14. Bölüm
Beyza Yıldırım / YÜZBAŞININ PORTRESİ (FİNAL OLDU) (DÜZENLENMEDE) / Küçük Kıyamet

Küçük Kıyamet

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Orduevinin şık yemek salonunda hepimiz aynı masada toplanmıştık. Masanın uzunluğu ve kalabalığı bir şölen havası yaratıyordu. Herkesin yüzünde farklı bir mutluluk vardı. Umay’ın babası Haluk Yarbay baş köşede oturmuş, masaya liderlik ediyordu. Ulaş’ın annesi ve babası biraz heyecanlı ama gururlu bir şekilde sohbetlere katılıyordu. İlteriş ise her zamanki gibi şakalarıyla masanın neşesi olmuştu.

Ben Umay’ın yanına oturmuştum. Umay, sessizce tabağındaki yemeği yerken göz ucuyla beni izliyordu. Hafifçe eğilip, “Ne var? Bu kadar yakışıklı olduğumu fark etmek biraz uzun sürdü galiba,” dedim, kısık bir sesle. Umay hafifçe gülümseyip dirseğiyle beni dürttü.

“Yemeğini ye, Altay,” dedi fısıldayarak.

O sırada Burak sesini yükseltti, “Komutanım, şu ciddi yüzünüzle bile çorba içiyorsunuz ya, vallahi hayranım. Yani bir insan nasıl bu kadar ciddi kalabilir?”

İlteriş hemen lafa girdi, “Burak, ciddi durmasın da ne yapsın? Altay’ın şıklığıyla baş edemediğin için laf atıyorsun.

Masada kahkahalar yükseldi. Burak bozulmuş gibi yaparak elindeki çatalla İlteriş’i işaret etti, “İlteriş komutanım, seninle bir gün hesaplaşacağız. Komutanım da şahidim olsun.”

Ulaş, araya girip masadaki tansiyonu daha da yükseltti, “Burak, hesaplaşmayı boş ver de şu masadaki yemeği bitir önce. Çorbadan tatlıya kadar dört tabak doldurdun, Allah’tan yemekler sınırsız.”

Bu sırada Haluk Yarbay, eliyle masaya vurup sessizliği sağladı. Herkes bir anda ciddileşti, ama yüzlerde hala hafif bir tebessüm vardı.

“Yeter bu kadar gürültü. Burası orduevi, düğün salonu değil. Altay, sana bir şey sormak istiyorum,” dedi Haluk Yarbay, sert ama babacan bir ifadeyle.

Esas duruşa geçmeye niyetleniyordum ki Haluk Yarbay eliyle işaret edip oturmamı söyledi. “Kalkma, kalkma. Şimdi samimi bir ortamdayız. Ulaş’ı tebrik ettik, ama seni tebrik etmeyi unuttuk. Görevdeki başarınızı ve Halid meselesini çözüşünüzü büyük bir takdirle dinledim. Ama merak ediyorum... Görevden döndüğünde bu kadar çabuk toparlanıp bir araya gelebileceğini düşündün mü?”

Gülümsedim, “Komutanım, bizim işimiz toparlanmak ve devam etmek. Ama bu masada olmak, böyle güzel bir ortamda oturmak... İnsan bir an bile olsa, kendini sivil hayatta hissetmekten mutlu oluyor.”

Umay, yanımda hafifçe gülümsedi. O an onunla göz göze geldim. O gülümseme her şeyin cevabıydı.

Masada herkes sırayla konuşmaya başladı. İlteriş, Ulaş’ın apoletinden bahis açtı, Burak hala yemekleri savunuyordu, Umay’ın babası geçmişteki anılarını anlatıyordu. Ama benim için tek önemli şey, yanımda oturan ve varlığıyla dünyayı güzelleştiren kişiydi.

Masa keyifli bir şekilde ilerlerken, Umay’ın babası Haluk Yarbay geçmiş görevlerden birini anlatıyordu. Onun derin ve tok sesi, masadaki herkesin dikkatini çekmişti. İlteriş bile ciddiyetle dinliyordu, bu da Haluk Yarbay’ın etkisinin bir kanıtıydı. Ama ben bir anlığına bile olsa gözlerimi Umay’dan ayıramıyordum. Masanın loş ışığında gözleri daha da büyüleyici görünüyordu. Umay fark etmiş olacak ki hafifçe bana dönüp fısıldadı:

“Ne bakıyorsun öyle? Herkes babamı dinliyor, sen niye bana bakıyorsun?”

Eğilip daha da kısık bir sesle cevap verdim:
“Leydim, gözlerin babandan daha etkileyici bir hikâye anlatıyor. Sadece seni dinliyorum.”

Umay bu cevabı beklemiyordu, yüzü bir anda kızardı. Ama toparlanıp bana tatlı bir bakış attı.
“Beni utandırma, Altay. Babam fark edecek şimdi,” dedi kıkırdayarak.

Tam o sırada Burak, önündeki tabağına bakarak söylenmeye başladı:
“Komutanım, yani ben anlamıyorum. Şu masadaki herkes doymuş, ama ben hala açım. Bu nasıl adalet? Şu tatlılar biraz daha fazla olsaydı keşke.”

İlteriş hemen lafa girdi:
“Burak, senin mideni doyurmak için karargâha koca bir mutfak açmak lazım. Bir de sanki doymuyormuş gibi yapıp Altay Komutana yanaşma, çünkü sana en son vereceği şey yemeği olur.”

Burak savunmaya geçti:
“Komutanım, ben yemekle uğraşırken siz burada aşk yaşıyorsunuz. Biz de romantizm istiyoruz. Adalet bu mu?”

Masadaki kahkahalar yükselirken Haluk Yarbay, Burak’a döndü:
“Burak, Altay’dan romantizm bekliyorsan önce askeri disiplini öğren. Belki o zaman biri sana çayını verir, romantizm başka bahara kalır.”

Umay bu espriye öyle bir güldü ki, yanımda omzuma yaslanarak kahkahalarını kontrol etmeye çalıştı. Ben de gülmemek için kendimi zor tutuyordum ama Burak’ın yüzündeki bozulmuş ifadeye dayanamadım. Hafifçe omzunu dürttüm:
“Burak, romantizm istiyorsan mutfağa git, tatlılardan bir daha al. Tatlıyı paylaşmak romantizmin ilk adımıdır.”

Masadaki neşe doruktaydı. Ama benim aklım hala Umay’daydı. Masadaki herkes gülerken, ben başımı hafifçe Umay’a eğdim ve fısıldadım:
“Sen gülünce dünya biraz daha güzel oluyor, biliyor musun?”

Umay bu sefer tamamen sustu, ama yanaklarının kızardığını gördüm.
“Altay, bir gün bu sözlerinle beni mahvedeceksin,” dedi.

Gülümsedim.
“Leydim, seni mahvetmek değil, seni dünyanın en mutlu kadını yapmak istiyorum.”

Bu sırada Burak, tatlılarla dolu bir tabakla geri döndü.
“Komutanım, işte romantizmim. Şimdi biri gelsin de bu tatlıyı paylaşsın!”

İlteriş patladı:
“Burak, tatlıyı kendinle paylaş! En iyi aşk, insanın kendine duyduğu sevgidir.”

Masadaki kahkahalar yeniden yükseldi. Ama benim için önemli olan, yanımda oturan ve gözlerindeki ışıkla beni her şeyden uzaklaştıran Umay’dı.

Orduevindeki bu özel gecenin sonuna geldiğimizi hissettiğimde, masanın etrafına baktım. Ulaş, hâlâ rütbesinin ağırlığını idrak etmeye çalışıyordu. İlteriş ve Burak, fırsat buldukça takılıyor, ama bunu gururla yapıyorlardı. Haluk Yarbay’ın gözlerindeki onay, her birimize farklı bir şekilde güç veriyordu. Ve Umay… Ah, Umay. Yüzündeki gurur ve gözlerindeki sevgi, sanki tüm dünyanın yükünü hafifletiyordu.

Masadan kalktım ve ciddiyetimi koruyarak Ulaş’a doğru yürüdüm.
“Üsteğmen Barış Ulaş Mutlu,” dedim, sesimi tok ve net tutarak. “Bu rütbe, sadece bir apolet değil. Omuzlarında bir milletin güveni, bir timin bağlılığı ve benim sana olan inancım var. Seni izlemek, kardeşim, büyük bir gurur.”

Ulaş, hemen esas duruşa geçti ve selam verdi. “Emredersiniz, komutanım!” dedi, sesi hafif titreyerek. Ama o titreme bir korkudan değil, taşıdığı sorumluluğun farkındalığındandı.

Bir adım attım ve Ulaş’a sıkıca sarıldım. “Gurur duyuyorum seninle,” dedim, kulağına fısıldayarak. O an hissettiklerimi tarif etmem imkânsızdı. Ulaş benim kardeşimdi, her anlamda.

Geri çekildiğimde İlteriş gülerek yanımıza geldi.
“Vay be, Ulaş, şimdi rütbe olarak seninle eşit olduk. Yani bana da biraz daha saygı duyman gerek, değil mi?” dedi, yüzünde o tanıdık muzur sırıtışıyla.

Gözlerini devirerek, “Saygı mı? İlteriş, sen saygıyı hak ettiğin gün ben de Burak’a ciddiyetle davranacağım,” dedi. Masadan bir kahkaha koptu.

Umay’ın gülümseyişini gördüğümde kalbim hızlandı. Ona bakarak yaklaştım ve alçak bir sesle, “Leydim, Ulaş kadar benimle de gurur duyuyor musun?” diye sordum.

Umay’ın yüzü bir anda yumuşadı. Gözlerini bana dikti, o derin çikolata rengi bakışıyla.
“Altay,” dedi, sesi hafif bir titremeyle. “Seninle sadece gurur duymuyorum. Seninle her anımı yaşıyorum. Öyle çok şey hissediyorum ki kelimelere dökmek imkânsız.”

Bu sözler beni yerle bir etti. Hafifçe gülümsedim ve onun elini tuttum. “Bunları duyduğuma sevindim, sevgilim. Çünkü ben de seninle her anımı yaşıyorum,” dedim.

Burak’ın o meşhur sesi, tam o an patladı.
“Komutanım, neyse ki biz de buradayız. Aşkınızın figüranı olduk resmen!”

Bu laf, tüm masayı kahkahaya boğdu. Herkes gülerken, ben sadece Umay’a bakıyordum. O anda, dünyanın en doğru yerinde olduğumu biliyordum.

Umay’la beraber kafenin kapısından içeri girdiğimizde, içimi garip bir huzur kapladı. Kalabalıktan ve gürültüden uzakta, sadece onunla baş başa kalabileceğim bir yerdi burası. Köşedeki pencere kenarındaki masayı seçtik. Yan yana oturduk, çünkü birbirimize daha yakın olmak istiyorduk.

Menüyü önüme alıp göz ucuyla Umay’a baktım. Hafif bir gülümsemeyle menüyü inceliyordu.
“Ne içersin, leydim?” diye sordum, nazikçe.

Umay kafasını bana çevirip, “Hafif bir şeyler... Latte olabilir,” dedi. Gözlerinde o sıcacık ışık vardı.

“Latte mi?” dedim, hafif bir kaş kaldırarak. “Senin gibi enerjik birine daha sert bir şey yakışırdı.”

Umay güldü. “Benim enerji kaynağım kafein değil, Altay Bey. Ayrıca sert şeyleri de sen iç, yüzbaşım. Ben nazik şeyleri severim.”

Kahkaha atarak menüyü kapattım. “Pekâlâ, nazik şeyler,” dedim, garsona işaret ederek siparişimizi verdim.

Kahvelerimizi beklerken, Umay bana döndü. “Altay,” dedi yumuşak bir sesle. “Sana bir şey sormak istiyorum. Beni ilk gördüğünde ne hissettin?”

Bu soru beni bir an için hazırlıksız yakaladı. Ama onun gözlerinin derinliklerine baktığımda, cevabı bulmam uzun sürmedi.
“Leydim,” dedim, sesimi alçaltarak. “Seni ilk gördüğümde zaman durdu. Ne bir ses, ne bir hareket... Sadece sen vardın. Gözlerinle konuşuyordun sanki. O an, bu kadını tanımalıyım dedim. Ve işte buradayız.”

Umay hafifçe gülümsedi, yanağındaki o gamze ortaya çıktı. “Biliyor musun?” dedi, ellerini masanın üzerine koyarak. “Ben de seni ilk gördüğümde ciddiyetine hayran kaldım. Ama bu kadar içten biri olabileceğini hiç tahmin etmezdim.”

Gülümseyerek ellerini tuttum. “Ciddiyet, görev için leydim. Ama kalbim, yalnızca senin için atıyor.”

O an, garson kahvelerimizi getirdi. Bir an sessizlik oldu, ama bu sessizlik bile güzeldi. Kahvemden bir yudum aldım ve ona döndüm.
“Peki,” dedim, “şimdi sıra bende. Sen benim hakkımda ne öğrendin, Umay? Ne düşünüyorsun?”

Umay kahvesini yudumlarken gözlerini hafifçe kısarak bana baktı. “Düşündüğümden daha inatçı olduğunu öğrendim. Ve dürüst olmak gerekirse, bu beni biraz deli ediyor. Ama aynı zamanda, bu inatçılık bana kendimi güvende hissettiriyor.”

“Güvende mi?” diye sordum, kaşlarımı hafifçe kaldırarak.

“Evet,” dedi. “Çünkü sen, inatla her şeyin en iyisini yapmaya çalışıyorsun. Kendini feda etmekten bile çekinmiyorsun. Bu, korkutucu ama aynı zamanda inanılmaz.”

Derin bir nefes aldım. “Seninle her şeyin en iyisini yapmaya çalışmak, korkutucu değil, Umay. Sadece bir şans. Ve ben bu şansı hayatımın sonuna kadar kullanmak istiyorum.”

Umay’ın gözleri doldu, ama o an gülümsemeye devam etti. “Altay, sen gerçekten... Ah, neyse. Çok konuşmayayım. Şimdilik sadece, iyi ki varsın.”

Kahvelerimizi yudumlarken, ikimizin de bir daha asla bitmesini istemediğimiz bir anın içinde olduğumuzu biliyordum.

Umay başını omzuma yasladığında, parmaklarımı saçlarının arasında gezdirdim. Bir süre ikimiz de sessizdik, sanki bu sessizlikle birbirimize sarılıyorduk. Sonra başımı eğip saçlarını kokladım ve alnına bir öpücük kondurdum.

“Leydim,” dedim, yumuşak bir sesle. “Ben yokken neler yaptın? Hadi anlat bakalım.”

Umay derin bir nefes aldı, başını omzumdan kaldırıp bana baktı. Gözlerinde özlemin ve biraz da sitemin izleri vardı. “Anlatayım mı gerçekten?” dedi, hafif bir gülümsemeyle.

“Tabii ki,” dedim, gülerek. “Her ayrıntıyı duymak istiyorum. Ama sakın kısa kesme, leydim.”

Umay gülerek gözlerini devirdi. “Tamam, tamam. Şimdi sıkılma ama,” dedi. Kahvesinden bir yudum aldı ve anlatmaya başladı.

“Sen gittiğinden beri, hayatım biraz karmaşık ama aynı zamanda monoton geçti. Üniversitedeki kazı raporlarını toparladım. Hatta birkaç bulguyu laboratuvara gönderdik, analiz sonuçlarını bekliyoruz. Ama Altay, laboratuvardayken bile aklım hep sende kaldı. Ellerim bir işi yapıyor ama beynim... Hep seninle meşguldü.”

Gülümseyerek ona baktım. “Leydim, eğer çalışırken bile beni düşündüysen, işler nasıl yürüdü merak ediyorum.”

Umay gülerek kaşlarını kaldırdı. “Aksine, işler mükemmel yürüdü. Biliyor musun, bu sefer ekiptekilerle daha iyi anlaştım. Ama bazen öyle bir an geliyor ki... Elimde tuttuğum bir bulguya bakıyorum ve diyorum ki: Keşke Altay da burada olsaydı. Bana bakışlarını, fikirlerini anlatsaydı.”

Kahvemi masaya bırakıp ellerini tuttum. “Seninle bir kazıya katılsam, leydim, o bulgulara bakmak yerine gözlerimi senden alamazdım.”

Umay yanaklarını utangaç bir şekilde avuçlarının içine aldı. “Tam bir romantik oldun, Altay. Neyse, devam edeyim. Bir de... Gökçe’yi özledim. Yeğenim. Beni oyalayan tek şey o oldu. Arada bir video aramalar yapıp yüzümü güldürdü. Ama itiraf edeyim, onunla konuşurken bile aklıma sen geldin.”

Gülerek başımı salladım. “Demek beni çocukların bile yerine koyuyorsun. Leydim, ne büyük bir sorumluluk yükledin bana.”

Umay güldü, ama sesi biraz hüzünlüydü. “Ve... Bir şey daha var. Seni ne kadar çok özlediğimi anlatmaya çalıştım. Günlüğüme yazdım, bazen kağıtlar yetmedi, o yüzden çekmecelere mektuplar doldurdum. Senin kokunu bulabilmek için ceketini kokladım. Altay, bunları duyunca bana deli deme ama... Sadece... Çok özledim seni.”

Elini kaldırıp dudaklarıma götürdüm. “Deli mi? Leydim, sen bana bunları anlatıyorsun ve ben nasıl deli olayım? Seninle bu kadar sevildiğimi bilmek, beni dünyanın en zengin adamı yapıyor. Ama...” Gözlerinin içine baktım. “Bundan sonra kokumu aramana gerek yok. Ben buradayım. Ve seni her zaman bu kadar seveceğim.”

Umay’ın gözleri doldu, ama gülümsüyordu. “Altay,” dedi. “Beni her zaman böyle sev, olur mu?”

“Leydim,” dedim, gözlerimi onunkilere kilitleyerek. “Sana söz veriyorum, bu aşkın ne başı var, ne sonu. Hep böyle kalacak.”

Ve o an, dünyanın tüm karmaşası bir kenara çekilmiş gibiydi. Çünkü o, yanımdaydı.

Gönül’ün tanıdık sesi, kahvemden aldığım bir yudumu yarıda bırakıp kafamı kaldırmama neden oldu. "Altay?" dedi, yüzünde eski günlerden kalma o alaycı sırıtışıyla. Kadına baktığımda tanıdık bir yüzle karşılaştım. “Gönül!” dedim, hafif bir şaşkınlıkla. Ayağa kalkıp ona doğru bir adım attım.

Gönül, ellerini kollarına sardı ve beni süzdü. “Naber ya? Ne yapıyorsun? Görmeyeli epey zaman oldu.” dedi. Sesinde her zamanki gibi şen şakrak bir ton vardı.

“Ne yapayım, görevdeyim işte. Ya sen? Hâlâ haylazlık peşinde misin?” dedim, gülerek.

Gönül kıkırdadı. “Yok be, şimdilerde tekstil işine girdim. Ama sen de hâlâ askeri havalardasın. Üzerindeki ciddiyet lise günlerinden kalma sanırım.”

O sırada, yanımda oturan Umay’ı tamamen unuttuğumu fark etmedim. Gönül’le konuşmaya dalmıştım, eski günlerin muhabbeti sarıp sarmalamıştı beni. Ama Umay’ın ani hareketiyle dünyama geri döndüm.

“Yüzbaşım, siz oturun,” dedi Umay, sert ama kontrollü bir sesle. “Ben kalkayım artık.”

Kafamı hızla Umay’a çevirdim. Kalkıyordu. “Leydim, nereye?” dedim, telaşla.

Umay, bana dönmeden elini çantasına attı ve omzuna astı. “Rahat bırakıyorum sizi, belli ki çok özlemişsiniz birbirinizi.” dedi. Sesindeki kıskançlık, biraz da kırgınlık barizdi.

Hemen ayağa kalktım. “Umay, saçmalama,” dedim. Gözüm bir yandan Gönül’e kaydı. “Gönül, bir dakika,” diyerek araya girdim. “Bu Umay. Benim sevgilim.”

Gönül, şaşkınlıkla bir adım geri çekildi. Ama yüzünde o sırıtışı koruyordu. “Aa, sevgilin mi?” dedi, gözlerini hafifçe kısarak. “Vay be, Altay. Sen bile sonunda birini bulmuşsun.”

“Evet,” dedim, gülerek. “Ama şunu düzelteyim: Beni bulan o.”

Umay, elini çantasının sapında sıkıyordu. Bakışları, kıskançlığını saklamaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Bir adım ileri attı ve elini uzattı. “Ben Umay,” dedi, gözlerinde kararlılık parıldayarak. “Altay’ın sevgilisi.”

Gönül, uzatılan eli sıktı ve gülerek başını salladı. “Tanıştığıma memnun oldum. Ben Gönül. Eski bir askeri lise arkadaşından başka bir şey değilim. Hem...” diye ekledi, gözlerini bana çevirerek. “Kovulan, hatırlarsın.”

Umay, Gönül’ün elini bıraktı ve bana baktı. Ama bakışları hâlâ sertti. Ben ise zevkten dört köşe olmuş bir şekilde bu anı izliyordum. Umay’ın kıskançlığı, onun beni ne kadar sevdiğini gösteriyordu.

“Leydim,” dedim, yüzümde geniş bir sırıtışla. “Beni savunmaya ne kadar heveslisin, biliyor musun? İnsan kendini bir kahraman gibi hissediyor.”

Umay, gözlerini bana dikti. “Kendini fazla kaptırma, Yüzbaşım. Kahramanlık payesiyle kibrin arasındaki çizgi incedir.” dedi, alaycı bir şekilde.

Gönül araya girerek kahkahayı bastı. “Tamam, tamam. Aradan çekiliyorum. Umay, sana hayran kaldım. Altay gibi bir taş kafayı idare etmek kolay değildir.”

“Hiç de kolay değil.” dedi Umay, gülümseyerek.

“Tamam, bu kadarı yeter,” dedim, gülerek. “Leydim, kahvemizi bitirelim mi? Yoksa bir anda kaçıracak mısın beni buradan?”

Umay, hafifçe güldü. “Daha bitmedi, Yüzbaşım. Ama aklımda bir şey var...”

O anda, Gönül yanımızdan sessizce ayrıldı. Ve ben, Umay’a bakarken şunu düşündüm: Ne olursa olsun, bu kadının beni her halimle kabul edişine ve kıskançlığına hayrandım.

Gönül yanımızdan ayrılır ayrılmaz Umay’ın yüzündeki tatlı kıskançlık yerini hafif bir öfkeye bıraktı. Daha ne olduğunu anlamadan karnımda hafif bir yumruk hissettim. Gözlerimi kısmış, onun yüzündeki o alıngan ifadeyi inceliyordum. Ama belli ki bu, sadece bir başlangıçtı.

“Seni çok fena döverim, Altay!” dedi, sesi kıskançlıkla titreşerek. “Oğlum, çıldırtma beni ya! Resmen unuttun lan beni. Ben burada oturmuş, sessizce seni izlerken sen o Gönül denen kadına dalıp gittin!”

Ellerini beline koymuş, tam bir sorgu memuru edasıyla karşımda duruyordu. Umay böyle kıskançlık krizlerine girince, onu ne kadar sevdiğimi bir kez daha anlıyordum. Ama bu kez sabrını biraz daha sınamaya karar verdim.

“Leydim,” dedim, yüzümde şeytani bir sırıtışla. “Ne yapayım, belki de senin böyle kıskanç hallerini görmek istemişimdir? Kim bilir...”

Umay, beni susturmak istercesine elini havaya kaldırdı. “Sakın konuşma, Altay. Sakın!” dedi ve hızla yerinden kalkmaya çalıştı. Ama ben, ani bir refleksle belinden tuttum ve kendime doğru çekerek kucağıma oturttum.

“Hımm,” dedim, derin bir sesle. Ellerim belindeydi, gözlerimse onun yüzündeki o tatlı kıskançlığı izliyordu. “Bakıyorum da kıskançlıkta üstüne yok, sevgilim. Böyle ateşli olman hoşuma gitmedi desem yalan olur.”

Umay, kucağımda kıpırdanmaya başladı ama sıkıca tutuyordum. “Altay, bırak beni!” dedi. Ama sesindeki kararlılığa rağmen yüzü hafifçe kızarmıştı.

“Bırakmam,” dedim alayla. “Sen benim her şeyimsin, leydim. Bu kadar kıskanç olman beni nasıl sevdiğini gösteriyor. Ama sana bir ceza vereyim mi?” dedim ve dudaklarına yaklaşmaya başladım.

Tam öpecekken, başını geriye çekti. Gözlerindeki ışıltı, alaycı bir ifadeye dönüşmüştü. “Yok sana öpücük, Yüzbaşım. Cezalısın.” dedi, sırıtarak.

Ben daha ne olduğunu anlamadan, kucağımdan sıyrılıp yanımdaki sandalyeye oturdu. Elleriyle eteğini düzeltti ve dudaklarını büzerek bana baktı.

“Cezalı mı?” dedim, yüzümde hala bir sırıtışla. “Leydim, beni bu kadar cezalandırırsan, buradan kalkıp yürüyemem.”

Umay kahkahayı bastı ama hemen toparlandı. “İyi,” dedi. “O zaman düşün bakalım, beni nasıl affettireceksin?”

O an anladım ki, bu kadın her haliyle beni mahvediyor. Ama yine de mahvolmaya razıyım.

Umay’ın beni köşeye sıkıştırdığı anların bir tanesi daha... İçimde bir yerlerde bu cezayı tersine çevirmek için garip bir dürtü belirdi. Ayağa kalktım, omuzlarımı düzelttim ve otoriter bir sesle kafedeki herkese seslendim:

“Herkes buraya baksın!”

