
Sabahın ilk ışıkları perde aralığından süzülüp odaya dolarken, gözlerimi açmadan yanımda yatan karımın varlığını hissettim. Teninin sıcaklığı, kalp atışlarının ritmi, o tanıdık huzur... Gecenin tüm ağırlığı, sabahın masum sessizliğinde eriyip gitmişti.
Hiç düşünmeden Umay’a doğru döndüm ve sımsıkı sarıldım. Kollarım onu kavradığında, içimdeki tüm kırık parçalar bir araya geliyormuş gibi hissettim. Saçları yüzüme değiyordu, tarçın gibi kokuyordu yine. Onu daha sıkı sardım, sanki bırakırsam kaybolacakmış gibi...
O ise uyanır gibi oldu, ama gözlerini açmadan başını göğsüme yasladı. "Altay..." dedi uykulu sesiyle, adımı söylerken bile kalbime dokundu. "Bu kadar sıkarsan, seni rüyamda bile göremem."
Gülümsedim. "Gerçek buradayım," dedim, dudaklarımı saçlarına bastırarak. "Artık hiçbir yere gitmiyorum."
O sabah başka hiçbir şey önemli değildi. Zaman durmuştu sanki. Oğlumun odasından gelen hafif kıpırtılar, mutfakta suyun damlaması, dışarıda geçen arabaların sesi... Hepsi uzak, hepsi önemsizdi. Tek gerçek, kollarımda tuttuğum kadındı.
Birlikte ne kadar yaralandığımızı ne kadar direndiğimizi düşündüm. Her sarıldığımda, aslında yeniden doğuyordum. Ve her sabah, onun kokusuyla uyanmak, bana hayatta kalmanın en güzel tarafı gibi geliyordu.
"Sana her gün yeniden âşık oluyorum, Umay," dedim usulca. "Ve bundan hiç yorulmuyorum."
Umay başını kaldırıp yüzüme baktı, gözlerinde sonsuz bir sevgiyle gülümsedi. "Bende hiç bitmeyen bir sabrın var Altay," dedi. "Ve sen buna her gün yeniden değiyorsun."
O an anladım: Hayatın en büyük savaşı, sevdiklerini koruyup onlara dönebilmekti. Ve ben o savaştan zaferle çıkmıştım.
"Çiçeğim," dedim gülümseyerek, parmak uçlarımla yanaklarını okşarken. O an dünyada başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Gözleri, sabahın ilk ışıkları gibi parlıyordu, içimi sımsıcak eden o bakışıyla bana bakıyordu.
Umay hafifçe gülümsedi, göz kapakları hâlâ mahmur, sesi kısık ve yumuşaktı:
"Çiçeğin biraz solmuş olabilir Altay," dedi, dudaklarının kenarında tatlı bir tebessümle.
Başımı iki yana salladım, kalbimden kopan sevgi dalga dalga yayıldı içime. "Asla solmazsın," dedim, alnına minik bir öpücük kondurup saçlarını koklayarak. "Sen benim baharımsın. Kıştan çıkıp sana kavuştuğum ilk güneşsin."
Ellerimi saçlarının arasına geçirip yüzüne daha yaklaştım, gözlerim gözlerinde kayboldu. "Ne yaşarsak yaşayalım, hangi fırtınaya düşersek düşelim, sen hep çiçek açarsın Umay. Ve ben her seferinde sana âşık olurum."
Umay'ın gözleri doldu, ama bu sefer mutluluktandı. "Sen nasıl konuşuyorsun böyle?" dedi hafifçe kıkırdayarak, başını omzuma yasladı. "İnsanın içini eritiyorsun Altay."
Kollarımı daha sıkı sardım. "Ben zaten senin yanında eriyip bitiyorum," diye fısıldadım kulağına. "Ama sen beni her sabah yeniden var ediyorsun."
O an zaman durdu. Sadece biz vardık. Kalplerimiz birbirine mühürlü, ruhlarımız sarmaşık gibi iç içe geçmişti. Dışarıda hayat akıyordu, ama bizim dünyamız sadece o yatak odasında, o anın içinde saklıydı.
"Ben seni çok seviyorum," dedi Umay, gözlerini kapatıp kalbimin ritmine kulak verir gibi.
"Ben seni daha çok seviyorum çiçeğim," dedim içtenlikle. "Ve seni sevmekten asla yorulmayacağım."
Sabahın sessizliği, kalbimde büyüyen bir orman gibi… Umay’ın nefesi göğsüme vururken, içimdeki her acının, her kırık dökük anının şifasını buluyorum sanki. Yılların yükü omuzlarımda bir dağ gibi dururken, onun varlığı toprağıma düşen yağmur gibi. Beni yeniden yeşerten, kurak ruhuma can veren bir bahar gibi…
Gözlerimi kapattığımda bile yüzü aklımdan silinmiyor. Onunla geçirdiğim her an, sonsuzluğa yazılmış bir şiir gibi yankılanıyor içimde. O gülümsediğinde, dünyanın bütün savaşları bitiyor, bütün yaralar kapanıyor. Gözlerinin derinliğinde kaybolmak, ruhumun en büyük arzusuyken, nasıl bırakabilirdim? Nasıl yokluğa razı olabilirdim?
Kelimeler bazen yetmiyor… Ne kadar sevdiğimi anlatmaya, onun kalbimdeki yerini tarif etmeye. Aşka dair ne yazıldıysa, ne söylendiyse, hepsi onun varlığıyla anlam buluyor bende. Gözlerinin içine bakarken, bütün dünyayı unutuyorum. Tüm savaşlar bitiyor, tüm fırtınalar duruluyor.
Oğlumuzun odasından gelen sessizliğe kulak kabartırken, içimde tarifsiz bir minnettarlık büyüyor. Hayat bana ne verdi, ne aldı bilmiyorum ama Umay ve Aybars’ın varlığı, ruhumu göğe kaldıran bir dua gibi. Varlıklarının kıymetini her nefeste daha çok hissediyorum.
Belki de aşk, tam da böyle bir şey… Sessizce onun yanında uyuyakalmak, uyanınca yüzünü görmek, saçlarını koklamak ve her gün yeniden âşık olmak. Zamanın durduğu bir liman bulmak… Fırtınalardan döndüğümde, yorulmuş ruhumu sığınacak bir kalp bulmak.
"Sen benim şiirimsin Umay," diye fısıldadım, nefesim dudaklarına değerken. "Ve seni sevmek, ömrümün en güzel dizesi."
O an, kalbim sanki göğüs kafesimden taşacakmış gibi çırpındı. Umay’ın gözleri gözlerimdeydi — içimde kopan fırtınaları dindiren, kalbimin en savunmasız köşesine dokunan bakışıyla... Parmakları usulca göğsüme değdiğinde, kanım daha hızlı akmaya başladı sanki. Sesi, yıllardır peşinden koştuğum bir cennetin kapısını aralıyordu:
"Altay..." dedi, o yumuşacık sesiyle, dünyanın bütün acılarını iyileştirebilecek bir fısıltı gibi.
Zaman durmuştu. Savaşlar, görevler, kaçışlar... Hepsi geçmişin tozlu sayfalarında kalmıştı. Yanımda, beni bütün enkazımla kabul eden kadın vardı. Ellerim beline sarıldığında, parmak uçlarımda huzurun nabzını hissettim. Dudaklarımız arasındaki mesafe yok olmaya yaklaşırken, gözlerimi kapattım — ruhumuz birbirine dokunsun diye.
Ve işte tam o anda, yanımdaki telsizden gelen incecik kahkahayla gerçek dünyaya geri çekildim.
"Anne!" dedi Aybars, küçük sesiyle gülerek.
"O zaman çiçeğim, sen banyodaki işlerini hallet, ben de küçük kurduma bakayım," dedim gülümseyerek. Umay’ın saçlarının arasından süzülen güneş ışığı odayı altın rengine boyarken, yüzündeki huzurlu tebessüm içimi ısıttı.
Umay hafifçe gülümsedi, gözlerinde tatlı bir mahmurluk vardı. Parmak uçları yanaklarımı okşarken, saçlarımın arasına usulca dokundu. "Emin misin? Küçük kurdun sabahları tam bir enerji topu olur," dedi, sesi şakayla karışık.
"Oğlum bu, ne yaparsa yapsın başımın tacı," dedim, yataktan kalkarken kaslarımdaki hafif sızıya rağmen içimi sıcacık eden o sevgiyi hissettim.
Aybars’ın odasına doğru yürürken koridorda yankılanan minik kahkahaları duydum. Kapıyı araladığımda, yorganıyla kavgaya tutuşmuş, minik elleriyle battaniyeyi yere sermeye çalışıyordu. Gözlerimdeki uykuyu bir anda unuttum.
"Küçük kurt uyanmış da sabah antrenmanına mı başlamış?" dedim kahkaha atarak. Aybars bana bakıp kollarını açtı, tombul yanaklarında kocaman bir gülümseme.
"Baba!" diye bağırarak üstüme atladığında onu havaya kaldırdım. "Uçak geliyooor!" diye çevirirken kahkahaları tüm evi sardı. Umay’ın banyodan gelen sesi koridora yayıldı:
"Altay, sakın düşürme çocuğu! Kalbim duracak!"
"Korkma çiçeğim," dedim gülerek. "Ben oğlumu her zaman yakalarım."
Ve o anda, kalbimde bir kez daha fark ettim: Ne fırtınalar koparsa kopsun ne karanlıklardan geçersek geçelim, benim en büyük zaferim bu kucağımdaki küçük beden ve banyodan seslenen o güzel sesti.
Aybars’ı mama sandalyesine yerleştirdim, minik elleriyle oyuncağını kavrarken ben de mutfağa geçip işe koyuldum. Gözüm bir yandan oğlumdaydı, diğer yandan kıymayı tavada kavuruyordum. Yağda cızırdayan kıymanın kokusu mutfağı sararken içimi tatlı bir heyecan kapladı. Umay’ın kıymalı menemene bayıldığını bildiğim için daha da özenli yapıyordum.
Aybars sandalyesinde sallanıp “Baba, baaa!” diye neşeyle bağırınca döndüm, gülerek kaşlarımı kaldırdım. “Ne oldu küçük kurt? Karnın mı acıktı?” dedim. O da kahkahalarla ellerini çırptı. Bu anlar, hayatın bana sunduğu en kıymetli mucizelerdi.
Yaseminka erkenden kalkıp ilterişle mobilya bakmaya gitmişti, ev sessizdi. Sadece mutfaktaki o tatlı kahvaltı telaşı ve Aybars’ın neşeli sesi vardı. Yumurtaları kıymalı harca kırarken içimden, "İşte huzur bu," diye geçirdim. Tavadan yükselen kokuyla birlikte mutluluğum da demleniyordu. Birazdan Umay uyanıp mutfağa gelecekti ve ona “Kocan seni yine şımartmaya geldi” bakışı atacaktım.
Küçük kurtun yanaklarını okşayıp, “Az kaldı oğlum, birazdan bayram edeceğiz!” dedim gülerek. Aybars başını yana eğip gözlerini kırptı. Bu küçük jest bile kalbimi eritti. Hayatın en güzel kahvaltısı, sevdiğin insanlarla hazırlanan kahvaltıydı...
Umay elinde telefonla mutfağa girerken yüzünde o tanıdık heyecan vardı. Gözleri parlıyordu, sesi neşeliydi. Telefonun ekranına bakarak gülümseyip Yaseminka’ya fikir veriyordu. Aybars mama sandalyesinde neşeyle ayaklarını sallarken ben menemeni son dokunuşlarla tamamlıyordum, ama bir yandan da Umay’ı izlemekten kendimi alamıyordum.
"Bu koltuk takımı muhteşem! Ama bak, kırlentleri daha açık tonlarda seçersen salon daha ferah durur," dedi Umay, telefon ekranına daha da yaklaşarak. "Ah, perdeler! Yaseminka, şu krem rengi olanı seç bence. Hem mobilyaları dengeler, hem de ışığı güzel yansıtır."
Telefonun diğer ucunda Yaseminka heyecanla anlatıyordu, ilteriş muhtemelen sabırla bekliyordu ama Yaseminka’nın mutluluğu sesine yansıyordu. Umay o kadar içten ve ilgiliydi ki, sanki kendi evi için seçim yapıyormuş gibi düşünüyordu. Sandalyeye ilişip bir eliyle saçını geriye attı, gözleri telefon ekranında kayarken yüzüne yerleşen o tatlı tebessüm içimi eritti.
“Altay, bak bu yatak başlığına," dedi birden, telefonu bana doğru uzatarak. "Çok güzel değil mi? Yaseminka’ya diyorum ki, rustik stil daha sıcak bir hava katar ama ilteriş modern isterse diye kararsız kalıyoruz."
Göz ucuyla bakıp gülümsedim. "Gayet şık görünüyor çiçeğim, ama ilterişin modern takıntısını hesaba katarsak... belki de iki tarzı harmanlasalar?" dedim. Umay gözlerini devirdi ama gülümsemesini saklayamadı.
"Bak Yaseminka, Altay da aynı şeyi söylüyor," dedi Umay, mutfakta dolaşıp telefonla konuşmaya devam ederken. Bir yandan Aybars’a bakıyor, bir yandan menemene göz atıyordu. O an içimden, "İşte evim bu," dedim. Umay’ın sesiyle dolan mutfak, Aybars’ın kahkahaları, pişen yemeğin kokusu... Bu küçük anlar, hayatta sahip olduğum en büyük hazineydi.
Tezgaha oturttuğumda yüzüme bakıp gülümsedi o güzel gözleriyle. Saçlarının uçları yüzüne düşmüştü, parmaklarımla nazikçe geriye attım. "Bebeğim benim," dedim fısıldar gibi, alnına küçük bir öpücük kondurarak. Umay gülerek kollarını boynuma doladı, başını eğip beni izledi.
“Aşçı Altay iş başında,” dedi kısık sesle, dudaklarının kenarında tatlı bir kıvrım vardı. “Ama bence mutfağı da dağıtmışsındır, değil mi?” diye ekledi kaşlarını kaldırarak.
Gülerek başımı iki yana salladım. "Dağınıklık sanattır, çiçeğim. Mutfağa ruh katıyorum ben," dedim. Gözlerini devirdi ama gülümsemesi kaybolmadı. O an, onu öyle izlemek bile kalbimi sıkıştırdı. Burnumu hafifçe yanağına sürttüm, teninin kokusu ciğerlerimi doldurdu.
“Seni o kadar özlemişim ki, hâlâ gerçek gibi gelmiyor,” dedim, sesi titreyen bir fısıltıyla. "Böyle kucağımda, ellerin boynumda... Sen buradasın ya, başka hiçbir şeye ihtiyacım yok."
Umay gözlerime baktı, bakışı derindi, içimi gördüğünü hissettim. Parmaklarını saçlarımda gezdirdi usulca. "Ben de seni çok özledim Altay... Bazen kabus görür gibi hissediyorum, ya yine gidersen diye korkuyorum," dedi sesi kısılıp.
Sözleri içime bıçak gibi saplandı. Ellerimi yüzüne koyup başparmaklarımla yanaklarını sevdim, gözlerimi onunkilerden ayırmadan konuştum. “Gitmem. Seni, oğlumu... Bizi bırakamam artık. Bunu bir daha yaşamayız, yemin ederim.”
Umay başını hafifçe salladı, gözlerinden bir damla yaş süzüldü. O yaşı hemen yakalayıp dudağıma götürdüm, gözyaşını öptüm. Sonra yüzünü ellerimin arasına alıp ona dünyanın en uzun öpücüğünü verdim. Zaman durdu, dünya sustu, sadece biz vardık.
Arkamızda Aybars sandalyesinde oyuncaklarıyla oynuyor, arada kahkahalar atıyordu. Hayat bizim için yeniden başlamıştı ve ben her saniyesine minnettar hissediyordum.
Ellerimi belinden zar zor çözüp geriye çekildim, gözlerim hâlâ onun yüzündeydi. Gözlerinin içine bakarken içimde bir yer sızladı, öyle derin ki... Bir yandan kahkahalarla atan kalbim, diğer yandan avuçlarımda hala sıcaklığını hissettiğim teni. Onu kaybetme korkusunun gölgesi hâlâ bir yerlerde pusuda bekliyordu.
“Menemen soğumasın,” dedim, sesi kısık bir fısıltıyla, ama gözlerimi ondan alamıyordum. "Yoksa bilirsin, buradan direkt yatağa geçerdik," diye ekledim dudaklarımda bir tebessümle.
Umay’ın yüzü anında pembeleşti, gözlerini kaçırıp koluma hafifçe vurdu. “Altay,” dedi, sesi o kadar mahcuptu ki... Biraz utangaç, biraz uyarır gibi. Ama ben o sesin en derinindeki sevgiyi biliyordum. “Oğlunun yanında yapma böyle,” dedi gülerek, ama gözlerindeki parıltıyı saklayamıyordu.
Geri çekildim ama gözlerimden geçen deli aşka engel olamadım. “Oğlum görsün,” dedim kısık bir sesle. "Babasının annesine ne kadar âşık olduğunu görsün. Büyüyünce o da seveceği kadını böyle sevsin."
Umay başını eğdi, gülümsediği belli oluyordu ama saklamak istiyordu. Kaşla göz arasında Aybars sandalyesinde oyuncağını yere attı, “Baba!” diye bağırarak kahkahalarla güldü.
Eğilip oyuncağı aldım, Umay’ın yanına otururken sırtından nazikçe sarıldım, başımı omzuna yasladım. "Tamam, tamam... Sadece menemen yerken bile sana bakmaya doyamıyorum, ne yapayım?"
Umay hafifçe başını çevirip burnunu burnuma değdirdi. "Bana hep böyle bak,” dedi fısıldar gibi. "Hep böyle kal.…"
Kalırım.
Ölene kadar.
Ona her baktığımda ilk defa görüyormuş gibi âşık olurum.
Ve her sabah, onunla uyanmak en büyük bayramım olur.
Kahvaltı masasında menemen kokusu tüm odayı sarmıştı. Masada üç kişiydik ama sanki dünya küçülmüş, sadece bizim etrafımızda dönüyordu. Aybars mama sandalyesinde eline ekmeği almış, parmaklarıyla ufalayıp oyun oynar gibi tabağa bırakıyordu. Arada bir kıkırdayıp “Baba!” diye sesleniyor, sonra kahkahalarla çınlayan sesiyle masayı neşeye buluyordu.
Umay, çayını yudumlarken bana yan gözle bakıyordu. Gözlerinde huzur vardı; uzun zamandır görmediğim, ama her zaman hak ettiğini düşündüğüm bir huzur. Saçlarını geriye atarken ince bileğiyle bardağına uzanışı bile büyülüyordu beni. Gözlerimi ondan alamıyordum.
“Çayını iç, Altay,” dedi gülümseyerek. “Bütün kahvaltıyı soğutacaksın bakarken.”
Tabağımdaki menemenden bir lokma aldım ama gözüm hâlâ onun üzerindeydi. “Baksam ne olur? Karıma bakıyorum,” dedim, omuz silkip. “Kırk yılın başı bir aradayız, doyasıya izlemek istiyorum.”
Umay başını eğip gülümsedi. Utangaç ama mutlu bir gülümsemeydi bu. Yanakları hafif kızarmıştı. Biliyordum, ne kadar utansa da benim ona böyle bakmam hoşuna gidiyordu.
Aybars kaşığını yere düşürdü, sonra gözlerindeki muzır parıltıyla bana baktı. “Bomm!” dedi aniden, sanki bir patlama olmuş gibi kahkahalar atmaya başladı.
“Burak’a çok benziyor,” dedim kahkahalarımı tutamayarak. “Bana değil, resmen küçük versiyonu!”
Umay da güldü, eliyle ağzını kapatarak. “Yok, senin minimisin Altay. Bakışlar, yürüyüşü, hatta bu sabah uyanıp kolunu yüzüne kapatışı bile...”
Bunu duymak kalbimi sıcacık yaptı. Elimi uzatıp Umay’ın elini tuttum, parmaklarını avuçlarımda okşadım. “Ben seni sevdiğim gibi sevsin istiyorum oğlum,” dedim, sesi kısık. “İleride hayatında biri olursa, onu gözünden sakınsın. Sevgiyi böyle öğrensin.”
Umay’ın gözleri doldu ama ağlamadı. O da elimi sıktı, başını hafifçe bana yasladı.
Aybars ise hiç oralı değildi; minik elleriyle ekmeği bıçak gibi tutup havaya kaldırdı. “Bomm!” diye bağırdı yine.
Gülmekten kendimizi alamadık. Bu bizim evimizdi. Bu masada kahvaltıdan daha fazlası vardı: Aşk vardı, aile vardı, sonsuz bir bağ vardı. Ve ben her lokmamda bunu iliklerime kadar hissediyordum.
Umay, çay bardağını masaya koyarken gözleri endişeyle Aybars’a kaydı. Oğlumuz elindeki ekmeği kemiriyor, arada bir kıkırdayarak sandalyesine vuruyordu. Gözleri ışıl ışıldı, neşesi taşarken, annesinin yüzündeki gölgeyi fark etmiyordu bile.
"Altay, farkında mısın?" dedi Umay, sesi hafifçe titriyordu. "Aybars’ın boyu yaşıtlarından çok uzun. 1 yaşında ama bedeni neredeyse 3 yaşındaki gibi... Gelişimi fazla hızlı, bilmiyorum... Bu normal mi sence?"
Kaşlarımı çattım, Umay’ın elini tuttum masanın üzerinden. Kalbinin telaşla çarptığını avuçlarımda hissediyordum. Umay’ın içindeki anne korkusu dalga dalga bana da vurdu.
"Gideriz aşkım," dedim, ciddiyetle. "Telaşlanma, hemen randevu alırız. Belki de tamamen normaldir. Hem güçlü bir çocuk, sağlıklı görünüyor."
Umay derin bir nefes aldı ama bakışları hâlâ Aybars’ın minik ellerindeydi. Oğlumuz, hiçbir şeyden habersiz, menemenin domatesine dokunup ellerine bulaşan sosla oynuyordu.
"Ya bir hastalık işaretiyse?" dedi Umay, sesi daha da kısıldı. "Belki hormonlarıyla ilgili bir şey vardır. Veya başka bir şey..."
Oturduğum sandalyeden kalkıp yanına geçtim, eğilip başını öptüm. "Ne olursa olsun, yanındayız," dedim kararlı bir sesle. "Doktora gideriz, ne gerekiyorsa yaparız. Ama şimdi panik yapma. Aybars sağlıklı, neşeli bir çocuk. Kendi hızında büyüyordur belki de. Önce emin olalım."
Umay başını omzuma yasladı, derin bir iç çekti. Aybars o sırada ellerini havaya kaldırıp "Babaaa!" diye bağırdı, tatlı sesiyle kahkahalar attı.
Gözlerim doldu, oğlumun neşesine bakıp gülümsedim. "Beni bu kadar güçlü yapan sizsiniz," dedim, Umay’ın alnına dokunarak. "Biz bir aileyiz. Ne çıkarsa çıksın, her şeyi beraber aşarız."
Umay başını kaldırıp gözlerimin içine baktı, hafifçe gülümsedi. "Tamam," dedi sessizce. "Beraber gideriz."
Ve o an, tüm endişenin içinde bile sevgimizin her fırtınayı atlatabileceğini biliyordum.
Telefonumdan hızla Aybars’ın doktoruna randevu aldım. Umay’ın yüzündeki endişeyi silmek istiyordum. Ne kadar güçlü gözükse de, bir annenin kalbi evladı için hep diken üstünde olurdu. Telefonu kapatıp yanına oturdum, ellerini avuçlarıma aldım.
"Aslında," dedim gülümseyerek, sesi yumuşatmaya çalışarak, "ben de çok iri bir bebektim. Belki de oğlum bana çekmiştir, ne dersin?"
Umay kaşlarını çattı, ama gözlerinde merak belirdi. "Gerçekten mi?" dedi hafifçe başını yana eğerek.
Başımı salladım. "Yetimhanedeki hemşire anlatmıştı ya hani... Daha yeni doğmuşken bile normalden uzunum diye şaşırırlarmış. Kollarım kalınmış, yanaklarım tombikmiş. Hatta süt vermezlerse koca adam gibi ağlarmışım."
Umay istemsizce gülümsedi. "Süt için kavga eden minik Altay ha?" dedi gözleri ışıldayarak.
"Evet," dedim, hafifçe omzunu dürterek. "Belki Aybars da öyledir. Güçlü olacak, sağlam olacak. Babası gibi dimdik duracak hayatta."
Umay’ın gözleri doldu ama bu sefer korkudan değil, sevgiyle. "Belki de," dedi iç çekerek, başını omzuma yasladı. "Sana ne kadar benzediğini düşündükçe içim rahatlıyor. Sen sağlamsın, güçlü doğmuşsun. Aybars da öyle olacak, değil mi?"
"Elbette," dedim sesimdeki güveni ona da bulaştırmak ister gibi. "Bizim küçük kurt, daha şimdiden çetin ceviz. Ama yine de doktora gideriz, için tamamen rahat olsun. Çünkü seni üzgün görmek, benim için en kötü şey."
Umay başını kaldırıp yanağıma hafif bir öpücük kondurdu. "Sana güveniyorum," dedi fısıldar gibi. "Her şey yolunda olacak, değil mi Altay?"
Sarıldım, sımsıkı. "Ne olursa olsun," dedim, Umay’ın saçlarını okşayarak. "Her şeyi beraber aşarız. Biz güçlüyüz. Sen, ben ve bizim küçük kurt... Üçümüz, her fırtınayı atlatırız."
O an, Aybars sandalyesinde ellerini çırpıp neşeyle bağırdı: "Baba!"
Gözlerimiz dolu dolu kahkaha attık. Çünkü o anda, sevgiden daha güçlü bir şey olmadığını biliyorduk.
Umay, kahvesinden bir yudum alıp başını bana doğru çevirdi. Gözlerindeki meraklı bakış beni hep gülümsetirdi. Saçlarını kulağının arkasına attı, sesi yumuşacık ama bir o kadar da şakacıydı.
"Farkında mısın?" dedi, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle. "Bugün tim damlamadı bizim eve. Neler oluyor?"
Gözlerimi devirip kahkahamı zor tuttum. Aybars, sandalyesinde mama tabağını karıştırırken yüzüme yapışan o şaşkın ifadeyi fark etmiyordu ama Umay ne düşündüğümü anlamış gibiydi.
"Bilmem ki," dedim omuz silkerek. "Belki de topluca kaçırılmışlardır. Veya büyük ihtimalle, Burak yine bir pizza partisi verip hepsini eve kilitlemiştir."
Umay kahkaha attı, sesi mutfağın içinde yankılandı. O gülünce evin duvarları bile nefes alıyordu sanki. "Olabilir," dedi gözlerini kısarak.
Umay’ın gözleri ışıl ışıl parlıyordu, gözbebekleri kocaman olmuş, sanki içime bakıyordu. Sandalyeden kıpırdayıp çay bardağını usulca masaya bıraktı. Parmakları bardağın kenarında gezinirken başını hafif yana eğip, o tatlı sesiyle fısıldadı:
“Bana şiir okur musun?”
Gözlerim gözlerine kilitlendi. Dudaklarımda beliren hafif tebessümle “Hmm,” dedim, düşünüyormuş gibi yaparak. Sandalyesinden nazikçe tutup kendime doğru çektim onu. Kalp atışlarımdan adını sayıklayan bir ezgi yükseliyordu sanki. Neredeyse dudaklarımız birbirine değecekti; sıcak nefesi yüzüme vuruyordu.
Yutkundum. Boğazıma takılan aşkı söküp çıkarmak ister gibi. Ellerim ellerine usulca dokundu, avuçlarının içindeki dünyayı sığdırmak istedim kalbime. Başladım okumaya, ama her kelimeyi önce ona fısıldıyor, sonra dünyaya bırakıyordum.
“Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde...”
Okudukça sesi titreyen kalbimi avuçlarında tutuyor gibiydi. Gözlerimin içinde kaybolan bakışlarıyla, her cümlede biraz daha bana akıyordu. Sanki ruhumun en gizli köşelerine yürüyordu sessiz adımlarla. Saçlarından yayılan o tanıdık koku, hafızamda hiç solmayan bir bahar gibi.
“Uzat bana uzat ellerini...”
Gerçekten uzattı. Minik, sıcacık ellerini avuçlarımın arasına aldı. Parmak uçlarını okşarken, ona şiir değil, kalbimi okuyordum. O elleri bırakmamayı, o anı hiç bitirmemeyi diledim.
“Her şey biliyor, her şey
Sen biliyor musun bakalım
Seni nice sevdiğimi...”
Gözleri doldu. Kömür karası kirpikleri ağırlaştı, dudakları titredi. Bir şey söyleyecek gibi açtı ağzını ama kelimeler düştü içinden. Birden dayanamadım, çektim onu kendime. Dudaklarım dudaklarına dokunduğunda tüm dünya sustu. O an saatler durdu, zaman dondu, sadece biz vardık.
Şiir bitmişti, ama kalbimde yankısı devam ediyordu. Dudaklarını öptüm, sonra gözlerini, sonra alnını.
“Geldiğimi, gittiğimi... Hadi.”
“Gitme,” dedi Umay, neredeyse sessizce. “Hep kal burada.”
“Hep kalırım,” dedim, içimdeki tüm sonsuzlukla. Ve bir kez daha öptüm onu, bu defa şiirin bittiği yerden değil, aşkın hiç bitmeyeceği yerden.
Umay gözlerimin içine baktı, gözbebeklerinde beni yansıtan o aşina sevdayı gördüm. “Beni hep böyle mi seveceksin? İlk günkü aşkla?” diye fısıldadı sesi titreyerek. O an dünya durdu, saatler sustu, göğsümde atan kalp sadece onun için çarpıyordu.
Parmak uçları yanağımda dolaşırken ben sadece ona bakıyordum, sanki her an kaybolacakmış gibi. Yutkundum, derin bir nefes aldım, sonra gülümseyerek konuştum: “Bir şüphen mi vardı, leydim?” dedim, dudaklarına gözlerimi dikerek. “İlk günkü aşkla, ilk tutkuyla, ilk sevgiyle… Umay, sen benim en değerli varlığımsın.”
Ellerimi yüzüne yerleştirip baş parmağımla yanağını sevdim, sonra minik burnuna minik bir öpücük kondurdum. Gözleri doldu, ama gözyaşı değil, taşan bir sevda vardı içinde. Başını eğip hafifçe alnını alnıma yasladı. Kalbimin ritmiyle onun nefesi birleşti, bir an sanki tek bir ruh olduk. “Sana sevmeyi kim öğretti?” diye fısıldadı zar zor. “Sen,” dedim hiç düşünmeden. “Her bakışınla, her dokunuşunla, her defasında beni sevmenin en güzel haline sen öğrettin.”
Tam o anda mutfaktan minik bir şapırtı sesi geldi. Başımızı çevirince Aybars’ın parmağını kocaman bir reçel kasesine daldırdığını gördük. Gözleri kocaman açılmış, şekerli tat damağında erirken mutluluktan gülümsüyordu. Parmağını ağzına götürüp tatlı tatlı yalamaya başladı, sonra yetinmeyip bir daha daldırdı. Umay önce şaşkınlıkla baktı, sonra kahkaha atmamak için elini ağzına kapattı.
"Aybars ne yapıyorsun sen minik kurt?" dedim gülerek, yavaşça yanına gidip kucağıma aldım. Ama oğlumun umurunda değildi, parmağını yakalayıp ağzına götürmeye devam etti. "Beğendin mi oğlum, güzel mi?" dedim kahkahamı tutamayarak. Aybars ağzı reçelle kaplı halde bana bakıp “Baba cücel!” dedi sevimli sesiyle.
Umay dayanamadı, karnını tutarak gülmeye başladı. "Altay, o reçelin yarısı gitti zaten!" dedi gözlerinden yaşlar gelirken. "İlk çocuğumuzun şeker komasına girmesini istemiyorsan alsan iyi olur." diye ekledi şaka yollu. Ama ben ne yapayım? Kucağımda reçele bulanmış bu minik mutluluk, dünyanın en tatlı şeyi gibi geliyordu bana.
Aybars’ı lavaboya götürmek için kalktım ama o reçel kasesine uzanmak için çırpındı, kollarını ileri doğru uzatıp “Baba cücel, daha!” diye bağırdı. “Oğlum, seni bal peteğine mi koydular, bu nasıl tatlılık?” dedim kahkahalarla. Umay arkamızdan seslendi: "Oğluna söz geçiremeyen babaya bak hele, Altay Öztürk efsanesi reçele yenildi!”
"Ne yapayım, küçük kurt benim zayıf noktam," dedim gülümseyerek. “Ama annesi kadar değil...” diye ekleyip Umay’a göz kırptım. Aybars’ı temizlerken Umay mutfaktan seslendi: “Ben yeni reçel çıkarıyorum, çünkü kahvaltı boyunca tatlı yemeyecek olan biri var!”
"Baba cücel yok mu?" diye sordu Aybars masum masum. Umay eliyle tehdit eder gibi salladı: “Baba cücel bitti!” dedi gülerek. Bizim evden kahkaha sesleri yükselirken içimde tarifsiz bir huzur vardı. Ailem yanımdaydı, mutluluk buradaydı ve hayat ne olursa olsun devam ediyordu...
Aybars’ı lavaboya götürüp reçele bulanmış minik ellerini yıkarken, oğlumun yüzündeki muzur gülümsemeyi izliyordum. Küçücük parmaklarını köpüklerle ovalarken sürekli kıkırdıyordu. Suya ellerini daldırıp bana sıçratınca başımı sallayıp güldüm.
"Küçük kurt, sen babanı yıkamaya mı çalışıyorsun?" dedim gözlerim parlayarak. Aybars, elleri suyun içindeyken başını kaldırıp tatlı tatlı güldü.
“Baba, bitti!” dedi, ellerini kaldırıp sallayarak.
"Bitti mi? Emin misin?" dedim şüpheyle, avuç içlerini kontrol edip. Ama o an fark etmiştim ki, oğlumun minik yanaklarında hâlâ reçel izleri vardı. Dayanamadım, onu kucağıma alıp kocaman sarıldım, yüzünü defalarca öptüm.
"Tatlımın en tatlı yerleri kalmış burada!" dedim şaka yaparak. Aybars kahkahalarla gülerken ellerini yüzüme koydu ve parmak uçlarıyla burnumu sıktı.
"Baba, kuçak!" dedi kollarını açıp.
"Kucak mı istiyorsun?" dedim. "Ama ben seni zaten bırakmam ki!" deyip sımsıkı sarıldım ona. Küçücük elleriyle boynuma sarıldı, başını omzuma yasladı. Sıcacık nefesi boynuma değiyordu, mis gibi kokuyordu.
O an dünyada hiçbir şey daha önemli değildi. Savaşlar, görevler, hayatın zorlukları... Hepsi kapının dışında kalmıştı. Sadece ben ve oğlum vardı.
"Baba..." dedi uykulu sesiyle.
"Efendim, küçük kurt?" dedim kısık sesle, sırtını okşayarak.
Aybars başını omzuma yaslamıştı, sesi iyice kısılmıştı. “Baba... sev…” dedi minicik sesiyle.
Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Gözlerim doldu ama onu korkutmamak için belli etmemeye çalıştım. Sımsıkı sarıldım, başını usulca öptüm.
“Baban seni çok seviyor, küçük kurt…” diye fısıldadım kulaklarına. “Hem de dünyadaki her şeyden çok…”
Aybars gözlerini kapatmaya başlarken parmakları hâlâ tişörtümü sımsıkı tutuyordu, sanki bırakırsa kaybolacakmışım gibi. Göğsümde yavaş yavaş nefesi düzenli hale geldi. Uykuya dalarken bile ağzında bir gülümseme vardı.
Oğlumu odasına götürüp dikkatlice yatağına yatırdım. Yanağını okşayıp saçlarını düzelttim. “İyi uykular, küçük kurt…” dedim fısıldayarak.
Arkamı dönerken kapıda Umay’ı izlerken buldum. Gözleri dolmuş, sessizce bize bakıyordu. Dudaklarında hafif bir gülümseme vardı ama kalbinin derinlerinde neler hissettiğini gözlerinden okuyabiliyordum.
“Sana söylemiştim,” dedi Umay kısık bir sesle. “Baba olduğunu her an hissediyor…”
Ona doğru yürüyüp beline sarıldım. Başını göğsüme yasladım, sırtını okşarken nefes alışverişi sakinleşti.
“Bu his dünyadaki en güzel şey,” dedim. “Siz benim mucizemsiniz.”
Umay başını kaldırıp gözlerime baktı. Parmakları yüzüme dokundu, sanki varlığımdan emin olmak ister gibi.
“Korkuyorum,” dedi usulca. “Sana bir şey olursa... Bizi yine bırakmak zorunda kalırsan...”
Alnını öptüm, sonra ellerini avuçlarımın içine aldım.
“Bu sefer hiçbir yere gitmem,” dedim kararlılıkla. “Ne olursa olsun... Hep yanınızda olacağım.”
O an, oğlumuzun odasında, loş gece lambasının altında birbirimize sarılarak durduk. Sessizlikte tek duyduğumuz şey kalp atışlarımızdı. Geçmişin acıları, yaşanan tüm kaygılar orada, o an silinmiş gibiydi.
Çünkü en sonunda... Ait olduğum yerdeydim.
Evimde, ailemle.
Umay dedim, koltuğa oturup kucağımı işaret ettim. Gözlerinden ne geleceğini bildiğini okuyordum, ama yine de geldi, yan bir şekilde kucağıma yerleşti. Sanki ne söyleyeceksem, sarılarak hafifleyebilirmiş gibi. Ellerim titreyerek saçlarını okşadım, yanaklarını sevdim. “Şimdi güzelim,” dedim usulca, “biliyorsun yakında işe gitmem gerekecek. Timle yeniden görevlere başlayacağız...” Daha cümlemi bitiremeden gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.
Parmaklarım nazikçe yüzüne dokunup o damlaları silerken, “Şşşt... Ağlama Umay’ım. Bir dinle bakalım...” dedim, yutkunarak. “Göreve gitmem, sizi bırakacağım anlamına gelmiyor. Artık evli ve çocuklu bir adamım. Sana söz veriyorum, extra dikkat edeceğim. Adımlarımı bin kez tartacağım, kararlarımı siz aklımdayken vereceğim. Umay, ben bu meslek, bu vatan için canımı veririm... Tıpkı sana vereceğim gibi. Ama bil ki, seni ve Aybars’ı bir daha bırakmamak için her şeyi yaparım.” Umay başını göğsüme yaslamış hıçkırırken daha sıkı sarıldım.
“Bak, eğer bir gün gerçekten gitmek zorunda kalırsam... Bu sefer gerçekten gitmiş olacağım. Ama gitmek istemiyorum. Sizin için burada, hayatta kalmak istiyorum. Bunun için çok dikkatli olacağım, tamam mı bir tanem?” dedim, yanağını okşayarak. Umay gözlerimin içine baktı, söylenebilecek tek cümle vardı orada, sessiz ama ağır: “Gitme.” Ben de başımı eğip dudaklarına kısacık bir öpücük kondurdum. “Sana söz veriyorum,” dedim fısıldar gibi. “Ne pahasına olursa olsun, hep döneceğim.”
Umay, gözyaşları yanaklarından süzülürken başını göğsüme daha sıkı bastırdı. Kalbimin ritmiyle nefes alışları karışıyordu. Küçücük elleriyle tişörtümden tutup yumruk yapmıştı sanki beni bırakırsa, savrulacakmış gibi. Kırık bir fısıltıyla konuştu:
“Altay... Dönemezsen ben ne yaparım?” dedi sesi titreyerek. “Ya bu sefer gerçekten dönemezsen? Oğlumuz babasız, ben sensiz kalırsam ne yaparım?”
Sesi çatallaşmıştı, ama her kelimesi bıçak gibi kalbime saplanıyordu. Yanaklarını avuçlarıma alıp gözlerine baktım; gözlerinin içindeki korkuyu, özlemin bıraktığı yarayı her zerremde hissediyordum.
“Dönmezsem,” dedim boğazım düğümlenirken, “biliyorsun ki ben gitmek istemediğim için gitmem. Ama bil ki her nefesimde sizi düşünürüm. Aybars'ın ilk adımını nasıl attığını, senin saçlarının kokusunu, sabahları uykulu uykulu bana baktığın anları... Ben, sizin için hayatta kalırım, tamam mı? Her kurşundan, her bombadan kaçarım eğer bir ihtimal daha sizinle olabilmek varsa.”
Umay gözlerini sımsıkı kapattı, sonra yavaşça açıp gözlerime baktı. “Bana yine böyle söz vermiştin... Sonra beni aylarca mezarının başında ağlarken bıraktın Altay.” dedi usulca.
Sözleri içimi parçalıyordu. “Biliyorum...” dedim kısık sesle, “Ama ben geri döndüm. Dönebilmek için cehennemin içinden geçtim. Sana ve Aybars’a dönebilmek için her gün bir parçamı bıraktım. Beni hayatta tutan sizdiniz, biliyorsun...”
Umay, gözlerini kaçırmadan “Eğer bir daha giderken ölürsen seni öldürürüm.” dedi dudaklarını bükerek.
İkimiz de aynı anda gülmeye başladık. Gözyaşları gülüşlerimize karıştı. Onu kucağıma daha sıkı çektim, saçlarına defalarca öpücük kondurdum.
“Tamam, söz. Bir daha ölürsem, eve cenazemi bile göndermem. Geri gelirim.” dedim gülümseyerek.
Umay başını salladı, ama sesi titredi: “Sakın bizi bir daha bırakma, Altay. Ne olursa olsun...”
“Ne olursa olsun,” dedim gözlerine bakarak. “Bırakmam.”
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve dudaklarımda muzur bir gülümsemeyle başımı iki yana salladım. “Hissediyorum...” dedim ciddi bir ses tonuyla. Umay merakla gözlerimi açmamı bekliyordu.
“Ne hissediyorsun aşkım?” dedi kaşlarını kaldırarak.
Yavaşça başımı çevirdim, gözlerimi kısarak sanki bir kehanette bulunuyormuşum gibi konuştum:
“Tim birazdan buraya damlayacak.”
Umay kahkahalarla gülmeye başladı. “Altay, aşkım sen tam delirmişsin!” dedi karnını tutarak. “Hem nereden biliyorsun ki? Belki dışarıdadırlar?”
TAM O ANDA! Kapı öyle bir çaldı ki apartman sallandı sandım. Kapının ardında Burak’ın sesi yankılandı:
“Açın lan kapıyı! Altay abime sürpriz yaptık!”
Umay şaşkınlıkla bana döndü, gözleri kocaman olmuştu. “NASIL BİLDİN ALTAY?!” dedi ağzı açık halde.
Omuz silkip sırıttım. “Tim, aşkım... Bir doğal afet gibi... Deprem değilse timdir.”
Kapıyı açtığımda Burak elinde kocaman bir çöp poşetiyle içeri daldı:
“Abi pizzalar sıcacık, bombalar etkisiz, moral full! Haydi sofrayı kurun!” diye bağırıyordu.
İlteriş arkasından süzülüp bana göz kırptı: “Yine hissetmişsin lan biz gelmeden.”
Koltuğa çökerken başımı iki yana sallayıp gülmeye devam ettim. “Kardeşim,” dedim derin bir iç çekerek, “Tim’in eve dalma frekansını kalp atışlarımdan daha iyi bilirim.”
Yaseminka kapıdan girer girmez gülümseyerek kollarını açtı. İlteriş’in arkasından usulca içeri süzüldü, belli ki yorulmuştu ama gözlerinde tatlı bir heyecan vardı. Tam montunu çıkarırken dayanamadım, merakla seslendim:
“Mobilyaları seçebildiniz mi yenge?” dedim başımı yana eğip. Umay hemen yanıma gelip koluma girdi, o da merakla Yaseminka’yı dinlemeye hazırdı.
Yaseminka derin bir nefes aldı, elini beline koyup başını iki yana salladı. “Ah, Altay abi... Seçmek ne kelime! İlteriş beğenmez, ben seçerim; ben beğenmem, o seçer. Mobilya mağazasının sahibi bile ‘karar verirseniz arayın, kapatıyoruz’ diye numarasını verdi.” dedi gülerek.
İlteriş gözlerini devirdi, kanepeye yığılıp kolunu gözlerinin üstüne kapattı: “Kadın beni koltukla dövecekti, anladınız mı? Bak, şu koltuk... İlteriş buna otururken ölürse, rahat eder mi diye düşündü yemin ederim!”
Umay kahkahayı patlattı, ben de gülerek Yaseminka’ya döndüm: “E haklı ama yenge, adam uzun boylu. Bel fıtığı çıkarsa kim bakacak?”
Yaseminka kahvesinden bir yudum aldı, “Sonunda anlaştık ama!” dedi gururla. “Krem rengi bir köşe koltuğu, ceviz ağacı yemek masası... Bir de Altay abi, söyle bakayım; TV ünitesinin yanında akvaryum olur mu?”
“Ne akvaryumu?” dedim şaşkınlıkla.
İlteriş yataktan fırlamış gibi doğruldu: “Ben dedim ki bak, Japon balığı huzur verir, Yaseminka da ‘köpek balığı koyarsak eve hırsız girmez’ diyor!’’
Bu sefer kahkaha salonda yankılandı. Umay başını omzuma yasladı gülmekten gözleri dolmuştu. “Siz gerçekten tam birbirinizi bulmuşsunuz!” dedi aramızda kıkırdayarak.
Yaseminka İlteriş’e bakıp göz kırptı: “Altay abi, karar verdik en sonunda. Ama ilginçtir ki, en çok beğendiğimiz koltuk asker yeşili çıktı.”
İlteriş kafasını kaşıyıp sırıttı: “Alışkanlık işte... Gölge gibi yeşil seviyoruz!”
Ben sırtımı koltuğa yaslayıp derin bir nefes aldım, “Evinize ne koyarsanız koyun fark etmez. Önemli olan huzur...” dedim gülümseyerek.
Umay elimi sıktı, Yaseminka mutlulukla başını salladı. İSTİKLAL Timi ailesi yine bir aradaydı ve işte tam da bu anlar, hayatın gerçek zenginliğiydi.
İlteriş ve Yaseminka, sanki hayat memat meselesi konuşuyorlarmış gibi hararetle tartışıyordu. İlteriş ellerini kollarını savuruyor, Yaseminka ise kollarını göğsünde kavuşturmuş, kaşlarını çatmış dinliyordu.
“Ama aşkım,” dedi İlteriş, sesi yumuşatma çabasında ama yine de kendinden emin. “O koltuğun minderleri çok sert! Misafir gelir, oturamaz!”
Yaseminka gözlerini kıstı:
“İlteriş, misafir 2 saat oturur, biz yıllarca yaşayacağız o evde. Rahat etmek istemez misin?”
İlteriş çaresizce buraya bakıp duruyordu. Ben, oğlumu kucağımda tutup aybarsın tombul yanaklarını sıkarken kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Aybars ise olaya tam anlam verememiş, bir İlteriş’e, bir Yaseminka’ya bakıp kendi kendine kıkırdıyordu.
“Amca bam bam?” dedi oğlum, elindeki oyuncağı göstererek.
“Bam bam değil oğlum,” dedim fısıldayarak. “O amcan ve yengen, mobilya savaşında!”
İlteriş dizlerinin üzerine çöküp Yaseminka’ya bakarak ellerini açtı:
“Bak, canım... Anlamıyorsun... O koltukta çay içerken rahat olmam lazım. Belki çayımı dökerim?!”
Yaseminka gözlerini devirdi:
“Çay dökülürse silersin İlteriş, ne yapayım? Koltuk seninle şehit düşsün istemiyorsan, karar verme işini bana bırak!”
O sırada Umay mutfaktan seslendi:
“Çay demlendi, kavga bitmediyse barış çayı koyuyorum!”
Ben kahkahayı bastım, Aybars da bana eşlik edip alkış tuttu. İlteriş başını eğip pes etmiş gibi iç çekti:
“Tamam ya... Sen ne istersen onu alalım...”
Yaseminka zafer kazanmış komutan edasıyla sırıtıp İlteriş’in yanaklarını sıktı:
“Aferin sevgilim! Çayını getiriyorum, rahatla bakalım.”
İlteriş iç çekip başını bize doğru salladı:
“Evlenin dediniz, mutlu olun dediniz... Savaş alanına düştüm.”
“Aşk savaşmadan kazanılmaz kardeşim!” dedim gülerek.
Aybars ellerini havaya kaldırıp bağırdı:
“Baba bam bam!”
İşte o an, kahkahalarımız evin her köşesine yayıldı.
Umay çayı tepsiyle getirdi, herkese bardaklarını dağıttı, sonra tatlı tatlı gülümseyip yanıma oturdu. Elimi tuttu, gözlerimin içine baktı:
“Bu sefer tim gelmez bence, belki baş başa kalırız?” dedi umutla.
Çayımı yudumlayıp hafifçe sırıttım:
“Sevgilim, hissediyorum... Tim birazdan buraya damlayacak.”
“Bu kadar da olmaz artık!” dedi Umay, gülerken dirseğiyle hafifçe koluma vurdu.
Tam o anda kapı çaldı.
Umay’ın gülüşü anında dondu, gözlerimle “Ben sana demedim mi?” bakışı attım. Umay derin bir nefes alıp başını ellerinin arasına aldı:
“Sen neyin nesisin Altay?! MİT'in müneccim kadrosunda mısın?” dedi gülerek.
Kapıya gittim, açar açmaz Burak sırıtarak içeri daldı:
“Ooo! Çay var mı? Çayın kokusunu alınca geldik!” dedi sanki siparişe gelmiş gibi.
Arkasından İlteriş, Ulaş ve Mustafa Kemal sırayla içeri girdi, sanki evde devre arası olmuş da çay molasına koşmuş gibiydiler.
“Abi nasıl tahmin ediyorsun hep?” dedi Ulaş, ayakkabısını çıkarırken.
“Kardeşim ben bir babayım, ailemden uzak kalınca kalp çarpıntısı gibi hissederim sizi.” dedim ciddi ciddi.
Burak kıkırdayarak yanıma oturdu:
“Abi, kalbin biraz fazla çarpıyor olabilir, çünkü aç geldik!” dedi sırıtıp Umay’a bakarak.
Umay gözlerini devirdi, mutfağa yönelip:
“İyi ki küçük esnaf değiliz, iflas ederdik...” diye mırıldandı.
Ben ise arkamda sürüyle çocuk gibi dolaşan koca adamlara bakıp gülüyordum:
“Neyse, ailemiz büyük olsun da çaydanlık yetmezse kettle var!”
Umay ellerini birbirine vurup tatlı bir sesle:
“O zaman ben gidip yemekleri ısıtayım! Çayla midenizi doldurmayın. Çok güzel brokoli yaptım!” dediğinde salonda bir an sessizlik oldu.
Tim’in yüzü sanki askeriyede kırık komando kursuna yeniden yazılmış gibi ekşidi. Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı, Ulaş boğazını temizledi, İlteriş ise en diplomatik haliyle:
“Eee... Yanına patates falan var mı?” diye sordu temkinli temkinli.
Ama en bomba tepki aybars’tan geldi!
Bizim minik kurt mama sandalyesinden süzülürcesine kayıp kaçmaya çalıştı. Resmen “Kaç, kurtar kendini!” der gibi pat pat emeklemeye başladı.
“Oğlum kaçıyorsun ama nereye?!” dedim kahkaha atarak.
Umay mutfağa giderken kapıdan kafasını uzatıp:
“Kimse kaçamaz! Hepiniz brokoli yiyeceksiniz. Ailece sağlıklı besleneceğiz!” dedi.
Burak gözleri büyüyerek fısıldadı:
“Abi, brokoli yedikten sonra tatlı var mı diye sorsak linç yer miyiz?”
İlteriş derin bir iç çekip pencereden dışarı baktı:
“Keşke şu an sahada görevde olsaydım...” diye mırıldandı.
Ben ise gülerken Aybars’ı kucağıma aldım, saçlarını karıştırıp fısıldadım:
“Küçük kurt, baban seni koruyacak. Ama brokoliden değil... Çünkü ondan kaçış yok.”
Umay elini beline koyup kaşlarını kaldırarak:
“Ay amma tantana yaptınız! Arnavut ciğeri ve patates de kızarttım.” dediğinde, timin suratında adeta bayram havası esti.
Burak yerinden fırlayıp "Var ya yenge tam bi meleksin!" diye bağırdı. İlteriş derin bir nefes alıp:
"Ben de diyorum, vatan sağ olsun da biz sağ kalırsak..." diye mırıldandı.
Ulaş, gözleri sevinçle dolarak ellerini birleştirip:
“Allah’ım kabul olunmuş dualar gibi...” dedi, gözleri yaşlı.
Ama asıl bomba tepki Aybars’tan geldi. Küçük kurt mama sandalyesinde zıplayıp ellerini çırparak:
“Ciyel! Patat!” diye bağırdı.
Tim heyecandan sandalyeye yumruk attı:
"Bu çocuk bizden ya! Harbi bizden!" diye coşkuyla bağırırken, sandalye az kalsın çökecekti.
Ben kahkahalar arasında Umay’a sarılıp başımı omzuna koydum:
"Kadınım, sen olmasan tim açlıktan isyan çıkarırdı!" dedim gülerek.
Umay gülümseyip mutfağa yürürken arkasına bakıp:
“Ama brokoliyi de yiyeceksiniz, ona göre...” deyince salon yine mezarlık sessizliğine gömüldü.
Sofraya oturduğumuzda Umay tam bir öğretmen edasıyla başladı brokoliyi anlatmaya. “Bak Aybars, brokoli seni büyütür, kemiklerini güçlendirir, çok sağlıklı...” diye ballandıra ballandıra anlatırken, tim bile sessizce dinliyordu. Ama herkesin gözü tabakta başka bir noktadaydı.
Aybars, tam bir avcı gibi, gözünü tabağın ortasındaki ciğere dikmişti. Küçük elleriyle çatalı tutup, sanki karşısındaki avı kesip parçalayacakmış gibi dikkatlice ciğere hamle yapıyordu. Gözlerinde vahşi doğaya ait bir parıltı vardı, resmen küçük bir kurt gibi tetikteydi.
Tim hafifçe bana eğilip:
“Abi, bu çocuk timin ruhunu almış resmen.” diye fısıldadı.
Umay, herkesin kafasını başka yere çevirdiğini görünce çatalı masaya vurdu:
“Kime neyi anlatıyorum ki ben ya?!” diye isyan etti.
Ben sarhoş gibi sırıtarak elini öptüm:
“Ben dinliyordum hayatım.” dedim gözlerimi kısıp romantik bir bakış atarak.
Burak gülmekten sandalyeden düşerken, İlteriş kaşlarını kaldırıp:
“Altay, senin dinlediğin kısmı da beynin kaydetmemiştir zaten.” dedi kahkahayı patlatıp.
Bu sırada Aybars tam o anı kollayıp ciğerden bir lokma koparıp ağzına attı, gözleri zafer kazanmış komutan gibi ışıldıyordu. Küçük kurt başarmıştı.
“Sevdin mi küçük kurdum?” dedim gülümseyerek, gözlerim oğlumun pırıl pırıl parlayan bakışlarına kilitlenmişti. Aybars, minicik çatalı elinde, ciğerin tadını çıkara çıkara çiğnerken başını hızla salladı. Saçları hopladı, yanakları tombik tombik şişti, ağzı doluyken bile konuşmaya çalıştı:
“Sebdim!” dedi bebekçe, sesi tatlı bir melodi gibi odamıza yayıldı.
Tim bir an masada kahkaha atarken boğulacak gibi oldu, Burak elleriyle ağzını kapatıp sessizce gülmeye çalışıyordu ama titreyen omuzları onu ele veriyordu. İlteriş ise çatalını bırakıp hayranlıkla Aybars’a baktı:
“Bu çocuk büyüyünce kasap olacak, ben sana diyeyim Altay.” dedi göz kırparak.
Ben oğlumun başını okşayıp alnına minik bir öpücük kondurdum:
“Benim aslan oğlum. Kurt oldun sen, kurt!” dedim sesimi kalınlaştırıp şaka yaparak.
Aybars hemen ellerini havaya kaldırdı ve pençe yapar gibi parmaklarını açıp “Auuu!” diye ulumaya çalıştı. Hepimiz kahkahalara boğulduk, Umay bile o dakikaya kadar süren brokoli mücadelesini unutup sandalyeye yaslanıp gülüyordu.
“Altay, oğlunu vahşi doğaya bırakalım mı ne yapalım?” dedi gülerek, gözleri yaşarmıştı.
Ben Umay’a dönüp, kocaman bir sırıtışla:
“Yok yok, ben onu zaten doğa kanunlarına göre büyütüyorum. Kendi avını seçiyor, strateji yapıyor, saldırıyor. Yarın öbür gün timi bile geçer.” dedim gururla.
Aybars bu sözleri anlamasa da hissetmiş gibi iyice neşelendi, ellerini masaya vurup güldü. Küçük masumluğu, evin içinde yankılanan kahkahalarımıza karıştı. O an o sofrada zaman durdu sanki. Ne geçmişin yaraları ne geleceğin belirsizliği vardı. Sadece biz vardık. Küçük bir aile, büyük bir sevgi, kahkahalar ve masumiyetle dolu bir an.
Ve ben, gözlerim oğlumun gülüşünde kaybolmuşken, içimden yine aynı sözü tekrarladım:
"İyi ki dönmüşüm."
Tam ciğerimi mideye indirmeye hazırlanıyordum ki bacağımda bir sürtünme hissettim. Aşağı baktım, bizim Umut koca gövdesiyle masum bir yavru kediymiş gibi ayaklarıma dolanıyordu. Kafasını kaldırıp bana baktı, gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Resmen "Abi hayırsever bir insansan şu ciğeri bana uzatırsın" der gibi yüzüme miyavladı.
“Senin ne işin var burada ciğer avcısı?!” dedim kaşlarımı çatıp.
Umut, kuyruk sallayıp tekrar miyavladı. Resmen manipülasyon ustasıydı. O tombik göbeğiyle adeta ciğer için savaşa hazırlanıyordu. Tim gülmeye başladı:
“Kediye bak lan, düello teklif edecek neredeyse.” dedi.
Umay gözlerini devirdi:
“Altay, bari azıcık ver. Baksana üzülmüş.” dedi ama gözleri kısık, "Bunu her gün yapıyorsunuz!" bakışıyla tehditkâr duruyordu.
Ben iç çektim, çünkü bu evde zaten bana kalan yemek miktarı yüzde otuz falandı. Oğlum, tim, kedimiz derken sofradan sağ çıkmak başarı sayılıyordu. Bir parça ciğeri aldım, tabağa koydum ve yere bıraktım:
“Al bakalım ciğer müptelası, sen de nasibini ye.” dedim.
Umut, sanki yıllardır aç kalmış gibi ciğere saldırdı. Resmen evrim geçirip kaplan formuna geçti. Tabağın içindeki ciğeri şimşek hızında süpürdü. Sonra kafasını kaldırdı, bana tekrar baktı.
“Miyav?”
Burak boğazına çayı kaçırdı, İlteriş sandalyeden düşüyordu gülmekten.
“Lan doymadı mı bu?!” dedim şok içinde.
Tim gözyaşları içinde:
“Abi bu kedi tam timden, bırak peşini, sana giydirir birazdan.” dedi kıkırdayarak.
Umay, çayından bir yudum aldı, göz ucuyla bana baktı:
“Ne ekersen, onu biçersin aşkım. Eve kurt ruhlu kedi alırsan, ciğeri rüyanda görürsün.” dedi gülümseyerek.
Ben tabaktaki kalan ciğerime son kez baktım, sonra Umut’a...
“Neyse ulan, afiyet olsun be, ciğerci kediler kralı.” deyip güldüm.
Bu evde yemek yemek bile savaştı ama ne savaştı be...
Mustafa Kemal bardağını masaya bıraktı, hafifçe sandalyesine yaslandı ve gözlerinde o bildiğimiz bilge ışıkla anlatmaya başladı:
“Hades ve Persephone... Bir zamanlar, yeraltı dünyasının karanlık ve yalnız hükümdarı olan Hades, yeryüzünde baharın neşesiyle dolaşan Persephone’yi görür ve ona âşık olur. Ama aşkı, güneşin altında çiçeklerle dans eden genç bir tanrıçaya, karanlık tahtından ulaşamaz. Bu yüzden Hades, Persephone'yi kaçırır ve yeraltı dünyasına götürür.
Persephone’nin annesi Demeter, bereket tanrıçasıdır. Kızının kaybolduğunu öğrenince dünyayı bir yas perdesi sarar. Toprak verimsizleşir, çiçekler solup gider, nehirler durur. İnsanlık kıtlığa sürüklenirken, Demeter her yeri arar ama kızını bulamaz.
Bu duruma tanrılar bile kayıtsız kalamaz. Zeus, Hades’e Persephone’yi serbest bırakmasını emreder. Ama Hades, onun yeraltı dünyasına ait olmasını ister. Persephone’ye nar taneleri sunar, o da farkında olmadan yeraltı dünyasında yemek yer ve kadim kurallara göre artık oraya bağlı hale gelir.
En sonunda bir anlaşma yapılır: Persephone yılın altı ayını yeraltında, Hades’in kraliçesi olarak geçirecek, altı ayını ise yeryüzünde annesiyle yaşayacaktır. O yeryüzüne çıktığında bahar gelir, çiçekler açar. Ama yeraltına döndüğünde kış çöker dünyaya.
Yani bazen karanlık bile sevdayla aydınlanır. Ve bazen, sevdiklerimizin varlığı bile dünyayı yeniden yeşertebilir...”
Mustafa Kemal bitirdiğinde sessizlik çöktü. İlteriş, Yaseminka’ya sıcacık bir bakış attı; Burak iç çekerek başını salladı. Ben ise elimdeki çayı yavaşça masaya bırakıp, Umay’ın elini tuttum.
Biliyordum ki, ne olursa olsun, karanlıktan çıkışın tek yolu sevgiydi...
Umay gözlerindeki pırıltıyla yerinden kalkıp gülümseyerek ellerini birleştirdi. Gözlerinin içi parlıyordu, sesi heyecandan titriyordu:
“Normale dönmemizin şerefine size bir haberim var,” dedi, gözlerini tek tek hepimizin yüzünde gezdirerek. “Tezim kabul edildi! Artık karşınızda Doçent Doktor Arkeolog Umay Öztürk var!”
Bir an tüm masa dondu, sonra ben sevinçle ayağa fırladım. “Tebrik ederim aşkım!” dedim, ne yapacağımı bilemeden onu kendime çekip sıkıca sarıldım. Kalbim göğüs kafesimden çıkacak gibiydi. “Bu çok güzel bir haber!” diye fısıldadım saçlarına, kokusunu içime çekerken.
Tim alkışlarla yerinden fırlayıp “YENGE KRALİÇE OLDUUU!” diye bağırdı, Burak sandalyede zıplamaya başladı, Mustafa Kemal gözlüklerini çıkarıp camlarını silerken bile gülümsüyordu. Aybars, Umay’a bakıp ellerini çırptı ve tatlı sesiyle “Anne bitti!” dedi.
Umay başını göğsüme yasladı, gözleri dolmuştu ama mutluluktan parlıyordu. “Sen yanımda olmasan başaramazdım,” dedi kısık sesle. Yanaklarını ellerimin arasına alıp gözlerine baktım:
“Sen her şeyi tek başına başarabilirdin, benim güzel karım. Ama seni desteklemek benim en büyük şerefimdi,” dedim dudaklarına minik bir öpücük kondururken.
O an ne Afganistan’daki çatışmalar ne yaşadığımız ayrılık ne de üzerimizden geçen kara bulutlar vardı. Sadece kutlamaya değer, tertemiz bir mutluluk kalmıştı geriye. Ve o mutluluğun merkezinde, dünyanın en güçlü kadını vardı: Umay Öztürk.
"Evet beyler," dedim gözlerim gururla parlayarak, "Eşim çok başarılı ve ben de ona layık olmak zorundayım." Sesimdeki neşeyi bastıramıyordum. Umay’a göz ucuyla baktım, yanakları pembeleşmiş, utangaç ama gururlu bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Onun o hali bile kalbimi delip geçiyordu. “Çünkü,” diye devam ettim sırıtarak, “Adam dediğin, kraliçesine layık olmak zorunda!”
Tim masaya vurup kahkaha atarken, Burak “Altay abiii çıtayı arşa çıkardı yine!” diye bağırdı. Mustafa Kemal gülerek başını salladı: “Abi senin romantikliğin yüzünden bizim ilişkiler hep hüsran!” dedi.
Ben ise sadece Umay’ın gözlerine bakıyordum. Elini tuttum, avucuma yerleştirdim ve baş parmağımla narin parmaklarını okşadım. “Beni ben yapan sensin, Umay.” diye fısıldadım. O an dünya dursa, zaman silinse, hayatımızın en güzel anı olarak o sofrada kalabilirdim.
Aybars sandalyesinde alkış tutarken “Anne baba öptü!” diye kıkırdadı. Oğlumun sesi, Umay’ın gülümsemesi, dostlarımın neşesi... Her şey tamdı. O masa, bir ailenin ve dostluğun en güzel resmi gibiydi. Ve ben, Umay’ın başarılarına tanık olup onu her seferinde daha çok seveceğime dair kendime yeniden söz verdim.
15 Ocak... Gelip çatmıştı işte. Hayatımın en özel, en kutsal tarihi. Ben tarihlerle arası iyi olan biri değildim, çoğunu unutur geçerdim belki. Ama 15 Ocak 2025... Bu tarih yüreğime kazınmıştı. Gidişimin, ölümden beter ayrılığımın yıl dönümü değil, mucizemin hayata gözlerini açtığı, Umay’ın yaşama tutunduğu gün...
Oğlumun doğum günüydü. İçimde garip bir burukluk vardı, kalbimin en derin köşesinde bir sızı ama yüzümde kocaman bir gülümseme. Çünkü o sızı, yerini tarifsiz bir sevince bırakıyordu. Küçük kurt Aybars’ımızın ilk doğum günüydü ve biz onun için kocaman bir kutlama organize ediyorduk.
Tim tam kadro çalışıyordu. Burak, Eren, Onur ve Kerim neşe içinde balon şişirip tavana yapıştırırken, her patlayan balonda gülmekten yerlere yatıyorlardı. Rengârenk süsler her yere yayılıyor, kahkahaları salonu dolduruyordu. Büyükler ise daha ciddi ama içleri sevinçle dolu çalışıyordu: Ben, İlteriş, Mustafa Kemal, Ulaş ve Yavuz sırt sırta vermiş masaları taşıyor, sandalyeleri düzenliyorduk. İlteriş sessiz ama hızlıydı, Mustafa Kemal her sandalyeyi yerleştirdikten sonra dümdüz durup simetri kontrolü yapıyordu. Ulaş her kaldırdığı sandalyede mızmızlanıyor, “Ben niye hala bekarım ya? Keşke benim de bir çocuğum olsaydı, bu kadar uğraşmazdım!” diyerek ortalığı güldürüyordu.
Ben ise her köşeye baktığımda içime dolan huzuru hissediyordum. Oğlumun kahkahaları için, karımın gözlerindeki mutluluğu için her şeyi yapardım. Bu kutlama sadece bir yaş günü değildi. Bu kutlama, hayatta kalmanın, yeniden birleşmenin, kaybolan umutların tekrar filizlenmesinin kutlamasıydı. Bugün, ailemizin en güçlü zincir halkasının doğduğu gündü. Ve ben, her bir sandalyeyi taşırken, her süsü tavana asarken içimden tek bir cümle geçiyordu: “İyi ki geldin oğlum...”
Aybars’ın ilk doğum günüydü ve biz onun ne kadar Susam Sokağı hayranı olduğunu bildiğimiz için tam anlamıyla hayallerindeki partiyi hazırlamıştık. Sadece süslemelerle yetinmedik; ekibi birebir bulup çağırdım. Edi ile Büdü, Kurabiye Canavarı, Kurbağacık Kermit, Açıkgöz, Sayıların Kontu, Elmo, Bay Müzik... Hepsi bizimle olacaktı. Aybars’ın gözlerinin içi gülsün diye elimden geleni yapmıştım.
Kuklalar sahneye çıkacak, minik kurtum sevdiği karakterlerle tanışacaktı. Pastayı bile temaya uygun yaptırmıştım: kocaman, üç katlı, üzerinde tüm Susam Sokağı karakterlerinin figürleri olan dev bir pasta! Üstelik Kurabiye Canavarı'nın kurabiyeleri için pastaneye özel sipariş verdik, partinin sonunda çocuklara o ikonik kurabiyeler dağıtılacaktı. Salon balonlarla, rengârenk afişlerle süslenmişti. “Susam Sokağına hoş geldiniz!” yazılı dev pankart tam sahnenin üzerinde parlıyordu. Tim ve Umay da en az benim kadar heyecanlıydı.
Bu sadece bir doğum günü değildi; Aybars’ın hayal dünyasını gerçeğe dönüştürdüğümüz, onun kalbinin mutlulukla dolacağı o özel gündü. Ve ben, her detay yerli yerinde olsun diye sabırsızlanıyordum çünkü oğlumun kahkahaları dünyalara bedeldi.
Susam Sokağı sadece Aybars’ın değil, aslında hepimizin çocukluğunun tatlı bir parçasıydı. O yüzden sadece Aybars için değil, kendimiz için de heyecanlanıyorduk. Sanki yıllar sonra çocukluğumuza dönmüş gibiydik; balon şişirirken, pankart asarken herkesin yüzünde aynı heyecan vardı. İlteriş elinde dev bir Elmo figürüyle uğraşırken Burak arka planda Edi ve Büdü’nün ses taklitlerini yapıyordu. Ama en heyecanlımız Umay’dı. Partiye gelemeyeceği için sürekli mesaj atıyordu ve her seferinde daha fazla heyecanlanıyordu. Telefonum susmak bilmiyordu.
Umay: Aşkım Elmo geldi mi? Aybars çok sever Elmo'yu! 🙈
Ben: Elmo az önce geldi, provalarını yapıyor. 😂
Umay: Ayy Allah'ım delireceğim burda! Fotoğraf çek çabuk!
Ben: 
Umay: Ya ben orada olmalıyım! Küçük kurdum çıldıracak! 🥹
Ben: Sen de çıldırıyorsun ama farkında mısın? 😂
Umay: Altay, cidden kalbim yerinden çıkacak! Pastayı gördün mü? 🫣
Ben: Gördüm aşkım, üç katlı dev pasta. Kurabiye Canavarı pastanın üstüne kurulmuş. 🎂
Umay: Of of of, oğlum çok şanslı! 💙
Ben: Benim oğlum şanslı, çünkü sen varsın. ❤️
Umay: Tamam, tamam, romantiklik yapma şimdi. Kuklaların provasını çek! 😅
Gülerek telefonumu cebime koydum. Umay’ın heyecanı o kadar tatlıydı ki, orada olmamasına rağmen kalbinin bizimle attığını hissedebiliyordum. Onun bu mutluluğu bana da güç veriyordu. Dışarıdan bakan biri, koca adamların çocuk gibi kuklalarla oynayıp kahkahalar atmasına şaşırabilirdi ama biz o gün, içimizdeki çocuklarla Aybars’ın dünyasında kaybolmuştuk.
Parti sadece Aybars için değil, bütün çocuklar için unutulmaz bir anıya dönüşecekti. Karargahtaki arkadaşlarımızın çocukları, apartmandaki komşu çocukları derken, mekân şimdiden neşeyle dolmaya başlamıştı. Elbette Aybars’ın en sevdiği arkadaşı, Halil Komutan’ın oğlu Atilla da gelecekti. Atilla, 5. sınıfa gidiyordu ama yaşı fark etmeksizin Aybars’a karşı tarifsiz bir sevgi besliyordu. Aybars onu gördüğünde çığlık çığlığa sevinir, peşinden ayrılmazdı. Atilla da Aybars’ı kucağında taşır, oyunlar oynar, adeta küçük kardeşi gibi korurdu onu. Ne zaman bir araya gelseler, aralarındaki yaş farkı tamamen silinir, Atilla Aybars’ın gözünde süper kahramana dönüşürdü.
Atilla’nın partiye geleceğini öğrendiğinde Aybars kıkır kıkır gülüp alkış yapmıştı. “Atti gelicekk!” diye sevinçle bağırması hepimizi kahkahalara boğmuştu. Halil Komutan her ne kadar ciddi biri olsa da oğlunun Aybars’a olan sevgisi onu da yumuşatırdı. "Bu ufaklıklar birbirine ne kadar bağlandı," derken gözlerinde sevgi olurdu. Biz ise buna bayılıyorduk. Çünkü Aybars’ın Atilla gibi bir abisi, Atilla’nın ise Aybars gibi sevimli bir kardeşi olması, ailemizi daha da büyütüyordu.
Partide onları izlemek en büyük eğlencemiz olacaktı. Atilla, Aybars’ın elinden tutup Susam Sokağı kuklalarıyla tanışmasını sağlarken, Aybars mutluluktan delirecekti. Belki de en çok onların kahkahası yankılanacaktı salonda işte o zaman hepimiz çocuk gibi gülecektik. Çünkü dostluk sadece yaşla değil, kalple ölçülürdü. Ve Aybars ile Atilla’nın kalpleri, sanki yıllardır tanışıyormuş gibi sımsıkı bağlıydı.
İşler yavaş yavaş tamamlanırken, süslemeler yerli yerine oturmuş, Susam Sokağı karakterleri köşelerinde bekliyordu. Parti salonu rengârenk balonlarla, afişlerle tam bir çocuk cennetine dönüşmüştü. Umay ve Yaseminka, Aybars'ı da giydirip gelecekti. Oğluşumun minik takım elbisesiyle geleceğini bilmek bile beni gülümsetiyordu. Biz hazırlıkları tamamlarken, timle ayaküstü lafa daldık.
‘’Abi, her şeyi geçtim de... Kurabiye Canavarı gerçekten gelecek mi ya? Vallahi ben bile heyecanlandım. Çocukluğumuz geri geldi.’’ Dedi Burak gülerek.
‘’Kurabiye Canavarı değil de ben Elmo'yu bekliyorum. Küçükken onun gibi kırmızı bir peluşum vardı, adını da Elmo koymuştum.’’ Dedi Ulaş neşeli sesiyle.
‘’Ulan, biz ne ara bu kadar yaşlandık da çocukluk karakterlerimizi partilere çağırıyoruz?’’ İlteriş yaşlandığına inanmıyordu.
‘’Yaşlandık mı, babalık yaptık desek daha doğru olur. Aybars için ne gerekiyorsa yaparım. Bugünü hatırlayamayacak belki ama fotoğraflara bakınca bile mutlu olacak.’’ Dedim kahkaha atarak.
‘’Bu arada Halil Komutan ne zaman gelir? Atilla’sız başlarsak Aybars küser bak, ona göre.’’ Dedi Mustafa Kemal panikle.
‘’Halil komutan aradı az önce, yoldalarmış. Atilla hediye seçemediği için iki saat mağazada kalmışlar.’’ Dedi Yavuz sırıtarak.
‘’Haydaaa, küçük adam da seçiciymiş!’’ dedi Kerim gülerken
‘’Atilla ne alırsa alsın, Aybars onu görünce zaten havalara uçar. Geçen gün oyuncak tren getirdi diye Aybars resmen evin içinde düğün yaptı.’’ Dedim keyifle.
Tam o sırada kapıdan bir mesaj geldi. Umay’dan “Geliyoruz 🩵”. Kalbim hızlandı. Birazdan hayatımın en güzel iki hediyesi kapıdan içeri girecekti. Tim de fark etmişti yüzümdeki heyecanı.
‘’Hayırdır, yine kalbin mi durdu?’’ dedi İlteriş sırıtarak.
‘’Umay geliyor... Ve küçük kurtum.’’ Dedim sırıtarak.
O an herkes sustu. Gözler kapıya çevrildi. Benimse içim, oğlumun o minicik takım elbisesiyle içeri girdiği an nasıl parçalanacağını düşünüyordu.
Kapı açıldığında tüm salonun içi neşeyle doldu sanki. Umay kucağında Aybars’la içeri girdiğinde herkes bir an durup baktı. Küçük kurdum, üzerinde minik bir spor takım elbisesiyle büyümüş de küçülmüş gibi duruyordu. Ceketi hafif bol gelmiş, pantolonu tam oturmuştu. Ayakkabılarının parlaklığı göz kamaştırıyordu. Kravatı biraz yamulmuştu ama o haliyle bile tam bir beyefendi gibiydi.
Tim, Aybars’ı görünce hemen ayağa fırladı. Gözlerini kocaman açıp eliyle onu işaret etti. "Bu ne karizma küçük adam? O ne takım öyle! Vallahi ben bile bu kadar şık olmadım hiç," diye bağırınca tüm salon kahkahaya boğuldu. Burak, hemen diz çöküp Aybars’a selam verdi, "Prensimiz teşrif etmiş!" diyerek eğilince oğlum ne olduğunu anlamadan kıkırdamaya başladı.
Oğlumu kucağıma aldım, minik elleriyle hemen beyaz gömleğimi çekiştirmeye başladı. Kollarını boynuma doladı, saçlarımı okşar gibi minik parmaklarıyla oynadı. Yanaklarını sıktım hafifçe, burun buruna geldik. "Çok yakışıklı olmuşsun küçük kurt!" dedim, gururla.
Umay, kapının kenarında durmuş, bu sahneyi izliyordu. Gözleri dolu doluydu ama mutluluktan parlıyordu. Yaseminka elini Umay’ın koluna doladı, "Bak bak, şu tabloya bak," diye fısıldadı.
Aybars, kravatını çekiştirip bana doğru eğildi. "Baba... kuğabiyee?" diye fısıldadı tatlı sesiyle. O an kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Gözlerimi kapatıp gülümseyerek başımı salladım.
"Tamam küçük kurt, önce pastanı üfle, sonra ne istersen," dedim ve onu başımın üzerinde kaldırıp havaya zıplattım. O kahkahalarla gülerken, hayatımda daha güzel bir an olamayacağını düşündüm. Bu anı hiç unutmamalıydım. Sonsuza kadar kalbime kazınmalıydı.
Fotoğrafçı kibarca yaklaşıp, "Efendim, çocuklar kalabalıklaşmadan birkaç aile resmi alabilir miyiz?" diye sorunca hemen kabul ettim. “Tabii ki, hadi bakalım, küçük kurt!” dedim gülümseyerek. Umay yanımda durdu, Aybars’ı tam aramıza aldım. Oğlum minicik elleriyle kravatını tutuyor, kameraya kocaman bir gülücük atıyordu. Umay’ın eli sırtımdaydı, ben ise Aybars’ın omuzlarını sıkıca sarıyordum. Fotoğrafçının, "Harika! Bir de buraya bakar mısınız?" demesiyle başımızı çevirip tekrar gülümsedik.
Sonra tim de yanımıza geldi. Yaseminka hemen Umay’ın yanına geçti, ilteriş de arkamıza dikilip kocaman sırıttı. Burak, Aybars’ı kucağıma alıp kafasını yana yasladı, Mustafa Kemal tam bir abi edasıyla Aybars’ın minik ayakkabılarını düzeltti. Herkesin gözleri mutlulukla parlıyordu. Fotoğrafçı deklanşöre basarken içimde tarifi imkânsız bir huzur vardı.
“Bir tane daha çekelim mi?” dedi fotoğrafçı.
Bu sefer daha rahat poz verdik. Aybars ellerini havaya kaldırıp “Vırak!” diye bağırdı, herkes kahkahalara boğuldu. Fotoğrafçı bile gülerken çekim yapıyordu.
O an fark ettim ki, Aybars’a verebileceğim en güzel doğum günü hediyesi zaten elimdeydi. Ailem, dostlarım ve kahkahalarla dolu bir salon. Birlikte çekilen her fotoğraf, hayatımın en kıymetli anlarından birine dönüşüyordu.
Umay ve Yaseminka, Aybars’ı ortalarına alıp tatlı tatlı gülümseyerek ellerini minik başına koydular. Umay, nazar ayetlerini okurken Yaseminka içten dualarla eşlik ediyordu. Küçük kurt, gözlerini kocaman açmış, annesine hayran hayran bakıyordu. O sırada Ulaş, hiç beklenmedik bir ciddiyetle elini Aybars’ın sırtına koyup gözlerini kapattı. Sesi tane tane, huzur doluydu.
Üç Felak, üç Nas, bir Elham okudu ve sonrasında derin bir nefes alıp Aybars’a doğru üfledi.
O minik ellerini göğsüne koyup gözlerini sıkıca kapattı, sonra da kahkaha atarak, “Amiinn!” dedi. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu, başını sağa sola sallayıp sevinçle alkışladı.
Timden herkes bu sevimli anı izleyip gülüyordu. Burak, gözlerini silip, “Abi bu çocuk melek resmen ya,” derken, İlteriş sessizce başını sallıyordu. Umay ise oğlunu sıkıca kucaklayıp saçlarının arasına öpücük kondurdu.
“Allah hepimizi kötü gözlerden korusun,” dedi Umay sessizce.
Ben de başımı sallayıp oğlumun burnunu sevgiyle sıktım. “Korur aşkım, biz bir aradayken her şey güzel olur,” dedim içtenlikle.
Aybars tekrar ellerini havaya kaldırıp, “Amiiinn!” diye bağırınca herkes kahkahaya boğuldu. Küçük kurt neşesiyle yine salonu aydınlatmıştı.
Halil komutan kapıda belirdiğinde, yanında Meltem yenge ve kocaman gülümsemesiyle Atilla vardı. Atilla, elinde minik bir hediye paketiyle koşturup içeri daldı. Aybars onu görür görmez gözleri ışıldadı, minik kollarını havaya kaldırıp heyecanla “Atiyyaa!” diye bağırdı.
Atilla kahkaha atarak yanına çömeldi, Aybars kucaklamak ister gibi ona doğru seğirtip dengesini kaybedince, Atilla refleksle onu yakalayıp sımsıkı sarıldı.
“Paşam benim, doğum günün kutlu olsun!” dedi başını Aybars’ın başına dayayarak. Aybars, çocuksu neşesiyle kıkır kıkır güldü, sonra parmağıyla hediye paketini gösterip, “Bu ne?” diye sordu merakla.
Halil komutan, Umay’a sarıldı, bana tokalaşmak yerine sımsıkı bir asker gibi sarıldı. “Maşallah delikanlıya,” dedi gözleri dolarak. “Allah uzun ömür versin.”
Meltem yenge Aybars’ın saçlarını sevip yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. “Bu da benden küçük prens!” deyip cebinden minik bir nazar boncuğu çıkardı ve Aybars’ın yakasına taktı.
Aybars, boncuğa parmağıyla dokunup, sonra Atilla’nın elindeki pakete geri döndü. “Aç!” dedi emredici bir tonla, herkes gülmeye başladı.
“Abi senin oğlan komutan olacak belli,” dedi Ulaş sırıtarak. “Sesi bile tok çıkıyor!”
Atilla kutuyu açıp içinden minik, ışıklı bir futbol topu çıkardı. Aybars topu görünce gözleri parladı, hemen avuçlamaya çalıştı.
“Gölge maç yaparız, ne dersin küçük kurt?” dedi Atilla kaşlarını kaldırarak.
Aybars topa sarılıp “Goool!” diye bağırınca salon kahkahaya boğuldu. Tim’den herkes bu anı telefonlarıyla çekmeye başladı.
Benim küçük kurtum büyüyordu ve etrafı sevgiyle, neşeyle dolduruyordu.
Aybars, topu kucaklayıp heyecanla zıplamaya kalkınca dengesi bozuldu. O an reflekslerim devreye girdi, hızla arkasından tuttum. Minik bedeni avuçlarımın arasında güvendeydi.
“Hop, küçük kurt! Nereye gidiyorsun?” dedim gülerek, onu kucağıma çekerken. Aybars bana bakıp kıkırdadı, sanki düşeceğini bile umursamamıştı. Küçücük elleriyle yüzümü tuttu, gözlerimin içine bakarak “Baba, top!” dedi.
Atilla hemen toparlandı, “Ben tutarım topu! Sen düşme yeter ki paşam!” dedi kahraman edasıyla.
Halil komutan başını sallayıp gülümsedi. “Reflekslerine maşallah, Altay. Sen de artık tam zamanlı baba moduna geçmişsin,” dedi.
Umay ise elini kalbine koymuş, bir anlık korkunun etkisiyle derin nefes alıyordu. “Allah korusun, Altay. Benim kalbim dayanmıyor böyle anlara,” dedi titrek sesiyle.
Göz kırptım ona. “Ben buradayım hayatım, küçük kurdu sana zarar gelmeden tutarım,” dedim kollarımı sıkıca sararak. Aybars başını göğsüme yasladı, minik nefesi kalbime işliyordu.
Atilla tekrar topu uzatınca Aybars hemen ellerini uzattı. Ama bu kez yere bırakmadım. “Yok, küçük kurt. Önce kucakta gol at!” deyip onu havaya kaldırdım.
Aybars iki kolunu açıp “Goool!” diye bağırınca herkes yine kahkahalara boğuldu. O an bir kez daha anladım ki, onları korumak için her zaman tetikte olacaktım. Ne pahasına olursa olsun...
Burak topu kapıp “Haydi bakalım, küçük beyler! Gerçek maç şimdi başlıyor!” diye bağırınca, ortam bir anda stadyuma dönüştü. Atilla hemen savunma pozisyonu aldı, Aybars ise minicik bacaklarıyla koşmaya çalışıyordu.
Kemal hemen kolları sıvayıp oyuna daldı. “Ben gol kralı olurum bak, haberiniz olsun!” dedi gülerek. Ilteriş de kenardan bağırdı: “Sen gol kralı olursun da benim aslanım Atilla geçirmez o topları!”
Aybars’ın topa her vuruşunda yere düşmemesi için peşinden koştum, ama o kadar mutlu görünüyordu ki yorulmak bile keyifliydi. “Baba, şut!” diye bağırıp topa minicik ayağıyla vurunca hepimiz tezahürat yapar gibi alkışladık.
Burak, kaleye geçmiş gibi ellerini açıp savunma yapıyordu çocukların boyuna erişebilmek için diz çökmüştü ama Atilla hızlıca topu kaptı. “Paşa, senin pasına ihtiyacım var!” dedi Aybars’a göz kırparak. Aybars ne dediğini anlamasa bile kahkaha atarak topa doğru koştu.
Tim, Burak’a omuz atmaya çalışırken düşüp gülerken kıvranıyordu. “Bu kadar ciddiye alıyorsun yani?” dedi yere yatıp kahkahalarla. Burak kalkıp başını salladı. “Futbol candır kardeşim, ben ciddiye almaz mıyım?”
O sırada Halil komutan kahvesini yudumlarken bizi izliyordu. Umay ve Yaseminka ise kenardan tezahürat yapıyordu. “Haydi benim küçük kurt! Babana gol at!” diye bağırınca Aybars, topa gelişine vurdu ve... Top Burak’ın suratına çarpıp yere düştü!
Burak, şakacıktan yere kapaklanınca Aybars ellerini havaya kaldırıp “Goooool!” diye bağırdı. Hepimiz kahkaha krizine girdik, Burak bile gözlerinden yaş gelene kadar güldü.
En son yorulup yere yayıldık, Aybars kucağıma tırmandı. Nefes nefese kalmıştık ama içimizde tarifsiz bir mutluluk vardı. Umay yanıma gelip saçlarımı karıştırarak “Çok yoruldunuz, değil mi?” dedi tatlı tatlı.
“Ama değdi,” dedim oğluma sıkıca sarılarak. “Bu maçın kazananı belli: Ailemiz.”
Aybars, minicik elleriyle Burak’ın yüzüne dokundu, gözleri kocaman açılmıştı. "Uf oldu," dedi sesi titreyerek. Gözlerindeki masumiyet öyle büyüktü ki hepimizin kalbi eridi. Burak hemen toparlanıp sırtını dikleştirdi, yüzünde muzip bir gülümsemeyle:
"Yok yok paşam, sen ne yaptın? Gol kralı oldun sen! Uf falan yok, bana şans getirdin sen!" dedi, Aybars'ı kucağına alıp başının üstüne kaldırarak.
Aybars, yine kahkahalarla güldü ama yine de minik parmağıyla Burak’ın yanağını okşadı. "Burak... öp!" dedi ciddi ciddi, sonra eğilip Burak’ın yanağını öptü.
Hepimiz bir anda koptuk, kahkahalar havada uçuştu. Burak gözyaşlarını silerken, "Bu velet beni yumuşak lokma yaptı!" diye bağırdı, ama sesi titriyordu.
İlteriş sırtına hafifçe vurdu. "Aşk olsun Burak, küçük kurt sana jest yaptı işte!" dedi gülerek.
Umay kenardan elini kalbine koymuş, gözleri dolmuş izliyordu. "Oğlum ne kadar merhametli, Allah'ım sen hep böyle kal yavrum," diye fısıldadı.
Ben ise kollarımı açıp Aybars'ı Burak'tan aldım, sımsıkı sarıldım ona. "Küçük kurtum büyümüş de amcalarına şifa dağıtıyor ha?" dedim, burnunu öperek.
Aybars gülümseyip yine "Vırak goool!" diye bağırdı. Artık bu evde futbolun adı bile değişmişti: Vırakball başlamıştı bile!
Salon yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladı. Çocuk kahkahaları havada uçuşurken, anne babalar sarılıp hal hatır sormaya koyuldu. Eren’in kapıyı açmasıyla içeriye peş peşe giren aileler hediyelerle dolup taşmıştı. Kutular, çantalar, parlak paketler masanın üstünde birikiyordu. Aybars’ın gözleri, rengarenk paketleri görünce daha da parladı, ama kucağımdan inmeye hiç niyeti yoktu. Küçük elleriyle kravatımı tutup başını omzuma yasladı.
Meltem yenge, Umay’a sarıldı sımsıkı:
"Maşallah, ay gibi parlıyorsun Umay," dedi gülümseyerek. Umay hafif utangaç bir şekilde teşekkür etti.
Halil komutan yanıma gelip sırtıma vurdu:
"Bu nasıl organizasyon Altay, düğün salonu gibi yapmışsınız burayı," dedi gülerek.
“Komutanım, küçük kurdun ilk yaşı kolay mı? Çocuk bir yılda dev adam oldu, partisi de ona layık olmalı!” dedim gülümseyerek.
Köşede çocuklar oyuncaklara koşarken, babalar arasında eski görev anıları anlatılmaya başlandı bile. Kerim, kahvesinden bir yudum alıp uzaklara dalarak:
"Şırnak’ta o geceyi hatırlıyor musun Altay abi? Sisin içinde yolu kaybetmiştik..." dedi.
İç çekip gülümsedim. "Hatırlamam mı Kerim, sis değil de sanki pamuk bulutların arasında operasyon yapıyorduk."
Burak hemen araya girip kahkahayla ekledi:
"O sis olmasa siz mayına basacaktınız, ben size köprü kurana kadar neler çekmiştim!"
Kemal ise çaktırmadan duygusal bir tonla:
"İyi ki geldiniz be, hepimiz hayattayız. İşte buradayız, bu küçücük adamın ilk doğum gününü kutluyoruz," dedi.
O anda Umay, tatlı tatlı gülümseyerek araya girdi:
"Çay koydum, masaya geçelim mi? Hem hediyeleri de açarız!"
Aybars, o tatlı sesini çıkarıp “Hediyee!” diye bağırınca herkes güldü. Bu kutlamada sadece doğum günü değil, koskoca bir ailenin birbirine kavuşması vardı.
Aybars heyecandan yerinde duramıyordu. Küçük elleriyle parlak paketlere uzanıyor, ama kocaman fiyonkları çözmekte zorlanıyordu. Atilla hemen yanına çöküp, "Gel ben yardım edeyim sana küçük kurt!" dedi sevgiyle. Aybars hemen “Abi!” diyerek sevindi ve yanına tırmandı.
İlk paketi açarken gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kutudan devasa peluş bir kurabiye canavarı çıktı. Aybars sevinçle sarıldı oyuncağa, sanki yıllardır aradığı dostunu bulmuş gibi.
“Bu benden,” dedi Burak gururla. “Yeğenim tam bir Susam Sokağı delisi!”
Aybars oyuncağı bırakmadan ikinci paketi çekiştirdi. Atilla fiyongu çözüp kutuyu açtı, içinden minik bir akülü araba çıktı. Aybars’ın ağzı açık kaldı, heyecandan ne yapacağını şaşırdı.
“Bu bizden,” dedi Meltem yenge gülümseyerek. "Küçük kurt, artık bahçede gezerken yorulmazsın!"
Aybars, arabalı kutuya sarılırken araya Umay girdi:
"Aşkım, arabayı sabah bahçede sürersiniz, şimdilik diğer hediyelere bakalım olur mu?"
Aybars başını salladı, gözlerini hediyelerden alamıyordu. Atilla kutuları ona doğru çekiyor, “Bu küçük olanı da açalım mı?” diyordu. Küçük kutunun içinden, Aybars’ın adıyla işlenmiş minik bir Galatasaray forması çıktı. Arkasında kocaman "Aybars 10" yazıyordu.
"Bu da benden," dedi Halil komutan gururla. “Sen bizim yeni nesil kaptanımız olacaksın!”
Aybars, babasına dönüp formayı gösterdi, “Baba, top top!” diye bağırdı sevinçle. Gözlerim doldu, gülümseyerek saçlarını karıştırdım:
"Sen bizim minik yıldızımızsın oğlum."
Son paketi açarken, Aybars biraz yorulmuştu ama sabırla uğraşıyordu. Kutunun içinden bir hikâye kitabı çıktı kapağında “Baba ve Küçük Kurt” yazıyordu.
“Bu da bizden,” dedi ilteriş ve yaseminka aynı anda. "Her gece baban sana masal okurken bunu okuyun istedik."
Umay kitabı eline alıp duygulanarak sayfalarını karıştırdı. “Bu çok özel,” dedi gözleri dolarken. “Teşekkür ederiz...”
Aybars kitapla oynamaya çalışırken herkes kahkahalar atıyordu. Onca hediye, onca neşe... Ama en güzel armağan, hep beraber olabilmekti.
Salonun bir köşesine kurulmuş sahne, renkli balonlar ve parlak süslerle adeta masalsı bir diyara dönüşmüştü. Küçük sandalyeler sıralanmış, tüm çocuklar heyecanla yerlerine yerleşmişti. Aybars, en önde, kocaman gözleriyle sahneyi izliyor, minik elleriyle dizlerine vuruyordu. Atilla yanına oturmuş, koruyucu bir abi edasıyla onunla sohbet ederken diğer çocuklar da kahkahalarla gülüşüyorlardı.
Derken ışıklar biraz kısıldı, minik spotlar sahneye çevrildi. Yumuşak bir müzik çaldı ve ilk olarak sahneye Edi ve Büdü çıktı. Çocuklar çığlık çığlığa alkışlamaya başladılar. Aybars heyecandan sandalyesinde zıplıyor, Umay onun arkasında durup gülerek oğlunu izliyordu.
Büdü, kocaman gözlerini açıp çocuklara selam verdi:
"Merhaba çocuklaaaar!"
Tüm salon hep bir ağızdan:
"Merhaba!" diye bağırdı.
Kurabiye Canavarı sahneye fırlayınca Aybars yerinde duramayıp ayağa kalktı, minik ellerini uzatarak:
"Kuğabiyeee!" diye sevinçle bağırdı. Kemal gözleri dolarak bunu izliyor, Burak ise sessizce videoya çekiyordu.
Kurabiye Canavarı kuklası, sahnede dolaşırken komik şarkısını söyledi, çocuklar katıla katıla güldüler. Her kukla sahneye çıktıkça coşku artıyordu. Tüylü geldiğinde, kukla seyirciye selam verirken Aybars el salladı:
"Tüüüüüü!"
Elmo’nun tatlı sesiyle sahneye atlamasıyla tüm çocuklar sandalyesinden kalktı, Elmo’nun zıplayarak şarkı söylemesiyle hep birlikte dans etmeye başladılar. Aybars dans ederken, Atilla onu ellerinden tutup döndürüyordu.
Umay yanıma sokuldu, sesi titriyordu:
"Altay, oğlumuz ne kadar mutlu... Bu anı ömrüm boyunca unutmayacağım."
Gözlerim doldu ama neşeyle gülümsedim, başımı Umay’ın başına yasladım:
"Bu anları görmek için kaç fırtınadan geçtik... Ama işte buradayız."
Gösteri devam ederken çocukların kahkahaları salonda yankılanıyordu. Kurabiye Canavarı, çocukların arasına gelip "Kurabiyeee var mııı?" diye sorunca, Burak cebinden kurabiye çıkarıp kuklaya uzattı. O anda herkes kahkahalara boğuldu.
Gösteri bittiğinde tüm çocuklar mutluluktan yorgun düşmüş, Aybars kucağıma koşup sarılmıştı. Minik kalbi hızla atıyordu, gözleri parlıyordu. Onu sımsıkı sardım, o da başını omzuma yasladı:
"Baba... Elmo sevdiii..."
"Baban seni daha çok sevdi küçük kurt," diye fısıldadım.
O gün, sadece Aybars’ın değil, hepimizin çocukluğuna dokunan bir gündü…
Doğum günü şarkısı çalmaya başladığında tüm salon neşeyle coştu. Çocukların cıvıl cıvıl sesleri, ailelerin alkışları arasında ben de oğlumu kucağıma aldım, Umay’ın elini sımsıkı tuttum. Onun elleri sıcacıktı, ama kalbimin sıcağı yanında sönük kalırdı. Umay’ın gözleri parlıyordu, sevgiyle bana bakıyordu, ama gözleri en çok Aybars’ta takılı kalıyordu. Hepimiz o anın büyüsüne kapılmıştık. Yavaş adımlarla, sanki zamanı durdurmak istercesine pastanın olduğu masaya doğru ilerledik.
Aybars kucağımda heyecanla kıpırdanıyor, kollarını uzatarak pastayı işaret ediyordu. Susam Sokağı temalı pasta, tıpkı oğlumun hayal dünyası gibi rengarenkti. Üzerinde kocaman bir "1" rakamı vardı ve her katı ayrı bir karakterle süslenmişti: Kurabiye Canavarı, Elmo, Edi ve Büdü... Aybars pastayı görünce kıkırdayarak alkışlamaya başladı, minik elleri havada çırpınıyordu.
“Paaataaa!” diye sevinçle bağırdı. Hepimiz kahkahalarla güldük.
Burak hemen arkamızda, her zamanki muzur haliyle eğildi Aybars’a:
“Dilek tut küçük kurt, hadi üfle bakalım!”
Aybars, minicik dudaklarını büzdü, ciğerlerini doldurabildiğince doldurup:
“Vıraaakkk!” diye bağırarak mumu üflemeye çalıştı. Ama tabii ki başarılı olamadı, mum ışığı hafifçe titreyip sabit kaldı.
Salon kahkahalarla yankılandı, herkes alkışlıyor, Aybars’ın bu tatlı çabasına hayran hayran bakıyordu. Umay ise gözleri dolu dolu, mutlulukla gülüyordu. O an tüm dünyası o pastanın başında duran oğlumuzdu.
Yeniden denedi Aybars, yine başaramayınca başını hızla bana çevirdi:
“Baaabbbaaaa!” dedi tatlı tatlı.
Dayanamadım, gülerek Umay’a döndüm:
“Gel hayatım, küçük kurda yardım edelim!”
Üçümüz birlikte pastaya eğildik. Aybars heyecanla ellerini bize uzattı, sanki o da katkıda bulunmak istiyordu. Umay gözlerini kapatıp fısıldadı:
“Allah’ım, oğlumuzun ömrü uzun, sağlığı hep yerinde olsun...”
Ben de içimden, “Oğlum hep gülsün, kalbine hiçbir kötülük değmesin...” diye diledim.
Ve hep birlikte mumu üfledik. Küçücük alev sönüp giderken,
Küçük alevin sönüşü sanki içimde kocaman bir ışık yakmıştı. O an, Aybars’ın kahkahasıyla aydınlandı dünyam. Mumun sönmesiyle beraber salon alkışlarla patladı. Çocuklar sevinç çığlıkları atıyor, Burak ve Mustafa Kemal ıslık çalıyordu. Atilla yerinde duramıyor, Aybars’ın yanına gelip onu sarıp sarmalıyordu.
Aybars, başardığını sanıp sevinçle ellerini havaya kaldırdı:
"Baabaa bitti!" dedi, gözleri parlayarak.
Ben onu havaya kaldırıp kocaman öptüm:
“Bitti oğlum, sen başardın küçük kurt!”
Umay’ın gözleri dolmuştu, elini dudaklarına götürüp bizi izliyordu. Yavaşça yanına gidip Aybars’ı ona verdim, sarıldı sımsıkı. Umay, başını oğlumuzun minik omzuna dayayıp derin bir nefes aldı:
“İyi ki doğdun, canımın içi...” diye fısıldadı.
Ben de yanlarına çömeldim, onları izleyip iç çekerek gülümsedim:
“İyi ki geldin oğlum... Bize umut getirdin.”
O sırada Burak ellerini çırparak araya atladı:
“Pastayı kesmezsek iyi ki doğdun kısmı havada kalacak beyler!” dedi, göz kırparak.
Etrafıma baktım, herkesin yüzü gülüyordu. Halil Komutan Meltem yengeyle birlikte kenarda bizi izliyor, İlteriş Yaseminka’ya sarılmış sırıtarak bakıyordu. Ulaş, çocuklarla yer kapmaca oynuyor, Kerim, Onur, Yavuz ise masada ne var ne yok gözden geçiriyordu.
Pastanın etrafında toplandık, Aybars bıçağı tutmak için parmaklarını açtı. Ben elimden tutup yardım ettim, Umay da diğer elini tutarak üçümüz beraber ilk dilimi kestik. Pastanın içinden rengarenk katlar çıkınca Aybars sevinç çığlığı attı:
“Vaayyyyy!”
Hepimiz kahkahaya boğulduk. Umay başını omzuma yasladı, gözleriyle bana teşekkür eder gibiydi. O an, o salonda, o anının içinde dünyanın en mutlu adamı bendim. Çünkü hayatımın en değerli iki mucizesi yanımdaydı... Ve ailem tamamdı.
Pastayı kesip servis ettiğimizde Edi ile Büdü sahneye çıkıp şarkı söylemeye başladılar. Çocuklar hemen sandalyelerinden fırlayıp sahnenin önüne koştular. Aybars ise pastasının tadına bile bakmadan ellerini çırparak ayağa kalktı. Küçük elleriyle sandalyeye tutunup denge sağladı ve sevimli adımlarıyla sahneye doğru yürümeye başladı.
Atilla hemen peşinden gidip Aybars’ın elini tuttu, ikisi beraber Edi ile Büdü’nün komik dansını taklit etmeye başladılar. Aybars dans ederken kahkahalarla gülüyor, Büdü her yanlış hareket yaptığında minik yumruğunu havaya kaldırıp tatlı tatlı kızıyordu:
"Haaayır Büdüü!”
Tim ellerini beline koyup hayran hayran izliyordu:
"Abi bu çocuk doğuştan komedyen ya, baksanıza ne tatlı tepki veriyor!”
Umay yanımda gözleri yaşararak izliyordu, başını omzuma yasladı:
"Onu bu kadar mutlu görmek... Altay, gerçekten rüya gibi.”
Ben de kollarımı Umay’ın omuzlarına doladım, içim sıcacık olmuştu:
“Bu daha ne ki... Daha kaç doğum günü kutlayacağız. Aybars büyüyecek, her yıl daha çok gülecek, daha çok seveceğiz onu...”
O sırada Edi Aybars’a doğru eğilip eliyle kalp yaptı. Aybars ise kocaman gülümseyip elleriyle minik bir kalp yaptı ve herkes alkışlamaya başladı.
Burak o anı kaçırmayıp hemen telefonuna sarıldı:
“Bu videoyu büyüyünce izleyip bize kızacak, eminim!” dedi kahkahalarla.
Biz pastaları bitirip çaylarımızı yudumlarken çocuklar dans etmeye, kahkahalar atmaya devam etti. Aybars’ın neşesi tüm salona yayılmıştı. Sanki sadece onun kahkahası bile tüm odayı ısıtmaya yetiyordu... Ve biz o kahkahanın peşinden sonsuza kadar gitmeye razıydık.
Günün ilerleyen saatlerinde Susam Sokağı ekibi toparlanıp vedalaşmaya hazırlanırken Aybars’ın yüzü asıldı. Kurabiye Canavarı sahneden inerken Aybars kollarını açıp ona doğru koştu. Küçük elleriyle bacaklarına sarıldı ve titrek sesiyle, gözlerinden yaşlar süzülerek yalvarmaya başladı:
“Gitmeyin... Edi... Büdü... Gitmeyin!”
O an içim parçalandı. Umay hemen Aybars’a yaklaşmak için hamle yaptı ama Kurabiye Canavarı diz çöküp minik kurabiyelerden birini cebinden çıkararak Aybars’a uzattı. Devasa mavi tüylü elleriyle nazikçe Aybars’ın başını okşadı.
“Üzülme, Aybars! Biz hep buradayız... Annenin telefonunda bizi izleyebilirsin!” dedi tatlı sesiyle.
Aybars bir an durdu, kafasını yana eğip düşünür gibi yaptı. Sonra Umay'ın cebinden telefonunu çıkarıp ekrana dokunmaya çalıştı. Bu tatlı sahne herkesi güldürmüştü ama Aybars hala gözyaşlarını silmeye çalışıyordu.
Ben eğilip Aybars’ı kucağıma aldım, başını göğsüme yasladım ve saçlarını okşadım.
“Onlar hep senin arkadaşların olacak, küçük kurt. Dilediğin zaman izleyebilirsin, söz veriyorum.” dedim yumuşak sesimle.
Ekip tek tek Aybars’ı sevip vedalaşırken Umay gözleri dolu dolu, gülümseyerek onları uğurladı. Onlara ne kadar teşekkür etsek azdı. Çocukluğumuzu, neşemizi, en masum yanlarımızı bize geri getirmişlerdi. Kapıyı kapattığımızda Aybars hala kurabiyesini tutuyor, gözlerini silip silip Kurabiye Canavarı'nın ardından bakıyordu. Onu sakinleştirmek için Umay ve ben yere oturup kucağımıza aldık, hep birlikte sarılıp kalana kadar Aybars'ı sevip öptük.
Ve o an anladım... Mutluluğumuz bir çocuğun kahkahasında saklıydı, o kahkahayı korumak ise bizim en büyük görevimizdi.
Aybars’ın gözyaşları daha tam kurumadan, kapıda beliren Atilla’yı görünce yüzünde güneş gibi bir gülümseme açtı. Küçük elleriyle gözlerini silip anında ayağa kalktı ve sevinçle bağırdı:
“Atiiiii!”
Minik bacaklarıyla hızla Atilla’nın peşinden koşmaya başladı. Oğluşumun hüznü bir anda dağılmış, en sevdiği abisini görünce dünyalar onun olmuştu. Koşarken cebindeki kurabiyeyi hatırlayıp duraksadı, kurabiyeyi çıkarıp parmaklarıyla sıkı sıkı tuttu ve Atilla’nın yanına gidince kocaman gülümseyerek eline uzattı.
“Kurabiyee! Yiy Atilla!” dedi, heyecanla gözlerinin içine bakarak.
Atilla, Aybars’ın minik elinden kurabiyeyi alıp onu başından öptü.
“Beraber yiyelim, küçük kurt!” dedi sıcacık sesiyle.
Sonra ikisi de halının üzerine oturup kurabiyeyi yarıya böldüler. Aybars kurabiyenin bir parçasını mutlu mutlu yerken, diğer elini Atilla’nın koluna doladı. Sanki biraz önce gözyaşları içinde kalmış çocuk o değildi. Çocukların kalbi böyleydi işte... Kırılır, sarılır, iyileşir ve sevgiyle dolup taşardı.
Ben bu manzarayı izlerken kalbim mutlulukla doldu. Aybars’ın kahkahaları odada yankılanırken, Umay yanıma gelip elimi sıktı. Göz göze geldik, aynı şeyi düşünüyorduk:
Oğlumuz, sevgiyle büyüyen bir çocuktu. Ve dünyada bundan daha güzel bir hediye olamazdı.
Akşam çökerken salonda tatlı bir sessizlik vardı. Misafirler tek tek kalkıp giderken her biriyle sıkıca sarılıp vedalaştık. Her kucaklaşmada biraz daha yorgun, ama bir o kadar da huzurlu hissediyordum. Çünkü bugün, oğlumuzun ilk doğum günüydü ve her anı kalbimize kazınmıştı. Giden çocukların neşesi odada hâlâ yankılanıyor, susam sokağı kuklalarının yerini gerçek dost kahkahaları alıyordu. Geriye sadece bizim tim kalmıştı... Birbirimizi sessizce anlayabilen, aileden öte kardeş olduğumuz koca yürekli adamlar ve onların eşleri.
Umay, Yaseminka ve Meltem yenge mutfağa geçmiş, bardakları toplarken aralarında kahkahalar yükseliyordu. Aybars, artık iyice yorulmuş, Atilla’nın yanında gözleri kapanmak üzereydi ama yine de oyun oynamaktan vazgeçmiyordu. Halil komutan, salonda çayını yudumlarken göz ucuyla Atilla’ya bakıyor, Atilla ise Aybars’a sabırla eşlik ediyordu.
Biz ise timle kanepelere yayılmış, günün yorgunluğunu atarken sessizliği kucaklamıştık. Burak gözleri kapalı bir köşede dinleniyor, ilteriş Yaseminka’ya kaçamak bakışlar atıyor, Mustafa Kemal Atilla’ya gururla gülümsüyordu. Herkes tam, herkes yerli yerindeydi. Hiçbir eksik yoktu...
O an fark ettim ki, mutluluk dediğimiz şey koca anlardan değil, böyle küçücük anların birikimiydi. Oğlumun kahkahası, Umay’ın sıcacık bakışı, timin bitmeyen muhabbeti, Halil komutanın şefkatli sessizliği... Hepimiz, zorlu yolları aşarak bu anı hak etmiştik.
Başımı koltuğa yasladım, içimi kaplayan huzura şükrederek. Bugün, her şey tamdı. Ve tam olduğumuz sürece hiçbir fırtına bizi yıkamazdı.
“Hadi bakalım küçük kurt, ne hediyeler varmış!” dedi Burak, gözleri pırıl pırıl parlayarak. Aybars, ellerini heyecanla çırptı ve minik parmaklarıyla kurdeleye dolandı ama çözmeyi başaramayınca suratını buruşturdu. Tam o anda Atilla devreye girdi, “Dur kardeşim ben açarım,” diyerek kurdeleyi çekip kutuyu açtı. Aybars, kutunun içindeki pelüş kurabiye canavarını görünce sevinçle kıkırdadı ve hemen sarıldı.
Herkes gülerek onları izliyordu. Atilla kutuları Aybars’a doğru kaydırıyor, Aybars da heyecanla kâğıtları yırtıyordu. Umay o anı kaçırmamak için elinde telefon, her kareyi çekiyordu. Bir kutudan mini bir davul çıktı, Aybars tokmağı kavradığı gibi davula vurmaya başladı, salon kahkahalarla çınladı.
“Hediyelerden müzik grubu çıkarıyoruz sanırım,” dedi İlteriş, gülerek.
Aybars’ın dikkatini hemen başka bir kutu çekti. Atilla açmasına yardım edince içinden devasa renkli bloklar çıktı. Küçük kurt heyecanla blokları saçarken, Atilla sabırla topladı ve tekrar yapmasını sağladı. Küçücük odada, kocaman bir mutluluk vardı. Herkes sırayla Aybars’a aldığı hediyeyi anlatıyor, o da her birine tatlı tatlı “baaa” diye karşılık veriyordu.
Burak en sona sakladığı kutuyu getirip “Bu amcandan, ama büyüyünce kullanırsın,” dedi. Kutuyu açınca içinden minik bir asker kıyafeti çıktı. Aybars ne olduğunu anlayamasa da kumaşı elleyip güldü, Burak ise gözlerini silerken “İlk görevinde yanında olacağım küçük kurt,” diye mırıldandı.
O an herkes sustu, ama bakışlarımızda aynı şey vardı: Sevgi, bağlılık ve sonsuz bir umut. Aybars kocaman bir gülümsemeyle bloklarını dizerken, biz o gülümsemeye dünyanın bütün karanlığını feda edebilirdik.
‘’Burak ya oğlum havacı olmak isterse?’’ dedim arkama yaslanıp sırıtarak.
Burak kahkahalarla gülerken koltuğa yaslandı, gözleri yaşarmıştı resmen. “Abi yapma ya, kara kuvvetlerinden çıkıp göklerde süzülen küçük kurt mu olurmuş?” dedi şaka yollu. Aybars o sırada elindeki blokları üst üste dizerken bize aldırmıyordu bile.
İlteriş, kollarını kavuşturup ciddi bir ses tonuyla araya girdi. “Denizci olsa fena mı olur? Donanma disiplini sağlamdır. Hem bizim küçük kurt destroyerde gezerken biz karadan bakar kalırız,” dedi göz kırparak.
Ulaş hemen atladı, “Ben keskin nişancı kursuna yazdırırım ne havacısı ne denizcisi! Çocuğun refleksleri şimdiden iyi, bak nasıl hızlı tutuyor oyuncakları!” deyince Burak dayanamadı, kahkahalar boğazında düğümlendi.
“Bir dakika,” dedim gülümseyerek, Aybars’ı kucağıma alıp onun minik ellerini tuttum. “Bu çocuk ne isterse o olacak. İster komandolara katılır ister pilot olur, isterse hiç asker olmaz, bilim insanı olur... Karar onun,” dedim yumuşak bir sesle.
Aybars o sırada kafasını kaldırıp bana baktı, gözleri ışıl ışıldı. “Baba!” diye sevinçle bağırınca hepimiz sustuk.
İlteriş başını sallayıp gülümsedi. “Ne olursa olsun, vatanını seven, onurlu bir adam olacak. Tıpkı babası gibi...” dedi sessizce.
Ve o an hepimiz fark ettik ki, Aybars bizim için sadece geleceğin belirsiz kahramanı değil, aynı zamanda bugünün mucizesiydi.
Umay, kucağında Aybars’ı tutarken bana dönüp kaşlarını hafifçe çattı, ama o çattığı kaşların arasında bile zarif bir güzellik vardı. Gözleri parlıyordu, sesi yumuşak ama sitem doluydu. “Ay ne şiddet unsurları yüklediniz çocuğuma? Silah sesleri, bomba sesleri... Öğretmen olacak annesinin oğlu,” dedi gülümseyerek, Aybars’ın saçlarını okşarken.
Kalbim yerinden çıkacak gibi attı o an. Gözlerimi ondan alamıyordum. Güzelliği beni sersemletmişti resmen. Bir yanda tatlı tatlı sitem eden karım, diğer yanda annesinin kollarında güvenle uyuyan oğlum... Dünyanın en kutsal tablosuydu bu. Umay'ın dudaklarından dökülen her kelime, kalbime bir mücevher gibi işliyordu.
“Öğretmen mi?” dedim gülerek. “Olursa olsun, ne olursa olsun, yeter ki senin gibi kalbi güzel olsun,” dedim kısık sesle, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan. Umay hafifçe gülümsedi, yanağını Aybars’a yasladı. O an dünyada başka hiçbir şeyin önemi yoktu sadece biz vardık.
Burak, gülerek “Altay abim, be! Bir türkü söylesen de içimiz ısınsa? Kulaklarımın Altay saati gelmiş,” dedi, yüzünde her zamanki muzip tebessümüyle. Gözlerim köşeye ilişti, tim kıkırdayarak çaylarını yudumluyordu, ama gözlerinde hep o derin yorgunluk vardı. İnsan yüreğini en çok sevdiklerine dökülebilen sözler iyileştirir diye düşündüm o an. Gözlerimi kapattım, içimde yankılanan bir sevdayı dillendirir gibi başladım söylemeye:
“Beni eller gibi görme, sen benimsin, ben seninim...”
Sesim odanın duvarlarına çarpıp yankılandıkça herkes sustu. Umay, Aybars’ı kucağında hafifçe sallarken bana bakıyordu, gözleri nemliydi ama içinde umut vardı. Yaseminka, ilterişin omzuna yaslanmıştı, belki de geçmişin yüklerini türküyle hafifletmeye çalışıyordu. Halil Komutan bile gözlerini yere dikmiş, sessizce dinliyordu. Türkünün her dizesi, bizim yaralı ruhlarımıza birer merhem gibi dokunuyordu.
“Kalpten kalbe bir yol vardır, gözünen görünmez sırdır...”
Sesim titredi o anda. Umay’a baktım. Göz göze geldiğimizde, onunla aramızda görünmez bir yol olduğunu hissettim. Acılardan, kaygılardan, ölümün kıyısından dönüp gelen bir yol. Birbirimizi kaybettiğimiz, sonra yeniden bulduğumuz o uzun yolculuk. Oğlumuz Aybars’ın minik kalp atışlarıyla atan bir yol...
Türkü bittiğinde herkes derin bir nefes aldı. Burak, gözlerini kaçırarak burnunu çekti. İlteriş başını eğip “Eyvallah, abi...” diye mırıldandı. Umay yanıma gelip sessizce elimi tuttu, avuçlarımız birleşince dünya durdu sanki.
Bazen bir türkü, insanın yüreğinde sessizce büyüyen bütün kelimeleri anlatırdı. Ve biz o gece, türküyle birbirimize daha da kenetlendik....





| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |