattım, derin bir nefes aldım. “Sarstı tabii! Burak’ın mantığı her zaman arızalıydı ama bu sefer zirve yaptı. Lan, adam resmen Halil Komutan’ın infaz listesine kendi ismiyle başvurmuş.”

Umay kahkahayı patlattı. “Sanki senin hiç aklına gelmedi böyle bir şey.”

Gözlerimi kıstım, dudaklarımı büzüp düşündüm. “Yani… Şey…”

Umay anında kaşlarını kaldırdı. “Yani?”

Elimi havada salladım. “Bak şimdi, konu ben değilim. Konu Burak. Adam düğünden önce cenaze programı yapıyor resmen.”

Umay başını iki yana salladı, hâlâ eğleniyordu. Kahvaltısından bir lokma alıp çatalını tabağa bıraktı. “Peki ne yapacak? Halil Komutan’ı nasıl ikna edecek?”

Omuz silktim. “Bence iki seçeneği var: Ya kaçacak, yeni bir kimlik çıkarıp başka ülkede hayat kuracak—ki bu ihtimalde yine Halil Komutan onu bulur ve ‘devlet sırrı’ gibi yok eder—ya da düğününe ambulans hazır ederek önce dayaktan, sonra nikâhtan geçecek.”

Umay kahvesini içerken başını salladı. “Bence düğünde ekstra buz torbası ve dikiş seti de bulunduralım. Hatta Burak için geçici bir tabut da hazır edelim, içinde biraz dinlenir.”

Kafamı iki yana sallayıp iç çektim. “Ulan Burak…” dedim tekrar. “Bari şu düğüne sağlam girseydin.”

O sırada telefonum yine çaldı. Ekrana baktım. Burak.

İçimi çektim, telefonu açmadan önce Umay’a baktım. “Hazır mısın?”

Umay göz kırptı. “Bakalım hangi son sözlerini söyleyecek.”

Telefonu açtım, derin bir nefes aldım. Burak’ın dramı, ikinci perdeye geçiyordu.

 

Telefonu açtım, tam bir şey diyecekken karşıdan panik dolu bir ses yükseldi. Burçe.

“Altay! Altay çabuk gel, Burak bayıldı!”

Oturduğum yerde doğruldum, kalbim hızlandı. “Ne? Nasıl bayıldı? Ne oldu?”

Umay da endişelenmişti, gözleri kocaman açıldı. Telefonu hoparlöre aldım.

Burçe’nin sesi titriyordu. “Hamile olduğumu söyledikten sonra önce on dakika boyunca tavana baktı. Sonra ‘Halil Komutan beni öldürecek’ diye sayıkladı ve en son bir sandalye çekip ‘Şerefimle ölmek istiyorum’ dedi. Sandalyeye oturdu, kafasını ellerinin arasına aldı ve… ve sonra pat! Yere düştü!”

Umay anında elini ağzına kapadı, kahkahasını bastırmaya çalışıyordu ama gözlerinden yaş gelecekti. Ben ise elimle alnımı sıvazlayarak iç çektim.

“Burçe, nefes alıyor mu?” diye sordum.

“Evet, ama kıpırdamıyor. Kafasına da vurmadı ama gözlerini açmıyor.”

Umay devreye girdi. “Koklatacak kolonya ya da soğan falan var mı?”

Burçe hışımla cevapladı. “Kolonya döktüm, tokat attım, hatta koca bir yastık fırlattım! Tepki yok! Şu an yerde yatan bir pişmanlık heykeli gibi!”

Burnumun ucunu sıktım, Burak’ın suratında o tipik "Ben bittim" ifadesini gözümün önüne getirdim.

“Tamam Burçe, biz geliyoruz,” dedim sonunda. “Ama şunu unutma: Eğer Halil Komutan şu an bulunduğun binaya doğru ilerliyorsa, bizi bekleme, direk Burak’ı sürükleyerek kaç.”

Telefonun diğer ucundan Burçe’nin çaresiz bir iç çekişi duyuldu. “Keşke böyle şeyleri sevişmeden önce düşünseydik…”

Telefonu kapattım, ayağa kalktım ve Umay’a baktım. O ise gülmekten koltuğa yığılmıştı.

“Ulan Burak,” dedim yine başımı iki yana sallayarak. “Resmen stresten koma’ya girdi.”

Umay gözlerini sildi, derin bir nefes aldı ve elimi tuttu. “Hadi bakalım, bir adamı hayata döndürmeye gidiyoruz.”

Ve işte böyle, sabah kahvaltımız bir kurtarma operasyonuna dönüşmüştü.

Burak’ın evine geldiğimizde kapıyı Burçe açtı. Gözleri sinirle kısılmış, saçları dağılmıştı. Arkamızdan gelen Umay, “Ne durumda?” diye sordu.

Burçe derin bir nefes alıp kapıyı ardına kadar açtı. “Buyurun, ölü gibi yatan adamı görün.”

İçeri girer girmez Burak’ı yerde bulduk. Olduğu gibi serilmişti. Ellerini göğsünde birleştirmiş, yüzünde derin bir iç hesaplaşma ifadesiyle tavana bakıyordu.

Yanına çömeldim, parmağımla yanağını dürttüm. Hiç tepki yok.

“Burak?”

Tepki yok.

Omzundan hafifçe sarstım. “Burak, lan?”

Gözlerini kısarak inanılmaz kederli bir sesle fısıldadı:

“Ben bittim, Altay…”

İç çektim, gözlerimi devirdim. “Burak, kalk lan.”

“Altay, Halil Komutan öğrenecek…”

Bu sırada Umay ve Burçe arkada kollarını kavuşturmuş, olayı bir tiyatro oyunu gibi izliyordu. Umay yana eğilip Burçe’ye fısıldadı, “Öldü mü, yoksa dramatik mi takılıyor?”

Burçe kaşlarını kaldırıp acı bir gülümsemeyle cevapladı. “İkinci seçenek.”

Derin bir nefes aldım. “Burak, Halil Komutan’ın eline düşmeden kalkman senin için daha hayırlı olur. Kalk!”

Ama Burak gözlerini bile kırpmadı. “Altay, Halil Komutan bana ne yapar?”

O sırada Umay gülerek, “Evlendirir?” diye atıldı.

Burak gözlerini kocaman açtı, bir saniyede doğruldu. “Evlenmek mi?!”

Burçe kollarını iki yana açıp bağırdı: “Ne sandın be adam? Evlenmeden mi doğuracağım?!”

Burak bir an dondu, sonra gözlerini tavana dikti ve geri yatıp tekrar bayıldı.

Ben elimle yüzümü kapattım. “Ya sabır…”

Bu iş düşündüğümüzden daha uzun sürecekti.

Burak yerde serilmiş yatarken derin bir nefes aldım ve dizlerimin üzerine çöküp omzundan tuttum. "Burak, lan! Toparla kendini!" diye sarstım.

Hiç tepki vermedi. Gözlerini tavana dikmiş, hayatı sorguluyordu.

“Altay... Ben artık bir baba mıyım?” diye mırıldandı.

“Henüz değil, ama bu hızla gidersen ölmüş bir baba olacaksın.”

Yan tarafta Burçe kollarını bağlamış, sinirli sinirli ayağını vuruyordu. "Allah’ım, bu adam mı baba olacak?!" diye söylenirken Umay ise gülmemek için dudaklarını ısırıyordu.

Burak hâlâ tepki vermeyince biraz daha sertçe sarstım. "Kalk lan! Halil Komutan’dan önce ben bayıltacağım seni!"

O sırada Burçe ileri atıldı, ellerini beline koyup bağırdı. "Altay, lütfen! Eğer ölecekse bile önce benim elime geçsin!"

Burak bir an gözlerini kıstı, sonra Burçe’nin ifadesini görünce aniden doğruldu. “Tamam tamam, yaşıyorum! Sadece... şoktayım.”

Tam rahatladık diye düşünürken kapı birden sertçe tıklatıldı.

Hepimiz donduk.

Kapıya en yakın olan Umay, kapıyı aralayıp dışarı baktı ve sonra döndü.

"Burak… Halil Komutan geldi."

Burak’ın yüzünden tüm renk çekildi.

"Altay, ben gerçekten öldüm."

Kapı yavaşça açıldığında odadaki hava bir anda buz kesti.

Halil Komutan, her zamanki gibi dimdik duruyordu. Sakin, ama ölümcül bir sessizlikle. Gözleri bir keskin nişancının dürbünü gibi Burak’a kilitlendi. Soğuk, ifadesiz ve ölümcül.

Burak’ı yerden kaldırmaya çalışırken ben bile tedirgin oldum.

“Burak.” Sesi, camı çizerek geçen bir bıçak gibiydi. Düz, duygusuz ama derinlere işleyen bir ton.

Burak yutkundu. Bacaklarının bağı çözülmek üzereydi. Görünmez bir idam ipi boynuna geçmiş gibiydi.

Halil Komutan, ağır adımlarla odaya girdi. Her hareketinde sanki zeminde görünmez çatlaklar oluşuyordu. Burçe bile ilk defa bir adım geri çekildi.

"Baba oluyormuşsun."

Burak, boğazını temizleyip “Şey, yani… evet…” diye mırıldandı.

Halil Komutan başını eğmeden kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Evli misin?"

Burak nefes bile alamadı. "Yok… ama…"

“Ama ne?” Halil Komutan’ın sesi hala sakindi ama içinde gizli bir fırtına vardı.

Burak çaresizce etrafına bakındı, ama kimse ona yardım edemezdi. Umay bile sessizce kenara çekilmiş, olayı sinema izler gibi seyrediyordu.

Sonunda Halil Komutan Burak’a yaklaştı. Burak ister istemez başını eğdi.

Ve işte o an…

Halil Komutan’ın gözleri Burak’a saplandı. Hâlâ sakin, ama içinde fırtınalar kopuyordu.

“Evli değilsin.”

Burak başını eğdi. “Yok…”

“Ama baba oluyorsun.”

Burak, bir şey demeye çalıştı ama boğazından sadece boğuk bir ses çıktı.

Halil Komutan derin bir nefes aldı, sonra aniden bileğini sıyırdı ve bir yumruk indirdi.

Burak yere devrilmedi. Ama sendeledi, gözleri kocaman açıldı. Beklediğinden daha hafifti.

Halil Komutan’ın yüzünde buz gibi bir ifade vardı.

“Şimdi oldu.” dedi. “Şimdi baba olabilirsin.”

Burak şakağına dokundu, dişlerini sıktı. Daha beterini beklediği için şanslı hissetti.

Burçe hafifçe gülümsedi. “Şu an daha çekici oldun.” dedi.

Burak gözlerini kıstı. “Bunu beğendiysen, nikâhı kaçırma.”

Halil Komutan iç çekti. “Beni daha fazla konuşturma. Bir haftaya nikâhı kıyacaksınız.”

Burak “Bir hafta mı?!” diye zıpladı.

Halil Komutan gözlerini kıstı. “Yoksa ikinci yumruğu da mı istiyorsun?”

Burak anında dik durdu. “Yok komutanım, bir haftaya hazırız!”

Ve işte böylece, Burak’ın kaderi resmen mühürlendi. Sopayla.

Oda bir anda buz kesti.

Halil Komutan kollarını göğsünde bağladı, bakışlarını teker teker üzerimizde gezdirdi. Gözlerinde acımasız bir parıltı vardı.

"Bana bakın!" diye gürledi. "Burak yüzünden hepiniz cezalısınız. Tüm tim cehennem haftasına giriyor! Kampı hazırlayın!"

Burak gözlerini kocaman açtı, eli hâlâ çenesindeki darbeye gidip geliyordu. "Ama komutanım! Sadece ben suçluyum, neden herkes—"

Halil Komutan kaşını kaldırdı. "Sadece sen mi?" dedi. "Takım arkadaşların varken tek başına mı bu hale geldin? Kendi başına mı düştün? Kendi başına mı baba oldun?"

Burak yutkundu. "Tek başıma baba oldum evet..." diye mırıldandı ama bu, sadece ikinci yumruğu istemek olurdu.

Hepimiz başımızı eğdik. Kimse sesini çıkaramadı. Biliyorduk. Halil Komutan'ın kararları değişmezdi.

"bir gün içinde kampa giriyorsunuz. Çamurun, açlığın, uykusuzluğun, sıcağın, soğuğun ve benim merhametim olmadığı bir haftaya hazır olun. Burak yüzünden hepiniz sıçtınız!"

Burak yana dönüp bizi süzdü. "Kardeşlerim… Ben ettim, siz de çekeceksiniz."

Aynı anda beş kişi tekme atmaya yeltendi.

Umay bana acıyan gözlerle baktı. Hiçbir şey demedi ama bakışlarında "Senin suçun değil" der gibi bir ifade vardı. Ben de biliyordum. Ama kurallar böyleydi. Tim bir hata yaparsa, herkes bedelini öderdi.

İç çektim. Halil Komutan’ın emri kesindi. İtiraz etmek fayda etmezdi.

"Gidip hazırlanayım," dedim Umay’a, hafifçe omzunu sıkarak. "Beni fazla bekleme."

O ise dudaklarını büzdü, gitmemek için bir bahane arar gibi baktı. Ama ne kadar güçlü olsa da, benimle bu konuda tartışmayacağını biliyordu. Sonunda pes etti, hafifçe başını salladı. "Kendine dikkat et," dedi yumuşak bir sesle.

Eve doğru yürüdüm. Adımlarım sertti ama içimde garip bir ağırlık vardı. Cehennem haftasına girmek başkaydı, evde hamile karını bırakıp gitmek bambaşka.

Ama bir şey kesindi.

Burak’a fena dalacaktım.

Eve vardığımda Aybars oyun halısında arabalarını sürüyordu. Beni görünce yüzü aydınlandı, kollarını açarak bana koştu. "Baba!"

Eğilip onu havaya kaldırdım, kahkaha atmasını sağladım. "Aslanım benim!" dedim, sonra sıkıca sarıldım. Kokusunu içime çektim, sanki gitmeden önce hafızama kazımak ister gibi.

Sonra Umay’a döndüm. Karnına usulca dokundum, sonra nazikçe öptüm. "Ben gelmeden kimseye söylemeyin. Dönünce iki anneye de parti yaparız. Tabii cehennem haftasından sağ çıkarsam."

Umay kaşlarını çattı. "Böyle konuşma Altay."

Gülümsedim, elini tuttum. "Tamam, tamam. Ama bir şartla. Beni beklerken kendini yormayacaksın, anlaştık mı?"

Gözlerini devirdi ama hafifçe gülümsedi. "Anlaştık."

Aybars da olayı anlamadan bize bakıp sırıttı. "Parti mi yapacağız? Pasta da olacak mı?"

Gülerek saçlarını karıştırdım. "Olmaz mı? En kocamanından yapacağız."

Oğlum sevinçle ellerini çırptı. Umay ise bana uzun uzun baktı, sanki beni son kez görüyormuş gibi. Ben de ona baktım. Sonra derin bir nefes alıp sırtıma çantamı geçirdim.

Vakit gelmişti.

Sırt çantamı omzuma atıp bir kez daha eve göz gezdirdim. Burası benim sığınağımdı. Ama şimdi savaş alanına dönme vaktiydi. Kapıyı kapatırken Umay’ın bakışlarını üzerimde hissettim. İçimdeki sesi susturup sert bir nefes aldım.

"Görev zamanı."

Tim, üsse vardığında gece ile gündüz arasındaki o ince çizgideydik. Hava buz gibiydi, ama hepimiz sıcağın içine atılacağımızı biliyorduk.

İçtima alanında Halil Komutan dimdik duruyordu. Omzundaki amblemler gece ışığında hafifçe parlıyordu. Biz de onun karşısında hizalandık.

"Beyler, bu hafta sizin için tatbikat değil. Bu, bir savaşın provası. Şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi unutun. Hayatta kalmayı, acıya tahammül etmeyi ve en önemlisi zihninizi kırmamayı öğreneceksiniz. Eğer bu hafta biterse, bambaşka adamlar olacaksınız. Ama bitiremeyen…" Bir an duraksadı, sonra gözlerini daralttı. "Burası zaten ona göre bir yer değil."

Sessizlik. Kimse konuşmadı. Herkes neyle karşılaşacağını biliyordu.

"Kayıt defteriniz, beyniniz. Bugün burada öğrendikleriniz, bir gün sizin ya da yanınızdakinin hayatını kurtaracak. Şimdi, teçhizatlarınızı alıp eğitim sahasına koşarak gidiyorsunuz. Zamana karşı yarışıyorsunuz."

Kimse sorgulamadı. Bordo Bereli disiplini bu demekti. Koşmaya başladık.

Bizi doğrudan eğitim alanındaki su havuzuna soktular. 5 derece bile yoktu.

Halil Komutan bağırdı: "Bu tatlı su değil, tatil havuzu hiç değil! Burada hayatta kalmayı öğreniyorsunuz! Şimdi, nefesinizi kontrol ederek suyun altında en az iki dakika kalacaksınız. Yüzeye çıkan elenir!"

Bunu yapabilmek için paniklememek gerekiyordu. Su ciğerlerimizi sıkıştırırken, aklımızdan tek bir şey geçmeliydi: "Nefesini kontrol et, kalbini yavaşlat."

Dibe çöktüm, gözlerimi açtım. Su bulanıktı ama yanımdaki tim arkadaşlarımı görebiliyordum. Burak bir kayanın dibine tutunmuştu, İlteriş hareketsiz bekliyordu.

İçimdeki yanma hissine rağmen odaklandım. Zihnim isyan ediyordu ama kontrol bende olmalıydı.

90 saniye. 110 saniye. 130 saniye...

Birden bir vücut su yüzeyine fırladı. İlk elenen çıkmıştı.

Sonunda Halil Komutan düdüğü çaldı. Su yüzeyine çıkarken akciğerlerim hava için çığlık atıyordu ama kazanmıştık.

Ve bu sadece başlangıçtı.

Eğer bir gün cehennemi göreceksen, bu günlerden biri olmalıydı.

Eğitim alanına getirildiğimizde, önümüzde kilometrelerce süren bir çamur parkuru vardı. Dikenli teller, bataklık, buz gibi su çukurları ve insanın ruhunu ezen engeller…

Halil Komutan, sırıtmasını gizlemeden bağırdı: "Kimi zaman kurşunlardan kaçamazsın. O yüzden sürünmeyi bileceksin! Şimdi, parkurun sonuna kadar dizlerinizi yerden kaldırmadan geçeceksiniz. Hızlı olmazsanız, yukarıdaki makineli tüfek sizin yerinize hızlanır!"

Tellerin üstüne monte edilen simülasyon mermileri, eğitim amaçlıydı ama insana gerçek savaşın provasını yaptırıyordu.

Yere yattım, çene yukarı, dizler yukarı, dirsekler çalışıyor.

Çamur, ağırlık yeleğime doluyor, giysilerimi taş gibi sertleştiriyordu. Ama yılmak yoktu.

Eğitim sahasının ortasında, çamur içindeki üniformalarımızla diz çökmüş bekliyorduk. Güneş tepeye çıkmış, yorgunluk artık kemiklerimize işliyordu. Mide gurultularımız makineli tüfek seslerinden daha fazla dikkat dağıtıcı hale gelmişti.

Halil Komutan gözlerini daraltarak bize baktı. Önündeki tahta kasadan küçük bir ekmek parçası ve bir tüp çikolata çıkardı. "Yemek saatiniz geldi beyler. Bu ekmek ve çikolata iki kişi içindir. Hayatta kalmayı öğrenin!"

Burak yanıma eğildi, ekmeği ikiye bölerken yüzünü ekşitti. "Bu, bir insana ancak moral bozar Altay."

Ben sessizce çikolatayı açıp parmağımla biraz sürdüm, sonra Burak’a uzattım. "Moral bozmaz kardeşim. Hayatta kalmayı öğretir."

Diğer tim arkadaşlarımız da aynı şekilde paylaşıyor, kimi ekmeğini bölüyor, kimi azıcık çikolatayı parmak ucuyla alıp tadını unutmayacakmış gibi dilinde gezdiriyordu. Bu, fiziksel dayanıklılığın ötesinde zihinsel bir sınavdı. Açlıkla başa çıkmayı öğrenmek, savaştan sağ çıkmanın temel taşlarından biriydi.

Halil Komutan bizi izledi, sonra dizlerini kırıp çömeldi. "Gerçek operasyonda böyle anlarınız olacak. Günlerce aç kalabilirsiniz. Yanınızdakinin yiyeceği size bağlı olabilir. Şimdi söyleyin, kim burada tüm çikolatayı tek başına yemek ister?"

Kimse konuşmadı. Sessizlik bir kez daha eğitimin parçası oldu.

Komutan ayağa kalktı, çantasından bir pet şişe çıkardı ve önümüze attı. İçinde sadece yarısına kadar su vardı. "Bu da içeceğiniz. İki kişi bir şişe."

Burak suyu alıp kapağını açtı, bana uzattı. "Önce sen iç."

Başımı iki yana salladım. "İlk kim suyu alırsa, en çok susayan odur. Sen başla."

Gözlerini devirdi ama kabul etti. Bir yudum aldı, sonra bana verdi. Suyu içtiğimde, ağzımdaki kuruluk biraz hafifledi ama susuzluk devam ediyordu. Savaş sahasında hiçbir şey yeterli değildi. Ama önemli olan, azla yetinmeyi bilmekti.

Halil Komutan başını salladı. "İşte bu. Hayatta kalmayı öğreniyorsunuz."

Telsizinden bir anons geldi. Komutan kulak verdi, sonra gözlerini kaldırıp bizi süzdü. "Dinlenme bitti beyler. Şimdi gerçek eğitime geçiyoruz."

Hepimiz yerimizden kalktık, kasklarımızı düzelttik, silahlarımızı omuzladık. Cehennem Haftası henüz yeni başlıyordu.

Halil Komutan, Burak’ın ensesinden yakaladığı gibi tek hamlede dizlerinin üstüne çökertti. “Seninle özel ilgileneceğim evlat.” Sesi soğuk, tok ve kararlıydı.

Burak dişlerini sıktı ama tek kelime etmedi. O biliyordu ki Cehennem Haftası’nda acıyı sahiplenmeyen, hayatta kalamazdı.

"Şınav pozisyonu al!" diye kükredi Halil Komutan.

Burak anında yere geçti. Fakat bu sıradan bir şınav olmayacaktı. Halil Komutan ayağını sırtına koydu ve tüm ağırlığını verdi. “Yüz tane, nefes almadan!”

Burak başlamadan önce sadece bir an bana baktı. Gözlerinde “Bu adam bizi mezara sokacak” ifadesi vardı ama ses etmeden çalışmaya başladı.

İlk otuz şınavı nispeten rahat yaptı. Kolları titremeye, nefesi düzensizleşmeye başladığında ellinci tekrardaydık.

Halil Komutan eğildi, Burak’ın kulağına fısıldadı: "Gerçek savaşta düşman sana acımayacak. Nefesin bitti mi? Devam et."

Burak çenesini sıktı, titreyen kollarına inat devam etti. Yetmişinci tekrarda nefesi kesilmeye başladı, ama durmadı. Sekseninci tekrarın sonunda kolları titreyerek yere düştü.

Halil Komutan eğilip ensesinden tekrar kavradı, kaldırdı ve buz gibi bir ifadeyle sordu: "Pes mi ediyorsun asker?"

Burak nefes nefese ama gözleri ateşle dolu şekilde cevap verdi: "Hayır komutanım!"

“Öyleyse devam et!”

Burak dişlerini sıkarak son on tekrarı yaptı ve kendini yere bıraktı. Göğsü hızla inip kalkıyordu.

Halil Komutan geri çekildi, kollarını bağladı. "İşte bu yüzden timde olmayı hak ediyorsun. Acıya teslim olmadın." dedi. Sonra bana döndü.

"Altay, sıra sende."

İşte şimdi benim cehennemim başlıyordu.

Şınav pozisyonuna geçtiğimde, Halil Komutan Burak’ta yaptığı gibi sırtıma ağırlığını verdi. “Hazır!” dediğinde ciğerlerime son bir nefes çektim. “Başla!”

İlk otuz tekrar kolaydı. Kaslarım yanmaya başladığında kırkı devirmiştim. Kırk beşinci tekrarın ardından kollarım titreşmeye başladı ama durmadım.

“Elli!” diye bağırdığımda Halil Komutan yere çömeldi ve alçak bir sesle fısıldadı: “Bu daha başlangıç, Altay. Sahada düşersen, seni kaldıracak kimse olmaz. Hadi, devam!”

Dişlerimi sıktım. Altımdaki kum terimle birleşip yapışkan bir hal almıştı. Ellerim kaymaya başlıyordu. Altmışta nefesim düzensizleşti. Yetmiş beşinci tekrarda kollarımdaki yanma dayanılmaz hale gelmişti. Ama durmadım. “Seksen!” diye bağırdım.

Halil Komutan başını salladı. “Sınırlarını zorluyorsun, güzel. Ama daha fazlasını verebilirsin.”

Son on tekrar, ölüm kalım meselesi gibiydi. Kollarım titriyordu, ciğerlerim yanıyordu. Ama yüzüncü tekrar için kendimi zorlayıp "Yüz!" diye haykırarak yere kapandım.

Halil Komutan hafifçe güldü. Bu onun için büyük bir iltifattı. “Demek ki hâlâ iş yapıyorsun, Altay.”

Bedenim isyan ediyordu ama gülümsedim. “Her zaman, komutanım.”

Tam dinleneceğimizi düşünürken Halil Komutan ayağa kalktı ve sert bir sesle emir verdi:

"Hadi bakalım beyler, sıcak mola bitti. Gece eğitimine geçiyoruz. Nöbetleşe uyuma, soğuk suda dayanıklılık ve baskın tatbikatı var. Cehennem Haftası yeni başlıyor."

Burak inledi. “Bu adam insan değil.”

Ben de içimden aynı şeyi geçiriyordum. Ve en kötüsü, daha işin başındaydık.

Burak’ın yüzü bir anda asıldı. Halil Komutan’ın gözlerindeki öfke, savaş alanında bile zor görülecek türdendi. Bütün tim, eğitim yorgunluğuna rağmen bir anlık sessizliğe gömüldü.

“Komutanım,” diye başladı Burak ama Halil Komutan sözünü kesti.

“Yürü!” dedi tok bir sesle. “Madem benim yeğenimi evlenmeden hamile bıraktın, seninle özel ilgilenmem lazım.”

Burak başını eğip bir şey demeden Halil Komutan’ın peşine düştü. Biz de arkalarından bakarken Ulaş, alçak sesle bana dönüp fısıldadı:

“Burak için dua mı etsek, yoksa kaçması için fırsat mı versek?”

Burak göz ucuyla bana baktı, yüzünde gergin bir gülümsemeyle “Altay, arkamdan helva falan yeme sakın.” diye homurdandı.

Halil Komutan sert bir bakış attı. “Konuşmayı kes ve şınav pozisyonuna geç!”

Burak iç çekerek yere indi. Tam ellerini koymuştu ki Halil Komutan ekledi:

“Ama bu sefer suyun içinde.”

Gözlerimiz hemen biraz ilerideki buz gibi dereye kaydı. Burak başını kaldırıp içini çekti. “Komutanım, timle aramı açıyorsunuz. Adamlar bana acıyan gözlerle bakıyor.”

Halil Komutan gözlerini kıstı. “Onlar sana değil, yeğenime acıyor. Şimdi kes sesini ve suya gir.”

Burak bir an duraksadı, sonra kaşlarını çatıp suya doğru ilerledi. Dereye girer girmez tüyleri diken diken oldu.

“Ulan, burada fok balıkları bile donarak ölür!” diye bağırdı.

Halil Komutan kollarını arkada bağladı, başını eğdi. “Sen de konuşmaya hâlâ devam ediyorsun. O zaman otuz dakika daha ekleyelim.”

Burak’ın yüzü düştü. Biz ise kenardan izleyerek hem üzülüyor hem de içimizden gülüyorduk.

Burak, buz gibi suyun içinde titrerken Halil Komutan kollarını sıvadı ve hiç beklenmedik bir hamleyle Burak'ı ensesinden yakalayıp suya bastırdı. Hepimiz bir anda yerimizde irkildik ama kimse kıpırdayamadı. Bu, Halil Komutan’ın cezasıydı ve araya girmenin bedeli ağır olurdu.

Burak suyun içinde çırpındı ama Halil Komutan demir gibi bir tutuşla onu yerinde sabit tuttu. “Beni iyi dinle Burak,” dedi dişlerinin arasından. “Benim yeğenime sahip çıkmazsan, senden geriye kemiklerini bile bırakmam. Anladın mı?”

Burak suyun içinden başını çıkardığında soluk soluğaydı, gözleri öfkeyle ama aynı zamanda ciddiyetle doluydu. “Komutanım… Ben zaten ona sahip çıkacağım. Ama boğarak öldürürsen nasıl çıkacağım?” dedi zoraki bir gülümsemeyle.

Halil Komutan bir an düşündü, sonra hiç tereddüt etmeden Burak’ın göğsüne yumruğu geçirdi. Darbenin sesi suyun üstünde yankılandı. Burak’ın nefesi kesildi, birkaç adım geriye sendeledi. “Şimdi sahip çıkman için bir sebebin daha oldu. Kızımı üzdüğün an, bundan daha fazlasını yaşarsın.”

Burak göğsünü tutarak gülümsemeye çalıştı. “Üzmem komutanım. Hem ona hem de çocuğumuza bakacağım.”

Halil Komutan gözlerini kıstı, sonra başını salladı. “Öyle olsun.” Ardından arkasını dönüp yürümeye başladı.

Biz kenarda sessizce olanları izliyorduk. Ulaş yanıma eğilip fısıldadı: “Burak hâlâ sağ, bu iyiye işaret mi?”

Başımı iki yana salladım. “Bu sadece başlangıç. Halil Komutan daha yeni ısınıyor.”

Burak, dereden çıkarken titriyor ama hâlâ ayakta duruyordu. Hepimize dik dik baktı. “Beni izlemeye devam edecekseniz patlamış mısır getirin bari.” dedi, ardından sendeleyerek ilerledi.

Cehennem haftası Burak için normalden daha zorlu geçecekti. Ama bu, onun sınavıydı.

Burak’ın yüzü bir anda soldu. Normalde patlayıcılar onun için sıradan bir işti. Ama şimdi mesele değişmişti. Halil Komutan’ın sert bakışları arasında Burçe’nin göğsüne bağlanmış düzenek, gözlerinin önünde duruyordu.

“Hadi bakalım, bomba imha uzmanı. Yeteneğini konuşturma vakti.” dedi Halil Komutan, saatini kontrol ederek. “Beş dakikan var.”

Burak derin bir nefes aldı, dizlerinin üzerine çökerek düzeneği incelemeye başladı. Ellerini titrememeye zorladı. Normalde yüzlerce kez yaptığı bir işti bu, ama şimdi hata yaparsa Burçe’yi kaybedecekti.

“Burak…” diye fısıldadı Burçe. Gözlerinde korku vardı ama ona güveniyordu. Burak dişlerini sıktı, bu bakış onu daha da strese sokuyordu.

Telsizden Halil Komutan’ın sesi yükseldi: “Oğlum, kıza son kez bakıyormuş gibi bakmayı kes. Eğer yanlış kabloyu kesersen, gerçekten de son bakışın olur.”

Burak derin bir nefes alıp profesyonelliğine geri dönmeye çalıştı. Mantığını devreye soktu. Düzeneğin yapısı… Tetikleyici mekanizma… Güç kaynağı… Hepsini hızlıca analiz etti.

Ama Halil Komutan işi kolaylaştırmayacaktı. Eğilip alçak sesle konuştu: “Bana bak Burak, eğer yanlış yaparsan, sadece Burçe değil, karnındaki bebek de gider.”

Burak’ın göz bebekleri büyüdü. Nefesi kesildi. “Ne dediniz?”

Halil Komutan kollarını bağladı. “Duydun işte. Şoktan çık lan artık her .”

Burak’ın aklına Burçe'nin hamilelik haberi geldi. Damarlarındaki kan çekildi. Elleri soğudu ama gözleri keskinleşti. Şimdi sadece Burçe’yi değil, çocuğunu da koruyordu.

“Odaklan!” diye bağırdı kendi kendine. Sonra bakışlarını düzenekte gezdirdi. Her şeyi analiz etti. Sonra, derin bir nefes alarak makası uzattı ve kırmızı kabloyu kesti.

TIK.

Birkaç saniye geçti. Bomba patlamadı.

Burak gözlerini kapatıp alnındaki teri sildi. Sonra hızla Burçe’yi kollarına çekti. “Bitti… Tamam… Bitti.”

Halil Komutan gülümsedi. “Gördünüz mü? Stres altında da işini yapabiliyor. Ama daha testler bitmedi.” dedi ve arkasını döndü.

Burak derin bir nefes alıp Burçe’nin yüzüne baktı. “Gerçekten mi?” diye fısıldadı.

Burçe başını salladı, gözleri dolu doluydu. “Evet, Burak. Baba oluyorsun.”

Burak gene önce şok oldu, sonra gözleri parladı. Bir an tüm eğitim, tüm baskı, tüm dünya anlamını yitirdi. Sadece Burçe ve içindeki küçücük can vardı.

Ama Halil Komutan arkasını dönüp sertçe ekledi: “Sevinmek için zaman yok. Sıradaki teste geçiyoruz.”

Burak başını kaldırıp kaşlarını çattı. “Daha ne testi var komutanım?”

Halil Komutan sırıttı. “Babalık testi.”

Burak daha yeni rahat bir nefes almıştı ki Halil Komutan tekrar bağırdı:

"Hadi bakalım baba adayı, sıradaki test için kalk ayağa!"

Burak homurdandı. "Komutanım, baba oluyorum diye biraz insaf etseniz?"

Halil Komutan gözlerini kıstı. "Baba oluyorsun diye torpil mi bekliyorsun? Bak Burak, babalık kolay iş değil. Uyuyamayacaksın, yemek yiyemeyeceksin, hatta bazen banyo bile yapamayacaksın. O yüzden seni şimdi bu zorluklara hazırlayacağım."

Sonra yüzünü bize döndü: "Beyler! Yeni bir eğitim modülü ekliyoruz: 'Babalık Simülasyonu'!"

Herkes şaşkınlıkla birbirine baktı. Halil Komutan anında yanına bir asker çağırdı. Adamın kucağına beş kiloluk bir kaya parçası bıraktı.

"Burak, al bunu! Artık bu senin çocuğun."

Burak kayayı kucağına aldı ve gözlerini devirdi. "Komutanım, en azından bir bebek bezi falan sarsaydık?"

Halil Komutan kaşlarını kaldırdı. "Sana şans verdim. Şimdi başlıyoruz. Bu taşı kucağında tutarken beş kilometre koşacaksın. Düşürürsen... Gece eğitimi ekleriz."

Burak pes etti. "Haydaaa, babalık bu kadar zor muydu ya?"

Ben sırıtarak omzuna vurdum. "Daha yeni başlıyorsun. Asıl gece üç kere ağladığında başlıyor zorluklar."

Ulaş araya girdi: "Abi, şimdi bezi falan yok ama büyüyünce ergenlik geliyor. O zaman ne yapacaksın?"

Burak iç geçirdi. "Komutanım, bunu gece eğitimine çevirmeyelim. Gerekirse ben çocuğu şimdiden üniversiteye yazdırayım, liseden muaf olsun."

Halil Komutan güldü ama hemen sertleşti. "Konuşmayı kes, Burak. Koşmaya başla!"

Ve Burak, kucağında 'bebek kaya' ile koşmaya başladı. Arkasında hepimiz, gülerek ama içten içe şükrederek izliyorduk. Allah’tan baba olmak için fiziksel testlerden geçmiyorduk.

Burak, kayayı kucağında tutarak beş kilometreyi tamamlamış, ter içinde kalmıştı. Nefes nefese yere çökmek üzereydi ki Halil Komutan, elindeki kronometreye bakıp başını iki yana salladı.

"Bu ne lan? 5 kilometreyi 28 dakikada bitirmişsin. Baba oluyorsun diye tempoyu düşürmek neyin nesi?"

Burak ağzını açtı ama Halil Komutan anında devam etti.

"Dur daha bitmedi. Çocuğun altını değiştirme vakti geldi."

Hepimiz şaşkınca birbirimize baktık. Burak kaşlarını çattı. "Komutanım, ama elimde taş var?"

Halil Komutan sırıttı ve arkasındaki çantayı açıp içinden bir bebek bezi çıkardı. "Bunu taşa saracaksın. Ama önce…"

Sonra eline küçük bir su şişesi aldı ve Burak’ın kucağındaki kayaya döktü.

"Bebek altına kaçırdı."

Gökhan olduğu yere yığılıp gülmeye başladı. Bizim tim de kahkahalara boğuldu. Burak ise şaşkınlıkla kayaya baktı, sonra Halil Komutan’a döndü.

"Komutanım… Bunu gerçekten yapmam gerekiyor mu?"

Halil Komutan ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Gerçek bir babalık eğitimi istedin. Bu da ilk sınavın."

Burak dişlerini sıkarak bezi eline aldı. Kayanın üzerine sermeye çalışırken Halil Komutan hemen ekledi:

"Ama dikkat et. O taş senin çocuğun. Sert koyarsan ağlar."

Ulaş sırıtarak araya girdi. "Ya komutanım, gazını çıkarmayı da ekleyelim mi? Sırtına vurmalı falan?"

Burak o an pes etti. "Tamam, tamam! Altını değiştiriyorum. Ama bilin ki, yıllar sonra bu anıyı anlatacağım ve hepiniz mahvolacaksınız!"

Halil Komutan kollarını bağlayıp keyifle izlerken biz gülmekten nefessiz kalmıştık. Ama içten içe şunu da biliyorduk: Burak gerçekten baba olmaya hazırlanıyordu. Ve Halil Komutan, kendine özgü yöntemleriyle ona bu sürecin gerçek zorluklarını öğretiyordu.

Burak, taş bebeğin altını değiştirirken ciddiyetini korumaya çalışıyordu. Bezi düzgün bağlamaya uğraşırken, Halil Komutan başını yana eğip izledi.

"Hah! İşte gerçek bir baba adayı. Ama bakalım bu bebeğin gece ağlamalarına dayanabilecek misin?"

Burak tam rahat bir nefes almıştı ki, Halil Komutan arkasını döndü ve Ulaş’a işaret etti. Ulaş cebinden telefonunu çıkardı, hoparlörü açıp yeni doğmuş bir bebeğin ağlama sesini son ses açtı.

"Waaaah! Waaaah!"

Burak gözlerini kapattı, alnını ovuşturdu. "Komutanım, vallahi psikolojim bozuldu!"

Halil Komutan kahkahasını zor tuttu. "Daha yeni başladık. Şimdi, uyut bakalım."

Burak çaresizce taşı kucağına aldı, nazikçe sallamaya başladı. "Tamam oğlum, sakin ol. Baba burada."

Tim bu sahneye dayanamayarak gülmeye başladı. Ulaş gözyaşlarını silerken nefes nefese ekledi:

"Burak, kayayı salla ama fazla hızlı olmasın. Yoksa travma geçirir."

Gökhan yere oturmuş, kahkahadan yanakları kızarmıştı. "Bari ninni söyle!"

Burak, çaresizce iç çekti ve derin bir nefes alarak mırıldandı:

"Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana..."

Halil Komutan kafasını salladı. "Baba olarak fena başlamadın. Ama sıra geldi en büyük teste..."

Burak korkuyla yutkundu. "Daha ne olabilir?"

Halil Komutan çantasından bir kronometre çıkardı, düğmeye bastı ve sert bir ifadeyle bağırdı:

"Gece beslenmesi! 30 saniye içinde mama hazırlayamazsan bebek ağlamaya başlar!"

Ulaş anında telefonu açtı ve yine ağlama sesi yankılandı. "WAAAAAAH! WAAAAAAH!"

Burak panik içinde etrafa bakındı. "Komutanım mama nerede?"

Halil Komutan ciddi bir ifadeyle cebinden küçük bir tüp çikolata çıkardı ve Burak’a uzattı. "Bunu aç, ama fazla sıkarsan kusar."

Burak, çikolatayı taşın üstüne dökmemek için parmaklarını kullanırken kendini sorguluyordu: "Ben ne ara taş besleyen bir adama dönüştüm?"

Halil Komutan kol saatine baktı. "Süre doldu. Bebek aç kaldı."

Ulaş telefonu yine açtı: "WAAAAAAH!"

Burak, yere çökerek saçlarını çekti. "Tamam komutanım, teslim oluyorum. Baba olmak sahada çatışmaktan daha zor!"

Halil Komutan, Burak’ın omzuna vurarak kahkahasını tuttu. "Hah! İşte şimdi anladın. Geçmiş olsun baba adayı."

Tim kahkaha atarken Burak taş bebeğe baktı, iç çekerek kafasını salladı. "Ulan keşke gerçek bebek de bu kadar kolay olsaydı."

Burak derin bir nefes aldı, taşı özenle yerine koydu ve üstünü bir bezle örttü. Sanki gerçekten uyuyan bir bebekmiş gibi hassas davranıyordu. Ama tim hâlâ kahkahalar içindeydi.

Tam toparlanacaklardı ki Ulaş tekrar atıldı: "Baba Burak, şimdi de bebek bezi almak için gece bakkala gitme simülasyonu yapalım mı?"

Burak gözlerini devirdi. "Bak Ulaş, bir kere de bana acı. Yeterince rezil oldum."

Ama Halil Komutan gülümseyerek Burak’a döndü. "O da bir test. Babalık her şeyden önce dayanıklılıktır. Yorgunken de, uykusuzken de, her durumda çocuğun için kalkıp harekete geçebilmektir. O yüzden hadi, gece bakkala gitme görevini simüle ediyoruz!"

Burak iç çekti. "Tamam, madem bu kadar ciddiye aldık…"

Tim alkışlarla destek verince Burak homurdanarak ayağa kalktı. Etrafına bakınıp cebinden telefonunu çıkardı. "Tamam, bakkala gidiyorum. Ama burası bildiğin dağ başı! Nereden bakkal bulacağım?"

Ulaş sırıtarak ceketinin cebinden bir paket ıslak mendil çıkardı ve havaya kaldırdı. "Bu, bebek bezi olarak geçiyor. Ama almak için gece vakti bakkala gitmiş gibi yapman lazım. Haydi Burak, karanlık ormanda yürü bakalım!"

Gökhan ellerini göğsünde bağladı. "Tabii, yol boyunca türlü engeller olacak. Mesela… kurt saldırısı!"

Burak tam adımını atmıştı ki Gökhan ulumaya başladı. Ardından Ulaş da katıldı. Tim, kurt sürüsü gibi Burak’ın etrafını sardı, eğilip sıçrayarak onun yolunu kesmeye çalıştılar.

Burak, sahada savaşan bir asker gibi refleksle geri çekildi. "Ne yapıyorsunuz lan?! Bebek bezi almaya gidiyorum, vahşi doğada hayatta kalmaya değil!"

Ama Halil Komutan omzunu silkti. "Babalık hayatta kalma mücadelesidir, oğlum. Hadi bakalım, kaçabilecek misin?"

Burak çaresizce başını iki yana salladı ama gülümsemekten kendini alamıyordu. Sonunda dizlerini büküp hızla sola doğru hamle yaptı, tim ise onu engellemeye çalışıyordu. Burak büyük bir çeviklikle Ulaş’ın üzerinden atladı, Gökhan’ı yana iterek kaçmaya çalıştı ama Eren ayağına takıldı.

Ve olan oldu…

Burak yere kapaklandı. Elindeki ıslak mendil paketi fırlayıp bir kayanın altına girdi.

Ulaş dramatik bir ses tonuyla bağırdı: "Bebek bezini kaybettik! Bitti Burak, sen artık başarısız bir babasın!"

Burak başını ellerinin arasına aldı, derin bir nefes alıp yüzünü yere gömdü. "Ben… ben bu işi beceremem!"

Halil Komutan yanına gelip diz çöktü ve elini Burak’ın omzuna koydu. "Oğlum, bak gerçek babalık böyle bir şey işte. Bazen yere kapaklanırsın, bazen her şeyi eline yüzüne bulaştırırsın. Ama asıl mesele, ne olursa olsun kalkıp devam etmek."

Burak başını kaldırdı, gözleri bir an ciddileşti. Sonra hızla kayanın altına uzanıp paketi aldı ve ayağa kalktı.

"Bebeğim için her şeye razıyım!" dedi kahramanca ve ıslak mendil paketini göğsüne bastırdı.

Tim alkışlarla kutlama yaparken Halil Komutan başını salladı. "İşte şimdi hazırsın."

Ve o gece, Burak’ın ‘taş bebek’le verdiği mücadele, timin unutamayacağı efsanevi anılar arasına katıldı.

Burak için artık şaka bitmişti. Halil Komutan, onu tam anlamıyla bir baba olmaya hazırlamak için Cehennem Haftasını başlatmıştı. Beş gün boyunca hem fiziksel hem de zihinsel olarak babalığın en zorlu anlarını yaşayacaktı.

Saat gece 02.37.

Burak, kamp alanındaki nöbet kulübesinde gözlerini ovuşturuyordu. Göz kapakları kurşun gibiydi ama Ulaş gülerek elindeki telefonu açtı.

"Hazır mısın baba adayı? Yeni doğan modu açılıyor!"

Ve o an, hoparlörden bebek ağlama sesi yankılandı.

"WAAAAAAAAAAH!"

Burak irkildi. "Ya bi' dur be! Daha uyuyalı 40 dakika oldu!"

Halil Komutan arkadan bağırdı. "Hoş geldin babalık! Yeni doğanlar saatte birkaç kez uyanır. Bakalım, dayanabilecek misin?"

Bebek ağlaması durmuyordu. Burak, uykulu gözlerle cebindeki pet şişeyi çıkardı, sanki mama veriyormuş gibi havaya tuttu.

"Tamam oğlum, sakin ol, baban burada…"

Ama Ulaş tekrar bastı:

"WAAAAAH!"

Burak dişlerini sıktı, ayağa kalktı, battaniyeyi taş bebeğe sardı ve uyuyormuş gibi sallamaya başladı. "Oğlum, bak sus yoksa bakkala bırakırım seni!"

Ama bebek sesi kesilmiyordu. O gece Burak toplam 3 saat uykuyla hayatta kalmak zorundaydı.

Sabahın erken saatleri. Göz altları morarmış Burak, elinde bir bezle taşa bakıyordu.

Halil Komutan sert bir sesle emir verdi: "Zehirli gaz saldırısı! Derhal bez değiştir!"

Burak oflayarak eldivenleri giydi. "Allah’ım sabır…"

Ama işin kötüsü, Ulaş elindeki çikolatayı taşa sürmüştü. "Bu da b*k efekti olsun, baba adayı!"

Burak’ın yüzü bembeyaz oldu. "Bu… bu resmen savaş suçu!"

Burak, bezi hızlıca değiştirmeye çalıştı ama yanlış tarafa sardığını fark etti. Halil Komutan hemen düzeltti. "Eğer bunu gerçekte yapsaydın, çocuk çişiyle kendini sırılsıklam ederdi!"

Burak iç çekti. "Bari ıslak mendil verin!"

Ama Gökhan kıkırdayarak cevap verdi. "Baba oldun, elinde olanla idare etmeyi öğren."

O gün Burak, 15 defa taş bebeğin altını değiştirdi.

Saat 03.15.

Burak, pet şişeye süt doldurmuş gibi yaparak taşa "mama" veriyordu. Ama Halil Komutan uyardı: "Hızlı içiriyorsun, gaz yapar!"

Burak gözlerini kıstı. "Gerçekten mi?! Bunun bile taktiği mi var?"

Eren sırıtarak ekledi: "Tabii ki var! Hadi bakalım, gazını çıkar!"

Burak, taşı kucağına aldı ve sırtına hafifçe vurmaya başladı.

"Hadi aslan parçası, babana bir geğirti ver."

Tim kahkahalara boğulmuştu. Ama Burak ciddiydi. "Gerçek bebek olsa daha kolaydı! Bu taşta ses çıkmıyor ki!"

O gece Burak, tam 2 saat boyunca taşı sallayıp sırtına vurarak gaz çıkarmaya çalıştı.

Saat 16.00. Tim ormanda dinlenirken, Halil Komutan aniden bağırdı: "Burak! Çocuğun düştü ve ağlıyor! Çabuk müdahale et!"

Burak panikle taşa koştu, onu yerden kaldırdı. "Tamam, tamam aslanım, baban burada!"

Ulaş hemen araya girdi: "Dizini sıyırdı, pansuman yapmalısın!"

Burak cebinden bandaj çıkardı ama Ulaş kahkahalarla ekledi: "Ağlıyor! Onu sakinleştirmek için şarkı söyle!"

Burak iç çekti ve yorgun bir şekilde mırıldandı:

"Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana…"

Ama Halil Komutan ekledi: "Oğlum, bebekler böyle susmaz. Daha enerjik ol!"

Burak gözlerini devirdi ama daha hızlı tempo tutturdu. "Ağlamasan iyi olur, bakkala bırakırım seni!"

Ve mucizevi bir şekilde tim alkışladı. "İşte baba refleksi!"

Son gün, Burak uykusuz, bitkin ama bir o kadar da kararlıydı.

Halil Komutan onu karşısına aldı ve ciddiyetle sordu:

"Burak, babalık nedir?"

Burak gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve cevapladı:

"Babalık… uykusuz kalmaktır. Kaos içinde bile sakin kalabilmektir. Alt değiştirme operasyonları, gece beslemeleri, bitmeyen ağlamalarla başa çıkabilmektir. Ama en önemlisi, her ne olursa olsun, o çocuğun yanında olmaktır."

Halil Komutan gözlerini kıstı ve başını salladı. "Geçtin."

Tim alkış kopardı. Burak derin bir nefes alıp yere çöktü.

"Ben artık bir babayım!" dedi gururla.

Ve o an, gerçek baba olacağı gün için artık hazır olduğunu biliyordu.

Cehennem Haftası’ndan çıkmıştık.
Hayatımda hiç bu kadar yorgun hissetmemiştim ama bir yandan da garip bir şekilde dimdik ayaktaydım.

Beni ayakta tutan şey neydi?
İnat.
Ve tabii ki baba olacağım gerçeği.

Ama asıl konu ben değildim. Asıl olay Burak’tı.

Burak, şu an bir savaşın içindeydi.
Ve bu savaş, Halil Komutan’a karşı değildi.
Bu savaş, baba olmaya hazır olmadığına inanan Burak’a karşıydı.

Duştan çıktım, üzerimi giydim ve yemekhaneye geçtiğimde Burak’ı bir köşede oturmuş, gözlerini kısıp önündeki çayı izlerken buldum.

Yanına oturdum. “Eğer telekineziyle çayı soğutmaya çalışıyorsan söyle, başka bir şey içelim.”

Kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerinin altı çökmüş, bakışları dağınıktı. Sonunda derin bir nefes verdi. “Altay…”

Bekledim. Belli ki içinden bir şeyler geçiyordu ama nasıl söyleyeceğini bilmiyordu.

Sonra omuzlarını düşürerek ekledi: “Ben baba olmaya hazır değilim.”

İşte, Burak’ın ağzından çıkan o cümle, onu asıl korkutan şeydi.

Gülümsedim. “Bunu düşünen baba adaylarının yüzde doksanı iyi baba olur.”

Kaşlarını çattı. “Neye dayanarak söylüyorsun?”

Bardaktan bir yudum alıp omuz silktim. “Kendime.”

Burak gülümsedi ama o endişeli ifade kaybolmadı. Başını iki yana sallayıp tekrar çayına baktı. “Ya kötü bir baba olursam?”

Elimi omzuna koydum. “Kötü bir baba olsan, bunu düşünmezdin bile.”

Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda Burak başını salladı, ama hâlâ içinde bir düğüm olduğunu görebiliyordum.

Elini masaya koydu, parmaklarını masanın yüzeyinde gezdirdi. “Altay, hayatımda ilk defa... bir şeyden bu kadar korkuyorum.”

Gözlerimi ona diktim. “Bu iyi bir şey.”

Kaşlarını kaldırdı.

Devam ettim: “Çünkü korktuğun şey, gerçekten önemsediğin şeydir.”

Burak bir süre daha sessiz kaldı. Sonra içini çekti ve başını eğdi. “Bunu o taş bebeğe anlatmam lazım.”

Kahkahayı bastım. “Taş bebek?”

Başını iki yana salladı. “Uzun hikâye… Ama şunu söyleyeyim, Halil Komutan resmen beni baba olmaya zorla alıştırıyor.”

Gülerek çayımı bitirdim ve masaya bıraktım. “Öğretiyor demek istedin herhalde.”

Burak kaşlarını çattı. “Hayır, hayır. Zorla alıştırıyor.”

Sonra başını masaya yasladı ve iç geçirdi. “Ve ben resmen bu savaşı kaybediyorum, Altay.”

Sırtına sert bir şaplak attım. “Kaybetmiyorsun, kazanıyorsun. Ama bunu anlaman için biraz zamana ihtiyacın var.”

Burak derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve fısıldadı:

“Umarım haklısındır.”

Eve girdiğimde Umay kapıyı açar açmaz beni süzdü. Üzerimde hâlâ kamuflaj vardı, yüzüm yorgunluktan düşmüştü. Gözleriyle beni baştan aşağı taradı ve derin bir iç çekti.

“Altay… perişan görünüyorsun.”

Kendi kendime gülümsedim. “Hissettiğimin yanında hâlâ iyi durumdayım.”

Umay gözlerini devirdi ama tek kelime etmeden kolumdan tuttu ve beni doğrudan yatak odasına götürdü. Direnecek halim yoktu zaten.

Üzerimdeki kıyafetleri çıkarmama yardım etti, sonra dolaptan temiz bir pijama alıp bana uzattı. Hareketlerim ağırlaştığı için kollarımı geçirmeme bile yardım etti. “Bu halde soyunmak bile işkence olmuş.”

Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. Hafif bir tebessümle fısıldadım: “Sen olmasan ben burada bayılır kalırdım.”

Umay alaycı bir gülümsemeyle saçlarımı karıştırdı. “Onu biliyoruz zaten.”

Beni yatağa oturttu, battaniyeyi düzeltti ve başımı yastığa yaslamam için hafifçe itti. O kadar yorgundum ki, neredeyse gözlerimi kapatırken uyuyacaktım.

Tam o sırada yanağımda hafif bir dokunuş hissettim. Umay, dudaklarını nazikçe yüzüme değdirdi, sonra başımı okşayarak fısıldadı:

“İyi uykular, asker.”

Sonra ışıkları kapattı ve kapıyı sessizce çekerek çıktı.

Ve ben, derin bir nefes alıp, nihayet, bu savaşın yorgunluğunu bedenimden atarak, gözlerimi kapattım.

 

selammm nasılsınızzz Altayın Umaya bestelediği şarkıya instagramdan ulaşabilirsiniz beni takip etmeyi unutmayın bölümü sevdiniz mi???

Bölüm : 10.04.2025 18:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...