Kafede bir anda çıt çıkmadı. İnsanlar şaşkınlıkla bana döndüler. Umay, ne yaptığımı anlamaya çalışarak gözlerini kocaman açmıştı. O tatlı şaşkınlığı gördüğüm an, bu işin tam yerinde olduğumu anladım.

“Ben Yüzbaşı Altay Öztürk,” dedim, sesimi biraz daha yükselterek. “Ve yanımdaki hanımefendiye deliler gibi aşığım!”

Sözlerim kafede yankılandığında, birkaç saniyelik sessizlikten sonra alkışlar patladı. İnsanlar tezahürat yapmaya başladı. Umay, yüzü kıpkırmızı bir şekilde elleriyle yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Ama onun utangaç halleri bile benim içimi coşturuyordu.

Tam o sırada, kafenin sahibi bize doğru yaklaştı. Elinde bir tepsi vardı, üzerinde meyve tabağıyla. Gülümseyerek, “Böylesine büyük bir aşkın şerefine, bizden küçük bir ikram. Afiyet olsun, komutanım.” dedi.

Teşekkür ederek tabağı aldım ve masaya koydum. Umay hâlâ yüzünü toparlamaya çalışıyordu. Sandalyeye geri otururken, ona hafifçe yaklaştım ve fısıldadım:

“Ne diyorsun, leydim? Beni hâlâ cezalı mı sayıyorsun?”

Umay, gözlerini devirip tatlı bir şekilde homurdandı. “Altay Öztürk, sen bir gün beni kalpten götüreceksin.” dedi, ama gözlerindeki sevgi her şeyin üzerindeydi.

Gülümsedim. “Leydim,” dedim, “Sadece seni sevebilmek için yaşıyorum zaten.”

 

 

 

Altay ve Umay, el ele tutuşmuş, kafeden dışarıya adım atmışlardı. Akşamın hafif serin havası, Umay’ın saçlarını dans ettirirken, Altay onun ellerini daha sıkı kavradı. Umay başını Altay’ın omzuna yasladı, gülümseyerek, “Bir gün beni gerçekten kalpten götüreceksin, Altay.” diye mırıldandı. Altay, gözlerinde kararlı bir ışıkla, “Ama seni sonsuza kadar yaşatacağım, leydim.” diye karşılık verdi.

Sokak lambalarının sarı ışıkları altında yürürken, ne Altay ne de Umay, bir köşede sinsice bekleyen adamın dikkatli bakışlarını fark ettiler. Adam, bir tilki kadar kurnaz, sessiz adımlarla onların peşine takıldı. Gölgesinden ayrılmayan bu yabancı, Altay’ın her hareketini gözleriyle kaydediyor, aralarındaki yakınlığı soğukkanlı bir şekilde analiz ediyordu.

Adam, köşedeki karanlık bir noktada durdu ve cebinden eski model, tuşlu bir telefon çıkardı. Hızlıca bir numarayı çevirdi. Karşı taraftan cevap geldiğinde, adam sesi kısık ama net bir şekilde konuşmaya başladı.

“Bulduk efendim,” dedi, gözlerini Altay ve Umay’dan ayırmadan. “Yüzbaşının zaafını bulduk. Hedefe bağlılığı düşündüğümüzden daha derin. Bu kadın onun en büyük zayıflığı.”

Telefonun diğer ucundaki ses soğuk ve tehditkârdı. “Takip et. Bilgiyi kesinleştir. Sonrasında harekete geçeceğiz.”

Adam telefonu kapattı, Altay ve Umay’ın uzaklaşan siluetine bir süre daha baktı. Gözlerinde karanlık bir memnuniyet vardı. Derin bir nefes alarak arkasını döndü ve sessiz adımlarla sokakların gölgelerine karıştı.

Gece hem Altay hem de Umay için masum bir aşk hikâyesi olarak ilerlerken, karanlık bir plan çoktan işlemeye başlamıştı.

Altay ve Umay, karanlık sokakların huzurlu sessizliğinde yürümeye devam ederken, Umay'ın telefonu çaldı. Babası Haluk Yarbay’dı. Umay, telefonu açtı, “Efendim baba?” dedi neşeli bir sesle. Ancak Haluk Yarbay’ın sesi ciddiydi.

“Umay, neredesiniz?” dedi hızlıca.
“Altay’la birlikteyiz, baba. Biraz hava almak için dışarıdaydık.”
Haluk Yarbay bir an sustu, sonra dikkatlice ekledi, “Hemen eve dönün. Şimdi. Ve Altay’a da söyle, tetikte olsun.”

Umay, babasının sesindeki ciddiyeti hissedince yüzü soldu. Altay, Umay’ın ifadesini fark edip hemen durdu. “Ne oldu?” diye sordu, sesi alçak ama endişeliydi.

Umay, telefonu kapatırken, “Babam, hemen eve dönmemizi söyledi. Ama bir şey söylemedi.” dedi, gözleri Altay’ın gözlerinde korkuyla buluştu.

Altay, derin bir nefes alarak etrafına baktı. Bir şeylerin ters gittiğini hissediyordu. “Peki, o zaman acele edelim.” dedi, sesinde bir kararlılık vardı. Umay’ın elini sımsıkı tuttu ve hızlı adımlarla ilerlemeye başladılar.

Gözlerden uzak bir sokakta, daha önce onları takip eden adam, sessizce onları izliyordu. Telefonuna bir mesaj geldi. Ekranda kısa ve net bir emir vardı: "Hedefi izlemeye devam et. Yaklaşma. Talimat bekle."

Altay ve Umay, bu gölge tehdidin farkında olmadan eve doğru yürümeye devam ederken, Altay’ın içgüdüleri alarma geçmişti. Arada bir durup arkasına bakıyor, ama kimseyi göremiyordu. “Leydim,” dedi, sesi sakin ama kesin. “Eve gidene kadar yanımdan ayrılma. Eğer bir şey hissedersem, sana tek bir sözle hareket etmeni söyleyeceğim. Anlaştık mı?”

Umay başını salladı, Altay’ın yanındaki güven veren varlığına rağmen içinde bir huzursuzluk vardı.

Eve vardıklarında, Haluk Yarbay kapıda bekliyordu. Üzerindeki sert ifadeyle onları içeri aldı. “Altay, seninle konuşmamız gerek.” dedi ve Altay’a işaret etti. Umay’ın babasının arkasından endişeyle baktığını gören Altay, sakin bir şekilde, “Merak etme, leydim.” dedi.

Haluk Yarbay, Altay’ı çalışma odasına aldı ve kapıyı kapattı. Dosyalardan birini açıp masaya koydu. “Altay, Halid’in ölümü büyük bir dalga yarattı. Bizimle bağlantısı olmayan bir grup, senin peşine düşmüş olabilir. Sana gözdağı vermek için bir zayıflık arıyorlar.” dedi.

Altay’ın yüzü ciddileşti. “Ne yapmamı istiyorsunuz, komutanım?” dedi, sesi netti.
Haluk Yarbay, dosyayı Altay’a doğru itti. “Bu, o gruptan biri. İzini sürdüğümüz bir casus. Seni ve Umay’ı takip etmiş. Durumu kontrol altına aldık, ama tetikte olmalısın.”

Altay, dosyadaki adamın fotoğrafına baktı. Yüzünü tanıyordu. Bu, onları kafede izleyen adamdı. “Umay’a zarar vermelerine izin vermem.” dedi, dişlerini sıkarak.

Haluk Yarbay başını salladı. “Biliyorum. Ama bu, sıradan bir tehdit değil. Artık sadece senin değil, hepimizin güvenliği söz konusu.”

Altay derin bir nefes aldı, zihni yeni bir plan yapmaya başlamıştı bile. “Gerekirse onları üzerime çekerim, ama Umay’a dokunamazlar.” dedi.

Haluk Yarbay, Altay’ın kararlılığına bakarak, “Eminim bunu başaracaksın. Ama tek başına hareket etme. Timi de işin içine katacağız.” dedi ve masanın üzerinde duran telsizi Altay’a doğru itti.

Altay telsizi alıp ceketinin cebine koydu. İçinden tek bir şey geçiyordu: "Ne olursa olsun, Umay’ı koruyacağım."

Londra’nın göbeğinde, bir malikânenin altında gizlenmiş, gözlerden uzak bir salonda ağır bir sessizlik hâkimdi. Duvarları süsleyen büyük portreler ve altın varaklı detaylar, bu yerin sıradan bir yer olmadığını gösteriyordu. Uzun, cilalı bir masanın etrafında, dünyanın farklı köşelerinden gelen temsilciler toplanmıştı. Hepsi sessizce oturuyor, önlerindeki projeksiyon ekranına yansıyan görüntüleri izliyordu.

Ekranda, Altay ve Umay’ın fotoğrafları vardı. Yanlarında, isimleri, görevleri ve detaylı bir profil. Altay’ın soğuk, kararlı bakışları ekrana yansıdığında, masadaki temsilcilerden biri homurdandı. “Yüzbaşı Altay Öztürk,” dedi kalın bir İngiliz aksanıyla. “Bu adam Halid’in sonunu getiren kişi. Görünüşe göre sadece Halid’i değil, tüm operasyonumuzu yerle bir etti.”

Yanında oturan, pahalı bir takım elbise giymiş bir İtalyan temsilci, masaya sert bir şekilde vurdu. “Bu adam ve o kadın! Umay Karaca. Türk istihbaratı onları çok iyi kullanıyor. Bu yüzlerden nefret ediyorum!”

Bir başka temsilci, pipo içen yaşlı bir Fransız, soğukkanlı bir şekilde söze girdi. “Duygularınızı bir kenara bırakın. Şu an öfkeyle hareket edemeyiz. Altay Öztürk bir asker, disiplinli ve tehlikeli. Ama... onun zaafını bulduk. Kadın.”

O sırada, arka planda çalışan bir operatör, masadaki konsola birkaç dosya bıraktı. Dosyalarda Altay ve Umay’ın birlikte çekilmiş fotoğrafları vardı. Gülümseyen yüzler, sarılmış eller. İngiliz temsilci dosyaya bakarak alaycı bir gülümseme takındı. “Aşk,” dedi küçümseyerek. “Bir askeri en zayıf yapan şey. Ve biz bunu kullanacağız.”

Ekrandaki görüntü değişti. Altay ve Umay’ın kafe çıkışındaki güvenlik kamerası görüntüleri oynatıldı. Bir adamın, onları takip ettiği anlar, farklı açılardan detaylı bir şekilde gösterildi. İtalyan temsilci yerinden kalktı ve parmağını masaya sertçe vurarak, “Onları izleyen ajanımız, bu iki ismi takip ediyor. Altay Öztürk’ün güvenlik zaaflarını bulup, Türk istihbaratına darbe vuracağız.” dedi.

Bir diğer temsilci, soğukkanlı bir Rus, araya girerek, “Peki ya başarısız olursak? Bu insanlar sıradan değil. Özellikle Altay. Halid’i öldürüp bölgeden çıkmayı başardılar. Bize zarar verebilirler.”

Fransız temsilci piposunu dudaklarından çekti, hafif bir gülümsemeyle konuştu. “Eğer başarısız olursak, o zaman bir sonraki adımı düşünürüz. Ama şu an planımız belli: Altay Öztürk’ün kalbine dokunacağız. Umay Karaca bizim hedefimiz.”

Ekranda Altay’ın kararlı yüzü bir kez daha belirdi. İngiliz temsilci ayağa kalkarak toplantıyı sonlandıran cümleyi söyledi:
“Onlar bir tehdit. Ve bu tehdidi yok edeceğiz.”

Salondaki herkes sessizce yerinden kalktı. Birbirlerine bakmadan, karanlık koridorlara doğru ilerlediler. Ancak odada geriye kalan tek şey, ekranda parlayan iki isimdi: Altay Öztürk ve Umay Karaca.

Konseyin kararından sonra salon bir kez daha sessizliğe bürünmüş, ancak bu kez atmosfer, bir tehdit algısıyla daha da ağırlaşmıştı. Altay Öztürk ve Umay Karaca isimleri, bu odada oturan herkesin aklında bir ur gibi büyüyordu. İki isim, iki yüz. Ama bu iki yüz, Türk askerinin cesaretini, zekasını ve kararlılığını temsil ediyordu.

İngiliz temsilci, konseyin karanlık salonundan çıkarken yanındaki asistana döndü. "Türkler iyi askerler yetiştiriyor olabilir," dedi küçümseyen bir ifadeyle. "Ama biz bu oyunda kuralları koyarız. Altay ve Umay’ın, bizi alt edebileceğini düşünen varsa yanılıyor. Onları bitireceğiz. Sessizce ve hızlıca."

Ancak, bu insanların anlamadığı bir şey vardı: Türk askerinin sadece silahıyla değil, inancıyla, bağlılığıyla ve aklıyla savaşması. Altay Öztürk ve Umay Karaca, yalnızca isimlerden ibaret değildi. Onlar, bu ülkenin onuru için yaşayan ve gerektiğinde bu onur için ölen insanlardı.

Altay, sabahın erken saatlerinde her zamanki gibi disiplinli bir şekilde uyanmıştı. Görev sonrası dinlenme emri verilmiş olmasına rağmen, zihni hala görevdeydi. Göğsüne taktığı künye, her adımında küçük bir ritimle çınlıyor, ona neden burada olduğunu hatırlatıyordu. Umay’ın yazdığı mektuplar ise başucunda duruyordu. Altay, onları okumayı bir kez daha erteleyerek gözlerini karargâhın penceresinden dışarı çevirdi.

"Bir hareket var," dedi kendi kendine. İçgüdüleri, yaklaşan bir fırtınayı sezmiş gibiydi.

Umay’ın zihni Altay’dan bir an bile uzak kalamıyordu. Altay’ın sesini duyduğu rüyalarla uyanıyor, onun için dua ederek uyuyordu.

Ellerinde dünya kadar servet, etraflarında yüzlerce paralı asker ve sahte kimliklerle dolu bir ağ. Ama Altay ve Umay, onların sahip olamadığı bir şeye sahipti: Gerçek cesaret. Onların mücadeleleri, parayla ya da sahte vaatlerle satın alınamayacak kadar derindi.

Konsey, Altay ve Umay’ın kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama unuttukları bir şey vardı: Türk askeri, sadece bireysel bir savaşçı değil, bir milletin ruhunu taşıyan bir savaşçıydı. Altay ve Umay’ın hikayesi, sadece onların değil, tüm bir ulusun hikayesiydi.

Altay, o gece pencerenin önünde durup gökyüzüne baktı. “Kim bilir?” dedi kendi kendine. “Belki de bu gece bir yerlerde bizim için kararlar alınıyor. Ama o kararları bozan taraf, her zaman biz olacağız.”

O sırada kapı hafifçe çalındı. Umay, odanın eşiğinde duruyordu. Altay, bir an için yorgunluğunu unutarak gülümsedi. Umay, "Yüzbaşım," dedi. "Bir çay içelim mi? Bu sessizliğe katlanamıyorum."

Altay, başıyla onaylayarak, “Leydim,” dedi. “Çay seninle daha anlamlıdır. Gel, otur.”

O sırada Londra’daki konsey, yeni planlar yapmaya hazırlanıyordu. Ama ne Londra ne de başka bir güç, bu iki insanın kaderini yazamazdı. Çünkü Altay ve Umay, kendi hikayelerini yazıyorlardı. Ve bu hikâye, yalnızca cesaretle yazılabilirdi.

Karargâhta Umay için bir yatak ayarlamak hiç de kolay olmamıştı. Kadın askerler için ayrılmış bölüm yıllardır kullanılmadığından, odada örümcek ağlarından başka bir şey yoktu. Ama Haluk Yarbay’dan çıkan emir kesindi: Umay karargâh dışına çıkmayacaktı. Bu, Altay için hem bir güvenlik önlemi hem de biraz olsun huzur bulacağı bir fırsattı.

Umay yerleşip dinlenme odasına geldiğinde, tüm tim oradaydı. İlteriş, kanepeye yayılmış, cips yiyor ve televizyon izliyordu. Ulaş ise bir köşede çay demlemekle meşguldü. Burak mı? O her zamanki gibi muhabbetin merkezindeydi. Ama Umay’ı görünce herkes bir an durdu.

“Vay be!” dedi Burak, gözlerini kırpıştırarak. “Komutanım, yengemizi bu sefer de karargâha mı yerleştirdiniz? Artık buraya da ev diyebiliriz, ha?”

“Burak, sus,” dedim kısa ve net. Ama tabii Burak kim, laf dinler mi?

“Yani, yenge yanlış anlama,” dedi sırıtarak. “Altay Komutan, burada o kadar çok vakit geçiriyor ki, ev ortamı yaratalım demiştir kesin.”

Umay hafifçe güldü ama bakışlarından belli ki beni nasıl susturacağını düşünüyordu.

“Burak,” dedim. “Eğer beş saniye içinde oturduğun yerden kalkmazsan, bu odada bir kişilik eksik olur. Hem de temelli.”

Ulaş araya girdi. “Komutanım, Burak’a kıymayın. Onu Allah’ına kavuşturmak için biraz daha zamanı var. Ayrıca çay demledim, huzur ortamını bozmaya gerek yok.”

Umay kahkahasını tutamayıp kanepeye oturdu. “Siz her zaman böyle misiniz?” diye sordu, İlteriş’e bakarak.

İlteriş omuz silkti. “Ben sakinimdir. Ama şu Burak... Karargâhın mizah yeteneği onda kalmış.”

Burak yine duramadı: “Yenge, bir şey söyleyeceğim ama komutanım kızmazsa...”

“Hayır,” dedim sertçe. “Söyleme.”

Ama Burak dinler mi? “Komutanım, gerçekten her yerde romantik davranıyor. Ama size bir şey diyeyim mi? Şimdiye kadar hiç kimseyi yengemize kadar nazik ve sabırlı görmedim. Siz cidden... Efsanesiniz!”

Herkes kahkahalara boğulurken, Umay yanağına düşen bir tutam saçı düzeltti ve gülümseyerek bana döndü. “Altay, bu kadar popüler olduğunu bilmiyordum. Gerçekten seninle başa çıkmak kolay değilmiş.”

“Leydim,” dedim, başımı hafifçe eğerek. “Benimle başa çıkmak kolay değildir. Ama sen olunca... işler değişir.”

Ulaş hemen söze atıldı. “Çocuklar, Altay Komutan yine devreleri yaktı. Bu sözle artık Burak üç gün susar.”

Burak araya girip cipsini salladı. “Susmam! Ben bu aşk hikayesini canlı izliyorum. Gün gelir çocuklarınıza anlatırsınız, biz şahidiz deriz!”

Umay, başını iki yana sallayarak Burak’a baktı. “Burak, senin enerjini bir müzeye saklasalar, yüzyıllar boyunca yetebilir.”

“Sağ ol, yenge,” dedi Burak, sırıtarak. “Enerjim Altay Komutan’ın karizmasından geliyor. Adamın aurası o kadar büyük ki hepimiz faydalanıyoruz!”

Bu söz üzerine odada bir kahkaha daha patladı. Ama içimden geçen tek şey, Umay’ın bu kahkahaların içinde güvende ve mutlu olduğuydu. Ne olursa olsun, bu mutluluğu korumak için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım.

Umay, Mustafa Kemal’le karşılıklı oturmuş, Persephone ve Hades’in mitolojik hikayesi üzerine derin bir sohbete dalmıştı. Mustafa Kemal’in gözleri her zamanki gibi parlıyordu; adam resmen mitoloji ansiklopedisi gibiydi. Ancak bu sessiz ve entelektüel atmosfer, Burak gibi bir kaos makinesi için fazla sakindi.

“Yenge,” dedi Mustafa Kemal, elindeki çayı masaya bırakırken. “Biliyor musun, Persephone’nin Hades tarafından yeraltına kaçırılması aslında bir güç dinamiğini temsil ediyor. Ama aynı zamanda doğanın döngüsünü de…”

Tam bu sırada Burak, bir parça cipsi ağzına atıp lafa daldı:
“Bir dakika! Persephone’yi Hades mi kaçırmış? Ulan bu mitoloji ne acayip şeyler anlatıyor! Adam resmen kıza göz koymuş, yeraltına götürmüş ha? Kimse de dememiş mi, ‘Kardeşim bu yaptığın ayıp!’?”

Mustafa Kemal derin bir nefes aldı, sanki böyle çıkışlara alışmış gibi. “Evet Burak, Hades Persephone’yi kaçırıyor. Ama bu hikaye daha derin bir anlam taşıyor. Yılın yarısında Persephone yeraltında, diğer yarısında ise yeryüzünde. Bu, mevsimlerin değişimini temsil ediyor.”

Burak kaşlarını kaldırdı, sandalyede arkasına yaslanarak, “Bak hele… Yani diyorlar ki kız kışı Hades’le geçiriyor, yazın da annesiyle. E abi bu nasıl aile? Kızın anası Demeter niye Hades’in ağzını burnunu kırmamış?”

Umay gülümseyerek Burak’a döndü. “Burak, mitolojiye bu kadar meraklıysan biraz okuyabilirsin. Bence hoşuna gider.”

Burak, göğsüne dramatik bir şekilde vurup teatral bir nefes aldı. “Yenge, benim kafam kitap okumaya değil, mitolojik olayları halk diliyle çözmeye çalışıyor. Şimdi bak, kız Hades’le mutlu mu? Yoksa sırf kışı geçirmek için mi katlanıyor?”

Mustafa Kemal, sabrının sınırına geldi. Altından bir göz kırptı ve masanın altından ayağıyla bana dokundu. Yardım istiyordu. Ama Burak durur mu?

“Bence,” dedi Burak, ellerini masanın üzerine koyarak, “Persephone, yeraltında sıkılmıştır. Karanlık, sessiz… Bir de Hades dediğin adamın işi gücü ölülerle uğraşmak. Kız, yeryüzüne çıkınca kesin oh çekiyordur.”

Mustafa Kemal gözlerini devirdi. “Burak, bu mitolojik hikayeler sembolik. Persephone’nin yeraltına gitmesi ve geri dönmesi doğanın döngüsünü temsil ediyor.”

Burak alaycı bir gülümsemeyle başını salladı. “Abi, sembolik falan diyorsun da, bu hikayeden ne anladık? Kız kışın yeraltında, yazın yukarıda. Ama Hades denen herif, Persephone’nin yanına Demeter’i de alsaydı, ailecek takılırlardı.”

Bu sırada Umay, kahkahasını tutamadı. “Burak, sen gerçekten bu hikayelere çok farklı bir perspektiften bakıyorsun.”

Burak gülümsedi. “Yenge, ben olaya halkın gözünden bakıyorum. Ama Hades’le bir derdim yok. Adam Persephone’ye mevsim hediye etmiş resmen. Ben bir kıza çiçek alıyorum, aylarca lafını ediyor.”

Mustafa Kemal, başını ellerinin arasına alıp derin bir iç çekti. “Burak, bir dakika susabilir misin? Şu hikâyeden bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz.”

Burak, elindeki cips paketini masaya bırakıp rahatça yaslandı. “Tamam sustum. Ama Hades’e şunu söylemek isterdim: ‘Kardeşim, Persephone’yi kaçırmadan önce bir çiçek gönderseydin, belki gönlünü yapardın. Yeraltına kaçırmak nedir ya?’”

Masada bir kahkaha dalgası daha patladı. Ben ise Burak’a döndüm. “Burak, mitolojiyi bırak da bir sus. Belki hikâyeyi bitirebiliriz.”

Burak gözlerini devirdi. “Komutanım, Hades’in bile Persephone’yi beklediği kadar sabırlı bir adam var mı aramızda? Altay Komutan’ı tenzih ediyorum tabii.”

O sırada Umay gülerek bana döndü. “Altay, bence Persephone’yi kaçıran Hades falan değil, şu Burak olabilir. Bu kadar kafa yoruyorsa, bir iş var.”

Gözlerim Umay’ın parlayan gözlerine kaydı. Burak’ın kaosu bile o anın büyüsünü bozamamıştı.

Masada Persephone ve Hades fırtınası Burak’ın kafa ütülemesiyle son bulmuştu. Mustafa Kemal nihayet rahat bir nefes aldı, ama tam o anda Burak ellerini masaya vurdu. Gözlerinde o her zamanki kaos parıltısı vardı.

“Tamam, Persephone’yi Hades’ten kurtardık diyelim, şimdi asıl meseleyi konuşalım. Memleketinizin en meşhur şeyi ne?” dedi, kaşlarını kaldırarak.

“Bak mesela Trabzon’dan başlıyorum!” dedi Burak, ciddiyeti takınarak. “Bizde ne meşhur biliyor musunuz? Futbol! Trabzonspor’u bilmeyen varsa, masadan kalksın. Çay var, hamsi var, horon var! Ama en meşhuru benim.”

“Allah kahretsin,” diye mırıldandı Mustafa Kemal, başını masaya koyarak. “Yine başladı...”

Ben gülümsedim, Burak’a döndüm. “Tamam, Trabzon tamam. Ama sen mi meşhursun? Hangi otorite seni meşhur ilan etti? UEFA mı, FIFA mı, yoksa Çömlekçiler Mahallesi’nin kahvehanesi mi?”

Burak alındı, gözlerini kısıp cipsini masaya fırlattı. “Komutanım, ben Trabzon’un kültür elçisiyim. Hem de birinci sınıf elçisiyim. Horon tep, cips ye, gol at; hepsini yaparım.”

Tam o sırada Umay araya girdi. “Eskişehirliyim ben. Bizde öğrenci var, hamam var, lületaşı var. Ama en meşhuru sokaklarıdır, o sokaklarda gezerken her köşede başka bir hikaye bulursunuz.”

Burak kaşlarını kaldırdı. “Yenge, sizin sokaklar güzel olabilir ama bizim yaylalar gibisi yok. Orada yürürken bir çoban seni görse, hemen yanına gelir, kemençe çalar. Sizde çalan var mı?”

“Var,” dedi Umay, gülümseyerek. “Bizde sokak müzisyenleri var. Hem gitar çalarlar, hem seni şiirle uğurlarlar.”

“Şiirle mi?” diye homurdandı Burak. “Bizde yaylada horon teperken kafana taş gelir, o taşla da türküyü öğrenirsin.”

Mustafa Kemal masaya vurdu. “Yeter, bu yayla-sokak savaşını kapatalım. Sakarya’ya dönelim. Bizde ne var? Tarih var. Tank Palet var. Sakarya Meydan Muharebesi’nin geçtiği yer var. Biz varız, daha ne olsun?”

İlteriş gülümsedi. “Erzurum’dan bahsedelim o zaman. Bizde ne var biliyor musunuz? Oltu taşı var, cağ kebabı var, dadaş var! Bizde bir kere soğuğa dayanan adam kalır. Sizden kimse Erzurum kışını geçiremez.”

Ulaş da lafa girdi. “Erzurumlu olup da soğuğu sevmeyen var mı zaten? Ama ben şunu söyleyeyim, bizim cağ kebabı dünyayı kurtarır. Trabzon’un hamsisi aç bırakır, ama Erzurum’un kebabı doyurur.”

Burak kaşlarını çattı. “Lan Ulaş komutanım, o cağ kebabını Trabzon’da yesen, yanında çay içmeden yenmez. Hamsi pilavını da dene, öyle konuş.”

Ben masadaki bu kaosu gülerek izledim. Sonunda dayanamayıp masaya vurup sözü aldım. “Artvin’den bahsedeyim o zaman. Bizde Karagöl var, Macahel var, laz böreği var. Hamsi bile bizim sınırdan Trabzon’a geçer. Bize selam vermeden yayladan aşağı inemez.”

Burak şok içinde bana döndü. “Komutanım, hamsiyi de mi sahipleniyorsunuz? Biz Trabzonlulara ne kaldı?”

“Horon,” dedim, gülerek. “Ama onu da düzgün oynayamıyorsunuz, zaten hep ayaklar karışıyor.”

Umay kahkahalarla gülerken elimi tuttu. “Yeter artık Altay, yoksa Burak’ın damarına basacaksın.”

Burak ciddiyetle masaya eğildi. “Komutanım, bir gün yaylaya gelin. Horonu bizden öğrenin. Ama bu sefer sizin Karagöl’ü de sahipleniriz, ona göre.”

Masada kahkahalar yükseldi. Ben, Umay’ın elini sıkarak, “Memleket güzel, ama şu masanın sohbeti daha güzel,” dedim.

Bu sefer herkes onayladı. Çünkü ne kadar dalga geçsek de, aslında herkes kendi memleketinin en güzel yer olduğunu biliyordu.

 

Masada kahkahalar henüz dinmemişti ki İlteriş sandalyesini geriye yaslayarak ağzındaki çayı höpürdetti. O anda ses o kadar kötü bir yankı yaptı ki, herkes irkilip ona döndü. İlteriş umursamaz bir şekilde kaşlarını kaldırdı.

“Ne var lan?” dedi, elindeki çayı masaya bırakırken. “Çayı Erzurum usulü içiyoruz. Höpürdetmeden içene ‘Erzurumlu’ demezler.”

Burak kahkahayı bastı. “Lan İlteriş, siz Erzurumlular bir çayı bile içemiyorsunuz doğru düzgün. Trabzon’da çayı içmeden önce dua edilir. ‘Allah’ım bu çayı nasip ettiğin için şükürler olsun,’ denir. Höpürdetme falan yok, nezaket var.”

Mustafa Kemal başını iki yana salladı. “Sakarya’da biz ne yapıyoruz biliyor musunuz? Çayı alırız, yanına bir tane pişmaniye koyarız. Bir ısırık alır, bir yudum çay içeriz. Medeniyet budur işte. Höpürdetmek yok, dua yok, sadece kalite var.”

Ben elimdeki çayı yavaşça masaya koyup İlteriş’e baktım. “Erzurum usulü ha? İyi o zaman, İlteriş. Bir gün çay içme yarışması düzenleyelim. Kim daha höpürdetirse o kazanır. Ama uyarıyorum, Trabzon’dan gelen hamsi takviyesiyle Burak seni zorlar.”

Burak gururla sandalyesine yaslandı. “Aynen komutanım! Trabzon hamsisiyle birleştiğimde, ben bir çay içme makinesine dönüşüyorum. İlteriş, seni var ya... Çayla boğarım.”

İlteriş’in gözleri kısıldı. “Sen beni boğmadan ben seni Erzurum kışına gömerim. O yaylanın hamsisi seni sıcak tutmaz. Altay komutanım, müsaade edin de şu Burak’a haddini bildireyim.”

Umay dayanamadı, elini masaya vurup kahkahayı bastı. “Yeter artık! Siz çay içmeyi savaşa dönüştürdünüz. Çayı mı içiyoruz, savaşa mı gidiyoruz belli değil.”

Ulaş araya girdi, sakin bir sesle. “Bakın, memleket güzellemelerini bırakın. Çay bizim kültürümüzün ortak noktası. Trabzonlusu da içer, Erzurumlusu da, Sakaryalısı da. Ama şunu unutmayın, çayı içmenin en güzel hali şudur: Önünüzde sıcak bir bardak çay, karşınızda dostlarınız. İşte hayat bu kadar basit.”

Masada bir anlık sessizlik oldu. Ulaş’ın bu felsefi çıkışı herkesi etkilemişti. Ama Burak o sessizliği bozmak için adeta doğmuştu.

“Ulaş, güzel konuştun da,” dedi, gülerek. “Sana Erzurum’dan mı geldiler? Yoksa sen Erzurum’dan kaçıp felsefe bölümüne mi yazıldın?”

İlteriş gülerek Burak’ın kafasına bir şaplak indirdi. “Sus lan filozof Burak! Çayı iç, memleketi kurtarmaya devam edelim.”

Masada kahkahalar tekrar yükseldi. Ben Umay’a dönüp gülümsedim. “Gördüğün gibi, leydim. Timde herkes birer çay uzmanı. Ama seninle bu çayı içmek, her şeye değer.”

Umay gülümsedi ve elini sımsıkı tuttum. Bu masada, her memleketin güzelliği birleşmişti. Ama asıl güzellik, bu dostluğun kahkahalarında gizliydi.

Burak bir an duraksadı, çay bardağını masaya koydu ve etrafa bakarak omuzlarını silkti. “Komutanım, madem çay konusunu kapattık, bir sonraki konuya geçelim,” dedi ve sinsice sırıtıp ekledi, “ilk öpücüğünüz nerede oldu?”

O anda masada bir anda iğne düşse duyulacak bir sessizlik oluştu. İlteriş çayını höpürdetmeyi bırakıp Burak’a dik dik baktı. “Lan Burak, adam mısın sen? Böyle konular masada mı konuşulur?”

Burak savunmaya geçti. “Ee, komutanım, sohbet diyoruz. Rahatlayalım dedim. Konu ne güzel akıyor işte.”

Umay, Burak’a kaşlarını kaldırarak baktı. “Burak, bence sen ilk öpücüğünü yastığa falan vermişsindir, doğru söyle.”

Masada kahkaha patladı. Burak mahcup bir şekilde omuzlarını kaldırdı. “Ne var yani? Yastık da öpücük bekler. Ama benim ilk öpücüğüm bir kızaydı, yastığa değil.”

Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı. “Lan Burak, ilk öpücüğün de mi hamsi kokuyordu?”

Burak elindeki bardağı yere koyacak gibi oldu. “Mustafa Kemal, bak o lafı alırım. Trabzon hamsisi bu masada saygıyı hak ediyor. İlk öpücükten bile daha kutsaldır.”

İlteriş, çayını masaya koyup araya girdi. “Yalnız ilk öpücük konusunu kapatabilir miyiz? Çünkü ben sizin gibi romantik değilim. Erzurum’da soğuktan kimseyi öpemiyoruz. Dudak yapışıyor.”

Bu laf üzerine herkes tekrar kahkahaya boğuldu. Ulaş, sessizce çayını karıştırıp başını salladı. “Benim de söyleyecek bir şeyim yok. Zaten ilk öpücüğüm çok sıkıcıydı.”

Burak hemen atıldı. “Nerede oldu, söyle bakalım? Biz sıkıcıyı da dinleriz.”

Ulaş, bir an düşündü ve gözlerini devirerek cevap verdi. “Bakkalın önünde oldu. O kadar romantikti ki, arka planda köpekler havlıyordu.”

Masada kahkaha yine tavan yaptı. İlteriş gülerek Ulaş’a döndü. “Yemin ederim senin ilk öpücüğün bile askeri düzenle olmuş. Bakkalın önünde tatbikat yapmışsınız resmen.”

Ben dayanamayıp Umay’a döndüm. “Leydim, bu masada herkes ilk öpücüğünü anlatıyor. Ama benim en unutulmaz öpücüğüm seninleydi. Hangi ilk, bunun üzerine çıkar ki?”

Umay bir an sessiz kaldı, sonra gülümsedi ve başını omzuma yasladı. “Benim de ilk ve son gerçek öpücüğüm sensin, Altay.”

Masadaki herkes bu romantik anda dondu. Burak gözlerini kocaman açıp, “Ben sizin bu hallerinizi hiç hazmedemiyorum. Altay komutanım, siz masayı terk edin. Bu kadar romantizmle baş edemiyoruz!” dedi.

Mustafa Kemal masadan kalkar gibi yaptı. “Tamam, ben gidiyorum. Burak, sana katılıyorum. Altay komutanım, sizi başka bir masaya alalım. Burada biz sadece höpürdetmeli ve kavgalı hikayeler dinleriz.”

Ben sakin bir şekilde gülümsedim. “Çocuklar, alışın. Masada Umay varken romantizm her zaman olacak. İsteyen gidebilir.”

Umay kahkaha atarak masadakilere döndü. “Ama bu masadan gidemezsiniz. Çünkü kimse benim Altay’ım kadar romantik değil.”

Burak kaşlarını kaldırdı. “Evet, ama hamsi kadar da lezzetli değil.”

Ve masada kahkaha tufanı bir kez daha başladı.

Yavuz bir süre masadaki kaşığını döndürdü, sanki çok önemli bir karar veriyormuş gibi yüzü ciddi bir ifadeyle duruyordu. Herkes kendi hâlindeyken, birden masaya tok bir sesle giriş yaptı:

“Komutanım, bir şey soracağım. Mustafa Kemal gerçekten mitolojiden başka bir şey biliyor mu? Yoksa doğduğu günden beri Zeus’un amcasının kayınçosunu mu araştırıyor?”

Masadaki sessizlik, yerini patlayan bir kahkahaya bıraktı. Mustafa Kemal kaşlarını çattı ama daha cümlesini kuramadan Burak araya girdi.

“Yavuz, haklısın bak. Geçen gün mutfakta elmayı yerken ‘Elma mı, yoksa Hesperid Bahçesi’nin kutsal meyvesi mi?’ diye mırıldanıyordu. Elma bile mitolojik oldu yemin ederim.”

Mustafa Kemal dayanamadı, bardağı masaya koydu. “Siz cahillikten ölüyorsunuz ama haberiniz yok. Mitoloji öğrenmek kültürdür. Siz ancak köy düğününde takılan altın sayısını ezberlersiniz.”

Yavuz sırıtarak karşılık verdi. “Abi bizde düğün kültürdür. Bak, buradan Artvin’e git, Trabzon’a uğra, sonra Erzurum’a geç. Her yerin kendine has bir adeti var. Sen Zeus’a tapacağına köyde bir düğün yap, millete bir tabak yemek ver. Daha çok dua alırsın.”

Burak hemen topu aldı. “Aynen, bir de hamsi tava yaparsan tanrıların da duasını alırsın. Apollon gelir, ‘Şunun tadına bakayım,’ der.”

Bu sefer masada kahkahalar yükseldi. Mustafa Kemal gülerek kaşlarını kaldırdı. “Burak, senin Trabzon kültürün ancak hamsiyle sınırlı. Zeus’un ne olduğunu bile bilmiyorsundur.”

Burak omuzlarını silkti. “Abi Zeus kim bilmiyorum ama Trabzon’un yağmuru bile onun şimşeğinden hızlıdır. Gel bizim oralarda şimşek çakarken dışarı çık, Zeus da seni kıskanır.”

Yavuz ciddi bir şekilde başını salladı. “Mustafa Kemal, bence sen bir ara Trabzon’a git. Zeus’un şimşeğini anlatırken Trabzon’un yağmuruyla ıslan. Ama gitmeden Altay komutanımın Artvin’i gör. Orada şimşek yok, bulutlar dans eder. Sanat var, sanat!”

Ben dayanamayıp araya girdim. “Çocuklar, Trabzon’un yağmurunu, Artvin’in sanatını, Erzurum’un soğuğunu tartışmayı bırakın. Bize bir konumuz var: Yavuz neden bu kadar ciddi ama bir o kadar da sinsice dalga geçiyor?”

Yavuz, omuzlarını kaldırdı ve gülümsedi. “Komutanım, bizde ciddiyet bir gelenektir. Ama dalga geçmek, hayatı daha katlanır kılar.”

Burak hemen topa girdi. “Abi sen ciddiyetten değil, gülmemek için botunun içine diken koyuyorsun. O yüzden ciddi duruyorsun.”

Mustafa Kemal elini kaldırdı. “Yavuz, bence sen mitolojiyi öğren. Belki ciddiyetin tanrısını bulursun. Hatta belki onun çocuğusun.”

Masada kahkahalar yükselirken Yavuz bir an durdu, sonra bana döndü. “Komutanım, ben ciddiyetin tanrısıysam, Burak hamsi tanrısı. Mustafa Kemal de mitolojinin gıcık öğrencisi.”

Burak gözlerini büyüttü. “Yemin ederim ben hamsi tanrısı olmaya razıyım. Ama Mustafa Kemal, sen gıcık öğrenci olarak kalacaksın.”

Mustafa Kemal gülerek karşılık verdi. “Burak, ben senden daha kültürlüyüm. Bunu kabul et.”

Burak hemen bir lokma aldı ve çayını yudumladı. “Abi kültürlüysen, masada neden en çok sen yiyorsun? Kültür mü aç, sen mi?”

Bu sefer ben bile kahkahadan kendimi tutamadım. “Çocuklar, sizin bu muhabbetiniz yüzünden Haluk komutan bizi dışarı atacak. Yavaş olun.”

Ama onlar yavaşlamadı, masadaki muhabbet kahkahayla dolmaya devam etti.

Birkaç gün sonra…

Mustafa Kemal cidden bizim timin en yakışıklısıydı. Şimdi bunu bir kıskançlıkla falan söylemiyorum, gerçekler acıdır. Adam resmen Yunan heykeli gibi dolaşıyor. Ama işte, bu durumun en büyük laneti Burak gibi bir bela tarafından fark edilmiş olmasıydı. Burak, rütbe farkını sallamadan, sırf eğlencesine Mustafa Kemal’i taciz etmeyi görev edinmişti. Hatta “görev” kelimesini kullanmak bile Burak için fazla ciddi kalır

Herkes kendi hâlinde. Mustafa Kemal kitap okuyor, tabii ki mitoloji kitabı. Yavuz sessizce çayını yudumluyor, ben de raporları gözden geçiriyorum. Derken, kapı Burak’ın sinsi gülüşüyle açıldı.

“Komutanım, komutanım! Acil bir durum var!” dedi Burak, nefes nefese. Hepimiz dikkat kesildik, Mustafa Kemal bile kitabını kapattı. Burak, sanki bir çatışma çıkmış gibi ciddiyetle Mustafa Kemal’e döndü.

“Komutanım, sizin saç spreyiniz bitmiş!” dedi ve kıkırdamaya başladı.

Mustafa Kemal derin bir nefes aldı, Burak’a baktı. “Burak, eğer saç spreyi kullansaydım, seni o spreyle yapıştırırdım duvara. Ama maalesef bu genetik. Anladın mı? Genetik.”

Burak bir adım geri çekilip, “Genetik mi? Allah’ını seversen genetiğin tarifini yapabilir misin?” diye sordu. Tabii bu soruyu sorarken o sırıtış hâlâ yüzündeydi.

Mustafa Kemal, sabrının son damlasını tüketmiş gibi kitabını masaya bıraktı. “Genetik, Burak, senin saçının neden hamsi pulları gibi parladığını açıklayan bilim dalıdır.”

O sırada Yavuz araya girdi. “Burak, Mustafa Kemal’in saçına takılmayı bırak. Onun saçı, senin aklından daha parlak. Bu bir gerçek.”

Burak durur mu? “Komutanım, siz de desteklemeyin ya. Adam zaten aynanın karşısında saatler harcıyor. Bir de siz gaz veriyorsunuz. Geçen gün duydum, ‘Apollon saç modelimi onayladı,’ diye konuşuyordu.”

Mustafa Kemal derin bir nefes aldı, ayağa kalktı ve Burak’ın karşısına dikildi. “Burak, Apollon’un kim olduğunu öğrenmek istiyorsan seni kitaplarımla tanıştırabilirim. Ama önce sana ‘Hamsi Kralı’ unvanını vermek istiyorum.”

Burak kahkahayı bastı. “Hamsi Kralı mı? Komutanım, bu adam benimle baş edemez. Ama tamam, bir daha laf etmeyeceğim. Yemin ederim.”

Tabii ki yalan söylüyordu. Daha beş dakika geçmeden Burak yeniden Mustafa Kemal’e döndü. “Komutanım, Apollon’un yerine geçmeyi düşünüyor musunuz? Timde mitoloji tanrısı olarak yerinizi aldınız zaten.”

Ben artık dayanamadım, araya girdim. “Burak, eğer bir gün mitoloji tanrısı olarak birini seçmek zorunda kalırsam, seni mitolojinin gürültü tanrısı ilan edeceğim. Ama şimdi herkes işine dönsün.”

Mustafa Kemal bana bakıp gülümsedi. “Komutanım, cidden Apollon olsaydım, ilk işim Burak’a sessizlik laneti vermek olurdu.”

Burak kahkaha atarak yerine oturdu. “Komutanım, o laneti deneseniz bile bozarım. Ben doğal afetim.”

Evet, Burak tam olarak doğal afetti. Ama itiraf edeyim, Mustafa Kemal’i böyle kızdırırken izlemek bizim için tam bir şovdu.

Umay yanımıza geldiğinde, Burak ve Mustafa Kemal hâlâ birbirleriyle laf yarıştırıyordu. Ben de sessizce onların bu absürt ama eğlenceli diyaloglarını izliyordum. Umay, yanımdaki boş sandalyeye oturdu ve hafifçe omzuma yaslandı. “Altay,” dedi, o tatlı sesiyle. “Bugün okula geçmem lazım. Hatay’a gitmem gerekiyor. Test sonuçları gelmiş.”

Başımı ona çevirip, yüzündeki o hafif dudak bükme hareketini gördüm. Umay ne zaman bir şey isteyecek olsa böyle yapardı. Güya kararlı duruyordu ama o bükük dudaklar hemen ele veriyordu. Hafifçe gülümsedim. “Leydim,” dedim sakin bir sesle. “Sürekli yanında olacaksam neden olmasın? Ama yalnız gitmeni istemem.”

Umay kaşlarını kaldırarak, “Peki nasıl olacak bu iş, yüzbaşım?” diye sordu.

Gözüm hemen yan tarafta oturan Mustafa Kemal’e kaydı. “Hem koruma, hem de ikinci bir göz lazım,” dedim. “Mustafa Kemal bizimle gelir. Zaten ilgisi var böyle şeylere, seni korur. Ayrıca test sonuçlarını incelerken bir akademisyen gibi davranabilir.”

Mustafa Kemal, o an Burak’a laf yetiştirmekten vazgeçip bize döndü. “Ben ne yapıyorum şu an?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.

“Mustafa Kemal,” dedim, ciddiyetimi koruyarak. “Leydimle Hatay’a gidiyoruz. Test sonuçlarını incelememiz lazım. Ama yanında senin gibi bir dahiyle gitmek istiyoruz. Çünkü sen hem Apollon gibi ışık saçıyorsun hem de bilgeliğinle herkesi büyülüyorsun.”

Burak kahkahayı bastı. “Komutanım, Mustafa Kemal’i böyle överseniz iyice havaya girer. Azıcık yerin dibine sokun da dengelensin.”

Mustafa Kemal gözlerini devirdi. “Burak, benim havaya girmem için senin yorumlarına ihtiyacım yok. Ama tamam, madem Umay yengeyle beraber bir görev gibi olacak, ben de varım.”

Umay hafifçe gülümseyerek, “Teşekkür ederim, Mustafa Kemal,” dedi. “Bu testler benim için çok önemli.”

Ben başımı salladım. “Tamamdır, leydim. Hazırlıklarınızı yapın. Biz çıkış saatine kadar hazırız.”

Burak, yanımdan ayrılmadan önce araya girdi. “Komutanım, siz Hatay’a gidin ama orada Mustafa Kemal’i fazla övmeyin. Yoksa Hatay’ın dağlarına Apollon tapınağı inşa etmeye kalkar.”

Mustafa Kemal gözlerini devirdi ama alttan alta sırıttığını fark ettim. Umay sessizce güldü, ben ise hafifçe gülümsedim. Şu timle her işimiz ayrı bir maceraydı.

İlteriş yanımıza gelirken Erzurum türküleriyle ortamı şenlendiriyordu. Kafasını sallaya sallaya, “Tutam yar elinden tutam, gözümden yaşlar akıyo...” diye mırıldanarak yaklaştı. Umay’a dönüp kendinden emin bir şekilde, “Yenge, naber?” dedi.

Umay hiç beklemediğimiz bir tepkiyle, “İyiyim, yengesinin cağ kebabı, sen nasılsın?” diye karşılık verdi.

Bir an için odadaki herkes olduğu yerde dondu. O kadar sessizleşti ki, Burak’ın sürekli ağzında çiğnediği sakızın bile sesini duyacak hale geldik. İlteriş bir şey söylemeden önce hepimiz aynı anda başımızı Umay’a çevirdik.

Umay, o şaşkın bakışları görünce hafifçe kızardı ve dudaklarını büzerek, “Şey... Çok mu abarttım?” diye sordu.

Burak anında kahkahayı bastı. “Dadaş gibi söyledin yenge, tam Erzurum usulü!” dedi. Sandalyeden düşecek kadar gülüyordu.

Mustafa Kemal gözlerini ovuşturarak, “Bir dakika, bir dakika. Yengem demek yetmedi, bir de ‘cağ kebabı’ mı eklendi bu? Altay komutanım, Umay yengeyi Erzurum şivesine mi çalıştırıyorsun?” diye sordu.

İlteriş kaşlarını kaldırdı ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Yenge,” dedi, ciddi bir tonla. “Bak, Erzurum kültürü yavaş yavaş seni ele geçiriyor. Ama bu kadar hızlı adapte olacağını tahmin etmemiştim.”

Umay utanmış ama gülmekten kendini alamıyordu. “Altay,” dedi bana dönerek. “Benim ağzımdan kaçtı, sen bir şey demeyecek misin?”

Gözlerimi hafifçe kıstım ve kollarımı göğsümde birleştirerek İlteriş’e döndüm. “İlteriş,” dedim ciddi bir sesle. “Yengen senin Erzurum ruhunu içselleştirmiş. Bu başarı senin mi, yoksa cağ kebabının mı?”

İlteriş kahkahayı patlattı. “Abi, yenge tam bizim gibi olmuş. Biraz daha kalırsa bizim köydeki neneler gibi maniler söylemeye başlar!”

Umay gözlerini devirdi ama gülüyordu. “Beni bu kadar abartmayın,” dedi. “Ama bir gün Erzurum’a gelirsem, ben de bir türkü patlatırım.”

Burak hemen araya girdi. “Yenge, cağ kebabını geçtim, bir de bizim yöresel oyunları öğren. Horon tepen Artvin yengesi olur, tam ülkeye damganı vurursun!”

Odada kahkahalar yükselirken Umay, yüzünde hem utanmış hem de mutlu bir ifadeyle bana baktı. Sadece gülümsedim ve başımı salladım. Umay, bu timle geçirdiği her dakikada daha çok bizim parçamız oluyordu.

Umay, gözlerini hafifçe kısarak, gülümsemesini saklamaya çalışmadan bana döndü. “Bence,” dedi, sesinde tatlı bir meydan okuma tınısıyla, “benden daha güzel bir Artvin gelini bulamazsın. Öyle değil mi, hayatım?”

Sözlerinin sonunda gülüşü daha da belirginleşti. Timden bir homurtu yükseldi ama ben ona dönüp yüzümde geniş bir gülümsemeyle cevap verdim. “Leydim,” dedim sakince. “Bu güzel gelini Artvin’in en güzel kızı diye koluma takarım. Köy meydanında düğün kurar, horon tepip yıldızlara kadar sesimizi duyururuz.”

Burak anında araya girdi, masaya hafifçe vurarak. “Komutanım, Artvin’in en güzel kızı falan dediniz de, yani burada biraz abartı var sanki. Çünkü biz burada yengeden başka bir Artvin gelini görmedik!”

Mustafa Kemal derin bir iç çekti ve kaşlarını kaldırarak Burak’a döndü. “Burak, sen Artvin’i biliyor musun ki konuşuyorsun? Adamlar memleketlerine gelin seçerken Karadeniz’in en iyisini buluyor, sen oturmuş burada laf atıyorsun.”

İlteriş de bu fırsatı kaçırmadı. “Aynen,” dedi Burak’a bakarak. “Zaten senin gibi birinin Erzurum’da bile evlenmesi zor. Bizim oralarda horon tepemeyen adamın kız alması yasaktır.”

Burak geri yaslanıp kollarını bağladı. “İlteriş komutanım, bak şimdi kıskançlıktan konuşuyorsun. Çünkü benim gibi biri Artvin’e giderse, Altay Komutanı bile gölgede bırakır.”

O sırada Umay, kahkahayla masaya vurdu. “Burak, hayatında kaç kere Artvin’e gittin de bu kadar emin konuşuyorsun?”

Burak, elindeki çatalı sallayarak, “Yenge, gitmedim ama gidersem olay olur. Ben Trabzon’dan geliyorum, biz zaten Karadeniz’in gözbebeğiyiz.”

Mustafa Kemal yine müdahale etti. “Burak, Trabzonlu olmakla her şeyi açıklayamazsın. Adam Artvin’e yenge götürüyor, sen hâlâ kendini övüyorsun.”

Bu sırada Umay bana döndü ve yüzündeki gülümsemeyi saklamaya çalışarak, “Altay, bence Burak Artvin’e giderse, köydeki nineler bile kaçacak delik arar.” dedi.

Gülmemek için kendimi zor tuttum ama başaramadım. “Leydim,” dedim sakin bir şekilde, “bırak Burak kendini övsün. Ama şunu unutma, Artvin’de horonun ritmini tutturamayan adamın köyde bir bardak çayı bile zor verilir.”

Burak gözlerini kocaman açtı. “Komutanım, ben size bir horon tepeyim de görün!”

İlteriş başını iki yana salladı. “Burak, sen horon tepmezsin. Sen anca horonu izlerken yerinde zıplarsın.”

Bu laf üzerine odada kahkahalar yükseldi. Umay ise bana döndü ve başını hafifçe eğerek, “Altay,” dedi. “Artvin’e gelin gitmek gerçekten zor bir iş mi?”

Ona doğru eğildim ve sesimi alçaltarak, “Leydim,” dedim, “zor değil. Ama seni Artvin’e götürdüğümde, köydeki herkesin senden gözlerini alamayacağına eminim.”

Umay gülümsedi ve yanıt vermeden önce kaşlarını kaldırdı. “O zaman,” dedi nazikçe, “Artvin’in en güzel gelini olmaya hazırım.”

Bu sözler üzerine masadan bir alkış yükseldi. Burak elini masaya vurup bağırdı. “İşte bu yenge! Artvin’in kraliçesi geliyor!”

Kahkahalar arasında Umay ve ben göz göze geldik. Gözlerindeki ışık, Artvin’e gelin gitmekten çok, kalbimin en güzel köşesine yerleştiğini anlatıyordu.

İçimde bir ağırlık vardı, bir yandan Umay’ın sıcak gülüşü içimi ısıtırken, bir yandan da boşluğun sesi kulağımda çınlıyordu. Elimde olmadan derin bir nefes aldım, ama ciğerlerime dolan hava bile bu duyguyu dağıtamadı. Başımı hafifçe eğdim, masadaki kahkahalara ve konuşmalara kulak vermeden dalıp gittim.

Umay fark etti tabii. Hep fark ederdi. Bana dönüp elini nazikçe dizime koydu. “Altay, bir şey mi oldu?” diye sordu. Gözleri endişeliydi, ama sesinde sakinleştirici bir tat vardı.

“Yok bir şey, leydim,” dedim, ama sesim beni ele veriyordu. Gözlerini kısıp yüzümü inceledi. Daha fazla saklayamazdım.

Tam konuşacak gibi oldum ki İlteriş elini omzuma koydu. “Altay,” dedi, sesi her zamankinden yumuşaktı. “Anlat, neyse içindekini. Biz buradayız.”

Bir an durdum. Yutkundum. Omzumdaki elin sıcaklığı beni cesaretlendirdi. Umay’ın bakışlarından da kaçamadım. “Biliyor musun,” dedim sonunda, “benim hiç kimsem yok. Annemi, babamı hatırlamıyorum bile. Hep tek başıma büyüdüm. Hep kendimle. Ve şimdi düşünüyorum... Bir gün seninle evlendiğimizde,” dedim Umay’a dönerek, “ben seni kiminle tanıştıracağım? Kiminle paylaşacağım mutluluğumu?”

Odaya bir sessizlik çöktü. İlteriş elini omzumda sıkıca tutmaya devam etti. Umay’ın gözleri dolmuştu, ama gülümsemeye çalıştı. “Altay,” dedi nazikçe, sesi titriyordu, “böyle konuşma. Sen yalnız değilsin. Ben varım. Biz varız. Baban dediğim Haluk Yarbay var. Timin var. Seni seven insanlar var.”

Başımı salladım, ama o boşluk hissi hâlâ oradaydı. “Biliyorum,” dedim, “ama bir parçam hep eksik. Düğün gününde... Senin ailene bakacağım. Sıcak bir aile, gülen yüzler. Ve kendi tarafıma bakınca... boş bir sandalye göreceğim.”

Umay birden ayağa kalktı ve yanıma oturdu. Elleriyle yüzümü tuttu. “Altay,” dedi kararlı bir sesle. “O sandalye boş olmayacak. Çünkü senin yanına oturacak bir sürü insan var. Ben varım. Babam var. Timin var. Ve biz birlikte bir aile kuracağız. Geçmişteki boşlukları dolduramayız belki, ama geleceğimizi kendimiz inşa edebiliriz.”

O an Umay’ın sözleri bir ağırlık gibi değil, bir kalkan gibi geldi. Gözlerimde biriken yaşları belli etmemeye çalıştım. “Leydim,” dedim kısık bir sesle, “senin gibi biri olmasaydı... belki ben de bu kadar güçlü duramazdım.”

İlteriş hafifçe gülümsedi. “Altay,” dedi, “sen bizim ailemizin liderisin. Şimdi bırak geçmişin gölgelerini. Biz buradayız ve bu böyle kalacak.”

O an içimdeki hüzün, yerini bir sıcaklığa bıraktı. Ailem belki küçük bir grup insandan ibaretti, ama onlara sahiptim. Umay’ın ellerini tuttum ve gözlerine baktım. “Haklısın, leydim,” dedim. “Biz kendi hikâyemizi yazacağız. Ve bu hikâyede ne eksik ne de boş bir sandalye olacak.”

Umay başını omzuma yasladı. “Aynen öyle, yüzbaşım,” dedi gülümseyerek. “Bu hikâyeyi birlikte yazacağız.”

Odaya birden beklenmedik bir sessizlik çöktü. Herkes düşüncelerine dalmış gibiydi ki Burak bir anda ciddi bir ifadeyle başını kaldırdı. Daha önce onu böyle görmemiştim. Bu sefer ne şaka yapacak diye beklerken, beklenmedik bir ciddiyetle konuşmaya başladı.

“Komutanım,” dedi. Sesi normalde olduğundan daha ağırdı, daha kararlı. Gözlerini kaçırmadan bana baktı. “Benim hiç abim olmadı. Çocukluğumdan beri hep abisiz büyüdüm. Ama sizi tanıdıktan sonra, hep düşündüm. Dedim ki, eğer bir abim olsaydı, tam sizin gibi birisi olsun isterdim.”

Sözleri tokat gibi çarptı. Timdeki herkes, Burak’tan böyle bir şey beklemediği için şaşkınlıkla ona bakıyordu. Hatta Ulaş bile çayı boğazına dizip öksürmeye başladı. İlteriş gözlerini kıstı ve “Burak, sen iyi misin?” der gibi baktı ama Burak hiç oralı olmadı.

“Siz bizim komutanımızsınız, tamam,” diye devam etti Burak. “Ama sizinle geçirdiğimiz her an, sizin sadece bir komutan olmadığınızı da gösteriyor. Siz bize hem liderlik ettiniz, hem de abilik yaptınız. Biz güleriz, eğleniriz, ama işin ciddiyetine geldi mi... sizi örnek alıyoruz, komutanım. Bunu bilmenizi istedim.”

Sözlerini bitirdiğinde odada çıt çıkmadı. Herkesin ağzı açık kalmıştı. O an Burak’a bambaşka bir gözle baktım. Normalde şakalarına alışkın olduğum o adam, şimdi karşımda tüm ciddiyetiyle duruyordu.

Derin bir nefes aldım ve hafifçe gülümseyerek ayağa kalktım. “Eyvallah kardeşim,” dedim. “Biz güleriz, eğleniriz, ama kral adamsın, Burak. Bunu unutma.”

Burak’ın yüzünde gurur dolu bir gülümseme belirdi. Hafifçe başını salladı ve “Sağ olun, komutanım,” dedi. Ama timin geri kalanı hala şaşkındı.

İlteriş kaşlarını kaldırdı. “Burak, sen ciddiye alınca insan ürküyor,” dedi şaka yollu. “Bir daha böyle konuşacaksan haber ver de hazırlıklı olayım.”

Ulaş kahkahayı patlattı. “Ben zaten şok oldum. Burak, bu ciddi tavrınla karizma yaptın. Vallahi senden böyle şeyler duymak çok acayip!”

Burak omuz silkti. “Arada böyle ciddiyet patlamalarım olur. Alışın artık.”

Ben tekrar otururken Umay gözlerini bana dikti. Hafifçe gülümsüyordu. Fısıldayarak, “Gerçekten çok seviliyorsun, Altay,” dedi.

“Benim şansım bu tim, leydim,” diye karşılık verdim. “Ve tabii ki sen.”

Herkes Burak’ın bu beklenmedik konuşmasını konuşurken, içimden bir kez daha şükrettim. Yanımda böyle bir ekip olduğu için.

Odaya birden Haluk Yarbay’ın otoriter öksürüğü doldu. O tanıdık ses, herkesin refleksle esas duruşa geçmesine neden oldu. Çelik gibi ayakta, nefeslerimizi bile sessiz almaya çalışıyorduk. Yarbay adımlarıyla odayı doldururken, gözlerini bir tek bana dikmişti. Sert, sorgulayan bir ifadeyle yaklaştı. Göz göze geldik. Esas duruştaydım, her zamanki gibi. Ama o bakış, içimdeki bir şeyi yerinden oynattı.

Haluk Yarbay, tam önümde durdu. Sesinde her zamanki gibi disiplin vardı ama bu kez bir kırılma da gizlenmişti. "Akrabası yokmuş... Biz neyiz lan burada?" diye haykırdı birden. Sesindeki öfke, aslında bir sevgi çağrısıydı.

Sözleri odanın dört bir yanına çarparken, ben sadece durdum. İlk kez hayatımda böyle bir soru, beni olduğum yerden kopardı. "Biz neyiz lan burada?"

Bir an için içimde ne varsa dışarı taşmaya başladı. O kadar zamandır taş gibi dik durmaya alışmış bir adamın içindeki baraj, o sözlerle çatladı. Gözlerim yanmaya başladı. Yarbay’ın, "Rahat," komutunu duyduğumda bir anlık bir boşluk hissettim. Rahatlamak değil, savunmasız kalmak gibiydi.

Ve o an... Haluk Yarbay bana sarıldı. O, sert bir babanın yumuşayan kolları gibiydi. O sarılmanın içinde, yıllardır içimde biriktirdiğim bütün eksiklik, yalnızlık, özlem vardı.

Hiç ağlamayan Altay Öztürk, o gün, Yarbay’ın omzunda ağladı. Ama bu gözyaşları yenilginin değil, bulunmuşluğun, ait olmanın gözyaşlarıydı. İlk kez bir baba şefkatiyle sarılmıştım. O an, o kolların arasında, kelimeler yerini bulamayan bir dua gibiydi.

Yarbay, omzuma hafifçe vurdu. “İşte şimdi daha iyisin,” dedi. Sesi sakin ama içten bir güçle doluydu.

Ben, bir asker, bir lider, bir insan... O an, o kucakta yılların yalnızlığını bıraktım.

Umay arkamda duruyordu, gözleri yaşlarla dolmuştu. Hafifçe gülümsedi. O an, ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha hissettim. Yarbay, ailem dediğim bu tim... Ve Umay...

Bana sunulan her şeyin, en kıymetlisi...

Haluk Yarbay, gözlerimdeki yaşları kendi elleriyle sildi. O sert ama sevgi dolu dokunuş, yüreğimi biraz daha rahatlattı. Gözlerimin içine bakarak, babacan bir tonla konuşmaya başladı:

"Bak Altay, ben Eskişehirliyim ama yurdun dört bir yanından dostlarım, kardeşlerim var. Senin gibi adamları bir araya getiren bu bayrak, bizim en büyük bağımız. Şimdi şu tehlikeyi atlatalım, sonra ilk işimiz timinle beraber Artvin’e gitmek olacak, oğlum. Tamam mı?"

Sesi hem otoriterdi hem de içinde sakladığı sıcaklıkla beni derinden etkiledi. O an içimdeki bütün eksiklik, o sözlerin ağırlığıyla yerini bir aidiyet duygusuna bıraktı. "Tamam komutanım," diyebildim yalnızca, sesimde minnetle karışık bir hüzün vardı.

Yarbay, bir yandan gülümsüyor, bir yandan da disiplinin gerekliliğini hatırlatıyordu. "Kızımı güvenle Hatay’a götürün. Onun için bana söz verdin," dedi. Sonra enseme hafifçe bir tokat attı, o tokatın ağırlığında bir sevgi taşıyordu.

O an dayanamadım, bir kez daha Yarbay’a sarıldım. Bu defa kelimeler döküldü dudaklarımdan. "Teşekkür ederim komutanım... Her şey için."

Yarbay, beni nazikçe omuzlarımdan tutarak geri çekti. Yüzünde hafif bir tebessümle, "Hadi, disiplini elden bırakma. Timinle beraber harekete geç, Altay. Senin liderliğine ihtiyaçları var," dedi ve o bildiğimiz otoriter duruşuyla arkasını dönüp çıktı.

Ardından bakarken içimde garip bir huzur vardı. Artık yalnız değildim. Sırtımda bir ailenin ağırlığını hissetmek, yük değil, şeref olmuştu. Yarbay’ın dediği gibi... İlk fırsatta Artvin’e gidip o kökleri yeniden hissetmek için sabırsızlanıyordum. Ama önce bu tehlikeyi atlatarak sözümü yerine getirecektim.

 

Gece, yolun üzerinde bir örtü gibi seriliydi. Altay, Umay ve Mustafa Kemal, görev ciddiyetiyle yola çıkmışlardı. Araç, Hatay’a doğru ilerlerken Altay direksiyon başında, Umay yanında oturuyor, Mustafa Kemal ise arka koltukta oturmuş, sessizce dışarıyı izliyordu. Ancak bilmedikleri bir şey vardı: Yalnız değillerdi.

Karanlığın içinde, siyah bir SUV uzaktan onları takip ediyordu. Aracın içinde son teknoloji izleme cihazları, gelişmiş dinleme ekipmanları ve yüz tanıma yazılımlarıyla donatılmış bir ekip vardı. Ekip lideri, aracın içinde otururken kulaklığını düzeltti ve sessiz bir kararlılıkla İngiltere’deki konseyi aradı.

“Efendim,” dedi, sesi mekanik bir yankıyla araç içinde yankılandı. “Hedeflerimiz yola çıktı. Yüzbaşı Altay Öztürk, Umay Karaca ve bir diğer asker. Şu anda Hatay’a doğru ilerliyorlar. Takipteyiz.”

Konsey odasında derin bir sessizlik hakimdi. Uzun, ağır bir masanın etrafında oturan üst düzey temsilciler, ekranlarına yansıyan görüntüleri izliyordu. Ekranda Altay’ın direksiyon başındaki odaklanmış yüzü, Umay’ın düşünceli bakışları ve Mustafa Kemal’in tetikte duruşu görünüyordu.

“Bu kadarı yeter,” dedi masanın başındaki İngiltere temsilcisi. “Altay Öztürk zaten bizim için bir tehdit. Ancak zaafı belli oldu. Umay Karaca onun en zayıf halkası. Onu kullanacağız.”

Yanındaki Fransız temsilci, çenesini ovuşturarak ekledi: “Kadını kaçırmalıyız. Ama bu sıradan bir kaçırma olmayacak. Öyle bir plan yapmalıyız ki, Altay tamamen çaresiz hissetsin. Onu duygusal olarak çökertebilirsek, askeri stratejilerindeki kararlılığı da yok olur.”

Bir Alman temsilci araya girdi: “Kadını ele geçirdikten sonra bize çalışmaya zorlayabiliriz. Bu, Türkiye’nin operasyonlarını yavaşlatacaktır. Onların içindeki disiplini bozabilirsek, daha büyük planlarımız için zaman kazanırız.”

Konsey lideri, masadaki diğerlerine baktı ve kararlı bir şekilde başını salladı. “Planımız şu olacak: Umay Karaca’yı bir yem olarak kullanacağız. Onu Altay’dan ayırın ve güvendiği her şeyi elinden alın. Ancak bunu yaparken, Altay’a zarar verecek hiçbir şeyden çekinmeyin. Yeter ki sonuç alalım.”

Takip aracındaki ekip lideri, emirleri dinledikten sonra konuşmayı sonlandırdı. Kulağındaki cihazı çıkarıp ekibine döndü. “Hedef belli. Önceliğimiz Umay Karaca. Ancak Yüzbaşı Altay Öztürk’ü de devre dışı bırakmalıyız. Harekete geçmek için doğru anı bekleyeceğiz. Plan kusursuz olmalı.”

Gece ilerlerken, yol boyunca gölgeler gibi peşlerinde olan ekip, her hamleyi dikkatle izliyordu. Ancak Altay ve Mustafa Kemal, tehlikeyi sezmekte gecikmeyecek kadar deneyimliydi. Yaklaşan fırtınanın ilk belirtileri çoktan hissedilmişti.

Altay’ın Anlatımı

Üç saatlik yolculuğun ardından Hatay’a vardığımızda dikkatimiz bir an bile dağılmadı. Mustafa Kemal ve ben, Umay’ın çevresini sanki görünmez bir çemberle sardık. Araçtan indiğimiz andan itibaren her adımımız planlıydı. Üniversiteye girerken Umay’ın heyecanını görebiliyordum. Bense çevremi süzerken koruma modundaydım. Gözlerim, tanımadığım yüzler, alışılmadık davranışlar arıyordu.

Laboratuvara vardığımızda ortam sessizdi. Birkaç akademisyen çalışıyordu, bazıları not alıyor, diğerleri taşların üzerinde çalışıyordu. Umay ise laboratuvarın tam ortasında bir tezgaha yöneldi. Önündeki bir kutuyu açtı ve içeriden dikkatlice sarılmış bir obje çıkardı.

“Bu nedir?” diye sordum, gözlerim objeye odaklanmıştı.
Umay, bir arkeolog titizliğiyle cevap verdi. “Bu, bir Greko-Romen dönemine ait seramik parçası. Henüz hangi döneme ait olduğunu tam netleştiremedik, ama üzerindeki işçilik oldukça detaylı. Bakın şu spiral desenler, muhtemelen Dionysos’a adanmış bir sunak parçası.”

Mustafa Kemal yanımıza yaklaşıp seramiği inceledi. “Peki ya şu çatlaklar? Sanki sonradan oluşmuş gibi.”
Umay gülümseyerek başını salladı. “Haklısın, bu çatlaklar muhtemelen gömüldüğü yerdeki basınçtan kaynaklanmış. Ayrıca, üzerinde karbon testi yapmamız gerekiyor. Böylece tam olarak hangi yüzyıla ait olduğunu öğrenebiliriz.”

“Karbon testi dedin,” dedim merakla. “O test nasıl yapılıyor?”
Umay’ın gözleri parladı. Bu, onun uzmanlık alanıydı. “Karbon testi, organik materyallerin yaşını ölçmek için kullanılır. Mesela bu seramiğin üzerinde kalan bitki kalıntılarını ya da organik izleri analiz edebiliriz. C14 izotoplarının yarılanma ömrüne göre hesaplama yaparız. Bu da bize yaklaşık bir tarih verir.”

Mustafa Kemal, seramiği incelerken espriyi patlattı. “Altay komutanım, karbon testiyle sizi kaç yaşında bulacaklar dersiniz?”
“Benim yaşımı bulamazlar,” dedim gülerek. “Ben tarihin kendisiyim.”

Umay kahkaha attı ve başka bir objeyi çıkardı. Bu sefer bir madalyon gibi görünüyordu.
“Bu ne peki?” diye sordum.
“Bu bir talisman,” dedi Umay, madalyonu Mustafa Kemal’e uzatarak. “Üzerindeki semboller, koruma ve bereket dileklerini temsil ediyor. Muhtemelen bir çiftçinin ya da tüccarın kullanımı için yapılmış. Gördüğünüz gibi üzerindeki yazılar Grekçe.”

Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı. “Bu kadar eski bir şeyin üzerindeki yazılar hâlâ bu kadar net mi kalır?”
Umay başını salladı. “Bu madalyon bronzdan yapılmış. Bronz, nemli toprakta oksitlenerek yeşilimsi bir tabaka oluşturur ve bu tabaka metalin iç kısmını korur. Bu yüzden üzerindeki yazılar bu kadar net kalmış.”

Mustafa Kemal’e döndüm ve omzuna hafifçe vurdum. “Bak öğreniyorsun, belki de arkeolog olursun.”
O da bana gülerek döndü. “Yok komutanım, ben keskin nişancılıktan memnunum. Tarihi uzaktan izlemek daha güvenli.”

Umay’ın gözleri bir an için ciddileşti. “Ama bu eserler sadece geçmişin değil, bugünün de hikayesini anlatıyor. Her bir parça, bir medeniyetin izi. Eğer onları doğru okursak, geleceğimizi şekillendirebiliriz.”

Onun bu tutkulu konuşmasını dinlerken bir kez daha hayran oldum. Umay, tarihin sessiz çığlıklarını duyabiliyordu. Benim görevim onu ve bu hikayeleri korumaktı.

Altay’ın Anlatımı

Günün sonunda Hatay’dan dönüş saatimiz yaklaşıyordu. Umay’ın ısrarıyla dönüş öncesi bir kafede kahve içmeye karar verdik. Onun yüzündeki mutluluğu gördüğümde, tüm yorgunluğum bir anda kayboluyordu. Mustafa Kemal, çevreyi kontrol ederken biz yavaş adımlarla kafeye doğru ilerledik. Her şey yolunda görünüyordu. Ama bu sessizlik, yaklaşan fırtınanın habercisiydi.

Kafenin hemen önüne vardığımızda bir anda bir silah sesi duyuldu.

“Bang!”

Kafamı hızla çevirdiğimde Mustafa Kemal’in karnını tutarak yere yığıldığını gördüm. Birkaç saniyeliğine şok olmuştum, ama reflekslerim devreye girdi. Hemen silahımı çektim ve Umay’ı arkamda koruma altına aldım.

“Temiz alan yarat!” dedim kendime. Mustafa Kemal’in yanına sürünerek ilerledim, ama o kan kaybından neredeyse bilincini yitiriyordu.

“Komutanım…” dedi zorla. “Beni bırakın… Hedef sizsiniz. Umay’ı koruyun. Gidin buradan!”

Bu sözler beni yerle bir etti. Onu yerde bırakmam imkansızdı. Umay ise ellerini ağzına götürmüş, şok içinde kıpırdamadan duruyordu. Mustafa Kemal’i kucağıma aldım ve onun yarasına elimle bastırırken bir yandan çevreyi kontrol etmeye çalışıyordum.

“Seni burada bırakmam, Mustafa Kemal. Gözlerini açık tut!” dedim hiddetle.

O sırada Umay toparlanmıştı. “Sargı bezi! Hemen bir şeyler getireceğim!” dedi ve kafeye doğru koşmaya başladı.

“Umay, bekle!” diye bağırdım, ama çoktan gözden kaybolmuştu.

Durum kontrolden çıkıyordu. Kafamı kaldırıp etrafı süzdüm. Keskin nişancı. Belli ki başka bir binadandı. Bu kadar hassas bir atış, profesyonel bir elden çıkmıştı. “Binaya giriş yapamazlar, içeride tuzak yok. Ama bu kesinlikle planlı bir operasyon,” diye düşündüm.

Mustafa Kemal’in bilinci kapanmaya başlamıştı. Onun başında kalmakla Umay’ın peşinden gitmek arasında kalmıştım. Ellerim titriyordu. “Hangi yönde ilerleyeceğim?”

O sırada cebimdeki telefon çaldı. Adını bilmediğim bir numaraydı. Hızla ambulansı aradım ve Mustafa Kemal’in konumunu bildirdim.

Telefon hala çalıyordu. Tereddütle açtım. Karşımdaki ses sakin ve tehditkardı.

“Yüzbaşı Altay Öztürk. Zaaflarını öğrenmek biraz zaman aldı, ama başardık. Sevgili Umay Karaca, şu an bizimle. Kural basit: Bize karşı hamle yaparsan, bir sonraki buluşmanız mezarlıkta olur.”

Telefon elimde titrerken yere baktım. Umay’ın yere düşürdüğü ceketinin altında bir not buldum. “Geri sayım başladı. Şimdi ne kadar kararlısın görelim.”

Damarlarımda adrenalin patlaması oldu. Nefesim hızlandı. “Beni buradan izliyorsanız iyi dinleyin. Sizi bulup yok edeceğim!” diye bağırdım boşluğa.

O an tüm dünyam kararmıştı. Hem Umay’ın kaçırılışı, hem de Mustafa Kemal’in yaralı hali aklımı paramparça etmişti. Bir an önce durumu analiz edip bir plan yapmalıydım. Ama önce, Mustafa Kemal’i güvenceye almak zorundaydım.

“Seni alacağım, Umay. Seni onlardan koparıp alacağım.”

 

 

Bölüm : 28.01.2025 16:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...