16. Bölüm
Beyza Yıldırım / YÜZBAŞININ PORTRESİ (FİNAL OLDU) (DÜZENLENMEDE) / Kırık Kalplere Umut

Kırık Kalplere Umut

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Umay’ın evinde geçen günler, sanki zamanın tamamen durduğu bir rüya gibiydi. Ama bu rüya, huzurdan çok acının içinde boğulduğumuz bir kabustu. O, yemiyor, içmiyor, sadece sessizce uyuyordu. Gözleri hep bir noktaya dalmış, zihni başka bir yerdeydi. Onu ne kadar zorlarsam zorlayayım ne bir lokma yiyordu ne de tek kelime konuşuyordu.

 

Tim arkadaşlarım sık sık destek için uğruyor, onun için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ama her gelenin yüzünde aynı çaresizlik vardı. Onu bu acıdan nasıl çıkarabileceğimizi kimse bilmiyordu.

 

Cenazeden sonra eve akrabalar akın etmişti. Herkes gözyaşları içinde bir köşede oturuyor, bazıları sessizce dua ediyor, bazıları ise birbirine sarılarak ağlıyordu. Ben o karmaşanın içinde, acılı akrabalara destek olmaya çalışıyordum. Yemekler getirip bırakan komşularla ilgileniyor, her şeyin düzenli olmasını sağlıyordum. Ama içimde, tüm bu telaşın ardında yanan bir acı vardı: Umay.

 

O gün, bir anlık sessizlik içinde Umay’ın odasına gitmeye karar verdim. Kapıyı yavaşça açtım. O, yatağının kenarına oturmuş, pencerenin ardından gökyüzünü izliyordu. Saçları dağınık, gözleri derin düşüncelerle doluydu. Hiç kımıldamıyordu, sanki o an gökyüzüyle konuşuyormuş gibi bir hali vardı.

 

Adımlarımı sessizce attım. Onu korkutmak istemedim. Yanına yaklaştım ve beline hafifçe sarıldım. Başımı yavaşça saçlarının arkasına koydum, o kokuyu içime çektim. Umay, bir an irkildi ama sonra kımıldamadan kaldı. Kafasının arkasını öptüm, saçlarının kokusu içime bir ağırlık gibi doldu.

 

“Altay...” dedi, sesi yorgun ama sakin.

 

Ellerimi belinde biraz daha sıkılaştırarak fısıldadım:
“Buradayım, Umay. Hep buradayım.”

 

O an gözlerini pencerenin camından ayırmadan konuştu. Sesi bir çocuğun kaybolmuş hali gibiydi:
“Biliyor musun, Altay... Ben seninle ilgili bir rüya görmüştüm.”

 

Duraksadım. Sesi o kadar kırılgandı ki, bir anda içim titredi. “Ne rüyası, Umay?” diye sordum, fısıldayarak.

 

O an derin bir nefes aldı, gözlerini kısıp gökyüzüne bakmaya devam etti. “Senin cenaze törenini görmüştüm. Görevdeydin o zaman. Rüyamda... babam bana o kadar destek olmuştu ki. Yanımdaydı, bana sarılmıştı. Her şeyin geçeceğini söylemişti.”

 

Sözleri bir hançer gibi kalbime saplanıyordu. Onu biraz daha kendime çektim, ama içimdeki düğüm giderek büyüyordu.

 

“Şimdi...” dedi, sesi iyice boğuklaşarak, “babamı, o rüyamın gerçekleşmiş halini yaşarken gördüm. Altay... bu beni mahvediyor.”

 

Umay, bir an sustu. Ellerini yavaşça belimdeki kollarımın üzerine koydu. Gözlerini camdan ayırıp yere baktı. “Sence babam mutlu mudur, Altay?” diye sordu, sesi bir fısıltı kadar kısık.

 

Boğazım düğümlendi. O an ne diyeceğimi bilmiyordum. Ama onun bu sorusunu cevapsız bırakmak istemedim. “Umay,” dedim, sesi mümkün olduğunca yumuşak tutarak, “baban seni her şeyden çok severdi. Onun mutluluğu, senin mutluluğundu. Ama... biliyorum ki, annene kavuşmayı hep hayal ederdi.”

 

Umay, derin bir iç çekti. “Evet... hep annemle kavuşma hayali kurardı. Belki şimdi kavuşmuşlardır, değil mi?”

 

Sesi, bir umut kırıntısıyla doluydu ama aynı zamanda o kadar kırılgandı ki. O an ellerini tuttum ve kendime doğru çektim. Onu sıkıca sarıldım, başını omzuma yasladı. “Evet, Umay. Baban şimdi huzur içinde. Ama onun istediği bir şey daha var. O da senin iyi olman.”

 

Umay, sarıldığım kollarımın arasında sessizce ağlamaya başladı. Ama bu seferki gözyaşları, o derin acının dışarı çıkışı gibiydi. Ben de başımı onun saçlarına yasladım. Gözlerim doldu, ama kendimi tutmaya çalıştım.

 

O an, bu acıyı onunla paylaşmak, ona verdiğim tek teselliydi. Çünkü hiçbir kelime, bu kaybın yarattığı boşluğu dolduramazdı. Ama ona söz verdim, içimden, sessizce: “Senin için güçlü olacağım, Umay. Hem senin için hem de baban için.”

 

Umay, sarıldığım kollarımın arasında başını kaldırdı. Yüzü hâlâ o derin hüzünle doluydu ama gözlerinde, bir anlığına bile olsa, küçük bir huzur ışığı gördüm. Bana bakarken, sesi yavaşça titredi:
“Burası... burası öyle güzel ki, Altay. Babam gibi hissettiriyor.”

 

Sözleri kalbimi yerinden oynattı. Onun bu cümlesi hem beni onurlandırdı hem de acının ağırlığını yeniden hatırlattı. Ellerimle sırtını hafifçe okşadım. Gözlerimi kapatıp o anın içinde kayboldum.

 

Umay, başını tekrar omzuma yasladı. Nefesi, sanki kelimelerini taşımakta zorlanıyordu:
“Sen... onun kokusuna ne kadar benziyorsun, Altay. Babamın kokusuna...”

 

Bir an, o sözlerin ağırlığıyla boğazım düğümlendi. Sesi öyle saf ve içtendi ki, ne diyeceğimi bilemedim. O, sanki bir çocuğun kaybolmuş duygularını bulmaya çalışıyordu.

 

Sonra, gözlerini hafifçe kapatıp bir iç çekti:
“Babam barut kokardı. Diğer askerler gibi. Hep öyleydi. O koku bana güven verirdi... Ama sen, Altay... sen daha güzel kokuyorsun.”

 

Sözleriyle bir anda her şey durdu. Zaman, sanki yalnızca ikimiz için durmuştu. Kalbim, o anda biraz daha yumuşadı. Ellerimi, daha da sıkı sarıldığım belinden ayırmadan hafifçe yüzüne doğru kaldırdım. Başını nazikçe geri çekip gözlerine baktım.

 

“Leydim,” dedim, sesimi mümkün olduğunca yumuşatarak. “Tüm çiçeklerden daha güzel kokuyorsun. Bu dünya, senin gibi bir kokuyu bir daha bulamaz.”

 

O an, yüzünde bir anlığına bile olsa bir gülümseme belirdi. Ama o gülümseme, bir çocuğun yeniden güven bulduğu an gibi narin ve kısa sürdü. Gözlerimden akan sıcaklıkla, ona bir kez daha sıkıca sarıldım.

 

Bu sarılma, yalnızca teselli değil, ona verdiğim bir sözdü. Babasının bıraktığı boşluğu asla dolduramazdım, ama onu bu yalnızlıkta bırakmayacağıma yemin etmiştim.

 

“Buradayım, Umay,” diye fısıldadım. “Hep buradayım.”

 

Ve o an, yalnızca o kokunun ve sarılmanın huzurunda, sessizlik konuştu.

 

Bir hafta boyunca ne iş düşünmüştüm ne de evimi. Umay’ın bu haldeyken yalnız kalmasına izin veremezdim. İlteriş sağ olsun, her gün ihtiyaçlarımızı getiriyordu. Onun bu desteği olmasa, muhtemelen ne yapacağımı bilemezdim. Mustafa Kemal’in durumunun iyi olduğunu öğrenmek biraz olsun içimi rahatlatmıştı, ama Haluk Yarbay’ın şehadetinden haberi yoktu. İlteriş, onun günlerinin büyük kısmını uyuyarak geçirdiğini söylemişti. O kadar yorgun ve bitkindi ki, gerçeği öğrenmeye hazır değildi.

 

Ama benim burada asıl sorumluluğum, Umay’dı. Her sabah, bir umutla yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyordum. O gece yine kollarımda uyumuştu. Küçük, kırılgan bir çocuk gibi bana sarılmış, uykusunda bile hüzünle kıpırdanmıştı.

 

Sabah, namazımı kıldıktan sonra mutfağa geçtim. Kahvaltıyı hazırlamaya koyuldum. Elim hızlıydı, ama zihnim sürekli Umay’daydı. Bir hafta olmuştu ve hâlâ doğru düzgün bir şey yemiyordu. Ne yaparsam yapayım, bir lokmayı zar zor ağzına götürüyordu. Ama bugün, yine de bir şans daha denemeye karar verdim.

 

Masaya taze ekmek, zeytin, peynir, bal ve sıcak çay koydum. Onun en sevdiği reçelden bir kavanoz açtım, belki bu sefer biraz iştahını açabilirdi. Her şey hazır olduğunda derin bir nefes aldım ve yatağının olduğu odaya doğru yürüdüm.

 

Kapıyı sessizce açtım. Umay, hâlâ yatağın içinde kıvrılmış bir şekilde yatıyordu. Güneş ışığı perdelerin arasından hafifçe süzülüyordu, ama odadaki hüzün o ışığı bile boğuyordu. Yavaşça yanına yaklaştım.

 

“Umay,” dedim, sesimi yumuşatarak. “Günaydın.”

 

Kıpırdanmadı. Yatağın kenarına oturdum ve saçlarını hafifçe okşadım. Saçları, o kadar ince ve yumuşaktı ki, dokunmaya bile korkuyordum.

 

“Bugün güzel bir kahvaltı hazırladım,” dedim, bir umutla. “Senin için reçel bile açtım. Hadi, bir lokma olsun yemen lazım. Baban da isterdi, biliyorsun.”

 

O an gözlerini yavaşça araladı. Yüzü hâlâ yorgun ve solgundu. Göz kapakları şişmiş, ama bakışları biraz daha sakindi. Birkaç saniye bana baktı, sonra gözlerini tekrar kapattı.

 

“Altay...” diye fısıldadı. “Yapamıyorum.”

 

Bu sözler, içimde bir taş gibi düştü. Ama vazgeçemezdim. Daha fazla dayanamadım, onu nazikçe oturur pozisyona getirdim. Ellerimi omuzlarına koyarak yüzüne baktım.

 

“Yapabilirsin, Umay,” dedim, gözlerinin içine bakarak. “Bir lokma, sadece bir lokma. Güçlenmen lazım. Baban da seni böyle görmek istemezdi. Ne olur, benim için...”

 

O an, gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ama başını hafifçe salladı. Bu, belki de o bir lokma için verdiği en büyük savaştı. Onun bu kadar zorlandığını görmek, benim için de tarifsiz bir acıydı.

 

“Hadi,” dedim, biraz daha yumuşak bir sesle. “Sadece bir adım. Gerisini ben hallederim. Sana söz.”

 

Birlikte kahvaltı masasına oturduğumuzda, içimde küçük bir umut yeşermişti. Çünkü bu sabah, her şey biraz daha farklı olabilirdi.

 

Kahvaltı masasına oturduğumuzda, Umay’ın bakışları bir an boşluğa daldı. Masanın başındaki sandalyeye, Haluk Yarbay’ın hep oturduğu yere takıldı gözleri. O an, yüzündeki ifadeden içindeki fırtınayı bir kez daha anladım. Yavaşça ayağa kalktı ve hiçbir şey söylemeden o sandalyeye doğru yürüdü.

 

Sonra, sandalyenin dibine oturdu. Dizlerini kendine çekti, kollarını sardı ve başını hafifçe eğdi. Sessizce, ama o kadar derin bir hüzünle konuşmaya başladı ki, içim parçalandı.

 

“Babacım...” dedi, sesi titrek ve hıçkırıklarla boğuklaşmıştı. “Çok olmadı mı bu görev? Çok uzun sürdü... Gel artık, dön Umay’ına. Söz veriyorum, odamı toplayacağım. Söz veriyorum...”

 

O an gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Her bir damla, benim içimde bir yankı gibi çarpıyordu. Sadece oturup izlemek imkânsızdı. Daha fazla dayanamadım, hemen yanına gittim ve kollarımı onun etrafına sardım.

 

“Shh... benim güzel bebeğim,” dedim, sesi titreyen bir baba şefkatiyle. “Baban seni duyuyor. Seni görüyor, biliyorum. Ama biz ne demiştik? Az önce ne konuşmuştuk?”

 

Başını omzuma yasladı. Hıçkırıkları daha da artarken, onun ne kadar küçük ve savunmasız olduğunu bir kez daha fark ettim. Saçlarını okşadım, kollarımı daha sıkı sardım.

 

“Bir şeyler yemen lazım, Umay. Hadi, söz vermiştin bana. Şimdi kalkalım ve birlikte oturalım, olur mu?” dedim, onu yavaşça kucaklayarak.

 

Direnmedi. Küçük bir çocuk gibi kendini kollarıma bıraktı. Onu masaya taşıyıp kucağıma oturttum. Ağlamaktan kızarmış yüzüne baktım ve elimle gözyaşlarını nazikçe sildim.

 

“Bak,” dedim, masadan onun en sevdiği reçeli alarak. “Bu senin favorin, değil mi? Şimdi, küçük bir lokma. Sadece bir lokma. Gerisini ben hallederim.”

 

Reçeli ekmeğin üzerine sürdüm ve nazikçe ağzına götürdüm. Bir an tereddüt etti, ama sonra o küçük lokmayı aldı. Bu, onun için devasa bir adımdı. Gözlerim dolmuştu, ama belli etmemeye çalıştım.

 

“İşte böyle,” dedim, gülümseyerek. “Bak, başardın. Şimdi biraz daha... Baban senin böyle güçlü olduğunu görmek isterdi.”

 

O an gözlerini bana çevirdi. O hüzün dolu bakışların arasında bir parça huzur bulmuş gibiydi. Küçük bir lokma daha aldı, ve o anda ikimiz de biraz olsun nefes alabildik. Çünkü bu, acının içinde bir umut ışığıydı.

 

Umay’a bir şeyler yedirirken, konuşmaya devam ettim. Onun dikkatini dağıtmak, biraz olsun yüzüne bir renk getirebilmek için elimden geleni yapıyordum. Küçük lokmalar alıyordu, ama her biri sanki bir zafer gibiydi. Onun bu halde bile çaba göstermesi, içimde derin bir umut yeşertiyordu.

 

Kahvaltı bitip masadan kalktığımızda, Umay birden elimi tuttu. O küçücük elleri, sanki dünyadaki tüm yükleri taşıyormuş gibi titriyordu. Yüzüme baktı, ama gözlerindeki o derin hüzün hâlâ geçmemişti.

 

“Bugün Mustafa Kemal’i görmeye gidelim mi?” diye sordu, sesi o kadar ince ve kırıktı ki. Bir an duraksadı, sonra ekledi:
“O da bana... beni koruma pahasına...”

 

Cümlesini tamamlayamadan, hıçkırıklarla boğuldu. Bir anda kendini bıraktı, o ince omuzları sarsılmaya başladı. Gözlerinden yaşlar hızla süzülürken, boğuk bir sesle ağlamaya başladı:
“Altay... Ben bu kadar önemli biri değilim ki! Neden herkes benim için canını yakıyor? Neden herkes beni korumak için gidiyor?”

 

Sözleri, içimde bir bıçak gibi döndü. O kadar kırılmıştı ki, kendi değerini bile göremiyordu. Gözyaşlarının her biri, yüreğime bir yük gibi iniyordu. Daha fazla dayanamadım, hemen ona sarıldım.

 

“Umay...” dedim, sesim mümkün olduğunca yumuşak ama kararlıydı. “Çünkü buna değersin. Çünkü sen... senin için bin can feda olsun, Umay. Eğer 1000 canım olsaydı, hepsini tereddütsüz feda ederdim. Sen buna değersin, bunu asla unutma.”

 

Sözlerim biter bitmez, Umay bir anda tiz bir çığlık attı. O kadar keskin ve acıyla doluydu ki, içimdeki her şey sarsıldı. Çığlığın ardından, hıçkırıkları daha da şiddetlendi.

 

“Altay...” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar kısıktı ama içindeki acı yankılanıyordu. “Altay... Eğer sen de gidersen, ben de gelirim. Yaşayamam ki! Sensiz nasıl yaşarım?”

 

Gözlerinden akan yaşlar, yüzünü bir nehir gibi ıslatıyordu. O kadar derin bir acıyla konuşuyordu ki, kelimeleri duymak bile zordu. Ama onun o hali, içimdeki her şeyi yerle bir etti.

 

Hızla sarıldım ona, bu sefer daha sıkı, daha koruyucu bir şekilde. “Hiçbir yere gitmiyorum, prensesim,” dedim, gözlerim dolmuş bir halde. “Bak, buradayım. Hep burada olacağım. Seni bırakmayacağım. Sana söz veriyorum, seninle geçireceğim harika günlerim var. Birlikte atlatacağız. Tamam mı? Birlikte...”

 

Başını omzuma yasladı, ama ağlaması hâlâ devam ediyordu. Gözyaşları, göğsümdeki gömleği ıslatırken, ben onun saçlarına bir öpücük kondurdum. “Buradayım, Umay,” diye fısıldadım. “Ve hep burada olacağım. Sana söz veriyorum.”

 

O an, onun hıçkırıkları arasında, ikimizin de acısı biraz olsun paylaşıldı. Umay’ın kaybettiği güveni yeniden inşa etmek için her şeyimi vermeye hazırdım. Çünkü onun yanında kalmak, sadece bir söz değil, bir görevdi.

 

Umay’ı odaya bırakıp dışarı çıktığımda, kapının önünde birkaç saniye bekledim. Siyah bir eşofman altı ve siyah bir badi seçmişti. Kendi dünyasının yasını giysileriyle bile ifade ediyordu. Bu, onun babasına olan bağlılığının sessiz bir göstergesiydi. Ama onunla ilgilenmek, bu karanlıktan çıkması için elimden geleni yapmak benim görevimdi.

 

Kapının ardından seslendim:
“Giyindin mi, Umay?”

 

İçeriden zayıf bir ses geldi:
“Evet...”

 

Kapıyı yavaşça açtım ve içeri girdim. Onu gördüğümde, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Siyahlar içinde, küçücük bir hali vardı. O kadar narin ve savunmasız görünüyordu ki. Yanına yaklaşıp omzuna hafifçe dokundum.

 

“Tamam,” dedim, ona cesaret vermeye çalışarak. “Hadi çıkalım.”

 

Koluna girdim, o da hafifçe başını salladı. Birlikte evden çıktık. Adımları hâlâ yavaş ve çekingen olsa da, bugün dışarı çıkmayı kabul etmiş olması bile bir adımdı.

 

 

Hastaneye vardığımızda, Umay sessizce etrafına bakınıyordu. Koridorların steril kokusu, havadaki antiseptik ağır bir şekilde hissediliyordu. Umay, sanki her şeyden kopmuş gibi duruyordu, ama onun bu hali beni daha da koruyucu bir hale getirdi.

 

“Gel, prenses,” dedim, elini hafifçe sıkarak. “Mustafa Kemal’i göreceğiz, tamam mı?”

 

O sadece başını salladı. Yavaşça ilerledik. İlteriş bizi girişte karşılamıştı. Onun yüzünde, her zamanki sert ama dostça ifadeyi görmek biraz rahatlatıcıydı.

 

“Altay, Umay... Hoş geldiniz,” dedi İlteriş, sesini yumuşatarak. “Mustafa Kemal biraz daha iyi. Ama hâlâ dinleniyor.”

 

Umay, İlteriş’e kısa bir bakış attı ve sessizce başını eğdi. İlteriş ona biraz daha yaklaşarak, “Senin sayende yaşıyor, Umay,” dedi. “Bunu sakın unutma.”

 

Umay’ın yüzü hafifçe kızardı, ama bir şey söylemedi. O an onu biraz daha kendime çektim ve gözleriyle konuşmasını bekledim.

 

 

Hastane odasına girdiğimizde, Mustafa Kemal yatağında sessizce yatıyordu. Gözleri kapalıydı, ama nefesi düzenliydi. Hâlâ zayıf görünüyordu, ama en azından yaşadığını görmek bir teselliydi.

 

Umay, odaya adım attığında bir an duraksadı. Gözleri Mustafa Kemal’in yorgun bedenine takıldı. Sanki onun bu hali, kendisine yansıyan bir ayna gibiydi. Birkaç saniye sessiz kaldı, sonra yavaşça yanına yaklaştı.

 

Mustafa Kemal, hafifçe gözlerini araladığında, Umay’ı gördü. Zayıf bir sesle konuşmaya çalıştı:
“Umay...”

 

O an, Umay’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Ama bu seferki yaşlar, biraz olsun rahatlamanın, bir kaybın ardından gelen bir buluşmanın ifadesiydi.

 

“Ben...” dedi Umay, sesi titreyerek. “Sizi korumak için canını feda eden biri daha oldu. Babam... babam artık burada değil...”

 

Mustafa Kemal’in yüzü bir an kasıldı. Gözlerinden bir gölge geçti. Sanki acının yükü onun zayıf bedenine bir kez daha çarpmıştı.

 

“Haluk Yarbay...” dedi, fısıldayarak. “O bir kahramandı, Umay. Ama asıl kahraman... sensin. Sen olmasaydın, biz bu mücadeleyi sürdüremezdik.”

 

Umay, hıçkırıklarla dolu bir nefes aldı. Onun yanına oturup elini tuttu. Ben ise biraz geri çekildim, onların bu anını paylaşmalarına izin verdim.

 

Odayı dolduran sessizlikte, Umay ve Mustafa Kemal’in bakışları birbirine kenetlenmişti. Bu, kelimelerin yetmediği bir andı. Umay’ın gözyaşları ve Mustafa Kemal’in yorgun ama anlamlı bakışları, bu sessiz diyalogda her şeyi anlatıyordu.

 

Ben ise kapının yanında durup, onları izlerken kendi içimde bir yemin daha ettim: Bu insanlar, bu mücadele, hiçbir zaman yarım kalmayacak.

 

Hastane odasında, Mustafa Kemal’in yatağının kenarında dururken, onun her hareketini dikkatle izliyordum. Yüzündeki yorgunluk, yaşadığı zorluğu açıkça gösteriyordu, ama gözlerinde hala bir asker azmi parlıyordu. O an, gözlerini bana çevirdi ve birden doğrulmaya çalıştı.

 

“Komutanım,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. “Bu kadar dinlenmek yeter bana. İntikam operasyonu başlatalım! Haluk Komutanımızın kanı yerde kalmasın, komutanım!”

 

Sesi, odanın sessizliğini delip geçti. Gözlerindeki yaşlar, hem kaybettiği bir liderin acısını hem de bir asker olarak içindeki öfkeyi taşıyordu. Ama bu halde ayağa kalkmaya çalışması, onun ne kadar inatçı olduğunu bir kez daha gösteriyordu.

 

Hızla yanına eğildim ve kolundan tutup durdurdum. “Kemal,” dedim, sesimi mümkün olduğunca yumuşak ama otoriter tutarak. “Dur bakalım. Şu an yapman gereken tek şey iyileşmek.”

 

Ama o, sözlerimi dinlemiyordu. Yataktan kalkmak için mücadele ediyor, gözleri hâlâ kararlı bir şekilde bana bakıyordu. “Altay, bu işin durması olmaz. Haluk Komutanımız... Onun fedakarlığını boşa çıkaramayız! Ne olur beni bırakma, hemen harekete geçelim!”

 

Sözlerindeki çaresizlik, benim de içimde bir şeyleri kırıyordu. Ama bu halde bir adım atmasına izin veremezdim. Kolundan sıkıca tuttum ve nazikçe yatağa geri yatırdım.

 

“Bak, yakışıklı,” dedim, sesime biraz güven ve şefkat katarak. “Düşman kaçmıyor. Hele bir iyileş, tamam mı? Sana söz veriyorum, içlerinden geçeceğiz. Ama şu anki hâlinle değil. Önce toparlan, sonra birlikte hesap soracağız.”

 

Gözlerindeki yaşlar biraz daha belirginleşti. Dudaklarını sıkıca bastırarak bir şeyler söylemek istedi, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Sadece başını yavaşça salladı ve derin bir nefes aldı.

 

“Tamam mı?” diye tekrarladım, gözlerimi onunkilere kilitleyerek. “Bana güven. Hep birlikte Haluk Yarbay’ın kanını yerde bırakmayacağız. Ama önce senin burada güçlü bir şekilde ayağa kalkman lazım.”

 

Mustafa Kemal, gözlerini yere indirip yavaşça başını salladı. Yatağa iyice yerleşti ve ellerini göğsünün üzerinde birleştirdi. O an, onun sessizce mücadeleye devam edeceğini biliyordum.

 

Odanın sessizliğinde bir an durup ona baktım. “İyileş,” dedim, güven veren bir sesle. “Çünkü bu savaş, seni de bizi de güçlü bir şekilde yanında istiyor.”

 

Mustafa Kemal, bir süre daha sessiz kaldı, sonra yavaşça gözlerini kapattı. Ben ise onun bu kararlılığı karşısında bir kez daha içimdeki yeminleri tazeledim: Bu dava, bu fedakârlık, asla yarım kalmayacak.

 

Mustafa Kemal’i tekrar yatağına yatırıp onu sakinleştirdiğim an, odanın kapısı yavaşça açıldı. Başımı çevirip baktığımda, Burak’ı gördüm. Eski Burak değildi bu. Ne o neşesi, ne de o enerji dolu hali kalmıştı. Her zamanki o rahat gülümsemesi yoktu artık. İçeriye suskun, ağır adımlarla girdi. Gözlerinde, taşıdığı bir yükün izlerini görmek mümkündü.

 

Bizi gördüğünde dudaklarını hafifçe yukarı kaldırarak gülümsemeye çalıştı, ama bu gülümseme başarısız bir çabaydı. Sadece acının altında ezilen bir yüz ifadesi olarak kaldı.

 

Gözleri odadakileri taradı, sonra Umay’a kilitlendi. Umay, sessizce ayakta duruyordu. Zaten küçücük bir hali vardı, ama o an sanki daha da küçülmüş gibiydi. Burak, birkaç saniye tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldı ve konuştu:

 

“Umay Abla...” dedi, sesi o kadar nazik ve yumuşaktı ki, onun o güçlü ve kendine güvenen sesine hiç benzemiyordu. “Beni... beni kardeşin olarak kabul et. Lütfen. Çünkü bundan sonra senin yanındayım.”

 

Umay’ın yüzünde bir gölge belirdi, ama Burak’ın sözleri ona dokunmuştu. Yavaşça başını salladı, sonra Burak’ın ona doğru attığı adımları izledi. Burak, Umay’a sarıldı.

 

“Abla,” dedi Burak, sesi çatlayarak. “Senin gibi birini kaybetmeyi göze alamam. Seni koruyacağım. Söz veriyorum.”

 

Umay, önce şaşkın bir şekilde durdu, sonra o da Burak’a sarıldı. Gözlerinden süzülen yaşlar, sessiz bir şekilde Burak’ın omzuna damlıyordu.

 

Ben ise onları izlerken gözlerimi kaçırmaya çalıştım. Ama o sahne, içimde bir şeyleri yerinden oynatıyordu. O kadar saf, o kadar gerçek bir an yaşanıyordu ki, gözyaşlarımı tutmakta zorlandım.

 

Gözlerim doldu, ama bu sefer kendime engel olmadım. Çünkü o sarılma, bu acının ortasında yeniden filizlenen bir umut gibiydi. Onların bu bağı, yaşanan kayıplara rağmen hâlâ ayakta kalabilmemizin bir işaretiydi.

 

Kendi kendime fısıldadım:
“Haluk Yarbay... Eğer buradan bir yerden bizi izliyorsan, bil ki Umay yalnız değil. Biz, senin bıraktığın emaneti sonsuza kadar koruyacağız.”

 

Burak ve Umay, birbirlerine sarılmış halde sessizce ağlamaya devam ediyorlardı. O kadar saf, o kadar içten bir bağ oluşmuştu ki, bu anı bozacak hiçbir şey söylemek istemedim. Sadece onları izliyordum. Gözlerimde biriken yaşlar, içimde taşıdığım tüm acıyı ve yeminleri su yüzüne çıkarıyordu.

 

Bir süre sonra Burak, Umay’ın omuzlarından hafifçe geri çekildi. Yüzü hala yaşlarla doluydu, ama gözlerindeki kararlılık dikkatimi çekti.

 

“Abla,” dedi, sesindeki o titrek tonu bastırmaya çalışarak. “Biz seni yalnız bırakmayacağız. Bunu bil. Ne olursa olsun, sen bizim ailemizsin artık.”

 

Umay, başını hafifçe salladı ve Burak’a teşekkür eder gibi baktı. O bakışta, hem minnet hem de hâlâ üstesinden gelemediği derin bir acı vardı. Ama o an, bir parça da olsa bir güven hissi geri gelmişti.

 

Ben de sessizce yaklaştım. Elimi Burak’ın omzuna koydum ve gözlerinin içine baktım. “Burak,” dedim, sesimi mümkün olduğunca yumuşatarak. “Sen de bizim kardeşimizsin. Hep birlikte bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Ama önce hepimizin biraz toparlanması gerek.”

 

Burak, başını salladı. “Haklısın, Altay komutanım. Ama içimdeki bu öfke... bu çaresizlik... Haluk Komutan’ın kanı yerde kalmayacak, biliyorsun değil mi?”

 

Gözlerimi Burak’ın kararlı bakışlarından ayırmadan konuşmaya devam ettim. “Biliyorum, Burak. Ama intikam aceleyle alınmaz. Bu savaşı kazanmak için doğru zamanda ve doğru şekilde hareket etmemiz gerekiyor. Haluk Yarbay bunu isterdi.”

 

Burak derin bir nefes aldı ve kendini biraz daha toparladı. Sonra, Umay’a dönüp elini hafifçe tuttu. “Seni güçlü görmek istiyoruz, abla. Babanın en büyük isteği de bu olurdu. Bunu biliyorsun, değil mi?”

 

Umay, zayıf bir şekilde başını salladı. Gözlerindeki yaşlar biraz durulmuş gibiydi, ama hâlâ sessizce ağlıyordu. O an, onun için ne kadar zor olduğunu bir kez daha anladım.

 

Hastane ziyaretinin ardından eve döndüğümüzde, Umay’ın hâlâ sessizliğe büründüğünü fark ettim. Ama Burak’ın varlığı, onun için bir şeyleri değiştirmiş gibiydi. Yemek masasına oturduğumuzda, Burak ve ben bir şekilde onu biraz daha yemeye teşvik etmeye çalıştık.

 

“Umay,” dedim, masadaki tabağını işaret ederek. “Hadi, babanın en sevdiği yemeği yaptık. Onun hatırasına bir lokma al. Hem senin güçlenmen lazım, prenses.”

 

Burak da destek oldu. “Evet, abla. Baban bizi izliyor olsa, seni böyle görmek istemezdi. Onun hatırasını yaşatmak için güçlü olmalıyız, hepimiz.”

 

Umay, zayıf bir gülümsemeyle başını salladı ve bir lokma aldı. O kadar küçük bir adımdı ki, ama bizim için büyük bir zafer gibiydi.

 

O gece, Umay yine sessizce odasına çekildi. Burak, biraz daha oturup bana birkaç şey anlattı. Haluk Yarbay’ın anıları, görevdeki günleri… Onun bu konuşmaları, sanki kaybettiğimiz bir parçayı biraz olsun yerine koymaya çalışıyordu.

 

Burak odasına çekildiğinde, Umay’ın odasının kapısına gittim. İçeri girdiğimde, onun yatağında oturmuş, elinde babasının bir fotoğrafına baktığını gördüm. Gözleri yine doluydu ama bu sefer ağlamıyordu. Sessizce yanına oturdum ve ona sarıldım.

 

“Umay,” dedim, fısıldayarak. “Baban seni hep sevdi. Seni korumak için canını verdi. Ama o, senin bu şekilde kendini bırakmanı istemezdi. Onun için, kendin için... lütfen güçlü ol. Sana söz veriyorum, bu acıyı birlikte aşacağız.”

 

Umay, başını omzuma yasladı ve derin bir nefes aldı. O an, o küçük odada, kaybettiğimiz her şeyin yasını tutarken, birbirimize verdiğimiz destekle bir parça daha güç bulduk. Çünkü bu savaş, yalnızca düşmanla değil, içimizdeki acıyla da verilmek zorundaydı.

 

Karargâha adım attığımda, üzerimdeki yük her zamankinden ağırdı. Ama bu yük, beni zayıflatmıyordu; aksine güç veriyordu. Haluk Yarbay’ın şehadetinden bu yana geçen bir ay, acının küllenmesi değil, intikam ateşinin harlanmasıyla geçmişti. Umay’ın yasını tutarken, ona destek olmak için elimden geleni yaptım. Ama artık harekete geçme zamanı gelmişti.

 

Timin hepsi, toplantı odasında hazır bekliyordu. Herkesin yüzünde aynı kararlılığı görmek beni daha da motive etti. Bu sadece bir görev değildi. Bu, bir vefa borcuydu.

 

Masaya doğru yürüdüm. Brifing odasının ortasında duran ekrana bir dosya yerleştirip, haritaları ve görüntüleri yansıttım. Tüm dikkatler üzerimdeydi. Derin bir nefes alıp konuşmaya başladım:

 

“Arkadaşlar, bugün burada sadece bir görev için değil, bir sözümüzü yerine getirmek için toplandık. Haluk Yarbay’ın kanı yerde kalmayacak. Bu, onun için. Bu, bizim için. Ve bu, vatan için.”

 

Gözlerim herkesin üzerinde gezindi. Kimse bir şey söylemedi, ama o sessizlik, sözlerden daha güçlüydü. Devam ettim:

 

“İstihbarat birimlerinden gelen bilgilere göre, hedeflerimizin yerini kesinleştirdik. Düşman, operasyon sonrası sınır bölgesine çekildi. Şu an ana üslerinden biri, dağlık bir bölgede yer alıyor. Bölgeye giriş çıkışlar sıkı kontrol altında, ama biz, onların güvenli olduğunu düşündükleri bir noktadan sızacağız.”

 

Ekrana bir harita yansıttım. Dağlık arazinin detayları ve düşman yerleşimlerinin konumu açıkça görünüyordu.

 

“Planımız üç aşamalı,” dedim, işaret çubuğuyla harita üzerinde bölgeleri göstererek. “Birinci aşamada, düşmanın dış çevre korumasını aşacağız. Bunun için gece görüş ekipmanlarımızı ve sessiz operasyon taktiklerimizi kullanacağız. İlk temas, onların devriye noktalarına yapılacak. Amaç, dikkat çekmeden ilerlemek.”

 

Herkes dikkatle dinliyordu. Sesimi biraz daha yükselttim, çünkü bu kısmın önemi büyüktü:

 

“İkinci aşamada, ana üslerine sızacağız. Burada iki tim hâlinde hareket edeceğiz. Tim Alfa, içeriye girip hedeflerin bulunduğu bölgeyi temizleyecek. Tim Bravo, dışarıda destek ve güvenliği sağlayacak. İletişim kesintisi olmadan, her adımda koordinasyon şart.”

 

Ekrana birkaç uydu görüntüsü ve iç mekân krokisi yansıttım. Devam ettim:

 

“Son aşama, üs içindeki lider kadroyu ele geçirmek veya etkisiz hale getirmek. Bu, operasyonun kalbi olacak. Hızlı ve kesin hareket etmeliyiz. Zaman kaybı, hem bizim hem de görevimizin sonu olur.”

 

Bir an duraksadım. Gözlerimi masanın üzerinde gezdirdim, sonra tekrar timin yüzlerine baktım. Sesimi daha derin ve duygusal bir tona bürüdüm.

 

“Arkadaşlar, bu görev sadece stratejik bir hedef değil. Bu görev, bizim için kişisel. Haluk Yarbay, sadece bir komutan değil, hepimiz için bir baba gibiydi. O, bizim arkamızda durdu, bizi korudu, bizi yetiştirdi. Şimdi sıra bizde. Onun bıraktığı mirası onurlandırmak için bu operasyonu başarıyla tamamlamak zorundayız.”

 

Timin gözlerinde yanan ateşi görmek, benim için yeterliydi. Kimsenin bu işi hafife almadığını biliyordum. Herkesin yüreğinde aynı amaç vardı.

 

“Hazırlıklarınızı tamamlayın,” dedim, sesimi tekrar otoriter bir tona çekerek. “Silahlarınız, ekipmanlarınız, her şey tam olacak. Harekât zamanı yaklaşıyor. Bu sefer, sadece bir görev yapmayacağız. Bu sefer, bir sözümüzü yerine getireceğiz.”

 

Başımı hafifçe sallayarak son kez gözlerimi timin üzerinde gezdirdim. “Unutmayın,” dedim, “biz sadece bir tim değiliz. Biz, bir aileyiz. Ve aileler, birbirini asla yalnız bırakmaz.”

 

Brifing sona erdiğinde, herkesin yüzünde aynı kararlılığı gördüm. O an, bu savaşın sadece bir başlangıç olduğunu biliyordum. Ama bu başlangıç, bizim için bir dönüm noktası olacaktı. Haluk Yarbay’ın kanı yerde kalmayacaktı.

 

 

Operasyon günü geldiğinde, içimde taşıdığım her duygu bir tek noktada birleşti: kararlılık. Bu, yalnızca bir görev değildi. Bu, şehit düşen bir kahramanın anısını onurlandırmak ve onun kanını yerde bırakmamak için verilen bir sözdü. Şehit Yarbay Haluk Karaca Operasyonu, yalnızca bir isim değildi; bir davanın sembolüydü.

 

Timin başında, zırhlı araçlarla belirlenen noktaya doğru ilerlerken, araç içindeki sessizlik, hepimizin bu görevi ne kadar ciddiye aldığını gösteriyordu. Herkes hazırdı. Gözlerdeki ateş, yürekteki öfke, ellerdeki silahlarla birleşmişti.

 

Telsizden sessiz bir şekilde konuşmaya başladım:
“Arkadaşlar, bu görev bizim için kişisel. Şimdi sessizce ilerleyeceğiz, ama sesimizi onların kulaklarından ve yüreklerinden eksik etmeyeceğiz. Haluk Yarbay’ın bıraktığı mirası, bugün onların suratına tokat gibi indireceğiz.”

 

Kısa, net bir cevap geldi:
“Anlaşıldı, komutanım.”

 

Gece görüş ekipmanlarımız takılıydı. Araçları, hedefe bir kilometre kala bıraktık. Bundan sonrası, tamamen sessiz ilerlemek zorundaydı. Düşman bölgesi, dağlık bir arazideydi ve her noktası koruma altındaydı. Ancak biz, onların güvenli olduğunu düşündüğü bir açıdan sızacaktık.

 

“Tim Alfa, benimle,” dedim telsizden. “Tim Bravo, dış çevrede güvenliği sağlayacak. Koordinasyon dışına çıkılmayacak. İlk temasta, hedefler etkisiz hale getirilecek.”

 

Birlik, tek bir beden gibi hareket ediyordu. Adımlarımız sessiz, nefeslerimiz kontrollüydü. Hedefe her adımda biraz daha yaklaşıyorduk.

 

Devriye noktasına ulaştığımızda, düşmanın ne kadar rahatsız olduğunu fark ettik. Dışarıdaki nöbetçiler, sanki kendilerini güvende hissediyorlardı. Ama bu, bizim için avantajdı.

 

“İlk hedefler 11 saat yönünde,” dedim, dürbünümden devriye hattını işaret ederek. “Ulaş, soldaki adamı al. Selim, sağdaki sende. Sessiz olun.”

 

İki susturuculu atış sesi, geceyi kısa bir an için böldü. Nöbetçiler yere yığıldığında, sessizlik yeniden çöktü. İşimiz temizdi, ama bu sadece başlangıçtı.

 

Devriye hattını aştıktan sonra, ana üssün yer aldığı alana doğru ilerledik. Burada işimiz daha zordu. Hem nöbetçilerin sayısı fazlaydı hem de güvenlik sistemleri oldukça sıkıydı. Ama bu, bizi durduramazdı.

 

“Selim, elektronik sistemleri devre dışı bırak. Ulaş, kuzey girişini temizle. Zaman kaybetmeyin,” dedim, telsizden.

 

Herkes görevine odaklandı. Sistemler kısa sürede devre dışı bırakıldı ve giriş noktasındaki düşmanlar etkisiz hale getirildi. Şimdi, asıl hedefe ulaşmak için önümüzde yalnızca bir engel kalmıştı: üs içindeki lider kadro.

 

 

Ana binaya sızdığımızda, içerideki düşmanlar, beklenmedik bir saldırıyla karşı karşıya kalmıştı. Susturucular, kısa ama etkili bir şekilde işlerini yapıyordu. Binanın içinde ilerlerken, hedef odalara yaklaştık.

 

Telsizden emir verdim:
“İstiklal Timi, hedef odaları temizleyin. Türkiye temsilci kadrosunu canlı ya da ölü ele geçirin. Bravo, çevreyi güvene alın. Hızlı hareket edin.”

 

Kapıyı kırdığımızda, içerideki düşman liderlerinden biri, şaşkınlıkla silahına uzanmaya çalıştı. Ama Ulaş, ondan daha hızlıydı. Silahını doğrultup, adamı etkisiz hale getirdi.

 

Diğer hedefler ise, paniğe kapılıp kaçmaya çalıştı. Ancak bizim için kaçış yoktu. Tüm odalar temizlenmiş, Türkiye temsilci kadrosunu tamamen etkisiz hale getirilmişti.

 

 

Binadan çıkarken, içimde bir hafiflik hissettim. Gökyüzüne baktım ve sessizce fısıldadım:
“Haluk komutanım, görev tamamlandı. Sana söz verdiğimiz gibi, kanın yerde kalmadı.”

 

Telsizden tüm timlere anons geçtim:
“Operasyon tamamlandı. Kaybımız yok. Şimdi geri dönüyoruz.”

 

Herkes, yüzünde yorgun ama kararlı ifadelerle hareket etti. Bu operasyon, yalnızca bir zafer değil, bir sözün tutulmasıydı. Şehit Yarbay Haluk Karaca Operasyonu, onun anısını sonsuza kadar yaşatacak bir mücadele olarak tarihe kazındı.

 

Eve Dönüş

 

Helikopter, pistin üzerine doğru süzülürken, pencereden dışarıya baktım. O an kalbim hızlandı. Umay... Pistte bekliyordu. Telaşlı yüzü, etrafına bakışları, o kadar tanıdık ve o kadar özlemiş olduğum bir görüntüydü ki, içimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Tam üç gündür yoktum. Her saniye, onu özleyerek geçmişti. Şimdi ise oradaydı.

 

Gözlerim, Umay’ın ince siluetine takılıp kaldı. Saçları rüzgârda hafifçe dalgalanıyordu. Gözlerinde bir telaş vardı, ama yüzünde her zamanki o kırılgan güzellik duruyordu. O an içimde biriken her şey bir anda dışarı taşmak istedi. Helikopterin yere inmesini bekleyemezdim.

 

“Benim için bu kadar yeter,” dedim kendi kendime, içimdeki o ani dürtüye engel olamayarak.

 

Helikopter henüz tamamen yere inmeden, kapıyı açtım ve dışarıya estetik bir atlayış yaptım. Timin şaşkın bakışlarını umursamadan, tüm dikkatim Umay’a yönelmişti. Adımlarım, neredeyse kontrolsüz bir şekilde ona doğru hızlandı. Koşuyordum. Kalbim, göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu.

 

Umay, beni gördüğünde gözleri büyüdü. Sanki beni beklemiyormuş gibi şaşkın bir ifade yüzüne yayıldı. Ama o şaşkınlık, yerini hızla bir rahatlamaya bıraktı. Tam yanına vardığımda, tereddüt etmeden kollarımı ona doladım. Sıkıca sarıldım, sanki onu bir daha asla bırakmayacakmış gibi.

 

O an, yüzüne doğru eğildim ve dudaklarına hafif bir öpücük kondurdum. “Benim bebeğim...” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Beni mi beklemiş burada?”

 

Umay’ın yüzü bir anda kızardı. O kırmızılık, onun utanmış olduğunu açıkça belli ediyordu. Ama buna rağmen, kollarını daha sıkı bir şekilde belime doladı ve başını göğsüme yasladı.

 

“Altay...” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar inceydi. Daha fazla bir şey söylemedi. Sadece sıkıca sarıldı. O kadar sıcaktı ki, o sarılmanın içinde tüm yorgunluğumu, tüm savaşı unuttum.

 

Ben de başını nazikçe okşadım. “Sana söz verdim, prensesim,” dedim. “Hep döneceğim. Hep senin yanında olacağım.”

 

O an, pistin soğuk betonunda, savaşın yorgunluğunda, onun sıcaklığı ve o masum sarılışı her şeyi unutturdu. Bu an, yalnızca ikimizin olduğu, dünyadaki tüm acıları dışarıda bıraktığımız bir an gibiydi.

 

Umay’la birlikte içeri adım attığımızda, içerideki atmosfer hemen değişti. Burak, geniş bir gülümsemeyle kapıda belirdi. O eski neşesi biraz geri gelmiş gibiydi, ama yine de gözlerinde hâlâ bir ağırlık vardı.

 

“Valla özlettin kendini, he!” dedi, gülümseyerek. Gözleri Umay’a kaydı, sonra bana. “Hadi oturun, yemek falan hazır, biraz keyif yapın.”

 

Tam teşekkür edecekken, arka taraftan bir başka ses yükseldi. Mustafa Kemal, yüzünde hafif bir öfkeyle odadan çıktı. Adımları hızlı, bakışları sertti.

 

“Komutanım!” dedi, neredeyse isyan eder gibi. “Bende iyileştim. Operasyona gelmek istiyorum. Daha ne kadar burada oturacağım?”

 

Gözlerimi hafifçe kıstım, ama onun bu hallerine alışık olduğum için bir yandan da gülmemek için kendimi tuttum. Mustafa Kemal’in bu tavırları, bazen tüm ciddiyetin içinde bir nefes gibi gelirdi.

 

“Yakışıklı,” dedim, ellerimi belime koyarak. “Sen değil miydin geçen hafta, Umay yengemle mitoloji sohbeti yapmak istiyorum diyen? Ne oldu şimdi? Bu tavır ne?”

 

Umay, hafif bir şaşkınlıkla gözlerini Mustafa Kemal’e çevirdi. Onun o isyankâr bakışları, bir anda mahçup bir ifadeye dönüştü. Gözlerini yere indirdi ve omuzlarını silkti.

 

“Eee... şey...” diye mırıldandı. “O... o başka bir konuydu komutanım. Şimdi görev zamanı. Beni alın operasyona, sizle birlikte olmak istiyorum.”

 

Umay, bu sahneyi izlerken ilk kez dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi. Mustafa Kemal’in o çocukça çabası, hepimizi bir anlığına bile olsa hafifletmişti.

 

Ben ise hafifçe omzuna dokundum. “Tamam, Kemal,” dedim, gülümsememi saklamaya çalışarak. “Ama önce tam anlamıyla iyileştiğine emin olalım. Çünkü seni operasyona götürdüğümde bir sıkıntı olursa, Umay yengen beni asar. Anlaştık mı?”

 

Mustafa Kemal, hafif bir tebessümle başını salladı. Ama hâlâ gözlerinde o istek ve kararlılık vardı. Onun o halini görmek, içimdeki umut ışığını biraz daha güçlendirdi. Çünkü ne olursa olsun, bu ekip, bu aile, bir arada kalıyordu.

 

Umay, hafifçe bana doğru eğildi ve fısıldadı:
“Ne yaptınız görevde? Anlatın bakalım?”

 

Ben de hafifçe gülerek, “Bir ara anlatırım, prensesim,” dedim. “Şimdi oturalım, biraz dinlenelim.”

 

O an, her şeyin yavaş yavaş normale dönmeye başladığını hissettim. Bu karargah, bu insanlar... Bu bizim gerçek gücümüzdü.

 

Umay’ın yanına yavaşça yaklaştım. Onun o ince, zarif bedenine sarıldım ve başımı hafifçe omzuna yasladım. Derin bir nefes alıp onun kokusunu içime çekerken hafifçe gülümseyerek sordum:
“Bana ne yemek yaptın, hayatım? Kurt gibi açım.”

 

Umay, kollarımı hafifçe okşayarak bana döndü. Yüzündeki o yorgun ama tatlı ifade, içimi ısıttı. “Döktürdüm,” dedi, gözleri biraz daha parlayarak. “Hepinize yetecek kadar yemek yaptım. Merak etme, aç kalmazsınız.”

 

Tam o anda, Mustafa Kemal araya girdi. Yüzünde hafif bir sırıtış vardı, belli ki Umay’ı biraz kızdırmak istiyordu.
“Valla, komutanım, siz geleceksiniz diye Umay yenge tüm günü mutfakta geçirdi. Bir eliyle yemek yapıyor, diğer eliyle masayı hazırlıyordu. Eli de öyle hızlı ki, yetişemedim.”

 

Umay, gözlerini hafifçe Mustafa Kemal’e dikti. O tatlı sert bakış, hepimizi güldüren bir andı. “Kemal,” dedi, kaşlarını kaldırarak. “Yemekleri ben yaptım ama masayı kim kurdu? Onu da söyle bari.”

 

Mustafa Kemal, hemen savunmaya geçti, ellerini havaya kaldırarak:
“Yenge, tamam, masayı ben kurdum. Ama sen mutfakta o kadar hızlıydın ki, bir şey kırmadığıma şükrediyorum!”

 

Herkesin kahkahası arasında, ben Umay’a tekrar sarıldım. Başımı hafifçe onun saçlarına yaslayarak, “Sen olmasan biz ne yaparız, prensesim?” dedim, gülümseyerek.

 

Umay, utangaç bir gülümsemeyle başını omzuma yasladı. “Hadi bakalım,” dedi. “Madem bu kadar açsınız, oturun sofraya da yemeğiniz soğumasın.”

 

Hepimiz masaya geçerken, içerideki sıcaklık, sadece yemeklerden değil, aramızdaki bağdan geliyordu. Bu sofrada sadece yemek değil, kaybettiğimiz her şeye rağmen hâlâ sahip olduğumuz ailemiz vardı. Ve bu, her şeyden değerliydi.

 

Dinlenme odasındaki büyük masa, her zamanki gibi sıcak bir sohbetin merkeziydi. Umay’ın yaptığı yemekler, masayı adeta bir ziyafet sofrasına çevirmişti. Tim, her biri kendi yerini almış, yemeklere övgüler yağdırarak tabaklarını dolduruyordu. Ortamda, uzun zamandır özlediğimiz bir huzur ve neşe vardı.

 

Ben masanın başköşesine oturduğumda, herkes bir an sessizleşti ve hafifçe gülümseyerek bana baktı. Gözlerim, masadaki yemekleri hızla taradı. Umay gerçekten döktürmüştü. Mis gibi kokular, havayı doldurmuştu.

 

Bir sandalye sesi duydum ve yan gözle baktığımda, Umay’ın yanıma bir sandalye çekip oturduğunu gördüm. O da başköşeye, benim yanımda yerini almıştı. Göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedim. Bu anın onun için ne kadar önemli olduğunu biliyordum.

 

Mustafa Kemal, elindeki çatalı kaldırarak konuştu:
“Komutanım, itiraf edeyim, Umay yenge olmasa biz ne yapardık bilmiyorum. Bu yemekler var ya... resmen bir sanat eseri!”

 

Burak da hemen araya girdi, tabağındaki bir lokmayı göstererek:
“Şuna bakın, abi. Zeytinyağlı bile nasıl parlıyor! Umay abla, vallahi bu sofradan kalkmak istemiyorum.”

 

Timden diğerleri de başlarını sallayarak katıldılar. Herkes yemeği övmekle meşguldü. Umay, yüzü hafifçe kızarmış bir şekilde tebessüm ediyordu. Gözlerindeki o utangaç ama mutlu ifade, içimde bir sıcaklık dalgası yarattı.

 

Kaşığımı tabağa uzatırken, yan gözle ona baktım. “Görüyor musun?” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Yaptığın yemekler tüm timi büyülemiş. Sen olmasan, burada sadece konserve açıp dururduk.”

 

Umay, gülümseyerek başını eğdi. “Abartmayın,” dedi, utangaç bir şekilde. “Sadece herkes için bir şeyler yapmak istedim. Bunca şey yaşandıktan sonra, biraz olsun bir arada olmanın keyfini çıkaralım istedim.”

 

Başımı salladım ve elimi hafifçe onun elinin üzerine koydum. “Ve bunu başardın,” dedim. “Bu masa, senin sayende bir aile sofrası oldu.”

 

Timden biri araya girip, “Abi, bu yemekleri Umay yenge hep yapsın, vallahi morale ihtiyacımız var,” dedi, kahkahalar arasında.

 

O an, masada dönen muhabbetler, yemeklerin tadı, hepimizin içindeki o kırıklıkları bir nebze olsun onarıyordu. Haluk Yarbay’ın yokluğunu hepimiz hissediyorduk, ama bu sofrada, onun ruhu ve bıraktığı aile sıcaklığı hâlâ bizimleydi.

 

Bu masa, sadece bir yemek sofrası değil, bizim mücadelemizin, dayanışmamızın ve bir aile olmanın sembolüydü. Umay’ın başköşede oturması, hepimiz için o boşluğu dolduran bir işaret gibiydi. Ve ben, onun yanında otururken, bu ailenin bir parçası olduğum için bir kez daha şükrettim.

 

 

Yemekten sonra, hepimiz dinlenme odasında koltuklara yayılmıştık. O an, masadaki sıcak sohbetin yerini tatlı bir sessizlik almıştı. Herkes yorgundu ama bir arada olmanın verdiği huzur, hepimizin yüzüne yansıyordu.

 

Umay, kolumun altına sokulmuş, başını omzuma yaslamıştı. O kadar küçüktü ki, sanki kollarımın arasında kayboluyordu. Saçlarını kokladım; o tanıdık, içimi ısıtan koku, her şeyin biraz daha iyi olacağını hatırlatıyordu bana.

 

Gözüm, televizyonun önünde bir ileri bir geri gidip duran Burak’a takıldı. Elinde kumanda, Netflix’te film seçmeye çalışıyordu. Kaşlarını çatmış, hafif bıkkın bir ifadeyle listeleri tarıyordu.

 

“Bu film olur mu?” dedi, dönüp bize bakarak.

 

Koltuklardan bir ağızdan cevap geldi:
“Olmaz, geç!”

 

Burak homurdandı, ama başka bir filme geçti. “Tamam, peki bu?” diye tekrar sordu.

 

“Yok, geç onu da,” dedik yine hep bir ağızdan.

 

Burak, elindeki kumandayı havaya kaldırıp iç çekti. “Ya siz gerçekten zor beğeniyorsunuz,” dedi, ama yine de aramaya devam etti. Sonunda, biraz da pes etmiş gibi bir tonla sordu:
“‘Not Defteri’ olur mu?”

 

O an, herkes sustu. Gözler birbirine kaydı, bir anlık bir tereddüt oldu ama kimse “Hayır” demedi. Burak bunu fırsat bilip, “Tamamdır, açıyorum,” dedi ve filmi başlattı.

 

 

Film başladıktan sonra odadaki sessizlik iyice derinleşti. Ekranda romantik sahneler akarken, ben göz ucuyla Umay’a baktım. Başını daha da omzuma yaslamıştı, gözleri ekrana odaklanmıştı ama o an aslında filmi izlediğinden emin değildim. Bir ara derin bir nefes alıp kokumu içine çektiğini fark ettim. Bu, onun huzur bulduğu bir andı ve bunu bilmek bana yetiyordu.

 

Burak, arada sırada filme bir şeyler mırıldanıyor, ama çok fazla konuşmuyordu. Filmin ilerleyen sahnelerinde dönüp bir kez daha bize baktı. Hafifçe sırıtarak, “Yine benim istediğim film oldu, ama bakıyorum ki şikayet eden yok,” dedi.

 

Gülümsedim, ona doğru başımı eğip cevap verdim:
“Bu seferlik iyi iş çıkardın, Burak. Ama başka film seçerken yine bu kadar şanslı olmayabilirsin.”

 

Burak omuz silkti. “Ne yapayım, abi? Herkesin istediğini yapmak kolay değil,” dedi, hafif bir sırıtmayla.

 

Umay, hafifçe kıkırdadı. Onun bu minik gülüşü, odayı dolduran tüm ağırlığı biraz olsun hafifletiyordu. Ben ise onun daha da sıkı sarılmasına izin verip saçlarını okşamaya başladım.

 

Film devam ederken, odadaki herkes sessizdi. Belki filmdeki hikâyeden, belki de sadece bu anın verdiği huzurdan. Kimse şikayetçi değildi. Hepimiz, geçmişin acısını bir nebze olsun geride bırakıp, o anın tadını çıkarıyorduk.

 

Umay’ın varlığı, Burak’ın neşesi, timin sıcaklığı... Bu anlar, bize hâlâ ayakta kalabileceğimizi hatırlatıyordu. Ve ben, o koltukta Umay’ı kollarımın arasında tutarken, bu ailenin bir parçası olduğum için bir kez daha şükrettim.

 

Film bir süre ilerledikten sonra, ekrandaki romantik sahneler iyice duygusal bir hal aldı. Noah ve Allie’nin yağmur altında dans ettiği o sahne, odadaki sessizliği hafifçe bozdu. Tam o sırada Burak’ın dayanamadığını fark ettim. Koltuğunda biraz kıpırdanıp derin bir nefes aldı ve dayanamayarak konuştu:

 

“Ya, tamam romantik falan da, birader bu adam resmen sınırları zorluyor. Yağmurda dans etmek mi? Ciddi misiniz?”

 

Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Burak,” dedim, Umay’a dönüp göz kırparak. “Sen romantizmin ne olduğunu nereden bileceksin? Sen anca askeri tatbikatlarda taktik dans yaparsın.”

 

Timden biri, kahkahasını tutamayarak araya girdi:
“Altay abi haklı, Burak. Sana biri yağmurda dans etmeyi teklif etse, muhtemelen ‘Yağmurda kayarız, düşeriz’ dersin.”

 

Burak, hafif kızarmış bir şekilde ellerini iki yana açtı. “E tabii ki! Mantıklı düşünmek lazım. Adamlar romantizm diye kayıp düşse ne olacak?”

 

Umay, başını omzumdan kaldırıp Burak’a döndü. Gözlerinde o tatlı bir parıltıyla konuştu:
“Burak, mesele mantık değil ki. Yağmurda dans etmek bir anı yaratmak. İnsan, sevdikleriyle geçirdiği o anları unutmaz. Belki de bu yüzden bu sahne bu kadar etkileyici.”

 

Burak, şaşkın bir ifadeyle sustu. Gözlerini hafifçe kısmış, sanki Umay’ın sözlerini anlamaya çalışıyordu. Sonra başını iki yana salladı ve gülerek, “Yenge, haklısın da... Yani benim için romantizm, operasyon sonrası sıcak bir çay içmek olurdu,” dedi.

 

Bu kez ben de kahkahayı bastım. “Tamam Burak, sana özel bir film yaparız: ‘Çayda Dans.’ Romantik sahnelerde semaver başında oturup türkü söylersin.”

 

Odanın her köşesinden kahkahalar yükseldi. Burak da gülerek ellerini kaldırdı. “Tamam, tamam! Dalga geçin bakalım. Ama şunu söyleyeyim, bu Noah denen adam, bizim Umay yenge kadar yemek yapamazdı. O yüzden ben romantizmi buraya bırakıyorum!”

 

Umay, utangaç bir şekilde tekrar başını omzuma yasladı. Hafifçe ona sarıldım ve saçlarına fısıldadım:
“Sen gerçekten romantizmi her haliyle hak ediyorsun, prensesim. Ama Burak’ın romantizm anlayışıyla seni bir tutmayacağım, söz.”

 

Umay, gülümseyerek gözlerini kapattı. Film devam ederken odada hala ara ara Burak’ın esprileri dönüyordu. Ama hepimiz, bu küçük sohbetlerin odayı nasıl sıcak tuttuğunu biliyorduk. Bu film, aslında hepimizin duygularını bir şekilde harekete geçirmişti.

 

“Burak,” dedim, son sahneler yaklaşırken. “Romantizm bir taktik değil, bir histir. Ama belki bir gün sen de bunu anlayacaksın.”

 

Burak, bir an sustu ve sonra sırıtarak cevap verdi:
“Komutanım, ben anlamasam da siz romantizm işini iyi çözmüşsünüz. Yengeye yağmurda dans ettirmeyi düşünüyor musunuz?”

 

Gülerek başımı salladım. “O gün geldiğinde, haber vereceğim Burak. Ama şimdilik bu filmi bitirelim.”

 

Ve o an, odadaki kahkahalarla birlikte, bir kez daha bir aile olduğumuzu hissettim. Bu film, sadece bir film değildi; bizi birbirimize biraz daha yakınlaştıran bir anı olmuştu.

 

Film bittikten sonra, tim yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Evlerine dağılmak üzereydiler ki, Umay aniden yanıma yaklaştı. Gözlerinde bir merak parıltısı vardı, biraz da çekingen bir şekilde konuştu:

 

“Altay, senin evini çok merak ediyorum,” dedi, sesi yumuşaktı ama bir o kadar da kararlıydı. “Ulaş ve İlteriş’in aynı evde yaşadığını biliyorum ama senin evini hiç görmedim. Gidemez miyiz? Çok merak ediyorum.”

 

O an gülümsedim. Onun bu merakı ve masum tavrı, her zamanki gibi içimi ısıttı. Tam cevap verecektim ki, Ulaş araya girdi. Sevinçle ellerini çırptı:
“Yenge, aşk olsun! Gelsene, hep beraber gidelim. Zaten ben de biraz kek yapıp dolaba atmıştım. Evde malzeme var, bir de rus salatası yaparız, çayla beraber mis gibi gider!”

 

Umay’ın yüzü hafifçe aydınlandı, ama daha şaşırtıcı olan, diğer tim üyelerinin bu konuşmayı duyup hemen dahil olmalarıydı.

 

“Komutanım, ziyafet var!” dedi Burak, heyecanla. “Hadi bizi de götürün. Hep birlikte gidelim. Zaten hep beraberiz, ayrılmayalım.”

 

Diğer tim üyeleri de Burak’a katılınca, odadaki hava bir anda değişti. Kahkahalar, şakalar arasında herkes bir ağızdan konuşmaya başladı:
“Komutanım, lütfen! Hem kek varmış, rus salatası da tam sevdiğimiz gibi!”
“Yengeyi zaten götüreceksiniz, bizi niye dışlıyorsunuz?”
“Altay, sen de yalnız kalmazsın, evin şenlenir!”

 

Gözlerimi devirip, ama gülümsememi saklamadan başımı iki yana salladım. “Tamam, tamam!” dedim, ellerimi kaldırarak. “Ama evim askerî bir üs gibi düzenlidir, ona göre. Orada dağınıklık istemem!”

 

Bu sefer herkes kahkahalarla karşılık verdi. İlteriş, “Komutanım, sen hiç merak etme. Biz zaten düzenliyiz. Ama evi bir ziyaret edelim, herkes rahatlasın,” dedi.

 

Umay, heyecanla yanıma yaklaştı ve elimi tuttu. “Cidden mi gidiyoruz?” diye sordu, yüzündeki gülümseme artık tamamen belirmişti.

 

“Cidden gidiyoruz, prensesim,” dedim, onun gözlerindeki mutluluğu görerek. “Ama unutma, burası benim kalemim. Birkaç kurala uyman gerekebilir.”

 

Umay gülerek başını salladı. “Kurallarına uyarım, komutanım!” dedi, tatlı bir alayla.

 

Ve böylece, hepimiz evime gitmek için hazırlandık. Evdeki sıcak bir akşamın bizi beklediğini hepimiz biliyorduk. Bu küçük ziyaret, yorgun ruhlarımıza iyi gelecekti.

 

Hepimiz hazırlanıp evden çıktığımızda, ufak bir problemle karşılaştık: bütün tim bir arabaya sığmazdı. Zaten bir anda planı bu kadar büyütmüş olmamız, beni biraz güldürüyordu. Tim, kocaman bir aile gibi birbirine bağlıydı, ama işin pratik tarafı bazen zorlayıcı olabiliyordu.

 

“Komutanım, arabayı paylaşacağız, değil mi?” dedi İlteriş, hemen organize olmaya çalışarak.

 

Başımı salladım. “Evet, İlteriş. Sen ve Ulaş kendi araçlarınızla bölüşün. Gerisini ben alırım.”

 

Hızla plan yapıldı. Ulaş, birkaç tim üyesini kendi arabasına aldı, İlteriş de diğerlerini. Ama Burak ve Mustafa Kemal bir şekilde benim arabaya düşmüştü. Tabii bu durumdan çok memnun görünüyorlardı.

 

Burak, arkaya geçerken göz kırptı. “Komutanım, şoförlüğünüz nasıl? Rahat bir yolculuk yapalım, tamam mı?”

 

Mustafa Kemal, hemen araya girip gülerek, “Altay abinin şoförlüğüne laf etme, Burak. Ama bak, arabanın arkasında sakın bir şey dökme. Yoksa bizi yolda bırakır.”

 

Gözlerimi dikerek dikiz aynasından ikisine baktım. “Siz arkada sessizce oturursanız, belki sizi yolda bırakmam,” dedim, gülümseyerek.

 

Umay ise ön koltuğa oturmuş, onların şakalaşmasını sessizce dinliyordu. Gözleri parlıyordu, belli ki bu sıcak ortam hoşuna gitmişti. Ona baktım ve hafifçe gülümsedim. “Prensesim, bunlar yol boyunca konuşup duracak. Hazır mısın?”

 

Umay, gülümseyerek omuzlarını silkti. “Alıştım artık. Burası onların da ailesi, değil mi?” dedi.

 

Araba hareket ettiğinde, arka koltuktan Burak’ın sesi yükseldi. “Komutanım, müzik açsak mı? Yolda biraz eğlenelim.”

 

“Eğlenelim tabii, ama arka koltuktan komut vermek yok,” dedim, direksiyonu tutarken bir yandan da radyo ayarlarını kontrol ederek. Hafif bir müzik açtım.

 

 

Arka koltukta Burak ve Mustafa Kemal durmadan konuşuyorlardı. Bazen Umay’a bir şeyler soruyor, bazen de kendi aralarında gülüşüyorlardı.

 

“Yenge, Altay abi seni yormuyor değil mi?” dedi Burak, hafif alaycı bir tonla. “Çok ciddi görünüyor ama bazen fena sıkıcı olur. Söyle, ona çekidüzen verelim.”

 

Umay, gözlerini bana çevirdi, sonra gülerek arkasına döndü. “Altay çok iyi,” dedi, sesinde tatlı bir savunma vardı. “Ama sizi biraz susturabilirsek, belki daha huzurlu bir yolculuk olur.”

 

Arka koltuktan kahkahalar yükseldi. Mustafa Kemal, “Tamam yenge, sustuk. Ama şunu bilin, biz Altay abiyi sizin için çok kıskanıyoruz. Bize de biraz ilgi gösterse fena olmazdı,” dedi.

 

Ben, hafifçe başımı iki yana salladım. “İlgi mi istiyorsunuz? İnin arabadan, yolda yürüyerek giderken bol bol ilgilenirim sizinle,” dedim, gülerek.

 

Umay, elini hafifçe benim koluma koydu ve kıkırdadı. “Onlara kıyamazsın,” dedi.

 

Göz ucuyla ona baktım. “Sana kıyamam, ama bunlara kıyabilirim,” dedim, alaycı bir tonla.

 

 

Yol boyunca şakalaşmalar ve gülüşmeler hiç durmadı. Arabanın içinde dönen bu muhabbet, her şeyi biraz daha hafifletmişti. Hepimiz bir şekilde yorgunduk, ama bu sıcak ortam tüm yükleri biraz olsun azaltıyordu.

 

Eve yaklaştığımızda, Umay camdan dışarı baktı. “Burası mı?” diye sordu, hafif bir heyecanla.

 

“Evet, burası,” dedim. “Mütevazı ama benim kalemim.”

 

Arka koltuktan Burak’ın sesi yükseldi. “Komutanım, evinize girmek için şifre falan var mı? Hani bir üs gibi dediniz ya, hazırlıklı gelelim.”

 

Mustafa Kemal hemen ekledi. “Evet ya, devriye gezen robotlar falan var mı içeride? Saldırıya uğramayalım.”

 

Umay, başını iki yana sallayarak gülmeye başladı. “Siz gerçekten hiç ciddi olamaz mısınız?”

 

Ben de gülerek arabayı park ettim. “Siz içeri girin de bakalım, robotları görünce hâlâ böyle konuşabilecek misiniz,” dedim, şakayla karışık.

 

Arabadan inerken, herkes hâlâ gülüyordu. Bu küçük anlar, hayatın zorluklarını bir nebze olsun hafifletiyor, bizi birbirimize daha da bağlıyordu. Eve doğru yürürken, içeride bizi bekleyen güzel bir akşamın habercisiydi bu yolculuk.

 

Eve vardığımızda, kapıyı açtım ve Umay’a dönerek hafifçe eğildim. “Hoş geldin, prensesim,” dedim, sesi mümkün olduğunca yumuşak ve içten tutarak.

 

Umay, gülümseyerek ayakkabılarını çıkardı ve yavaşça içeri girdi. Etrafa bakarken yüzündeki merak ve hayranlık karışımı ifade, içimde bir şeyleri ısıttı. Bu ev benim sığınağımdı, ama şimdi onun burada olması, burayı bir yuva gibi hissettirmişti.

 

Peşinden, tim de kapıya yığıldı. Her biri, kendi aralarında gülüşüp şakalaşarak sırayla ayakkabılarını çıkardı. Burak, hafif bir sırıtmayla ilk adımı attı ve etrafı incelemeye başladı.

 

“Altay Komutanım, sizin ev fena değilmiş,” dedi, biraz alaycı bir tonla. “Ama hani askerî üs gibi olacaktı? Robotlar nerede?”

 

Gülerek başımı salladım. “Sadece akıllı misafirlere görünürler, Burak. Sen dikkat et.”

 

Burak, gözlerini devirdi ve salona doğru ilerledi. Diğerleri de yavaşça içeri girmeye başladı. Ama ben, onların arkasından gitmek yerine, Umay’a yöneldim.

 

“Aşkım,” dedim, salonu işaret ederek. “Sağdan ilk kapı. Orası salon. Git, biraz rahatla. Ben de geliyorum.”

 

Umay, hafifçe başını salladı ve salona doğru yürüdü. Ama ben timi beklemek yerine, hemen onun arkasından gittim. İçeri girdiğinde, etrafa bakmaya başladı. Salondaki kitaplık, koltuklar ve duvarlarda asılı birkaç hatıra çerçevesi... Her şeyi dikkatle inceliyordu.

 

“Burası senin kalen, değil mi?” dedi, yüzünde hafif bir tebessümle.

 

“Evet,” dedim, omuz silkip. “Ama şimdi, burası seninle bir yuva oldu.”

 

O an Burak’ın sesi, koridordan yüksekçe duyuldu.
“Altay Komutanım’ın misafirperverliği sadece Umay Yenge’ye özel sanırım!” dedi, alaycı bir tonla. “Biz dışarıda mı bekleyeceğiz?”

 

Umay hafifçe kıkırdadı, ben ise gözlerimi devirdim. Salondan çıkıp kapıya doğru seslendim:
“Girin içeri, Burak. Yoksa seni gerçekten dışarıda bırakırım.”

 

Tim, sırayla salona doluştu. Her biri etrafı inceliyor, kimi kitaplığa, kimi koltuklara bakıyordu. Burak, bir köşeye geçip koltuğa kendini bıraktı ve hemen bir yorum yaptı:
“Abi, şu kitaplığa bakın! Altay Komutanım, siz gece operasyon yapmıyorken kitap mı okuyorsunuz?”

 

Mustafa Kemal de onun yanında durup kitaplara baktı. “Vay be, gerçekten ciddi ciddi kitaplık var burada. Hangi birini okuyorsunuz, Komutanım? Mitoloji kitapları da varmış.”

 

Umay, kitaplığa dönüp incelemeye başladı. “Altay, ben bunu fark etmemiştim,” dedi, parmağıyla mitolojiyle ilgili bir kitabı işaret ederek. “Gerçekten mitolojiye mi meraklısın?”

 

Omuz silktim ve gülümsedim. “Hep ilginç gelmiştir. Ama kitaplıkta sadece mitoloji yok. Askerî tarih de var. Zaman buldukça karıştırırım.”

 

Burak, araya girerek, “Tabii, tabii. Komutanım, biz de kitap okuyorduk ama bir türlü aksiyon kısmına geçemedik,” dedi, kahkahalar arasında.

 

Ulaş, elindeki çantayı mutfağa doğru taşırken, “Yeter artık,” dedi. “Herkes koltuklara yayıldı ama ben kekle rus salatasını hazırlamak için geldim. Yardım eden var mı?”

 

Burak hemen ellerini havaya kaldırdı. “Ben kesinlikle yardıma uygun biri değilim. Yengeyle film seçme işini yapmıştım, bu seferlik pas geçiyorum.”

 

Umay, hafifçe gülümseyerek Ulaş’a döndü. “Ben yardımcı olurum. Hadi beraber hazırlayalım.”

 

Hemen araya girdim. “Hayır, prensesim. Sen bugün sadece misafir olacaksın. Ulaş halleder. Hem burası benim evim, ben yardımcı olurum.”

 

Umay, itiraz edecek gibi oldu ama sonra yüzünde bir gülümseme belirdi ve oturmayı kabul etti.

 

Ulaş, mutfakta kek ve salata hazırlığı yaparken, diğerleri salonda oturup muhabbet ediyordu. Burak, hala kitaplıkla ilgili yorumlar yapıyor, Mustafa Kemal ise Umay’a dönüp, “Yenge, Komutanım’la yaşam nasıl? Onu yumuşatmayı başarabildiniz mi?” diye sordu.

 

Umay, gülerek cevap verdi. “Altay zaten yumuşak bir kalbe sahip. Sadece sert görünmeyi seviyor.”

 

Burak, kahkahasını bastıramadı. “Demek yumuşak kalpli bir komutan! Tamam, bunu bir yerlere not aldım.”

 

Ulaş, hazırlıklarını tamamladığında hepimizi sofraya çağırdı. Kek, rus salatası ve sıcak çaylar eşliğinde sohbet devam etti. Herkes, uzun zamandır böyle sıcak bir ortamda olmamış gibi rahatlamıştı.

 

Ben, Umay’ın yüzündeki o huzurlu ifadeyi izlerken, bu anın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha anladım. Bu sadece bir yemek, bir ziyaret değildi. Bu, bir ailenin nasıl bir arada kalabileceğinin kanıtıydı.

 

Herkes masanın etrafına toplanmış, kek ve rus salatasını büyük bir iştahla yemeye başlamıştı. Ulaş’ın yaptığı yemekler her zamanki gibi nefisti, ama bu akşamın asıl tadı, hepimizin bir arada olmasıydı. Çayları mutfaktan alıp masaya getirdiğimde, gözlerim Umay’a takıldı. Çay fincanlarını dağıtırken ona hafifçe göz kırptım.

 

Umay, utangaç bir şekilde gülümsedi ve başını hafifçe eğdi. Onun bu tatlı hali, içimde bir sıcaklık dalgası yarattı. Fincanı önüne koyup devam ederken, İlteriş’le göz göze geldim. O an, o meşhur bakışı attı. Sanki söylemek istediği bir şey vardı. Gözleriyle yan duvara yaslanmış duran sazımı işaret etti.

 

“Altay be,” dedi, hafif bir nazlanmayla. “Bu kadar güzel ortamdayız, saz çalmadan mı geçireceğiz bu geceyi?”

 

Ben, bir yandan çay fincanlarını dağıtmaya devam ederken, ona gülerek cevap verdim:
“Yavaş gel, İlteriş. Daha çaylar yeni geldi masaya.”

 

Ama o, pes etmedi. Sandalyeye yaslanıp, ellerini iki yana açarak gazlamaya başladı. “Hadi be oğlum, nazlanma. Şimdi ortam da güzel, Umay Yenge de burada. Birkaç türkü patlat, herkes keyif yapsın.”

 

Burak, bu konuşmayı duyunca hemen araya girdi. “Vay, saz çalan bir komutan ha? Komutanım, sizde her şey varmış da biz niye bu kadar geç fark ettik?”

 

Masadaki herkes kahkahalarla gülmeye başlamıştı. İlteriş ise sazı işaret ederek baskısını artırdı:
“Hadi ama, Altay! Bekliyoruz. Bak, şu ortamı sazınla tamamla.”

 

Başımı iki yana sallayarak, “Bekleyin oğlum, önce şu çayları bir dağıtayım,” dedim, gülümseyerek.

 

Mustafa Kemal de gülerek araya girdi: “Çaylar bitmeden başlamayız, ama Altay Komutanım’ın saz çalması için bu gece tarihî bir an olacak!”

 

Umay, bana dönüp hafifçe eğildi. “Çok iyi çalıyorsan, bu baskıya dayanmayıp çalman lazım,” dedi, gözlerinde merakla karışık bir tebessümle.

 

Onun bu tatlı yorumu, kararımı netleştirdi. “Tamam, tamam,” dedim, gülerek. “Hepiniz bir durun. Çaylarınızı dağıtayım, sonra sazı alırım. Ama benden çok şey beklemeyin.”

 

İlteriş, kocaman bir gülümsemeyle arkasına yaslandı. “Bekliyoruz, Altay. Hadi bakalım!”

 

Çayları dağıttıktan sonra sazı elime alıp oturduğumda, herkesin yüzünde meraklı bir ifade vardı. Gözlerim bir an Umay’a takıldı. Onun bu kadar keyifli ve mutlu olması, içimde her şeyin yerine oturduğunu hissettirdi. Şimdi sırada, o mutluluğu biraz daha artırmak vardı.

 

Sazı elime aldığımda, masadaki sesler yavaşça sustu. Herkes dikkatle bana bakıyordu. Özellikle Umay... Gözlerindeki o derin bakış, bir yandan merak, bir yandan da duygularının dalgalandığını gösteriyordu.

 

Sazın tellerine hafifçe vurduğumda, odanın atmosferi tamamen değişti. Çay fincanımı alıp bir yudum içtim ve ardından sazın tellerinden yükselen ilk notalar odayı doldurdu. Yavaşça Umay’a döndüm, hafif bir gülümseme ile gözlerine baktım.

 

Sesimi mümkün olduğunca yumuşak ama derin bir tonda tutarak söylemeye başladım:

 

“Şu dağlar kömürdendir
Geçen gün ömürdendir
Feleğin bir kuşu var
Pençesi demirdendir…”

 

Sözler dökülürken, Haluk Yarbay’ın yüzü gözümün önüne geldi. Onun sert ama sevgi dolu bakışları, bizi bir arada tutan o güçlü duruşu… İçimdeki o kayıp, sazın tellerinde yankılanıyordu.

 

Gözlerimi kapatıp devam ettim:

 

“Hadi leylim leylalım
Ben yoluna kurbanım
Ya al canım kurtulam
Ya ver derde dermanım…”

 

Her kelime, bir ağırlık gibi oturuyordu kalbime. Feleğin pençesi... Haluk Yarbay, feleğin pençesine yakalanmıştı. Ama onun ardında bıraktığı miras, bizim için hâlâ bir ışık gibiydi.

 

Timin sessizliğini hissedebiliyordum. Herkesin gözleri yere bakıyordu, ama hissettikleri acı yüzlerinden okunuyordu. Umay ise başını hafifçe eğmiş, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

 

Sazın tellerine biraz daha bastırarak, daha derin bir tonda devam ettim:

 

“Bu yol Pasin’e gider
Döner tersine gider
Şurda bir garip ölmüş
Kuşlar yasına gider…”

 

Son sözler dudaklarımdan döküldüğünde, Haluk Yarbay’ın cenazesi gözümde canlandı. Şehitlikteki o sessiz kalabalık, kuşların bile yas tutar gibi sessizliği... İçimde taşıdığım tüm acı, bu türküyle bir şekilde dile gelmişti.

 

Bir süre sazın tellerinde yankılanan notalar dışında odada hiçbir ses duyulmadı. Gözlerimi açtığımda, Umay’ın bana doğru eğilmiş, gözlerinden akan yaşları silmeye çalıştığını gördüm. Elini nazikçe tuttum ve hafifçe sıktım.

 

“Yarbay, bir garip değil,” dedim, sesi mümkün olduğunca sakin tutarak. “Ama feleğin pençesine düşmüş bir kahramandı. Biz, onun yasıyla değil, onun bize öğrettikleriyle yaşıyoruz. Onun anısını yaşatmak, hepimizin görevi.”

 

Burak, arka tarafta oturduğu yerden hafifçe boğazını temizledi ve başını eğdi. “Komutanım, bu türküde ne varsa, içimde ne kadar yara varsa ortaya çıkardı. Yarbay’ı unutmak mümkün değil.”

 

Ulaş, sessizce başını salladı. “Unutmayacağız. Onun yası, bizim yolumuz olacak. Feleğin kuşunu avlamadan bu iş bitmez.”

 

Mustafa Kemal ise sessizdi. Ama yüzünde gördüğüm o kararlılık, onun da bu acıyı kendi içinde taşıdığını gösteriyordu.

 

Umay, hafifçe omzuma yaslandı ve gözlerini kapatarak, “Senin sesin... sanki her şeyi biraz olsun iyileştiriyor,” dedi.

 

Elimi onun saçlarına götürdüm, nazikçe okşadım. “Senin yanımda olman, benim en büyük gücüm, prensesim,” dedim.

 

Ve o an, odada yalnızca bir sessizlik vardı. Ama bu sessizlik, yasın değil, birliğin ve umudun sessizliğiydi. Çünkü biz, kaybettiklerimizi unutmadan, ama onlardan aldığımız güçle yaşamaya devam edecektik.

 

Sazı kenara bıraktığımda, Umay yavaşça yanıma yaklaştı. Yüzünde, hem derin bir hüzün hem de bir şefkat vardı. Hiç tereddüt etmeden, kollarını boynuma doladı ve başını omzuma yasladı.

 

O an, içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Sanki taşıdığım tüm ağırlık, onun o sıcacık sarılışıyla bir nebze olsun hafifliyordu. Ellerimle beline sarıldım, başını omzumda daha rahat bir yere koydum. Saçlarının kokusu, içimde fırtınalar koparan bir huzur gibi yayıldı.

 

Sessizce fısıldadı:
“Altay... İyi ki varsın. Sen olmasan, ne yapardım bilmiyorum.”

 

Onun bu kırılgan sesi, her şeyden daha güçlü bir şekilde kalbime dokundu. Sesi titriyordu, ama aynı zamanda içindeki minneti de taşıyordu.

 

“Ben hep buradayım, prensesim,” dedim, fısıldayarak. “Seni yalnız bırakmayacağım. Bunu biliyorsun, değil mi?”

 

Umay başını hafifçe kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki yaşlar, sessizce yanaklarından süzülüyordu. “Biliyorum,” dedi, ama sesindeki o kırılganlık hâlâ oradaydı.

 

Bir an duraksadım, sonra onun saçlarını nazikçe okşadım. “Sen güçlü birisin, Umay. Haluk Yarbay da seninle gurur duyardı. Ama güçlü olmak demek, acını saklamak değil. Bunu hissetmek ve paylaşmak. O yüzden her ne olursa olsun, bunu benimle paylaş, tamam mı?”

 

O an, kollarını biraz daha sıkılaştırdı. Omzumda hıçkırıkları hissediliyordu, ama ağlaması, onun içindeki yükü biraz olsun hafiflettiğini gösteriyordu.

 

Arkamdan Burak’ın hafif alaycı ama şefkatli bir sesi yükseldi:
“Komutanım, biz burada mı duygulanmaya devam edelim, yoksa size biraz yalnız mı bırakalım?”

 

Başımı hafifçe Umay’ın başına yasladım ve Burak’a dönmeden cevap verdim:
“Burak, seni yalnız bırakmamı istemiyorsan sus. Yoksa sabaha kadar sazla türkü söylerim.”

 

Arka taraftan hafif bir kahkaha duyuldu. Mustafa Kemal, “Tamam, tamam. Biz sessiziz. Ama bu kadar romantizm, vallahi ağır geliyor,” dedi, gülerek.

 

Umay, başını hafifçe omzumdan kaldırdı ve utangaç bir gülümsemeyle gözlerini kaçırdı. O an, onun bu tatlı hali, tüm odanın enerjisini değiştiriyordu.

 

“Bak, ne kadar özel biri olduğunu herkes anladı,” dedim, hafif bir tebessümle.

 

Umay, bir şey demeden tekrar başını omzuma koydu. O an, sadece onun varlığı, bu evde, bu odada her şeyin tamamlandığını hissettiriyordu.

 

Ve o gece, sessizlikte birbirimize tutunarak, kaybettiklerimizin anısını yaşatmaya ve hayatın geri kalanını birlikte karşılamaya yemin ettik.

 

Kanepeye uzanmış, günün yorgunluğunu üzerimden atmaya çalışıyordum. Gözlerim hafifçe kapanmıştı ki, ayak seslerini duydum. Başımı kaldırdığımda, Umay’ın gülümseyerek yanıma geldiğini gördüm. Ellerinde bir şeyler vardı; dikkatlice baktığımda, bir çift el ısıtıcısı ve birkaç fotoğrafımız olduğunu fark ettim.

 

Gözleri, o tanıdık ışıltıyla parlıyordu. “Altay,” dedi, sesi yumuşak ama neşeliydi. Yanıma oturdu ve elindeki ısıtıcıları uzattı. “Üşürsün diye bunları getirdim.”

 

Bir yandan da elindeki fotoğrafları dikkatlice tutuyordu. Onlara göz ucuyla bakarken, içlerinden birini bana doğru uzattı. Fotoğraf, bir görevden döndüğümüz bir gün çekilmişti. Umay’ın yüzünde kocaman bir gülümseme, benim ise yorgun ama mutlu bir ifadem vardı.

 

“Ve...” dedi, sesi hafifçe yavaşladı. “Odanda bana özel bir köşe yapmışsın, aşkım.”

 

Şaşırmış gibi gözlerimi ona çevirdim. “Hangi köşe?” dedim, hafif bir tebessümle.

 

Gözlerini devirerek gülümsedi. “Hadi ama, biliyorsun. Fotoğraflarımızı, benim küçük notlarımı... Hepsini bir araya toplamışsın. Orada duran kitapların arasında da bir mektup buldum. Altay, o mektup... çok özel.”

 

Bir an sessizlik oldu. Onun bahsettiği köşe, gerçekten de odamda, kitaplığımın hemen yanındaydı. Fotoğraflarımızı ve onun bana yazdığı birkaç notu oraya koymuştum. Ama onun bunu fark etmesi, beni hem utandırdı hem de mutlu etti.

 

Umay, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle yana doğru eğildi ve yanağıma hafif bir öpücük kondurdu. “Beni bu kadar düşündüğün için teşekkür ederim,” dedi, fısıldayarak.

 

Elimdeki ısıtıcıya bakıp gülümsedim. “Prensesim,” dedim, onun gözlerine bakarak. “O köşe sadece senin için. Çünkü sen benim hayatımda özel bir yerdesin. O yüzden senin her şeyin, benim için değerli.”

 

Umay, yüzü hafifçe kızararak başını eğdi. Ama o tatlı gülümsemesi kaybolmamıştı. “Benim için yaptığın her şey, bana kendimi çok özel hissettiriyor,” dedi.

 

Ellerimi uzatıp, onun ellerini tuttum. “Çünkü sen özelsin, Umay,” dedim. “Benim dünyamda, yerin başka. Ve o köşe, sadece bir başlangıç. Hayatımın her köşesi seninle dolsun istiyorum.”

 

Umay, bir süre gözlerimin içine baktı, sonra başını hafifçe omzuma yasladı. O an, o küçük an, benim için dünyanın en değerli anlarından biriydi. Çünkü onun yanında olmak, onun gülümsemesini görmek, her şeye bedeldi.

 

Salondaki kanepeye uzanmış, yorgunluğun ağırlığıyla derin bir uykuya dalmıştım. Gözlerim kapalıydı, ama içimde bir huzur vardı. Umay’ın burada, yanımda olması, onun güvenliğini sağladığım her an, bana hayatımın en büyük amacını hatırlatıyordu.

 

O sırada, Umay sessizce odama yönelmişti. Adımlarının sesini duymuyordum, ama onun varlığı, her şeyden daha gerçekti. Odaya girip çevresine baktığında, kitaplığımın yanındaki o küçük köşeyi fark ettiğini biliyordum. O köşe, onun içindi. Bizim anılarımız, onun bana yazdığı notlar ve birlikte geçirdiğimiz zamanların sessiz bir hatırası...

 

Umay, odayı incelerken düşündüğünü tahmin edebiliyordum. Yaşadıklarımız, bizi birbirimize daha sıkı bağlayan bir zincir gibiydi. Yarbay Haluk Karaca’nın şehadetinden sonra, her şey daha da ciddileşmişti. Umay’a güvenli bir dünya sunmak zorundaydım. Çünkü o, bu dünyada korumam gereken en değerli insandı.

 

Ama bunun için yapmam gereken bir şey vardı. İlteriş’le başlattığımız gizli bir görev planı... Bunu Umay da dahil olmak üzere, kimse bilmiyordu. Bu, sadece ikimizin omuzlarında bir yüktü. Haluk Yarbay’ın şehadetine sebep olanları bulmak ve onları adalete teslim etmek ya da adaleti bizzat sağlamak bizim görevimizdi.

 

 

Umay, odada duran fotoğraflarımıza baktığında, gözlerindeki duyguyu hissedebiliyordum. Yaşadığımız her anı düşünüyordu; birlikte geçirdiğimiz zorlukları, mutlulukları ve kayıpları...

 

Ama ben, kanepeye uzanmış, uyuyor gibi görünsem de, onun bu evde güvende olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. Onu her şeyden korumak için yapmayacağım şey yoktu. İlteriş’le bu yüzden bir araya gelmiştik. Onunla, Haluk Yarbay’ın izini süren düşmanları ortaya çıkaracaktık. Bu işin arkasındaki elleri birer birer bulup kıracaktık.

 

Bu gizli görevin ağırlığını hissediyordum. Ama bu, benim görevimdi. Umay’a güvenli bir dünya bırakmak, onun yeniden huzurlu bir şekilde gülümsemesini sağlamak için her şeyi göze almıştım.

 

Uyuyor gibi görünsem de, içimden bir yemin daha ettim:
“Umay... Seni korumak için ne gerekiyorsa yapacağım. Bu dünyanın ne kadar karanlık olduğunu biliyorum, ama seni o karanlıktan uzak tutacağım. Seni hak ettiğin gibi bir hayatla buluşturacağım. Çünkü sen, benim dünyamdaki en parlak ışıksın.”

 

O sırada Umay, yanıma gelip hafifçe eğildi. Belki saçlarımı okşadı, belki sadece nefesimi dinledi. Ama onun varlığı, her şeyden daha gerçekti. Ve ben, bu varlığı sonsuza dek koruyacağıma bir kez daha yemin ettim.

 

Sabah erkenden uyandım. Evin sessizliği, güne başlamak için en sevdiğim andı. Hafifçe esneyip kalktım, sonra mutfağa yönelmeden önce Ulaş’ın odasının kapısını tıklattım. “Hadi, kalk bakalım. Namaz vakti,” dedim, sesi fazla yükseltmeden.

 

Ulaş içeriden hafifçe homurdandı, ama kısa süre sonra kapıyı açtı. Gözleri hâlâ uykulu bir haldeydi. “Abi, bu saatte mi başlıyoruz güne?” dedi, ama onun bu haline gülmeden edemedim.

 

“Evet, uykucu. Hadi bakalım, biraz hareket et. Bugün kahvaltıyı birlikte hazırlıyoruz,” dedim, onu daha da harekete geçirmek için.

 

Namazımızı kıldıktan sonra mutfağa geçtik. İkimiz de sessizce işimize koyulduk. Ekmekleri dilimliyor, yumurtaları hazırlıyor, çayı demliyorduk. Ulaş bir ara elindeki domatesleri keserken, “Abi, mutfakta da tam bir taktik operasyon gibi çalışıyoruz ha,” dedi, gülerek.

 

Gülümseyerek başımı salladım. “Burada da düzen önemli, Ulaş. Yoksa kahvaltı yapacak bir şey kalmaz.”

 

İkimiz de işimize o kadar odaklanmıştık ki, mutfak kapısının oradan bizi izleyen Umay’ın varlığını fark etmedik. O, sessizce kapıya yaslanmış, gülümseyerek bizi izliyordu. Üzerinde benim bol tişörtüm ve pijamam vardı. O kadar küçücük kalmıştı ki, onu o halde görmek beni istemsizce güldürdü.

 

 

Umay’ı fark ettiğimde, mutfak tezgahına dayalı duruyordu. Gözlerinde o tatlı parıltıyla bizi izliyordu. Elimdekileri bırakıp ona doğru yürüdüm ve yüzümde büyük bir gülümsemeyle, “Günaydın, küçük bebeğim,” dedim.

 

O an, onun tatlı ama uykulu yüzü iyice belirginleşti. Yanağını hafifçe sıktım, sonra eğilip küçük bir öpücük kondurdum. “Bizi mi izliyorsun sen?” diye sordum, biraz alayla.

 

Umay, mızmızlanarak yanağını ovuşturdu. “Küçük ne ya?” dedi, tatlı bir huysuzlukla. Gözlerini bana dikmiş, sanki ciddi bir mesele tartışıyormuşuz gibi bakıyordu.

 

Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Sen küçüksün çünkü,” dedim, hafif bir alayla. “Ama bu, tatlı olmadığın anlamına gelmiyor.”

 

Umay, hafifçe kaşlarını çattı ve ellerini beline koydu. “Sen çok büyüksün, sadece!” diye ekledi, tatlı bir hırsla.

 

Bu tavrı, onun o minik hallerini daha da sevimli yapıyordu. Hafifçe gülerek, “Tamam, büyüğüm,” dedim. “Ama bu büyüğün senin kahvaltını hazırladığını unutma.”

 

O an Ulaş, arkadan bir kahkaha patlattı. “Abi, yenge bu sabah enerjisiyle hepimizi geçti. Biz daha yeni uyanmışken, o burada savaşa hazır gibi.”

 

Umay, Ulaş’a dönüp tatlı bir şekilde sırıttı. “Altay kadar büyüğüm olmasa da enerjim yerinde,” dedi, tatlı bir meydan okumayla.

 

Başımı iki yana sallayarak gülümsedim. “Hadi, prensesim. Masaya geç. Kahvaltı birazdan hazır. Ama sen hâlâ bu kadar tatlı görünmeye devam edersen, seni sofraya oturtmadan yemeye başlayabilirim.”

 

Umay, utanmış gibi başını eğdi, ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. O an, sabahın tüm yorgunluğu bir anda yok oldu. Çünkü onun varlığı, her şeyin yerli yerine oturduğunu hissettiriyordu.

 

Umay, tatlı bir gülümsemeyle başını salladı ve masaya doğru yöneldi. Ulaş, elindeki domates dilimlerini tezgâha bırakıp arkasından gülerek bağırdı:
“Yenge, Altay abi seni bu kadar şımartırsa, biz burada hep ikinci planda kalırız!”

 

Umay, omzunun üzerinden tatlı bir bakış atarak, “Şımartılmak benim hakkım,” dedi. “Hem siz de biraz çalışın, Altay’ın işlerini hafifletin.”

 

Ulaş, kahkahalarla karşılık verdi. “Abi, yenge iyi konuşuyor. Ama asıl işi kim yapıyor, görsün bakalım.”

 

Ben, gülerek Ulaş’a döndüm. “Sen işine bak, Ulaş. Umay her zaman haklıdır, bunu unutma.”

 

Mutfağı toparlayıp kahvaltıyı masaya taşıdık. Masayı hazırlarken, Umay’ın küçük elleriyle bardakları yerleştirdiğini görmek, içimde tarifsiz bir mutluluk yaratıyordu. Onun bu evde olması, her şeyi farklı kılmıştı.

 

 

Hepimiz masaya oturduğumuzda, Ulaş ilk lokmasını aldı ve hemen yorum yapmaya başladı:
“Abi, bu kadar güzel bir kahvaltıyı uzun zamandır yememiştim. Kim yaptı bunu? Sen mi, ben mi?”

 

Gülerek ona baktım. “Tabii ki ben,” dedim, şakayla karışık. “Sen sadece malzemeleri kestin.”

 

Ulaş, sahte bir hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. “Tamam, abi. Tüm işi sen yapmış ol, sıkıntı yok. Ama şunu bilin ki bu sofranın gerçek kahramanı benim!”

 

Umay, bu şakayı duyunca gülmeye başladı. “Gerçek kahraman, çaydanlığı doğru düzgün dolduramayan Ulaş mı?” diye sordu, alaycı bir şekilde.

 

Ulaş, ellerini iki yana açarak, “Yenge, çaydanlığı doldurmak benim işim değil. Ben büyük resme odaklanıyorum,” dedi, kahkahalar arasında.

 

Ben, çayımı yudumlarken Umay’a dönüp hafifçe göz kırptım. “Ulaş’ın büyük resmi hep boştur. O yüzden kahvaltıyı kurtaran biz olduk.”

 

Umay, başını eğip kıkırdadı. Sonra gözlerini masadaki yemeklere kaydırıp, “Ama hakkını vermek lazım,” dedi. “Bu kadar güzel bir kahvaltı hazırlamak, gerçekten büyük bir iş. Teşekkür ederim.”

 

 

Kahvaltı boyunca, şakalar ve gülüşmelerle dolu bir sohbet döndü. Masadaki herkesin yüzünde bir gülümseme vardı. Ulaş, çayı tekrar doldururken, “Abi, her sabah böyle yapalım mı? Ama bu sefer yengenin de mutfağa girmesine izin verelim,” dedi.

 

Umay, hemen itiraz etti. “Hayır, bu sabah sadece oturup tadını çıkarıyorum. Ama başka sabahlarda yardım ederim, söz.”

 

Gözlerimi Umay’a çevirdim ve hafifçe gülümsedim. “Senin mutfağa girmen için bir şartım var.”

 

Umay, kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Neymiş o?”

 

“Beni de mutfağa alacaksın,” dedim. “Seninle birlikte çalışmak, bu evdeki en güzel şey olur.”

 

Umay, yüzünde o tatlı gülümsemesiyle başını salladı. “Tamam, Altay. Birlikte yaparız.”

 

Kahvaltı bittikten sonra, herkes masadan kalktı. Ulaş ve İlteriş mutfağı toparlamaya yardım ederken, ben Umay’ın yanına gidip saçlarını nazikçe okşadım.

 

“Prensesim,” dedim, hafifçe eğilip gözlerine bakarak. “Bu sabahı güzel yapan sensin. Seni burada görmek, bu evdeki her şeyi tamamlıyor.”

 

Umay, yüzü hafifçe kızararak başını eğdi. “Altay, beni hep böyle mutlu hissettiriyorsun. Bilmiyorum, sen olmasan ne yapardım.”

 

Gözlerimi ondan ayırmadan gülümsedim. “Sen benim her şeyimsin, Umay. Bu ev seninle dolu. Ve her sabah böyle uyanmak, benim için bir lütuf.”

 

O an, o mutfakta, huzurun ve sevginin her zerresini hissettik. Çünkü o ev artık sadece bir ev değildi; bir yuva olmuştu.

 

Umay’ın görevinden istifa etmek zorunda kalması, onun için büyük bir fedakârlıktı. Hayatını yeniden düzenlemek, kayıplarını telafi etmeye çalışmak ve güvenliğini sağlamak, ikimizin de önceliği olmuştu. Onunla birlikte bu süreçte yanında olacağımı, her şeyin yoluna gireceğini defalarca söyledim. Şimdi ise karargahta, yeni bir düzen kurmaya başlamıştık.

 

Sabah içtiması sonrası, tim spor salonuna doğru yöneldi. İlteriş ve Ulaş, şakalaşarak koşu bandına giden yolu gösteriyorlardı. Onların bu halleri, yaşadığımız tüm zorluklara rağmen aramızdaki bağın hâlâ sağlam olduğunu gösteriyordu.

 

Umay ve ben ise doğrudan odama geçtik. Günün raporlarını hazırlamak ve işleri toparlamak gerekiyordu. Odaya girdiğimizde, Umay gözlerini etrafında gezdirdi. Basit bir masa, birkaç sandalye, ve dolaplarla donatılmış sade bir odaydı. Ama onun burada olması, burayı bile farklı kılıyordu.

 

 

Masama oturup bilgisayarı açarken, Umay da hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Ellerinde tuttuğu birkaç dosya vardı. Onları masaya bıraktı ve gözlerini bana çevirdi. “Rapor işini hep sevmişsindir, değil mi?” dedi, hafif bir alayla.

 

Gülerek başımı salladım. “Rapor yazmayı kim sever ki, prensesim? Ama bu işin bir parçası. Her şey düzenli olacak ki işler düzgün yürüsün.”

 

Umay, hafifçe gülümsedi ve dosyalardan birini açtı. “Peki, yardım etmemi ister misin? Sonuçta ben de bu işlerde biraz tecrübeliyim.”

 

Ona doğru eğilip gözlerine baktım. “Senin yardımın, benim işimi hem kolaylaştırır hem de güzelleştirir. Tabii ki isterim.”

 

O an, birlikte dosyaları düzenlemeye başladık. Ben bilgisayara raporun ana hatlarını yazarken, Umay notlarımı düzenliyor, eksik noktaları tamamlamama yardımcı oluyordu.

 

 

Bir süre sessizlik içinde çalıştık. O kadar odaklanmıştık ki, bir anda başımı kaldırdığımda, onun yüzündeki ifadeye takıldım. Hafifçe kaşlarını çatmış, dikkatle dosyalardan birini inceliyordu. O kadar güzel ve aynı zamanda o kadar güçlü görünüyordu ki, bir an durup sadece onu izledim.

 

Fark ettiğinde, bana döndü. “Ne oldu? Bir şey mi yanlış yazdım?” diye sordu, biraz şaşkın bir ifadeyle.

 

Gülümseyerek başımı salladım. “Hayır, sadece seni izliyordum. İşine bu kadar odaklanmışken bile ne kadar güzel göründüğünü fark ettim.”

 

Umay, yüzü hafifçe kızararak başını eğdi. “Altay, işimize odaklanalım,” dedi, tatlı bir huysuzlukla. Ama gözlerindeki mutluluğu saklayamıyordu.

 

 

Birlikte çalışarak raporu tamamladık. Dosyaları toparlayıp bilgisayarımı kapattım. Masadan kalkarken, Umay da hafifçe esneyip sandalyesinden doğruldu.

 

“Tamam,” dedim, ona dönerek. “Bu iş de bitti. Şimdi biraz dinlenelim, olur mu?”

 

Umay, gülümseyerek başını salladı. “Tamam, ama çayını sen yapıyorsun. Çünkü rapor yazarken tüm çayı ben hazırladım.”

 

Gülerek ona doğru eğildim ve saçlarını nazikçe okşadım. “Anlaştık, prensesim. Ama çayı hazırlarken mutfağı savaş alanına çevirirsem, sorumluluk kabul etmem.”

 

O an, birlikte gülümseyerek odadan çıktık. Karargahta bile olsa, onun varlığı her şeyi daha kolay ve daha anlamlı kılıyordu. Çünkü bu sadece bir iş değildi; bu, hayatımızın yeni bir düzenini birlikte kurma yolculuğuydu.

 

Umay’a dönüp sessizce onun gözlerine baktım. Gözlerinde, babasının kaybından kalan derin bir boşluk vardı. Bu odanın onun için ne kadar zor olduğunu biliyordum, ama aynı zamanda o yükü hafifletmek istiyordum.

 

“Prensesim,” dedim, sesimi yumuşak tutarak. “Haluk Yarbay’ın odasını birlikte toparlayalım mı? Belki biraz daha rahatlamana yardımcı olur.”

 

Bir an duraksadı, sonra hafifçe başını salladı. “Tamam,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.

 

Elini tuttum ve parmaklarını nazikçe sıktım. “Beraber yapacağız. Sadece senin hızında, tamam mı?”

 

Odaya doğru yürürken, ellerimiz hâlâ birbirine kenetliydi. Kapının önüne geldiğimizde, Umay bir an duraksadı. Gözleri kapıya kilitlendi, nefesi hızlanmaya başladı. Elini hissettim; hafifçe titriyordu.

 

Ona doğru eğildim ve sıkıca sarıldım. “Buradayım, Umay,” dedim, saçlarına hafifçe bir öpücük kondurarak. “Seninle birlikteyim. Hadi, yavaş yavaş yapalım.”

 

Kapıyı açıp içeri girdiğimizde, odanın kokusu bizi karşıladı. Haluk Yarbay’ın her zaman kendine has bir kokusu vardı; hafif tütünle karışık, temiz bir sabun kokusu. O an, bu kokunun Umay için ne kadar anlamlı olduğunu daha iyi anladım.

 

Dolabı açıp eşyaları dikkatlice katlamaya başladık. Her bir ceket, her bir gömlek, sanki bir anıydı. Umay, babasının ceketlerinden birini eline aldı. Yavaşça yüzüne yaklaştırıp kokladı. Gözlerini kapatmıştı, ama gözyaşları yanaklarından sessizce süzülüyordu.

 

“Bu kokuyu da unutacak mıyım, Altay?” dedi, sesi çatallı ve kırılgandı. “Annemin kokusunu unuttuğum gibi... Babamın kokusunu da unutacak mıyım?”

 

Sesi, içimde bir bıçak gibi saplandı. Onun bu korkusunu ve çaresizliğini hissetmek, beni derinden etkiliyordu. Hemen yanına gidip kollarımı ona doladım. Başını göğsüme yasladım, saçlarını nazikçe okşadım.

 

“Unutmayacaksın, prensesim,” dedim, fısıldayarak. “Onun kokusu, sesi, her şeyi... Hepsi kalbinde, hafızanda yaşayacak. Ve ben buradayım, bunları hatırlamana her zaman yardım edeceğim.”

 

Bir süre sessizce ağladı, sonra gözyaşlarını silip derin bir nefes aldı. “Tamam,” dedi, zayıf ama kararlı bir sesle. “Toplamaya devam edelim.”

 

 

Eşyaları düzenlerken, bir kutunun içinde bir zarf buldu. Umay zarfı eline aldığında, üzerindeki yazıyı fark ettik. “Canım kızım Umay” yazıyordu. Zarfı titreyen elleriyle açtı ve içinden çıkan mektubu sessizce okumaya başladı. Gözleri daha ilk cümlede dolmuştu.

 

Ben de yanına yaklaştım. “İstersen birlikte okuyalım,” dedim. Başını hafifçe salladı ve mektubu titrek bir sesle okumaya başladı:

 

“Canım kızım Umay...
Bu mektup sana ulaştıysa, ben artık bu dünyada yokum demektir. Ama sakın üzülme, olur mu? Çünkü ben seni her zaman izliyor olacağım. Senin gücün, benim en büyük gururum oldu. Hayatın ne kadar zor olursa olsun, sen her zaman benim güçlü kızım olarak kalacaksın. Kendine inan ve kimseye boyun eğme. Unutma, Umay... Ben seni her şeyden çok sevdim. Hep seveceğim. Ve sana bıraktığım en büyük miras, sevgim ve gururum.”

 

Umay, mektubu okurken sesi titriyor, ama sonuna kadar devam ediyordu. Ben ise onun her kelimede daha da güçlendiğini hissediyordum.

 

Mektubun sonunda, bir süre sessizlik oldu. Umay, mektubu göğsüne bastırıp derin bir nefes aldı. Gözlerinden akan yaşlara rağmen yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti.

 

“Babam... Beni hep sevmiş, değil mi?” dedi, gözlerini bana kaldırarak.

 

“Evet,” dedim, ona sıkıca sarılarak. “Seni her zaman sevdi ve seninle gurur duydu. Bunu her şeyden daha iyi biliyorum.”

 

Bir süre öylece sarıldık. O an, o odada Haluk Yarbay’ın sevgisini, gururunu ve bıraktığı mirası hissediyorduk. Bu odadan çıkan her eşya, onun hatırasını yaşatıyordu. Ama en büyük hatırası, Umay’ın içinde, onun sevgisiyle yaşayan o güçlü ruhuydu.

 

Haluk Yarbay’ın odasından çıktığımızda, kollarımda onun hatıralarını taşıyan bir koli vardı. Ama bu kolinin ağırlığı, içinde ne olduğunu bilmenin verdiği duygusal yükle çok daha fazlaydı. Eşyalar, kokular, anılar… Her biri, ardında bıraktığı o büyük boşluğu dolduracak birer parçaydı.

 

Gözlerim, Umay’a kaydı. Ellerinde tuttuğu mektubu göğsüne yaslamıştı. O kadar sıkı tutuyordu ki, sanki onu bırakırsa babasının sevgisi elinden kayıp gidecekmiş gibi hissediyordu. Ama yüzündeki o dik ve kararlı ifade, içimde bir şeyleri harekete geçirdi. Adımları sağlam, bakışları odaklıydı. Onun bu hali, Haluk Yarbay’ın bıraktığı mirası nasıl taşıdığını gözler önüne seriyordu.

 

“Umay…” diye fısıldadım kendi kendime, onun bu güçlü haline hayranlıkla bakarak. “Sen gerçekten onun kızı olduğunu her haliyle gösteriyorsun.”

 

Bir an durup onun yanına yaklaştım. “Prensesim,” dedim, sesimi yumuşatarak. “Eğer yorulduysan, biraz dinlenebiliriz. Burası kolay bir yol değil senin için.”

 

Umay, bana döndü. Gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı, ama yüzündeki kararlılık bir an bile eksilmemişti. Hafifçe başını iki yana salladı.

 

“Yorulmadım, Altay,” dedi, sesi nazik ama güçlüydü. “Babam bu odada sadece eşyalarını değil, ruhunu da bırakmış gibi. Onunla vedalaşmam gerekiyordu. Şimdi kendimi biraz daha hafif hissediyorum.”

 

O an, ona daha da hayran kaldım. Onun bu cesareti, acıyla yüzleşme şekli, bana kendi mücadelemi hatırlattı. Ama o, bunu daha büyük bir zarafetle yapıyordu.

 

 

Koridor boyunca yürürken, etrafımızdaki sessizlik her şeyi daha anlamlı kılıyordu. Timden birkaç kişi bizi uzaktan görmüştü, ama kimse bir şey demedi. Onlar da bu anın ne kadar özel olduğunu anlamış gibiydi.

 

Umay, mektubu göğsüne yaslamış yürürken, her adımı sanki bir güç gösterisi gibiydi. Gözlerim, bir an bile ondan ayrılmadı. Onun bu halini izlerken, içimdeki duygular birbirine karışıyordu. Sevgi, hayranlık, koruma içgüdüsü… Her şey aynı anda patlama noktasına gelmiş gibiydi.

 

“Altay,” dedi birden, sessizliği bozarak.

 

“Hı?” dedim, ona dönerek.

 

“Bazen düşünüyorum…” dedi, gözlerini yere indirerek. “Babamın bıraktığı yükü taşımak benim için çok mu ağır? Yani, onunla gurur duyuyorum ama… Ya onun kadar güçlü olamazsam?”

 

Adımlarımı yavaşlattım ve koliyi yere bırakıp ona döndüm. Ellerimi omuzlarına koydum, gözlerimi gözlerine sabitleyerek konuştum.

 

“Umay, sen onun kızı olarak zaten yeterince güçlüsün. Ama güçlü olmak, her zaman acıyı saklamak değildir. Sen, onun mirasını kalbinde taşıyorsun. Bu yeterli. Babana bir şey kanıtlaman gerekmiyor, çünkü o zaten seni olduğu gibi kabul etmişti. O mektubu yazarken, bunu çoktan anlamış olmalıydı.”

 

Gözlerindeki tereddüt yerini bir nebze rahatlamaya bırakırken, başını hafifçe salladı. “Haklısın,” dedi, sesi biraz daha sakinleşmişti. “Ama bazen… bazen çok zor oluyor.”

 

Elimi onun yüzüne götürüp saçlarını hafifçe geriye doğru düzelttim. “Bu yüzden buradayım, prensesim,” dedim. “Sana her şeyin kolay olmayacağını biliyorum, ama seninle birlikte bu yolda yürümek için buradayım. Ne zaman yorulsan, seni taşırım. Bunu unutma.”

 

Umay, bir an sessiz kaldı, sonra yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Teşekkür ederim, Altay. Beni hep böyle rahatlatıyorsun.”

 

 

Koliyi tekrar alıp yürümeye devam ettik. Odama vardığımızda, koliyi dikkatlice bir köşeye yerleştirdim. Umay, mektubu hala göğsüne bastırıyordu. Yanıma gelip hafifçe başını omzuma yasladı.

 

“Babamın hatıralarını hep yaşatacağız, değil mi?” diye sordu, sesi artık daha huzurluydu.

 

“Evet,” dedim, ona sarılarak. “Onun hatıraları, bizimle yaşamaya devam edecek. Ve biz, onun gurur duyacağı bir hayat sürdüreceğiz. Bunu ona borçluyuz.”

 

O an, o odada, Haluk Yarbay’ın mirasıyla bir kez daha yüzleştik. Ama bu kez, sadece bir ağırlık değil, bir güç hissettik. Çünkü o, her zaman bizimleydi.

 

Koliyi odama bıraktıktan sonra, Umay’la birlikte askeri kantine gittik. İkimizin de biraz nefes almaya ihtiyacı vardı. Umay’ın yüzündeki o hüzünlü ifade hâlâ tam olarak kaybolmamıştı, ama onun burada, yanımda olması her şeyi biraz daha kolaylaştırıyordu.

 

Kantine vardığımızda, vitrinde duran eklerler gözümüze çarptı. “Tatlı bir şeyler yiyelim, prensesim,” dedim, onun gözlerindeki o ışığı yeniden görmek için.

 

Umay hafifçe gülümsedi. “Tamam,” dedi, sessizce.

 

Masaya oturduk, çaylarımızı aldık ve eklerleri yemeye başladık. Tatlının hafif tadı, ikimize de bir parça iyi gelmiş gibiydi. O sırada kantinin kapısı açıldı ve Burak’la Mustafa Kemal içeri girdiler. Üzerlerindeki havlular hâlâ omuzlarına asılıydı, saçlarından damlayan su belliydi. İkisi de duş sonrası enerjik ama her zamanki gibi biraz dağınık bir haldeydi.

 

Burak, bizi görünce hemen masaya doğru yürüdü. Gözleri, masadaki eklerlere kaydı ve hafifçe kaşlarını kaldırdı. “Komutanım,” dedi, hafif alaycı bir sesle. “Yok mu bir saatler olsun?”

 

Kafamı kaldırıp ona baktım, gözlerimde hafif bir gülümsemeyle. “Burak,” dedim, derin bir nefes alarak. “Sana bunu kaç kere söyleyeceğim? ‘Saatler olsun’ değil oğlum, ‘sıhhatler olsun.’ Öğren artık şunu.”

 

Masadaki Umay, sessizce bizi izlerken, Mustafa Kemal hemen araya girdi. Omzundaki havluyu düzeltip, alaycı bir şekilde Burak’a dönerek konuştu:
“Eşek ne anlar hoşaftan, komutanım. Bunu öğrenemez.”

 

Bir an sustum, derin bir nefes aldım ve gözlerimi devirdim. “Ulan, Mustafa Kemal,” dedim, sesimi hafif yükselterek. “O da öyle değil! ‘Eşek ne anlar hoş laftan’ diyeceksin. Hoşafla ne alakası var?”

 

Bu küçük tartışmayı duyan Umay, bir an kıkırdadı. Ses o kadar hafif ama o kadar neşeliydi ki, bir an durup ona baktım. Aylar sonra, belki de ilk defa, o sessiz hüznün içinden sıyrılmış gibiydi.

 

Umay, gülüşünü durdurmaya çalışarak, “Altay, bunlarla nasıl başa çıkıyorsun?” dedi, hafifçe gözlerini devirdi.

 

Ona dönüp gülümsedim. “Bunlar benim cezam, prensesim,” dedim, şakayla karışık bir sesle. “Ama senin böyle güldüğünü görmek, bu cezanın en güzel ödülü oldu.”

 

Burak, araya girip alaycı bir şekilde konuştu. “Komutanım, o zaman ödülümü de alayım. Şu eklerlerden birini kapıyorum!”

 

“Al bakalım, Burak,” dedim, gözlerimi devirmeden önce. “Ama masada düzgün oturmayı öğren. Sıhhatler olsun!”

 

Hepimiz masada kahkahalarla gülmeye başladık. Umay’ın o tatlı gülüşü, uzun zamandır görmediğim bir şeydi. Ve o an, onun yanında olmak, her şeyden daha değerliydi. Bu küçük anlar, hayatta neyin önemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu.

 

Saat 10’a yaklaşırken, Umay’a döndüm. O sırada masadaki çayını yudumluyordu. Onun yüzüne baktığımda, biraz yorgun ama huzurlu olduğunu gördüm. Ona güvenli bir ortam sağlamak benim için bir görevdi.

 

“Aşkım,” dedim, gözlerinin içine bakarak. “Sen beni odamda bekler misin? Şimdi bir brifingim var, timle görüşmem lazım.”

 

Umay, hafifçe başını salladı. “Tamam, Altay. Ama kendine dikkat et,” dedi, sesi yumuşak ama her zamanki gibi destekleyiciydi.

 

Ona güvenli bir şekilde odama kadar eşlik ettim. Kapıyı kapatmadan önce bir kez daha gözlerine baktım. “Biraz dinlen, prensesim. Ben hemen dönerim.”

 

Sonra derin bir nefes alıp brifing odasına doğru ilerledim.

 

 

Tim, brifing odasında çoktan toplanmıştı. İlteriş, Ulaş, Burak ve Mustafa Kemal, masanın etrafında oturuyordu. Herkesin yüzünde ciddiyet vardı. Kapıdan içeri girerken, tüm dikkatler bana döndü.

 

“Arkadaşlar,” dedim, sesimi otoriter ama net bir tonda tutarak. “Bugünkü brifingde, önümüzdeki operasyonun detaylarını konuşacağız. Bu görev, bizim için hem stratejik hem de manevi bir öneme sahip. Haluk Yarbay’ın bıraktığı mirası onurlandıracak bir operasyon yürütüyoruz. Bu yüzden her adımımızın doğru ve hesaplı olması gerekiyor.”

 

Haritayı masanın üzerine yerleştirdim ve üzerindeki kritik noktaları işaret ederek konuşmaya devam ettim:

 

“Operasyonun adı: Kuzey Hattı. Hedefimiz, sınır ötesindeki bir lojistik ağı çökertmek ve düşmanın hareket kabiliyetini minimuma indirmek. İstihbarat raporlarına göre, düşman, son dönemde sınır bölgesindeki üç farklı lojistik merkezinde hareketlilik gösteriyor. Bu merkezler, düşman için kritik birer bağlantı noktası. Bizim görevimiz, bu merkezleri etkisiz hale getirmek ve bölgedeki varlıklarını zayıflatmak.”

 

 

Haritayı işaret ederek detayları anlatmaya başladım:

 

“1. Sızma: Operasyon, gece saatlerinde başlayacak. İlk hedefimiz, düşmanın devriye hattını aşarak, bölgeye sızmak. Burada sessizlik ve hız, en büyük avantajımız olacak. Tim Alfa ve Tim Bravo olarak iki gruba ayrılacağız.

 

Tim Alfa, lojistik merkezlerin bulunduğu ana bölgeye sızacak. Sessiz hareket edeceğiz, ama herhangi bir temasta hızlı ve kesin olacağız.
Tim Bravo, çevredeki devriye hatlarını temizleyip destek sağlayacak. Bu, düşmanın dikkatini dağıtmamız açısından kritik.”

 

Gözlerimle timi süzdüm, herkesin dikkati tamamen bende.

 

“2. Ana Hedef: Ana hedef, üç lojistik merkezinin eş zamanlı olarak etkisiz hale getirilmesi. Bu merkezler arasında bir kilometrelik mesafe var. Bu yüzden iletişim kesintisi olmamalı. Operasyon boyunca kod isimler kullanılacak. İlk temas, lojistik merkezi koruyan güvenlik ekipleriyle olacak. Onları sessizce etkisiz hale getirdikten sonra, ana binalara patlayıcı yerleştireceğiz.”

 

Mustafa Kemal, elini kaldırdı. “Komutanım, patlayıcı yerleştirme süresi için bir tahminimiz var mı?”

 

“Evet,” dedim, başımı sallayarak. “Her bina için 15 dakikalık bir süre planlıyoruz. Bu sürede hem patlayıcıları yerleştireceğiz hem de binanın içindeki önemli bilgileri toplayacağız. Hızlı ve etkili olmak zorundayız.”

 

“3. Çekilme: Operasyon tamamlandıktan sonra, bölgeden güvenli bir şekilde çekileceğiz. Burada Tim Bravo’nun rolü çok önemli. Çevredeki devriye hatlarını temizlerken, aynı zamanda tahliye noktalarını güvence altına alacaklar.”

 

 

Masaya doğru eğildim, sesimi biraz daha alçaltarak ama vurgulu bir şekilde konuştum:

 

“Arkadaşlar, bu operasyon sadece bir görev değil. Bu, bizim için bir vefa borcu. Haluk Yarbay’ın kanı yerde kalmadı ve kalmayacak. Bu görev, onun bize öğrettiklerini uygulama fırsatımız. Ama unutmayın, düşman profesyonel ve dikkatli. Her adımınızı düşünerek atacaksınız.

 

Bu operasyonu başarısızlıkla sonuçlandırma gibi bir lüksümüz yok. Hepiniz hazır mısınız?”

 

Hepsi bir ağızdan cevap verdi:
“Emredersiniz, komutanım!”

 

Son bir kez hepsine baktım. Gözlerindeki kararlılık, bu timin her şeye hazır olduğunu gösteriyordu.

 

“Tamam,” dedim, sırtımı dikleştirerek. “O zaman herkes hazırlıklarını tamamlasın. Harekât saatini bekliyoruz. Haydi bakalım, dağılın!”

 

Tim, masadan kalkıp odadan çıkarken, içimde büyük bir gurur vardı. Bu insanlar, yalnızca bir tim değil, bir aileydi. Ve biz, birlikte her zorluğun üstesinden gelecektik.

 

Brifing odasından çıkıp odama doğru ilerlerken, aklım hep Umay’daydı. Onun güvenliğini sağlamak için yaptığım her şey, bir yana, onun o huzurlu gülümsemesini görmek, içimdeki tüm ağırlıkları hafifletiyordu.

 

Kapıyı açıp içeri girdiğimde, Umay koltukta oturmuş, elinde telefonuyla Instagram’a bakıyordu. O kadar tatlı bir haldeydi ki, onu izlerken yüzüme bir gülümseme yayıldı.

 

“Geldim, bebeğim,” dedim, kapıyı kapatırken.

 

Umay, başını telefonundan kaldırıp bana baktı. Gözlerinde o sıcak, içten gülümsemesi belirdi. “Hoş geldin, Altay,” dedi. Yanında biraz yer açtı ve eliyle işaret ederek, “Gel otur, birlikte bakalım,” diye ekledi.

 

Yanına oturdum, koltuğa yaslandım. Telefonundaki videolara göz ucuyla bakarken, birlikte bir şeyler paylaşmanın verdiği huzuru hissettim. O an, savaşlar, görevler, kayıplar hepsi bir anlığına geri planda kaldı.

 

Reels videolarını izlerken arada sırada gülümsüyor, bazen de kıkırdıyorlardı. Umay, bazı videolarda bana dönüp yorum yapıyordu:
“Altay, bak bu kıvırcık kedi tam seni andırıyor!”
“Altay, şu dansı bir gün sen de yapacaksın, tamam mı?”

 

Her seferinde gülerek cevap veriyordum. Onun bu tatlı halleri, benim için dünyanın en değerli anlarıydı.

 

Bir süre sonra, Umay telefonu kapattı ve bana dönerek hafifçe başını yana eğdi. “Altay, hadi gelsene. Timin yanına gidelim,” dedi, yüzünde o tatlı heyecanıyla.

 

Bir an düşündüm. Timle geçirdiğimiz vakitler her zaman keyifliydi, ama Umay’ın böyle bir öneride bulunması beni daha da mutlu etti. Gözlerimi ona çevirip hafifçe gülümsedim. “Peki, prensesim,” dedim, ayağa kalkarak. “Ama timle uğraşırken bu kadar tatlı olmaya devam edersen, hepsi seni şımartır. Şimdiden söyleyeyim.”

 

Umay, gözlerini hafifçe devirdi ve gülümseyerek elini uzattı. “Onlarla da vakit geçirmek istiyorum, Altay. Hem belki beni de biraz daha tanırlar.”

 

Elini tuttum ve birlikte odadan çıktık. Koridorda yürürken, onun yanında olmak, her şeyin yolunda olduğuna dair bir işaret gibiydi. Timin yanına doğru ilerlerken, içimde büyük bir huzur ve mutluluk vardı. Çünkü bu anlar, hayatın savaşın dışında da güzel olduğunu hatırlatıyordu.

 

O an, bir kez daha hissettim: Umay yanımdayken, her şey daha kolay ve daha anlamlıydı.

 

Dinlenme odasına girdiğimizde, timden herkes kendi halinde bir şeylerle meşguldü. Ulaş köşede bir şeyler atıştırıyor, İlteriş ise elindeki telefonla uğraşıyordu. Tam o sırada Burak, her zamanki enerjik haliyle ayağa kalktı ve ellerini iki yana açarak konuşmaya başladı.

 

“Komutanım, bir şey diyeceğim,” dedi, yüzünde kocaman bir sırıtışla.

 

Gözlerimi ona çevirdim. “Ne var, Burak? Gene neyin peşindesin?”

 

“Acaba diyorum, operasyon öncesi bir karaokeye mi gitsek?” dedi, gözleri parlayarak. “Yeni bir karaoke bar açılmış. Hep birlikte gidip stres atalım. Hadi ama, komutanım, fena mı olur?”

 

Tam cevap verecekken, yan gözle Umay’a baktım. Yüzünde belli belirsiz bir heyecan belirmişti. Gözleri Burak’a kaymış, sanki bu fikri gerçekten istiyor gibi görünüyordu. Onun bu halini görünce hafifçe gülümsedim ve omuzlarımı silktim.

 

“Tamam, Burak,” dedim, sesimi biraz daha yumuşatarak. “Gidiyoruz. Herkes sivile geçsin. Ama bir şartım var: Umay’ı koruma altına alacağız. Bu kadar askerin arasında da onu kaçırmaya cesaret edemezler, değil mi?”

 

Burak, gülerek ayağa kalktı. “Söz, komutanım. Umay Yenge’nin saçının teline zarar gelirse, bizi harcayabilirsiniz.”

 

Sonra gözleri parladı ve hemen ekledi: “Ama bir şey daha… Hayat’ı da çağırabilir miyiz? Hem Yenge’ye lavaboda eşlik eder. Kadın kadına daha rahat ederler.”

 

Bu fikre itiraz edecek bir sebep bulamadım. Hayat, bilişim departmanında görevliydi. Sahada bulunmazdı, ama masa başında harikalar yaratırdı. Ayrıca Umay’ın bir kadınla rahatça konuşup vakit geçirmesi de iyi olabilirdi.

 

“Tamam,” dedim. “Hayat’ı çağır. Ama Burak, düzgün bir şekilde davet et, tamam mı? Kadın, senin saçma sapan enerjine maruz kalmasın.”

 

Burak, hemen selam çakıp gülerek odadan çıktı. “Emredersiniz, komutanım! Hemen getiriyorum.”

 

 

Kısa bir süre sonra, Burak, yanında Hayat’la geri döndü. Hayat, orta boylu, ince yapılı, ciddi ama nazik bir ifadeye sahipti. Genelde sessiz ve işine odaklı biriydi, ama onun içten bir insan olduğunu herkes bilirdi.

 

“Komutanım, Hayat geldi,” dedi Burak, bir zafer kazanmış gibi. “Ama gelmesi için epey uğraştım.”

 

Hayat, Burak’a hafifçe kaşlarını kaldırarak baktı. “Abartma, Burak. Zaten bir şey yapmıyordum, gel dedin geldim.”

 

Umay, Hayat’a doğru bir adım attı ve nazikçe elini uzattı. “Merhaba, ben Umay,” dedi, gülümseyerek.

 

Hayat, elini sıkarak aynı şekilde karşılık verdi. “Merhaba, ben de Hayat. Seni çok duydum. Burak’ın anlattıklarının yarısı yalan olsa da, tanıştığıma sevindim.”

 

Bu küçük espri ikisini bir anda yakınlaştırdı. Daha ilk dakikada aralarında bir bağ oluşmuş gibiydi. Kısa süre içinde ikisi yan yana oturmuş, sohbet etmeye başlamışlardı bile.

 

Bu sırada, Mustafa Kemal köşede sessizce oturuyordu. Normalde neşeli ve esprili olan hali, yerini garip bir suskunluğa bırakmıştı. Hayat’ın gelişiyle bir şeyler değişmiş gibiydi. Ara sıra bakışlarını ona kaydırıyor, ama hemen başka yöne çeviriyordu.

 

İlteriş, bu durumu fark etmiş olacak ki, hafifçe gülerek bana fısıldadı. “Komutanım, Mustafa Kemal’de bir gariplik var. Yoksa bizim delikanlı, Hayat’a mı tutulmuş?”

 

Başımı hafifçe eğerek Mustafa Kemal’e baktım. İlteriş haklıydı. Onun bu garip hali, Hayat’ın varlığıyla ilgili olmalıydı. Gözlerimi devirerek derin bir nefes aldım.

 

“Bilmiyorum, İlteriş,” dedim. “Ama bu çocuğun durumu daha da garipleşirse, konuşmamız gerekebilir.”

 

Herkes hazırlandığında, Burak ellerini çırptı. “Tamam, millet! Hadi karaoke barına gidiyoruz. Şimdi biraz stres atma zamanı!”

 

Umay, Hayat’la birlikte kalkıp bana doğru yürüdü. Gözlerindeki o heyecanı görmek, beni de gülümsetti. Onun mutlu olması, benim için her şeyden önemliydi.

 

“Hadi bakalım, prensesim,” dedim. “Bu gece senin için güzel bir gece olacak.”

 

Ve hep birlikte, karaoke barına doğru yola çıktık. Bu an, sadece eğlence değil, aramızdaki bağları daha da güçlendiren bir hatıra olacaktı.....

 

 

Bölüm : 30.01.2025 20:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...