

Petshop’a adımımızı attığımız anda, ben bambaşka bir moda girdim.
Umut’un her ihtiyacını tek tek düşündüm ve ne varsa aldım.
✔ Otomatik su kabı – Çünkü Umut bize ayak uyduracaksa, Özel Kuvvetler disipliniyle su içmeli!
✔ Otomatik mama kabı – Çünkü oğlum aç kalamaz, mama hep hazır olacak.
✔ Otomatik tuvalet – Çünkü biz eve geldiğimizde bizi minnoş bir sürprizle karşılamasın.
✔ Kalorifer yatağı – Çünkü sıcacık olmalı, paşalar gibi yatmalı.
✔ Cam yatağı – Çünkü bütün gün pencereden dışarıyı izleyerek gününü geçirecek.
✔ Camlara kedi korumalığı, balkona ve terasa file – Çünkü Umut, Umay’ın küçük bebekliği gibi meraklı. Düşme riskine karşı tam koruma şart!
✔ Yer yatağı & kapalı ev yatağı – Çünkü oğlumuzun kendine ait özel alanları olmalı.
✔ 10 kg mama, yaş mama ve ödül mamaları – Çünkü bir kedi mutlu olacaksa, bol bol lezzetli mamaya ihtiyacı var!
Alışverişi tamamladıktan sonra torbaları arabaya yüklerken, Umay derin bir nefes alıp bana döndü.
"Acaba şu an ne yapıyordur oğluşumuz?" diye sordu özlemle.
Ben, gülümseyerek elimdeki torbayı bagaja yerleştirirken cevap verdim:
"Hayatla keyfi yerindeymiş. Bu sabah rapor verdi, bilişimin neşesi olmuş."
Umay gözlerini kısıp gülümsedi. “Ya kıyamam, çok özledim.” dedi iç çekerek.
Ben onun başını okşadım, "Merak etme prensesim, son işlerimizi halledip döndüğümüzde Umut’u da uçakla getiriyorum." dedim.
Oğlumuz da bizimle olunca, yeni yuvamız tamamlanmış olacaktı.
Arabaya bindiğimizde, yorgunluktan koltuğa yapıştığımızı hissettim.
Ama yüzümüzde öyle bir gülümseme vardı ki, bütün günün yorgunluğu bile bizi mutsuz edemezdi.
Umay, başını camdan dışarı yaslamış, hafifçe gözlerini kapatmıştı.
Elini tuttum, parmaklarını avucumun içine aldım ve sıktım.
"Bütün gün koşturmaktan bittik ama efsane bir iş çıkardık." dedim gülümseyerek.
Umay gözlerini aralayıp, bana bakarak gülümsedi.
"Evet, ama şimdi yemek yemeden hayatta eve gitmem. Açlıktan bayılabilirim." dedi tatlı bir serzenişle.
Kahkaha attım. "Zaten açlıktan ölmek üzere olduğumuzu tahmin ettiğim için önlemimi aldım."
Telefonu elime alıp, kebapçıyı aradım.
"Usta, ben gelene kadar 65 lahmacun hazır olsun. Biz yorgunuz, nakliyeciler de açtır. Bol içecek de olsun, fazla fazla koy." dedim.
Adam şaşkınlıkla, "Komutanım, birlik mi doyuruyorsunuz?" diye sordu.
Gülümseyerek, "Burası asker ocağı, aç askerle iş yapılmaz. O yüzden hızlı ol." dedim ve telefonu kapattım.
Arabadan inip lahmacunları aldım ama Umay’ın kuzuyu ne kadar sevdiğini bildiğim için fazladan bir porsiyon kuzu şiş de sipariş ettim.
Biliyordum, açlıktan gözü dönmüştü.
Arabaya bindiğimde, elimdeki paketi ona uzattım ve gülümseyerek söyledim:
"Al yavrum, sen çok acıktın. Beklemeden ye, eve gidince lahmacun da yersin."
Gözleri bir anda parladı, "Altay! Sen dünyanın en harika adamısın!" dedi ve paketi hızla açtı.
O an bütün yorgunluğu unutmuştu.
Ama ben beklediğim övgüyü tam anlamıyla alamadan, kendimi bir öpücük saldırısının ortasında buldum.
"Beni bu kadar iyi tanıyor olman çok korkutucu!" dedi gülerek ve şişten ilk lokmayı ağzına attı.
Ben gaza bastım, yola devam ederken göz ucuyla ona baktım.
O, büyük bir iştahla yemeye devam ediyordu, ben ise onu izlerken keyifle gülümsüyordum.
Bir süre sonra, şişten bir parça eti alıp bana uzattı.
"Sen de açsın, hadi ağzını aç." dedi tatlı bir sesle.
Direnmemin imkânı yoktu.
Gözlerimi yoldan ayırmadan, ağzımı açtım ve lokmayı aldıktan sonra mırıldandım:
"Bu kadar güzel olman yetmiyormuş gibi bir de bana kendi ellerinle yediriyorsun. Sen kesin bir büyücüsün."
Umay kahkaha attı. "Evet, Altay Bey. Sizi kendime bağlamak için çeşitli büyüler yapıyorum."
Ben gülümseyerek başımı salladım. "Başarılısın, prensesim."
Ve böylece, Ankara’nın gece ışıkları altında, arabada, el ele, aşk dolu bir yolculuğa devam ettik.
Eve vardığımızda, tim çoktan kolları sıvamış, hamallarla beraber eşyaları taşıyordu.
Bazı büyük mobilyalar asansör yardımıyla pencereden içeri sokulmuş, geri kalan ufak tefek koliler herkesin sırtındaydı.
Tam girişe adım attığımızda, elimde yemek dolu poşetlerle yüksek sesle seslendim:
“Selamün aleyküm beyler! Yemek aldık, önce karnımızı doyuralım, sonra devam ederiz.”
Bu cümle, savaş alanında “cephane geldi” anonsu kadar etkiliydi.
Herkes derin bir nefes alıp poşetlere yöneldi.
Burak ellerini ovuşturdu. “Komutanım, sizi yemek sponsorumuz olarak ilan ediyorum!” dedi gülerek.
Mustafa Kemal gözlerini kıstı, ciddi bir edayla:
“Zaten antik dönemlerde de ordular savaşa aç karnına gitmezdi. Bakın Büyük İskender bile askerlerini önce doyururdu.” dedi.
Ben gözlerimi devirdim. “Beyler, tarih dersi sonra. Şimdi lahmacunlarınızı yiyin.”
Umay çoktan gazeteleri yere sermeye başlamıştı. Ben de poşetleri ortaya koydum.
Herkes çömeldi, bağdaş kurdu ya da bir kenara oturdu.
Bütün tim, komutanıyla, nişanlısıyla, dostlarıyla bir aradaydı.
Evin içi hâlâ bomboştu, koliler her yerdeydi ama şu an en önemli şey masadaki sohbet ve gülüşlerdi.
Burak ağzına koca bir lahmacun atarken mırıldandı:
“Komutanım, yemek masası almamıza ne gerek var? Bak, yer sofrası da gayet iyi. Uğraşmayalım, böyle yiyelim.”
İlteriş başını iki yana salladı. “Burak, evlilik düşünen bir adam olarak en azından masa kullanmayı öğren.”
Burak hemen karşılık verdi: “Abi bak, köy hayatı romantizmini yansıtıyorum.”
Ben kahkaha attım, “Tamam beyler, yemek masamız gelecek ama Burak’a ara sıra yer sofrası kurarız.”
Yemekten sonra herkes el birliğiyle toparlandı ve taşınma işine devam ettik.
Her daireyi özenle yerleştirdik.
Mobilyalar dikkatlice monte edildi, eşyalar yerlerine kondu, herkesin evi bir düzene girdi.
Ama bizim eşyalar hâlâ yoldaydı.
Bu yüzden Umay’la birlikte Ulaş ve İlteriş’in evinde kalacaktık.
İlteriş anahtarını uzatırken gözlerini kısarak sırıttı:
“Bak, komutanım. Evime zarar verirseniz kira isterim.”
Ben anahtarı alırken gülerek başımı salladım. “Kardeşim, özel kuvvetler disiplininde evde bile yaşarım, merak etme.”
Umay gülümseyerek elimi tuttu. “O zaman birkaç gün misafiriz. Ama bak, benden şikâyet edersen Altay, hemen kendi evimize geçeriz.”
Gözlerimi devirdim. “Seninle nereye olursa giderim, prensesim.”
Ve böylece, ilk gecemizi geçici de olsa dostlarımızın evinde geçirmeye hazırlanıyorduk.
Ama bu daha başlangıçtı.
Asıl macera, eşyalar geldiğinde ve evimiz gerçekten bizim olduğunda başlayacaktı.
Hamallar gidip herkes biraz nefes aldıktan sonra, Ulaş’ın sipariş ettiği böreklerle çay keyfi yapıyorduk.
Bütün tim salonda yayılmış, kimisi sandalyede, kimisi kanepeye uzanmış, askerî disiplin bir kenara bırakılmıştı.
Tam böreğimden bir ısırık almıştım ki, aklıma parlak(!) bir fikir geldi.
“Arkadaşlar, ben diyorum ki… Hazır herkes buradayken, kız tarafı ve erkek tarafı olarak ayrılsanız?”
Bunu şakayla karışık söyledim, ama tim bir anda bunu ciddiye aldı.
Bir saniye içinde herkes böreğini bırakıp taraf seçmeye başladı.
İlteriş gözlerini kıstı: “Mantıken komutanın tarafında olmamız lazım ama Umay yengemiz de bizim yengemiz. Düşüneyim...”
Burak bir saniye bile düşünmeden: "Ben kız tarafındayım!" diye bağırdı.
Herkes ona döndü.
“Burak sen hayırdır oğlum?” dedim, kaşlarımı kaldırarak.
Burak ciddiyetle böreğini masaya bırakıp ellerini göğsünde kavuşturdu:
“Komutanım, mantıklı düşünelim. Kız tarafında olmak düğünde avantaj sağlar. Yemekler daha güzel olur, masraflar azalır, bir de belki Umay yengem beni sağdıç yapar.”
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı. “Tarih boyunca erkek tarafı güçlü olmuştur ama diplomatik olarak kız tarafına geçmek avantajlı olabilir.” dedi.
Ulaş gözlerini devirdi. "Oğlum, siz düğünü evliliğin savaşı gibi görüyorsunuz. Ben İlteriş’le erkek tarafında kalıyorum."
Kerim omzunu silkti. "Ben de erkek tarafıyım ama Burak’ı yolda bırakmayalım. O biraz saf..."
Umay kahkaha attı. “Beyler, bu düğün mü yoksa kabileler savaşı mı?” dedi.
Sonunda taraflar şöyle oldu:
KIZ TARAFI:
✔ Umay (tabii ki kendisi burada)
✔ Burak (gıda avantajı için)
✔ Mustafa Kemal (tarihten ders çıkaran taraf değiştirici)
✔ Fatih (herkesin tersine gitmeyi seven asi ruh)
ERKEK TARAFI:
✔ Altay (mantık, disiplin ve lider ruhuyla burada)
✔ İlteriş (erkek tarafını güçlü tutma peşinde)
✔ Ulaş (mantıklı ve stratejik yaklaşan realist)
✔ Kerim (Burak’ı yalnız bırakmak için olsa da erkek tarafının fedakâr dostu)
YAVUZ ve EREN ise ortada kaldılar.
“Biz taraf seçmiyoruz, biz düğün günü hangi masada daha çok ikram varsa oraya geçeceğiz.” dediler.
Ben iç çektim, çayımı yudumladım ve “Allah’ım, ben bu timle nasıl operasyon yaptım, gerçekten merak ediyorum.” diye düşündüm.
Ama bir şeyi anlamıştım:
Bu düğün, tahmin ettiğimden çok daha kaotik olacaktı!
“O zaman,” dedim gülerek Burak’a dönerek, “madem kız tarafısınız, istemeye ne zaman gelelim onu konuşalım?”
O an, odada derin bir sessizlik oldu.
Çayın buharı havaya yükselirken, Umay’ın yüzü komple kızardı.
“N-ne?” diye kekelerken, gözleri büyümüş, şaşkın şaşkın bana bakıyordu.
Sonra şok dalgasını atlatınca kahkahayı patlattı.
Ama ben ciddi ciddi Burak’la göz göze geldim.
“Burak Bey, aile büyükleriyle bir konuşun bakalım. Çikolata ve çiçek mi getirelim, yoksa baklava mı?” dedim ciddi bir ifadeyle.
Burak boğazını temizleyip derin bir nefes aldı.
“Şimdi Altay Komutanım,” dedi ciddiyetle. “Biz kız tarafı olarak önce kendi aramızda toplanalım, isteklerimizi belirleyelim, ona göre sizi bilgilendirelim.”
Mustafa Kemal hemen devreye girdi. “Tarihte de kız isteme süreçleri çok önemlidir. Eskiden çeyiz listesi ve başlık parası gibi gelenekler vardı, ama modern dünyada bu işler daha sembolik. Tabii ki bizim için önemli olan...
“Kemal, sus.” dedim kaşlarımı kaldırarak.
Umay hala yüzü kıpkırmızı halde, ellerini yüzüne kapatmıştı.
“Altay, sen ciddi misin? Şu an burada gerçekten isteme günü mü konuşuluyor?” dedi utançla.
Ona yaklaşıp elini tuttum, gözlerine sıcak bir bakış attım.
“Tabii ki ciddiyim prensesim. Sen benim hayatımın en güzel parçasısın. Resmiyete dökmek için neden bekleyelim?”
Umay derin bir nefes aldı, sonra Burak’a döndü.
“Madem kız tarafısınız, her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayın, sonra bize haber verin.” dedi gülerek.
Burak kaşlarını çatıp not alıyormuş gibi yaptı. “Tamam yenge, not alıyorum: Çikolata, çiçek, aile büyüğünün konuşma sırası ve isteme kahvesinin acılık oranı...”
Mustafa Kemal ciddiyetle ekledi. “Kahvenin içine tuz koymayı unutmayın, bu bir gelenektir.”
İlteriş kahkahayı bastı. “Oğlum, kız tarafı diye bizi tuzağa mı düşürüyorsunuz? Adam gibi yapın şu işi.”
Bütün tim gülmeye başladı, ben de Umay’ın elini öpüp yanağını sıktım.
“Hazır ol prensesim, resmen istemeye geliyoruz.” dedim gülerek.
Ve işte böyle, şaka diye başlayan bir olay, tamamen gerçekliğe dönüşmeye başlamıştı. Erkek tarafına dönüp ciddi bir ifadeyle baktım.
“Bakın beyler, aranızda en büyüğünüz Ulaş. Ulaş, sen geleneklere bağlı adamsın. Biliyorsun bu işin nasıl yürüdüğünü, her şeyi sen hazır edeceksin.” dedim, hafifçe gülerek.
Ulaş’ın ağzındaki çay yarıda kaldı, kaşlarını kaldırıp bana baktı.
“Ne? Ben mi yapacağım istemeyi? Komutanım, ben bu timin abisi olabilirim ama kız istemek apayrı bir seviye!” dedi gözlerini kısarak.
İlteriş anında destek çıktı:
“Yok yok, en doğrusu Ulaş’ın yapması. Adam gelenekleri ezbere biliyor, bizden daha olgun. Sen yapmazsan Burak yapacak, onu mu istiyorsun?”
Ulaş derin bir iç çekti, eliyle yüzünü ovuşturdu.
“Tamam be, yapacağım ama adam gibi oturun o zaman, biri kahveye tuz basmasın sonra.” dedi pes etmiş bir ifadeyle.
Tam o sırada Burak kollarını açıp derin bir nefes alarak başını hafifçe salladı.
“Evet, Altay Bey. Kız tarafı olarak kararlarımızı aldık.” dedi kendinden emin bir şekilde.
Kaşlarımı kaldırıp şöyle bir baktım.
Bu adam… şu an kendini aile büyüğü falan mı sanıyordu?
Burak devam etti:
“İsteme günü için geleneklere bağlı kalacağız. Çikolata, çiçek ve kahve olmazsa olmaz. Fakat Umay yengemizin ailesi olmadığı için, bizim ‘sembolik bir büyük’ atamamız gerekiyordu. Biz de kız tarafı olarak Mustafa Kemal’i bu göreve layık gördük.”
Mustafa Kemal anında araya girdi:
“Tabii ki, tarihte de birçok kız isteme geleneği vardı. Eski Türklerde...”
“Kemal, sus.” dedim yine, ama gülümsemeden edemedim.
Burak ciddiyetle devam etti:
“Ayrıca isteme kahvesinin içine geleneklere uygun olarak azıcık tuz koyacağız. Altay komutanımın ne kadar sevdiğini test etmek istiyoruz.”
Gözlerimi kıstım.
“Burak, unutma, düğünden sonra bile seni atış poligonuna götürebilirim.”
Burak kahkaha attı, “Komutanım, bu aşk testi. Bunu atlatırsanız evliliğiniz ömürlük olur.” dedi sırıtarak.
Umay utangaç bir şekilde yanıma sokuldu, elimi tuttu ve gülümseyerek sordu:
“Gerçekten istemeye mi geliyorsunuz?”
Gözlerine sevgiyle baktım, parmaklarını nazikçe sıktım.
“Evet prensesim. Sen benim kaderimsin. Artık resmiyete dökmenin vakti geldi.” dedim sıcak bir sesle.
Bütün timden “Oooooo!” sesleri yükseldi.
Burak “Kız tarafı olarak çok duygulandık.” dedi dramatik bir ifadeyle.
Ve böylece, şaka diye başlayan bu olay, bir anda gerçek bir isteme organizasyonuna dönüşmüştü.
Tam çayımı yudumlarken, Burak ellerini beline koyup inanılmaz ciddiyetle, “Kız Umay abla, yarın çeyiz alışverişine çıkalım.” dedi.
Öksürük krizine girdim.
Cidden…
Şaka yapmıyorum.
Çay yanlış yere kaçtı, bir an boğuluyorum sandım.
“Burak… Çeyiz mi? Sen ne diyorsun oğlum?” dedim zor bela nefes alarak.
Burak umursamazca kolunu salladı, sanki her kız istemede çeyiz işine karışması normalmiş gibi.
“Evet komutanım, çeyiz alışverişi çok önemli bir aşama. Havlular, bornoz takımları, dantelli peçeteler, kahve fincanları falan alacağız.” dedi tamamen profesyonel bir ifadeyle.
Kaşlarımı kaldırdım.
“Siz saçma sapan şeyler almayın. Ben sonra hallederim onları.” dedim derin bir nefes alarak.
Burak bir an duraksadı, sonra ellerini kollarını sallayarak dramatik bir şekilde tepki verdi:
“Hıh! Madem öyle, biz de organizasyon şirketi bakmaya gideriz o zaman!” dedi trip atar gibi.
Bir saniye boyunca beynim durdu.
Tövbe estağfirullah…
Bu adam...
Gerçekten...
İsteme organizasyonu işine de mi giriyordu?!
Gözlerimi devirdim, artık bu çılgınlığı kontrol altına almam gerektiğini hissederek Umay’a döndüm ve kredi kartımı uzattım.
“Şifresini biliyorsun aşkım, al. Ne gerekiyorsa al.” dedim derin bir nefes alarak.
Ama Burak durur mu?
Durmaz.
“Komutanım, ben bilmiyorum. Söyleyin, belki ben alırım?” dedi gözlerini parlatıp saf saf.
Bir an gözlerim büyüdü, elim istemsizce alnıma gitti.
“Burak, eğer sana kredi kartımın şifresini verirsem, ertesi gün bana düğün atıyla geri dönersin.” dedim kaşlarımı çatarak.
Burak dramatik bir şekilde göğsüne elini koyup başını iki yana salladı.
“Komutanım, bu ne güvensizlik? Bakın kız tarafı olarak kırılıyoruz artık.” dedi sahte bir sitemle.
Mustafa Kemal ciddi bir şekilde araya girdi:
“Aslında tarihte de kız tarafı her zaman daha hassas olmuştur. Eski Osmanlı düğünlerinde de kız tarafı düğünün organizasyonunda aktif rol oynardı...”
“KEMAL SUS!” dedim kahkaha atarak.
Umay ise yanımda kıs kıs gülüyordu, kartı aldı ve göz kırptı.
“Tamam aşkım, abartmayız. Söz.” dedi ama gözlerindeki o tehlikeli parıltıyı fark ettim.
Bunlar kesin çeyiz alışverişinden bir kamyon eşya ile döneceklerdi.
Derin bir nefes alıp kendimi düğün öncesi kaosa teslim ettim.
Ve böylece...
Altay Öztürk, hayatındaki en büyük operasyonu başlattı:
KIZ İSTEME OPERASYONU.
Gülerek geriye yaslandım, “Hele bir sabah olsun da bakarsınız.” dedim rahatça.
Bu ekiple yarın neyle karşılaşacağımı bilmiyordum ama bir bildiğim varsa, kesinlikle normal bir şey olmayacağıydı.
Tam o sırada Umay hafifçe öne doğru eğildi ve ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Arkadaşlar… Hepinize gerçekten teşekkür etmek istiyorum.” dedi, gözleri tek tek hepimizi süzerek.
Ortam bir anda sessizleşti.
Herkes dalga geçmeyi, gülmeyi, şakalaşmayı bırakıp Umay’ın sözlerine odaklandı.
“Buraya geldiğimden beri… Hayatımda ilk kez yalnız olmadığımı hissettim.” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Altay hayatıma girdiğinden beri ne kadar şanslı olduğumu anladım ama sizinle tanışınca gerçekten bir ailem olduğunu hissettim. Bunu bana verdiğiniz için hepinize minnettarım.”
Sesi hafif titremeye başlamıştı, ben elini tuttum ve parmaklarını sıktım.
Herkesin yüzünde hafif bir duygu dalgası vardı.
Ulaş başını salladı, İlteriş kollarını göğsüne kavuşturdu, Mustafa Kemal bile dalgın bir şekilde çayını karıştırıyordu.
Gözlerim Burak’a kaydı, burnunu çektiğini fark ettim.
Sonra olan oldu.
Burak ciddileşmiş, gözleri hafif dolmuştu.
Elini cebine attı…
Ve yavaşça buruşuk bir peçete çıkardı.
“Siz devam edin, ben iyiyim…” dedi burun çekerek.
Sonra…
BÜYÜK BİR SESLE PEÇETEYE SÜMKÜRDÜ.
BÜTÜN DUYGUSALLIK ÇÖPE GİTTİ.
Masada ölüm sessizliği…
Bir saniye boyunca herkesin beyni bunu işleyemedi.
Sonra…
İlteriş gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. “BURAK YA!” dedi yorgun bir sesle.
Ulaş başını masaya yasladı, Mustafa Kemal gözlerini devirip arkasına yaslandı.
Ben?
Ben pes etmiş bir ifadeyle Umay’a döndüm.
“Bak, ben sana baştan söyledim. Bu adamlar ciddi bir anı asla tamamlayamaz.” dedim başımı iki yana sallayarak.
Umay kahkahayı patlattı, herkes ona katıldı.
Ve işte böyle…
Tim, yine timdi.
Ve ben, bu koca kafalı adamları her şeye rağmen seviyordum.
Herkesi uğurladıktan sonra Ulaş ve İlteriş’in evinde kalanlar olarak son hazırlıkları yaptık.
Tam Umay’ı yatağa yatırıp, üzerini örtmüştüm ki gözleriyle beni süzerek itiraz etmeye çalıştı.
“Altay, senin de dinlenmen lazım. Kanepe olmaz, ben orada uyurum.” dedi ama kararlıydım.
“Yarın çok yorulacaksın prensesim. Kanepede uyumana razı değilim.” dedim ve alnına bir öpücük kondurdum.
Ona gülümsedim, “Güzelce uyu, sabah seni kahvaltıyla uyandıracağım.” dedim ve ışıkları kapattım.
Herkes yatmıştı, ev sessizdi.
Ben de usulca kanepeme geçerken, telefon ışığıyla yönümü bulmaya çalışıyordum.
Tam ilerliyordum ki bir anlığına ışık, odanın köşesinde duran şeytani bir varlığa çarptı.
YÜZÜ YEŞİLDİ.
GÖZLERİ PARLIYORDU.
BİR KARABASAN GİBİ ORADA DURUYORDU.
Ve içgüdülerim devreye girdi.
“ALLAHU EKBER!” diye bağırarak yumruğumu savurdum.
GÜMMMM!
O an evin her yerinde bir hareketlenme oldu.
Umay ve İlteriş odalarından fırlamıştı, ışıklar açılmıştı ve ben… Ulaş’ı yere sermiştim.
Ama bir dakika…
Ulaş’ın yüzü tamamen yeşil bir kil maskesiyle kaplıydı.
Gözleri kapalıydı, iki seksen yere serilmişti.
Ben nefes nefese ona bakıyordum.
Umay, şok içinde bana döndü.
"Altay! Sen ne yaptın?" dedi hızla, koşarak yere yığılan Ulaş’ı ayıltmaya çalıştı.
İlteriş de dizlerinin üzerine çöktü, “Oğlum, ne oldu lan burada? Evde cin mi var, ne bu panik?” diye sordu.
Ulaş gözlerini kırpıştırarak yavaş yavaş kendine geldi.
Derin bir nefes aldı, yüzünü ovuşturdu ve bana kısık gözlerle baktı.
“Oğlum, bu ne hal lan?” dedim, hâlâ şaşkın bir ifadeyle.
Ulaş derin bir iç çekti, yüzündeki maskeyi biraz sıyırıp ciddi bir ifadeyle konuştu:
“Altay, bak kardeşim. Sana bir şey söyleyeyim… Sen evlenme.” dedi gözlerimin içine bakarak.
Herkes sessizleşti.
Umay’ın kaşları kalktı, İlteriş gülmemek için dudağını ısırdı.
Ben kaşlarımı çatıp, “Ne saçmalıyorsun lan?” diye sorunca, Ulaş dramatik bir şekilde yüzünü eliyle sıvazladı.
“Bak ben bile senin yumruğunla bayıldım. Allah korusun, Umay yenge cilt bakımı yapmaya kalkarsa… Senin bu kız ölür lan!” dedi ciddiyetle.
İlteriş patladı, kahkahayı koyuverdi.
Ben başımı iki yana sallayıp “Allah korusun lan! Öyle deme!” dedim gülerek.
Umay sinirle “Hepiniz manyaksınız!” diye söylendi ama o bile gülmemek için kendini zor tutuyordu.
Ve böylece, gecenin bir yarısı yapılan cilt bakımının bir insanı bayıltabileceğini öğrenmiş olduk.
Bundan sonra evde biri yüzüne maske sürdüyse, uyarı yapılmasına karar verdik.
Ben?
Ben o gün gece yürürken telefon ışığını daha dikkatli kullanmaya karar verdim.
Ulaş, hala yanağını ovuşturarak banyodan çıktı, yüzünü yıkamıştı ama gururu lekelenmişti.
Elinde bir buz pedi vardı, onu yanağına bastırıp homurdanarak kanepeye uzandı.
Ben, hafif pişman ama daha çok gülmemek için kendimi zor tutarak ona döndüm.
“Ulan Ulaş, özür dilerim lan.” dedim, dudaklarımı büzüp mahcup bir ifade takınarak.
Ulaş, buz pedini hafifçe yanağından çekip bana baktı.
Gözlerinde savaş görmüş bir adamın yorgunluğu vardı.
“Bir daha olmasın.” dedi, sesi derin ve yorgundu.
Sonra hiçbir şey olmamış gibi sırtını bana dönüp, kıçını iyice kanepeye yasladı ve battaniyesini çekip gözlerini kapattı.
Ben bir süre tavana bakıp bu gece neler yaşadığımızı düşündüm.
Yeşil suratlı Ulaş, gecenin köründe bayılan bir adam, ilterişin kahkahaları, Umay’ın "Siz manyaksınız!" diye söylenmesi...
Ve ben.
Özel Kuvvetler’in en sert adamı, gecenin bir yarısı yanlışlıkla kendi tim arkadaşını döven bir adam.
Bir iç çektim, “Tövbe estağfirullah.” diye mırıldandım.
Sonra, Ulaş’ın kıpırdanıp buz pedini düşürdüğünü fark ettim.
Gözlerimi kapatırken son bir cümle mırıldandım:
"Lan bir yumrukla bayılan adam, operasyonlarda nasıl hayatta kaldı acaba?"
Ve böylece, Özel Kuvvetler’in en absürt gecelerinden biri tarihe geçti.
Gözlerimi açmaz olaydım…
Çünkü Ulaş’ın mutfaktan gelen sesiyle güne başlamak, sabahın köründe tatbikata kaldırılmakla eşdeğerdi.
Tencereler, kaşıklar, bir şeyler devriliyor, arada “Ah lan!” sesleri duyuluyordu.
Bu adam gece yeşil suratlı şeytan modunda bayılmıştı, ama sabahına Michelin yıldızlı aşçı gibi işe koyulmuştu.
Başımı yastıktan kaldırıp derin bir iç çektim, ardından banyoya gidip kişisel hijyenimi hallettim.
Ama…
Bütün bu gürültüye rağmen Umay hala uyanmamıştı.
Sessiz adımlarla odasına girdim.
Ve orada…
O mükemmel bir huzur tablosu gibi yatıyordu.
Saçları yastığa dağılmış, dudaklarında hafif bir tebessüm vardı.
Sanki bütün dünya dursa, bütün savaşlar bitse ve zaman sadece burada, bu odada durabilseydi, ben ömrümü burada geçirebilirdim.
Yavaşça yatağın kenarına oturdum, saçlarını nazikçe sevdim.
Parmaklarımı ipek gibi saçlarının arasında dolaştırırken, hafifçe kıpırdandı.
Gözlerini aralamadan, dudaklarını büzerek derin bir nefes aldı.
Ve sonra, o sesi duydum…
Sabahın en güzel, en masum, en tatlı sesi…
"Günaydın aşkım…" dedi, hafifçe gerinerek.
Gözlerini tam açmadan, yüzünü yastığa gömerek iç çekti.
Ben gülümseyerek saçlarını öptüm.
“Günaydın prensesim.” dedim fısıltıyla.
İşte, o an her şey tamamlandı.
Ben, Umay’ın yanında…
Ve Ulaş’ın mutfakta yumurta kırarken çıkardığı lanet olası gürültüyle…
Bir gün daha başlıyordu.
Ulaş’a kahvaltıya yardım ettik ama bu adam mutfakta tam bir “sabah tatbikatı” düzenliyordu.
Tava bir yanda cızırdıyor, çaydanlık fokurduyor, ekmek kızartma makinesi can çekişiyor, arada bir şeyler devriliyordu.
İlteriş hâlâ uyuyordu ve içimden gidip uyandırmak geçti.
Ama tam odasına yönelmiştim ki kapı çaldı.
Açtım…
Tüm tim, sanki “burası açık büfe” tabelasını görmüş gibi kapının önünde toplanmıştı.
“Komutanım, biz de kahvaltıya geldik.” dedi Burak, elinde bir kutu reçelle.
Beni hiç şaşırtmadı.
Kafamı iki yana salladım, “Gir ulan gir, nasılsa Ulaş kraliyet kahvaltısı hazırlıyor.” dedim.
Ama İlteriş hâlâ uyuyordu.
Bir an düşündüm…
Onu uyandırmak için “en uygun” kişiyi seçtim.
Yüzümde sinsice bir sırıtmayla Burak’a döndüm.
“Burak, git İlteriş’i uyandır. Ama kendi tarzında…” dedim göz kırparak.
Burak’ın gözleri parladı.
“Komutanım, bunu bana bırakın.” dedi ve şeytanî bir kahkaha atarak İlteriş’in odasına yöneldi.
Ben ise Umay’ın yanına geçtim, sofraya oturdum ve iştahla sıcak ekmeği bölmeye başladım.
KAHVALTI BAŞLIYORDU.
Ama tam o anda, İlteriş’in odasından korkunç bir çığlık yükseldi:
“BURAAAAK! SENİ ELLERİMLE BOĞACAĞIM!”
Bütün tim, ellerindeki çayları düşürmemek için çabalayarak sessizleşti.
Sonra…
Burak, kapıdan koşa koşa çıktı.
Peşinden…
Saçları darmadağınık, gözleri uykulu, üstünde sadece bir şortla İlteriş fırladı.
“Sana dedim lan! Odamda MÜZİK AÇARAK UYANDIRMA!” diye bağırıyordu.
Burak, gülmekten nefes alamıyordu.
“Abi ama Beethoven’in 9. Senfonisiyle uyandın! Klas bir başlangıç değil mi?” dedi kahkahalar içinde.
İlteriş gözlerini devirdi. “OĞLUM! BANA KULAKLIĞIMIN İÇİNDEN SON SES MARŞ ÇALDIN! KALP KRİZİ GEÇİRİYORDUM AZ KALSIN!”
Umay kahkahasını tutamadı, ben de gözlerimi devirdim.
“Burak, bundan sonra seni uyandırma timine alacağım.” dedim sırıtarak.
Herkes gülmeye başladı.
Böylece, İlteriş’in sabah travmasını bir kenara bırakıp kahvaltıya devam ettik.
Ama ben…
İlteriş’in yarın sabah nasıl uyandırılacağını kafamda planlamaya başlamıştım.
Sabah kahvaltı tam bitmiş, herkes çayını son yudumlarına doğru içiyordu ki lafa girdim:
“Bugün ne yapıyoruz?”
Ama bu soruyu sormaz olaydım.
Burak, sanki bu anı bekliyormuş gibi hemen ayağa fırladı, ellerini beline koydu ve yüzünde o meşhur sırıtışıyla konuştu:
“Biz kız tarafı olarak organizasyon ve çeyiz işi için gidiyoruz komutanım!”
Şu an bu cümleyi biri dışarıdan duysa, Burak’ı düğün planlamacısı sanardı.
Kaşlarımı kaldırıp gözlerimi kıstım.
“Burak… Sen kaç gündür neden kendini kız tarafı olarak kabul ediyorsun?” dedim.
Burak ciddiyetle başını salladı.
“Komutanım, çünkü kız tarafı her zaman daha avantajlıdır. Organizasyon işlerinde söz sahibi olur, düğünle ilgili kararları alır, hatta en iyi yemekleri yer.”
Mustafa Kemal başını salladı, “Evet, tarihte de böyledir. Eski Osmanlı düğünlerinde…” diye başladı.
“KEMAL SUS.” dedim anında.
Tam o sırada Ulaş lafa girdi, omuzlarını gererek konuştu:
“Biz de erkek tarafı olarak takım elbise, çiçek ve çikolata işini hallediyoruz.”
Şimdi bu ikisini karşıma alıp düşündüm.
Burak, dantelli havlu alacak, organizasyon şirketiyle pazarlık yapacak.
Ulaş ve İlteriş, benimle damatlık bakacak, çiçek ve çikolata alacak.
Yani?
Bugün tam anlamıyla bir kaos yaşanacak.
Umay hafifçe kolumu sıktı, bana gülümsedi.
Ama gözleri “Altay, bugün çok yorulacağız.” diye bağırıyordu.
Ona dönüp “Hazır mısın?” dedim fısıltıyla.
Gözlerini kıstı, dudaklarını büzüp başını salladı.
“Şimdi vazgeçsek mi?” dedim umutla.
Umay gülümseyerek yanağıma hafifçe vurdu.
“Asla. Çünkü Burak’ı bu kadar heveslendirdin. Artık dönüş yok.”
Burak ellerini çırptı.
“Hadi bakalım, kız tarafı benimle gelsin! Erkek tarafı, damatlık aramaya gitsin! Bugün isteme için en önemli gün!”
Başımı iki yana salladım.
Bu adam asker değil, bildiğin düğün koordinatörüydü…
Ve işte böyle, Özel Kuvvetler tarihinde ilk defa, bir tim gelin – damat alışverişi için organize olup şehre dağılıyordu.
Ve ben…
Şimdiden akşam çökmüş gibi hissediyordum.
Takım elbise bakmaya gittik ama biz sanırım biraz fazla ciddiye aldık.
Dükkânın ortasında, bildiğiniz hakem masası kurduk.
İlteriş, Ulaş ve Kerim, ellerini çenelerine koymuş, beni jüri gibi süzüyorlardı.
Siyah, fit kesim takımı giyip kabinden çıktığımda, üçü de milimetrik detaylarla incelemeye başladı.
İlteriş başını salladı, “Güçlü duruş, keskin hatlar… Asker disiplinine yakışır. 9/10.” dedi.
Ulaş, gözlerini kıstı. “Altay, bu takım bir özel harekâtçıdan çok, gizli ajan havası katıyor. Ama kabul edelim ki mükemmel olmuş. 9.5/10.”
Kerim iç çekti. “Abi ben erkek tarafıyım ama bu takım bildiğin favori oldu. 10/10.”
Ben aynaya bakarken, Ulaş ve İlteriş ellerini çırpıp kararı açıkladı:
“Kazanan: Siyah fit kesim takım elbise!”
Diğerleri de kendi takım elbiselerini seçmeye koyuldu.
Görev netti: Kız isteme merasimi için gerekli mühimmatı eksiksiz tamamlamak.
Hedefler belirlendi:
✅ Çiçek
✅ Çikolata
✅ Baklava
Önce çiçekçiye gittik.
Daha dükkâna adımımı atar atmaz, elim otomatik olarak papatyalara gitti.
Umay’ın en sevdiği çiçekti.
Ama bu özel bir gündü, sadece papatyayla olmazdı.
Arasına birkaç tane kırmızı gül serpiştirdim.
Papatyanın sadeliği, gülün tutkusu…
Tam Umay’ın ruhunu yansıtan bir kombinasyondu.
Buket sipariş edildi, teslimat akşama ayarlandı.
Sonra hızla en iyi çikolatacıyı bulduk.
Ama sıradan bir kutu almak olmazdı.
Özel üretim çikolata yaptırdık, kutunun kapağında altın yaldızlı harflerle şu yazıyordu:
"Umay & Altay Kız İsteme Merasimi"
Ve altına tarih işlendi.
Kesinlikle unutulmaz bir anı olacaktı.
Çikolatayı da hallettikten sonra, hızla baklavacıya uğradım.
Sıradan bir baklava alacak değildim.
En pahalısından, en kaliteli fıstıklı baklavayı seçtim.
Öyle ki, dükkân sahibi bile “Abi bu çok ağır olur, düğün baklavası gibi…” dedi.
Ben sadece başımı salladım.
"Kardeşim, bu işin şakası yok. En iyisi olacak!" dedim kararlı bir sesle.
Sonunda bütün eksikleri tamamladık, çiçekler, çikolatalar, baklavalar arabaya özenle yerleştirildi.
Eve döndüğümüzde herkes hızlıca hazırlanmak için odalarına dağıldı.
Ben klasik siyah takım elbisemi giydim, kravatımı düzelttim.
Aynaya baktım.
Hazırdım.
Ama aşağıdan garip sesler geliyordu.
Balkona çıkıp baktığımda, Burak ve Mustafa Kemal’in evinde resmen organizasyon şirketi çalışıyordu.
Dışarıda ışıklandırmalar kuruluyor, sandalyeler diziliyor, masa örtüleri seriliyordu.
Ben şaşkınlıkla gözlerimi kıstım.
Bu iki adam, yemek organizasyonu yapıyor muydu?
Telefonumu çıkarıp Burak’ı aradım.
“Burak, siz ne yapıyorsunuz lan aşağıda?”
Burak kahkaha attı.
“Komutanım, kız tarafı olarak istemeyi sıradan yapamayız! İkramlar, dekorlar, her şey mükemmel olacak!”
Derin bir iç çektim.
“Oğlum, kız isteme yapıyoruz, düğün organize etmiyoruz!”
Mustafa Kemal telefonu kaptı.
“Komutanım, tarihte de önemli evliliklerde törenler büyük bir özenle hazırlanırdı. Biz de tarihe uygun bir şekilde…”
“KEMAL, KAPAT TELEFONU.”
Telefonu kapattım, yüzümü elimle sıvazladım.
Bu gece, kesinlikle kaotik geçecekti.
Ve ben, artık sadece sürecin bir parçası olmaya kendimi hazırlıyordum.
Elimi cebime attım ve küçük, kadife kutuyu çıkardım.
Nişan yüzüklerini bir kez daha kontrol ettim.
İçimde garip bir heyecan vardı.
Savaş alanında, çatışmada, operasyonda asla tereddüt etmeyen ben, şu an iki küçük halka karşısında dizlerimin titrediğini hissediyordum.
Kutuyu açıp altın alyanslara baktım.
Parlak, sade ve zamansız.
Tıpkı benim Umay’a olan sevgim gibi.
Derin bir nefes alıp kutuyu kapattım ve başımı kaldırdım.
Tam o sırada İlteriş yanıma geldi.
Omzuma hafifçe vurdu, gözleri ciddiydi ama dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı.
“Haydi Altay,” dedi ağır bir sesle.
“Vakit geldi aslanım.”
Elime çikolata kutusunu, diğer elimle çiçek buketini tutuşturdu.
Ben de cebime yüzükleri koydum, kravatımı düzelttim ve derin bir nefes aldım.
Burası savaş alanı değildi…
Ama kalbim ilk kez bir operasyonda olduğu kadar hızlı çarpıyordu.
Ve ben, hayatımdaki en önemli göreve gidiyordum.
Umay’ı resmen istemeye…
Kapının önünde duruyordum ama dizlerimin hafifçe titrediğini itiraf edebilirim.
Operasyonlara giderken, düşman mevzilerine sızarken, mermilerin arasından geçerken bile bu kadar heyecanlanmamıştım.
Ama şimdi?
Şimdi bir kapının ardında, hayatımın kadını vardı.
Zili çaldık.
Kapıdan ses seda yoktu.
Burak muzipçe gülümsedi, elini kapıya koydu ve “Komutanım, kapı açılmıyor. Para sıkışmış.” dedi gözlerini kısarak.
O an düşünme yetimi kaybettim.
Elimi cebime attım, 200 TL çıkardım ve Burak’ın eline koydum.
Burak paraya baktı, sonra kapıya.
“Yok komutanım, açılmıyor. Daha büyük sıkışmış.” dedi umursamazca.
Kaşlarımı çattım, cebimden 300 TL daha çıkardım.
Toplam 500 TL’yi Burak’ın avucuna bıraktığımda, kapı anında açıldı.
Burak başını salladı, “Bak, ne güzel çalıştı şimdi.” diye mırıldandı.
Ama…
Kapının açılmasıyla benim dünyam bir saniyeliğine durdu.
Gözlerim kamaştı.
Çünkü karşımda, saks mavisi ip askılı abiyesiyle bir peri gibi duran Umay vardı.
Saçları su gibi omuzlarına dökülmüş, gözleri yıldız gibi parlıyordu.
Bir saniyeliğine nefesim kesildi.
Umay’ın sesi bile fısıltı gibi çıkıyordu.
“Hoş geldiniz…” dedi titrek bir sesle.
Adımlarımı ağır ağır attım, sanki zamanda yavaş çekime alınmış gibiydim.
Çiçeği usulca ona uzattım, gözlerim gözlerinde kilitliydi.
“Hoş bulduk, yavrum. Çok hoş bulduk ama…” dedim yavaşça.
Cümlemi tamamlayamadan Burak, kapının yanında kollarını göğsüne bağlayıp kaşlarını çattı.
"Hey hey hey! Cilveleşmeyin iki dakika! Daha vermedik kızı.” dedi ciddi bir sesle.
Kafamı yavaşça Burak’a çevirdim.
Sonra, içimden ‘Sakin ol Altay’ diye dua ederek gözlerimi devirdim.
Umay hafifçe güldü, ama elleri titriyordu.
Ve ben, ilk defa bir operasyona gider gibi hissediyordum.
Ama bu kez hayatımın en güzel zaferine yürüyordum.
Umay’la el ele, bize özel hazırlanmış yere oturduğumuzda, kalbim sanki göğsümden çıkacak gibi atıyordu.
Bu, bildiğiniz kız isteme değildi.
Bu, benim hayatımın en önemli kararıydı.
Umay’ın elini sıktım, başımı hafifçe eğip kulağına fısıldadım:
“Çok güzelsin, kafayı yiyeceğim.”
Umay hafifçe titredi, gözleri pırıl pırıl parlıyordu.
“Altay…” dedi, o tatlı sesiyle.
O an, dünya sadece ikimizin etrafında dönüyor gibiydi.
Ama…
Ne yazık ki, Burak oradaydı.
Ve Burak’ın olduğu yerde romantizm uzun sürmezdi.
Kız tarafı ve erkek tarafı karşılıklı oturmuş, herkes sohbet ediyordu.
Tam ortam ısınmış, sohbet güzel ilerliyordu ki, Burak sırıtıp lafa girdi:
“Ee, anlatın bakalım. Oğlumuzun içkisi, kumarı, kötü alışkanlığı var mı?”
Bir an kaşlarımı kaldırıp Burak’a baktım.
“Oğlumuz mu?”
Sen ne ara kız tarafının babası oldun?
Tam müdahale edecekken, Ulaş hemen atıldı.
Ellerini dizlerine koyup dimdik oturdu, gururlu bir ifadeyle konuştu:
“Elhamdülillah, oğlumuz beş vakit namazında niyazında, örnek bir Türk subayıdır.”
Burak ciddi ciddi başını salladı.
“Maşallah, maşallah.” dedi, sanki gerçekten babamış gibi.
Ama henüz yeterince saçmalamamış olacak ki, İlteriş bir anda lafa girdi:
“Ama Umay’a aşkından sigaraya başladı, onu saymayalım.” dedi gözlerini devirerek.
Kafamı yavaşça İlteriş’e çevirdim.
Ne yaptığını çok iyi biliyordu.
Tüm kız tarafı, bana lazer gibi bakmaya başladı.
İçlerinden biri kısık sesle “Aaa, sigara mı?” diye mırıldandı.
Ben derin bir nefes aldım, kendimi sakinleştirmeye çalıştım.
“İlteriş, canını yakacağım birazdan.” dedim dişlerimin arasından.
Ama o sadece sırıtıyordu.
Bu sırada Umay, kahve yapmak için mutfağa gitmişti.
Ve ben, Umay gelene kadar sağ salim hayatta kalabilecek miyim, emin değildim.
Bu kız isteme, bildiğiniz psikolojik savaşa dönüşüyordu…
Umay kahveleri tepside tek tek dağıtırken, gözlerim sadece onun üzerindeydi.
Hareketleri nazikti, yüzü hafif kızarmıştı, heyecanı gözlerinden okunuyordu.
Benim kahvemi önüme koyduğunda, sessizce masaya küçük bir kadife kutu bıraktım.
Pırlanta kolye, ışıl ışıl parlıyordu.
Umay’ın gözleri anında ona kilitlendi, heyecanla baktı ama sadece gülümsedi.
Ne olduğunu anlamıştı.
Ama bu an sadece ikimizin arasındaydı.
Göz göze geldik, ben sadece hafifçe başımı salladım.
O da küçük bir tebessümle, başını eğip gözlerini kaçırdı.
Tam kahvemden bir yudum aldım.
Evet… Biraz tuzluydu.
Ama çok değildi.
Kıyamamıştı bana.
Tam içimden “Oh, bu iş kolay olacak.” derken…
Burak, cebinden lanet olası bir tuz paketi çıkarıp kahveme boca etti.
İÇİMDEN KÜFÜRÜ BASTIM.
Ama dışarıdan dimdik durdum.
Gözlerimle Burak’a "Seninle sonra hesaplaşacağız!" mesajını verdim.
Herkes bana bakarken, kahveyi bir dikişte içtim.
Beynim yandı, ruhum acı çekti, iç organlarım isyan etti…
Ama gözümü bile kırpmadım.
Umay’ın yüzünde hafif bir panik vardı, hızla suyu uzattı.
Ama ben elini tuttum, elini öpüp suyu masaya koydum.
“Damat olarak dayanmalıyım, hayatım.” dedim hafifçe gülümseyerek.
Kız tarafının gözleri o an daha bir parladı.
Burak arkadan “Efsane yaaa, adam resmen rol yapmadan efe gibi içti.” diye fısıldadı.
Ve işte o an…
Ulaş ciddi bir ses tonuyla, Mustafa Kemal’e dönerek lafa girdi:
“Efendim, ziyaret sebebimiz belli. Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle kızınız Umay’ı, oğlumuz Altay’a istiyoruz.”
Mustafa Kemal bir toparlandı, yutkundu.
O an herkes sessizleşti.
Mustafa Kemal yavaşça başını salladı.
“Gençler birbirini görmüş, beğenmiş. Biz Altay komutanımdan razıyız, Allah da razı olsun… Ama adettendir, kızımıza bir soralım.” dedi, sesi hafif titrek ama kararlıydı.
Başını çevirip Umay’a baktı.
“Kızım, gönlün var mı bu yürekli oğlanda?” dedi hafifçe sırıtarak.
Umay’ın gözleri doldu.
Boğazı düğümlendi.
Ve hafifçe başını sallayarak, sessiz ama güçlü bir sesle cevap verdi:
“Vardır… Vardır babacım.”
O an odada bir anlık durgunluk oldu.
Umay’ın babacım demesi…
Herkesi hüzünlendirdi.
Ama Mustafa Kemal hemen kendine gelip sertçe başını salladı ve gözlerinde sıcak bir gülümsemeyle:
“Verdim gitti!” dedi.
Ve…
Salon bir anda hareketlendi!
Herkes ayağa kalktı, alkışlar, kahkahalar, tebrikler…
Ben önce Umay’a sarıldım.
Sonra Ulaş’a, İlteriş’e, Burak’a, Kerim’e, tüm dostlarıma…
Bugün, hayatımın en güzel günüydü.
Ve ben, ömür boyu sürecek bir hikâyeye adım atmıştım.
Ulaş, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ayağa kalkıp, “O zaman nişan merasimine geçelim.” dedi.
Nişan tepsisi, önceden organizasyon şirketine teslim ettiğim için çoktan hazırlanmıştı.
Her şey mükemmel görünüyordu.
Ama gözlerim sadece Umay’daydı.
Teklif ettiğim yüzüğün sol parmağında olduğunu görünce, içimden bir huzur dalgası geçti.
Ama şimdi…
Artık o parmağın yanına bir nişan yüzüğü daha takılacaktı.
Ellerini nazikçe tuttum, parmaklarına hafifçe dokundum ve yüzüğünü sağ parmağına taktım.
Sonra o da benim parmağıma yüzüğü takarken, göz göze geldik.
Gülümsedik.
Ama bu sıradan bir gülümseme değildi.
Bu, “Biz artık biriz.” gülümsemesiydi.
Bu, “Bu yolun sonunda sen varsın.” gülümsemesiydi.
Tam o an Ulaş bir adım öne çıktı.
Ciddiyetini takınıp, “Ben bu güzel nişanı, nişan duası yaparak kesmek istiyorum.” dedi.
Hepimiz bir anda sustuk.
Ellerimizi açtık.
Burak, nişan tepsisini taşırken bile hâlâ sırıtmaya devam ediyordu ama o da ciddileşti.
Ulaş, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve duaya başladı:
Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ım, senin iznin ve bereketinle bu güzel günü bize nasip ettiğin için şükürler olsun. Bu nişan merasiminde bir araya gelen nişanlı çiftimizi senin himayene ve rahmetine emanet ediyoruz. Onların birlikteliklerinin her anı, sevgi, saygı ve huzur dolu olsun.
Allah'ım, nişanlı çiftimizin karşısına çıkan zorlukları aşmalarında onlara güç ver. Birbirlerine olan bağlılıklarını, sevgi ve sadakatlerini artır. Onları, iyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta daima birbirlerine destek olan hayırlı birer eş eyle. Aileleriyle birlikte mutlu ve huzurlu bir hayat sürmelerini nasip et.
Ya Rabbi, bu nişan merasiminin hayırlara vesile olmasını diliyoruz. Düğünlerine de aynı huzur ve mutlulukla kavuşmalarını, hayırlı bir yuva kurmalarını temenni ediyoruz. Onların sevgi dolu birlikteliklerini daim eyle. Dualarımızı kabul buyur Allah'ım.
Amin.
Herkes derin bir iç çekerek “Amin.” dedi.
O an zamansız bir huzur kapladı içimizi.
Sanki her şey daha da gerçek oldu.
Ulaş, gözlerini açıp bize baktı.
Elinde tuttuğu lila kurdeleyi havaya kaldırdı.
“Hayırlı olsun!” diyerek makası bastı.
Kurdele ikiye ayrıldığında, içimde bir şey daha değişti.
Artık resmen nişanlıydık.
Ve ben, hayatımın geri kalanına, Umay’la birlikte yürümeye yemin etmiştim.
Tebrikler, kahkahalar, mutluluk dolu sarılmalar…
Ama gözlerim sadece Umay’daydı.
Ve o an şunu hissettim:
Bu dünya yalnızca ikimizin etrafında dönüyordu.
Umay’ın alnına usulca bir öpücük kondurdum.
O an dünya tüm gürültüsüyle arkamızda kalmış gibiydi.
Gözlerimi kapattım, nefesini hissettim.
Zaman dursa, biz o anın içinde sonsuza kadar kalsak…
Ama öyle olmadı.
Tebrik faslı başladı, sarılmalar, kahkahalar, omuz omuza vurulan dostça tokatlar…
Tim, ikramlıklara saldırırken, biz Umay’la biraz uzaklaşıp yalnız kalmanın tadını çıkardık.
Bir kenara çekilip ellerimizi açtık, kurdeleyle bağlı yüzüklerimize baktık.
İçimde garip bir huzur vardı.
Öyle bir huzur ki, hiçbir silah sesi, hiçbir çatışma, hiçbir görev onu bozamazdı.
Umay yüzüğünü parmaklarında çevirdi, ışığın altında parıldayan alyansına uzun uzun baktı.
Sonra başını hafifçe bana çevirdi, gözleri ışıl ışıldı.
“Altay,” dedi yumuşak bir sesle.
“Hayallerimden daha güzel oldu…”
O an, göğsümde bir şeyler yer değiştirdi.
Sanki yıllardır eksik olan bir parça, tam yerine oturmuştu.
Başı yavaşça omzuma düştü.
Benimse ellerim onun ince parmaklarını buldu, sımsıkı sardım.
O an düşündüm…
Bunca yıl neyin peşindeydim ben?
Operasyonlar, kurşunlar, pusular, gece vakti soğuk betonlarda uyuduğum günler…
Savaştığım onca şeyden sonra, ilk kez bu kadar tamam hissettim.
İlk kez bir el, elimde hiç gitmemek üzere kalacak gibiydi.
İlk kez bir baş, omzumda sonsuz bir yer edinmişti.
Düşündüm, bizim aşkımız kağıda dökülecek olsa nasıl yazılırdı?
Bir Cemal Süreya dizelerinde mi,
Bir Nazım Hikmet mektubunda mı,
Yoksa hiç yazılamayacak kadar derinde mi?
Bilmiyorum.
Ama bildiğim tek şey, bu hayatı artık iki kişi yaşayacağımdı.
Ve bu, hayallerimin bile ötesinde bir duyguydu.
Boğazımı temizledim.
Ayağa kalktım, ceketimin düğmelerini ilikledim.
Ellerimi arkamda birleştirdim, gözlerimi önümde oturan timime, aileme, dostlarıma çevirdim.
Burası yalnızca bir nişan töreni değil, bir araya gelişin, bir bütün olmanın, geçmişe ve geleceğe sahip çıkmanın gecesiydi.
Ve ben, bu insanlara bir teşekkür borçluydum.
Derin bir nefes aldım, kelimeler dilime kendiliğinden düştü.
“Bugün burada, hayatımın en önemli anlarından birini yaşıyorum.
Ve ben, bu yolda tek başıma yürümedim.”
Gözlerim timin üzerinde gezindi.
Beni en iyi onlar bilirdi.
Birlikte kurşunların arasından geçmiştik, gece yarısı pusularda sessizce beklemiştik, kimi zaman susarak anlaşmış, kimi zaman kavgalarla güçlenmiştik.
“Benim bir ailem yok sanıyordum.
Ama burada anladım ki, aile bazen aynı kanı taşımak değil, aynı yolu yürümektir.”
İlteriş, omzunu hafifçe kaldırdı, gülümsedi.
Ulaş başını salladı, gözleri gururla parlıyordu.
Burak, dudaklarını büzmüş, ortamı şakaya vurmak için doğru anı bekliyordu.
Ama gözlerim en çok bir noktada takıldı kaldı.
Masada, bir sandalye boştu.
Ve içimde, sanki bir şey eksik kalmış gibiydi.
“Bugün burada, Haluk Yarbay olmalıydı.
Kızını, kardeşim dediği adama emanet edişini görmeliydi.
Ama bazı insanlar, hayatta değilken bile bizimle olmayı başarırlar.”
Sustum.
Bir anlık sessizlik oldu.
Herkesin yüzü ciddi ve durgundu.
İçimizden biri eksikti ama hâlâ buradaydı.
Umay başını eğmiş, gözleri dolmuştu.
Yanına yaklaştım, elini tuttum.
“Söz veriyorum, Yarbayım.
Sana layık bir eş olacağım kızına.
Ve her zaman, onu senin gibi koruyacağım.”
Baktım, Burak bile sessizleşmişti.
O an anladım.
Bu masa, bu tim, bu aile…
Biz, artık bir bütündük.
Başımı kaldırdım, gözlerimi tekrar dostlarıma çevirdim.
“Ve siz…
Kardeşlerim…
Bu yolda beni yalnız bırakmadığınız için, beni benden iyi tanıdığınız için, her zor anımda yanımda olduğunuz için…
Hepinize, tek tek teşekkür ederim.”
Elimi kaldırdım.
“Şimdi, bu geceyi unutulmaz kılalım.
Çünkü bu gece, yalnızca bir nişan değil…
Yeni bir hayatın başlangıcıdır.”
Ama benim aklımda bir tek şey vardı:
Bazı yollar tek başına yürünmez.
Ve ben, artık hiçbir yolu yalnız yürümeyecektim.
İlk ayağa kalkan Ulaş oldu.
Sessiz adımlarla yürüdü, gözleri gözlerime kilitlenmişti.
Ama o gözlerde gördüğüm şey, sadece dostluk değil, çok daha fazlasıydı.
Oturduğum yerden doğrulurken, elim hâlâ Umay’ın avuçlarında saklıydı.
Ulaş birkaç adım daha attı, durdu.
Sesi titrek ama içtendi.
“Sen,” dedi, “Altay Öztürk… Kardeşim…”
Bir an, ciğerlerime derin bir yük çöktü.
Çünkü bu kelimeyi boş yere kullanmazdık biz.
"Biliyor musun?" dedi Ulaş, boğazını temizleyerek.
“Seni şehit cenazemde izlerken nasıl içim yandı, nasıl kalbime bir ateş düştü, bilemezsin.”
Gözlerini kapattı, bir an o günü hatırlıyormuş gibi sustu.
Hepimiz sustuk.
Kelimeleri boğazında düğümlenmişti ama devam etti.
“O gün sana bir söz verdim, Altay.
Dönüp geldiğimde, sana aile olacağım diye.
Kan bağımız olmasa da, seni öz kardeşimden ayırmayacağım diye.”
Ben yutkundum.
İlteriş başını eğmiş, gözlerini kaçırıyordu.
Burak bile ilk kez konuşmadan dinliyordu.
“Altay…” dedi Ulaş, gözlerimin içine bakarak.
“Biz savaş alanlarında kardeş olduk.
Kurşunların arasında, en karanlık gecelerde, ölümle burun buruna…
Ve Allah biliyor ya,
Eğer bu hayatta bir kez daha doğma şansım olsaydı,
Yine seninle aynı timde olmak isterdim.
Yine sırtımı sana yaslamak isterdim.”
O an, koca adam gibi dimdik oturan ben, ilk defa nefes almakta zorlandım.
Çünkü Ulaş bunu herkesin içinde söylüyordu.
Bu sadece dostluk değildi.
Bu, bir kardeşlik yeminiydi.
Ulaş bana bakarak devam etti:
“Ve bugün, kardeşim olduğuna bir kez daha şahitlik ediyorum.
Bir yuvanın temelini atarken, seni yalnız bırakmayacağımı bil istiyorum.
Sen evlenirken, düğününde yanında olacağım.
İlk çocuğun doğduğunda, hastane kapısında bekliyor olacağım.
Ve günün birinde, yaşlandığımızda, o saçların beyaza döndüğünde…
Hâlâ omzuma yaslanacak bir kardeşin olduğunu bileceksin.”
Ben ayağa kalktım.
Ulaş’la göz göze geldik.
Ve kelimeler fazla geldi.
Onun omuzlarından tuttum, hiçbir şey demeden sıkıca sarıldım.
Kardeşim…
Bazı insanlar kan bağıyla kardeş olur.
Bazıları aynı yolda yürüyerek.
Ve Ulaş… Benim iki kez kazandığım bir kardeşti.
Ulaş’ın sözleri içime işlediğinde, nefesimi zor dengeledim.
Ama o an İlteriş ayağa kalktı.
Omuzlarını dikleştirdi, yüzünde her zamanki sinsi sırıtış vardı.
Ama gözleri…
Gözleri bambaşkaydı.
O gözlerde, zorluklar, yılların biriktirdiği sessiz acılar, kayıpların getirdiği o derin boşluk vardı.
Ve ben, onun ne söyleyeceğini hissettim.
Derin bir nefes aldı, bana bakarak “Altay abi,” dedi.
Abi…
İlteriş’in bana “abi” dediği anlar sayılıydı.
Bu, onun bana en büyük saygıyı gösterdiği, en savunmasız olduğu anlardı.
Herkes sessizleşti.
İlteriş hafifçe başını eğdi, elini cebine sokup bir adım yaklaştı.
“Bilirsin beni,” dedi yavaşça.
“Harbiye’de seninle sadece bir sene geçirebildim.
Ama keşke aynı yaşta olsaydık derdim hep.
O zaman…”
Bir yutkundu, başını kaldırıp gözlerime baktı.
“Yetimin hâlinden yetim anlar, değil mi abi?”
O an, içimde bir şey yerinden söküldü.
Bu söz… Bu söz, onun içindeki yarayı anlatıyordu.
“Ben…” dedi İlteriş, sesi hafifçe titreyerek.
Ama o her zamanki güçlü İlteriş’ti, titreyen sesine bile inatla devam etti.
“Ben sana hiç belli etmedim ama…
Sen benim babamdın, Altay.
Babamdan öteydin benim için.”
O an, dünya durdu.
Timin gözleri büyüdü.
Ulaş derin bir nefes aldı.
Burak yutkundu, gözlerini kaçırdı.
Umay, ellerini göğsünde birleştirip sessizce bizi izledi.
Ama ben…
Ben, nefes almayı bile unuttum.
“Ben babamı öldü bilirken, sen çıktın geldin, Altay.
Beni yetiştirdin, bana yol gösterdin.
Dizlerim kanadığında bana nasıl yürüneceğini sen öğrettin.
Benim için babaydın, abiydin, komutandın…
Ama en çok…
Bana aile oldun.”
İlteriş hafifçe gülümsedi.
Ama gözleri doluydu.
Bir adamın gözyaşlarını saklamaya çalışmasını en iyi ben bilirdim.
Ve şimdi İlteriş kendini saklamıyordu.
Elini omzuma koydu.
“Ve ben…
Ben şimdi çok mutluyum abi.
Çünkü sen de artık yalnız değilsin.”
Bir adım attı.
Hiç düşünmeden onu kollarımın arasına aldım.
Sıkıca, gerçek bir kardeş gibi…
Göğsüme yaslandı, ben onun sırtını sıvazladım.
Ve o an, iki yetim çocuk, yılların hesabını sarılarak kapattı.
Hiç beklemiyordum.
Hepimizin maskesiz olduğu bu anda, şakalarıyla, abartılı hareketleriyle bilinen Burak ayağa kalktı.
Önünü ciddiyetle ilikledi, gözlerimin içine baktı ve adımladı.
O, hiç bu kadar ciddi olmamıştı.
Beni buraya en çok şaşırtan da buydu.
“Altay abi,” dedi.
O an herkesin gözleri ona döndü.
Burak, lafını sakınmazdı.
Ama böyle duygusal konuşmazdı da…
Devam etti.
“Beni bilirsin, konuşmayı beceremem.
Ama şunu söylemem lazım:
Sen, hayatımda gördüğüm en kaliteli adamsın.”
Boğazımı temizledim, şu an burada gözlerimi kaçıran kişi ben olmuştum.
Burak gözlerini kaçırmadan devam etti:
“Sen gözümden anlarsın ama time ilk başvurduğumda umutsuzdum.
Çünkü…
Bütün ailemi teröristlerden kurtaramamıştım.”
İşte o an, içime bir şey oturdu.
Burak’ın babası, Şehit Tuğgeneral Muzaffer Koçak.
Annesi, kız kardeşi, küçük erkek kardeşi…
Bir bombalı saldırıda, hepsi şehit olmuştu.
Burak ise o zamanlar 2. sınıf mimarlık öğrencisiydi.
Farklı bir şehirde olduğu için hayatta kalmıştı.
Ama… Hayatta kalmak, yaşamak demek değildi.
Burak’ın babası, benim akademide sık sık gördüğüm, sohbetlerine katıldığım, ciddiyetiyle ve insanlığıyla örnek aldığım bir komutandı.
O gün haber geldiğinde, ilk düşündüğüm şey Burak olmuştu.
O çocuğun artık hiçbir şeyi kalmamıştı.
Ve ailesi şehit olduğunda, okulunu bırakıp uzman çavuş olmaya karar vermişti.
Listede onun adını gördüğümde, hiç düşünmeden time aldım.
Ve o an zaman durmuştu.
Burak’ın içindeki sessiz acıyı ilk defa bu kadar açık hissettim.
Ama gözümün önünde, o hala düzgün durmaya, sesi titremeden konuşmaya çalışan bir askerdi.
Gözyaşları sessizce yanaklarından akıyordu ama sesi hâlâ güçlüydü.
O an, ilk defa bana bu kadar ciddi “Altay komutanım” dedi.
Gözlerini kaçırmadan, sesi titremeden…
Ama içindeki tüm acıyı serbest bırakarak:
“Sen bana aile oldun, komutanım.
Ve artık kendi mutluluğun için yaşa.
Çünkü biz sana baktıkça mutluyuz.”
Sustu.
Bir şey dememe gerek yoktu.
Çünkü o, benim ne hissettiğimi çok iyi biliyordu.
Bir adım attım.
Bir adım daha…
Ve Burak’ı öyle sıkı sarıldım ki, nefesini göğsümde hissettim.
Kelimeler fazla olurdu.
Sadece sırtını sıvazladım, sessizce, kardeşçe, ailesiz kalmış iki adam gibi.
Bazı insanlar aile olarak doğmazdı.
Bazıları aileyi zamanla bulurdu.
Ve biz, bunu savaşın ortasında bulanlardandık.
Burak, sessizce yerine oturduğunda, timin içinde garip bir sessizlik oluştu.
Kimse onun böyle derin bir adam olduğunu bilmiyordu.
Herkes, her zamanki gibi şakalar yapmasını bekliyordu.
Ama o, ilk kez susarak en büyük cümleyi kurmuştu.
Herkes birbirine bakarken, bu kez Mustafa Kemal ayağa kalktı.
Timin yakışıklısı, gözleri derin ve kararlı, adımlarını ağır ağır atarak yanıma geldi.
Hiçbir şey demedi, sadece sarıldı.
Bütün tim, onun ilk defa böyle içten sarıldığını gördü.
Sonra geri çekildi, gözlerimin içine baktı.
“Altay komutanım,” dedi, sesi derindi.
“Ben konuşmayı beceremem.
Bir türkü söyleyeyim, siz anlayın.”
Ve oturdu.
İlteriş, gözleri nemli, sazını eline aldı.
Parmakları, tellerin üzerinde yavaşça dolaştı.
O ilk nota havaya karıştığında, Mustafa Kemal başını hafifçe eğdi ve o tok sesiyle söylemeye başladı:
— Hani derdik; hayat yalan,
Ölüm bize oyuncaktı…
— Dünyada tek kalsak bile,
Asla yılmak olmayacaktı…
Sesi, derin ve yaralıydı.
Hepimiz, şehitlerimizi düşündük o an.
Yolun başında kaybettiklerimizi…
Diz çökmeyenleri, son mermisine kadar direnenleri…
Ama en çok, bu hayatta kalıp hâlâ savaşanları düşündük.
— Biz ne günler gördük Reis,
Ne kavgalar verdik Reis…
— Gelen vurdu yıkılmadık,
Bu da geçer hey koca Reis…
Mustafa Kemal’in sesi gittikçe güçlendi.
Timin içinde, ilmek ilmek işlenen vefayı, dostluğu anlatıyordu.
Herkes gözlerini kaçırdı.
Ama ben kaçırmadım.
Gözlerimi Umay’a çevirdiğimde, sessizce ağladığını gördüm.
Mustafa Kemal devam etti.
— Şehitleri düşün Reis,
Eğilmesin başın Reis…
— Neler geldi, neler geçti,
Bu da geçer hey koca Reis…
Hepimiz bir an bu savaşın içinde ne hale geldiğimizi düşündük.
Ama en çok, bu yolda bizi aile yapan şeyin ne olduğunu hatırladık.
Türkü bittiğinde, Mustafa Kemal başını kaldırdı, bir süre gözlerimize baktı.
Sonra, başını hafifçe eğerek yerine oturdu.
Ama o an bir şey değişmişti.
Biz, birbirimizin kılıç yarasını taşıyan adamlardık.
Ve bugün, hiçbirimiz yalnız olmadığımızı bir kez daha anlamıştık.
Diğer tim arkadaşlarım da, içlerinden gelen birkaç kelime söyleyip yerine oturdular.
Herkes derin bir sessizliğe gömülmüştü.
Sanki söylenen her söz, havada yankılanıp kalbimize işliyordu.
Tam o anda, Umay sessizce adımı söyledi:
"Altay..."
Başımı ona çevirdiğimde, gözlerinde hem minnet hem hüzün vardı.
Elleri masanın üzerinde duruyordu, hafifçe parmaklarını kıpırdattı, sesi titrek ama içtendi:
"Ne kadar değerli dostların var...
Senin arkadaşlarını çalmış bulunuyorum çünkü benim hiç böyle sıkı dostluk kurduğum kimse olmadı.
Gerçekten…
Hayatım boyunca böyle bir ailem olmadı.
Sadece siz varsınız."
Gözleri tek tek timin üzerinde gezindi.
Sesi, o kadar içtendi ki herkes başını önüne eğdi.
Kimse bir şey diyemedi, çünkü biliyorlardı.
Umay’ın kayıplarını, yalnızlığını…
Onun yıllarca güçlü kalmaya çalışırken nasıl yalnızlaştığını…
Tam konuşmaya devam edecek gibi oldu ama Burak birden ayağa fırladı.
Kollarını iki yana açtı, abartılı bir sesle:
"Yenge! Biz de tam seni aileden kabul etmeye başlamıştık ki! Bir anda böyle duygusala bağlayıp içimizi parçaladın ya, helal olsun!" dedi.
Tüm tim kahkahaya boğuldu.
Ama Burak’ın sesi ne kadar şakacı olsa da, gözlerinde o içten bağlılık vardı.
Sonra herkes bir ağızdan, mazlum bakışlarla:
"Yenge, iyiki bizimlesin." dediler.
Kimisi yanağını kaşıdı, kimisi gözlerini kaçırdı, ama hepsi aynı şeyi hissediyordu.
Umay gülümsedi, ama gözleri doldu.
Başını hafifçe eğdi, hızlıca gözyaşlarını sildi.
Ben ona yaklaşıp, sessizce elini tuttum.
Baş parmağımla avucunun içine küçük bir daire çizdim.
O an, ikimiz de anladık.
Biz artık yalnız değildik.
Ve bu tim, yalnız insanların birbirine aile olmayı öğrendiği bir yerdi.
Tam herkes sessizliğe gömülmüş, bu duygu dolu anları içselleştirirken, Burak her zamanki gibi bombayı patlattı.
Ama bu sefer gerçek anlamıyla.
Elinde küçük bir ses bombasıyla masaya yaklaştı, sırıtarak:
"E oturmaya mı geldik Altay komutanım?
Horon tepelim be! Kızı verdik, siz aldınız daha ne?!" diye bağırdı.
Ve pat!
Telefonunda Hopa Hemşin Horonu açıldı.
O ilk kemençe sesi duyulduğu anda masada bir deprem etkisi yaşandı.
Kimisi irkildi, kimisi kahkahayla güldü, kimisi de gözlerini devirdi ama Karadeniz kanı taşıyanlar çoktan kalkmıştı.
Ben bir an duraksadım ama sonra baktım ki Burak zıp zıp zıplıyor, İlteriş ve Ulaş birbirine bakıp kafa sallıyor.
Dayanamadım.
Koltuğu geriye ittirdim, ayağa fırladım.
Burak şevkle el çırpıp bağırıyordu:
"Haydi bakalıııımm! Oynayanın yüreğine, oynamayanın dizine kuvvet!"
Ve vurduk topukları yere.
Ayaklarımız sert ve hızlı tempoda zemini döverken, kemençenin o deli dolu sesi tüm odada yankılandı.
Ulaş kollarını açtı, İlteriş ritme girip küçük adımlarla etrafımızda döndü.
Burak kendinden geçmiş gibi zıplıyordu, sanki Karadeniz’in fırtınası içine işlemişti.
Ben?
Ben çoktan ritmi yakalamış, topukları yere vura vura dönüyordum.
Horon bir başladı mı geri dönüşü yoktur.
Bedenin zihninden bağımsız hareket eder, ruhun müziğin içinde kaybolur.
Umay ve diğerleri, şaşkın ve kahkahalar içinde bizi izliyordu.
Mustafa Kemal bile ellerini dizine vurup ritme eşlik ediyordu.
Burak horonun tam ortasında bir tur attı, sonra bağırdı:
"Ula bu Karadeniz adamı gibi adam yetiştirir ha!"
İlteriş dişlerini sıkarak cevap verdi:
"Kes ulan, nefesim kesildi!"
Ama horondan kimse kaçamaz.
Ben gözlerimi kıstım, Burak’ı gösterip İlteriş’le Ulaş’a işaret ettim.
Üçümüz bir olup Burak’ı daireye aldık, kollarımızı açıp bir çember oluşturduk.
Artık buradan kaçamazdı!
"Daha yeni başladık ulan, oynayacaksın!" diye bağırıp temposunu artırdık.
Ve o gece, nişanı unutulmaz kılan şey, dostluk kadar güçlü bir horon oldu.
Birlikte omuz omuza, topuk topuğa, kahkahalar ve müzikle geceyi Karadeniz'in ruhuna emanet ettik.
Geceyi sona erdirdiğimizde, Umay’ı kollarımın arasına aldım. Yorulmuştu. Ama gözlerinde hiç görmediğim bir ışık vardı. Bu gece, onun için de benim için de unutulmazdı. Başını göğsüme yasladığında, avuçlarımı yüzüne götürdüm. Parmaklarım, yanaklarının sıcaklığını hissetti.
Eğildim, başına küçük öpücükler kondurdum.
Her biri, "seni seviyorum" demenin farklı bir şekliydi.
Ve fısıldadım, sesim neredeyse yok gibiydi:
"Bugün… Hayatımın en güzel günüydü."
Umay, yavaşça başını kaldırdı.
Göz göze geldik.
O an zaman durdu.
Savaşlar, görevler, kurşunlar, çatışmalar… Hepsi geçmişte kalmış gibiydi.
Şimdi sadece biz vardık.
Gülümsedi.
"Benim de…" dedi.
Ama yetmedi.
Gözlerini gözlerime dikti. Derin, içten bir nefes aldı ve fısıltıyla ekledi:
"Teşekkür ederim, Altay… Her şey için…"
Onu biraz daha kendime çektim, kollarımı sımsıkı sardım etrafına.
Ve o an anladım…
Bu sadece bir nişan değildi.
Bu, bir hayata başlama anıydı…
Tam Umay’la biraz baş başa kalmıştık ki, arkamda bir hareketlenme hissettim.
Döndüm ve timin dizilmiş sıraya geçtiğini gördüm.
Kaşlarımı çatıp, şüpheyle sordum:
“N’oluyo lan?”
Burak o meşhur muzır gülümsemesiyle öne çıktı, göz kırptı ve ciddiyeti bozmadan:
“Sizi altınlamaya geldik komutanım!” dedi.
Ve ellerini kollarını açıp sırasına geçti.
Bir saniye dondum, sonra durumu anladım.
Mahcup bir ifadeyle, ne diyeceğimi bilemeden:
“Oğlum ne gerek vardı ya…” dedim.
Ama yalan yok, mutlu olmuştum.
Bu adamlar, sadece tim değildi....
Bu adamlar, benim ailemdi.
İlk gelen Ulaş oldu.
Hiçbir şey demeden, gözleri gururla parıldarken, cebinden bir tam altın çıkardı ve kravatımın kenarına iliştirdi.
“Kardeşime feda olsun.” dedi sadece.
Sonra İlteriş yaklaştı, hafifçe sırıtarak:
“Hadi bakalım, yetim halinden yetim anlar, ama düğün masraflarını da paylaşır.” diyerek bir çeyrek altını yakama taktı.
Ardından Burak geldi, gözleri pırıl pırıl.
Ama o her zamanki muzipliğiyle:
“Komutanım, ben çeyrek takıyorum ama ilerde terfi edince telafi ederim, söz!” dedi ve kahkahalar arasında altını taktı.
Mustafa Kemal, Fatih, Yavuz, Kerim, Eren, Onur… Hepsi sırayla geldi. Yarısını Umay’a yarısını bana taktılar.
Kimi tam altın, kimi çeyrek…
Ama hepsinin gözlerinde aynı şey vardı:
Bağlılık.
Nişan sona ererken organizasyon şirketi yavaş yavaş malzemelerini topluyordu. Biz ise hala o gecenin büyüsünü yaşıyorduk. Tim, dağıtılmak üzere hazırlanmış küçük kutulara merakla bakıyordu. İçinde "Umay & Altay Sonsuza Kadar" yazılı mini mumlar vardı. Basit ama anlamlı bir hatıra… Bir ömür boyu sürecek dostluğun küçük bir simgesi.
Burak, kutusunu açıp muma dikkatle baktı, sonra o meşhur sırıtmalarından birini kondurdu. "Komutanım, biz şimdi bu mumları romantik bir ortam yaratmak için mi kullanacağız? Yoksa elektrik kesilince mi?" dedi, hafifçe dirseğiyle Mustafa Kemal’e dürterek. İlteriş başını iki yana salladı, gözlerini devirerek: "Ulan Burak, senin mumdan anladığın tek şey kesintide lambayı idare etmesi olur zaten. Sanatsal bir yönün de yok ki, anlam yükleyesin." dedi.
Mustafa Kemal mumun üzerindeki yazıya uzun uzun baktı. Yavaşça cebine koyarken, "Tarihe tanıklık eden bir mum… Günü gelir, karanlıkta yolu aydınlatır." diye mırıldandı. O an, herkes bir anlığına sustu. Çünkü hepimiz biliyorduk; burada olmamız, beraber olmamız bir mucizeydi. Kaç kere ölümden döndük? Kaç kere birbirimize son bakışımız olduğunu sandık? Ama işte buradaydık.
Fatih, hafifçe gülerek: "Düğünde daha büyük hediyeler bekliyoruz komutanım, bak çeyrek taktık ona göre." diye laf attı. Gözlerini devirdim ve gülümseyerek, "Şu an verdiğimi de alabilirim Fatih, yanlış anlama." dedim. O sırada Ulaş, mumu dikkatlice kutusuna yerleştirirken "Şaka bir yana, bu güzel bir hatıra. Yıllar sonra bu geceyi hatırlayacağız." dedi.
Tam o sırada Umay yanıma yaklaşıp elimi tuttu. Gözleri hala heyecanın, sevginin ve minnetin parıltısını taşıyordu. Hafifçe gülümsedi ve "Ve hep hatırlansın diye verdik. Bugün burada olan herkes bizim ailemiz." dedi. O an içim sıcacık oldu. Biliyordum ki bu sadece bir nişan değildi. Bu, birbirimize verdiğimiz sonsuz bir sözün, sonsuz bir bağın temsiliydi.
Burak o duygusal havayı bozmayı görev edinmiş gibi gözyaşı silme hareketi yaparak, "Ağlayacağım şimdi, yok mu bir tatlı? Duygusallaşarak açlık çökmesin." dedi. Tim kahkahaya boğulurken, ben derin bir nefes aldım ve gözlerimi tek tek üzerlerinde gezdirdim. "Ne kadar şaka yapsanız da… Siz olmasanız, bu gün eksik olurdu. Teşekkür ederim beyler, iyi ki varsınız." dedim.
O an hepimiz, içimizde söylenmeyen ama hissedilen o ortak duyguyu paylaşıyorduk. Bu sadece bir nişan değil, ömür boyu sürecek bir dostluğun, bir ailenin nişanıydı.
Ben Umay’ı sevdim…
Savaşın tam ortasında, silah seslerinin yankılandığı, ölümün soğuk nefesini ensemizde hissettiğimiz günlerde bile onu sevdim.
Bir emirle gittiğim, belki de geri dönemeyeceğim görevlerde, içimi kavuran o tarifsiz özlemle onu sevdim.
Adını her andığımda, göğsümde bir yerlerin sıcakla dolduğunu hissettim.
O sadece bir kadın değildi.
O, dönüp baktığımda beni hayatta tutan, içimde ölmeden kalan son güzel şeydi.
Beni her gördüğünde, gözlerimin içini gören bir kadın…
Ellerimi tuttuğunda, avucumdaki bütün savaşları susturan bir kadın…
Ben Umay’ı sevdim…
Yorgun bir gecenin sabahında, gözlerini açtığında, uykulu sesiyle “Günaydın aşkım” dediği an sevdim.
Bir kahkahaya karışan sesiyle, en derin yaralarımı bile iyileştiren şefkatiyle sevdim.
Ağladığında, gözyaşlarını içime akıtırcasına sarılarak sevdim.
Ben Umay’ı sevdim…
Ve bu gece, onu bir ömür boyu seveceğime söz verdim.
Onun adı artık benim hikâyemin en güzel cümlesiydi.
Onun nefesi, bu savaş yorgunu adamın en büyük zaferiydi.
Ve onun elleri, tuttuğum en güzel emanetti.
Gözlerimi kapattım, alnına yavaşça bir öpücük kondurdum.
Fısıldadım, hiç kimsenin duyamayacağı kadar yavaş, ama bütün ruhumla:
“Benim en büyük yuvam sensin, Umay…”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |