37. Bölüm

Külün Altında

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Rüzgâr, mezarlığın demir kapılarını ardımızda bırakırken yüzümüze soğuk bir dokunuşla çarptı. Sessizlik, ölümün bize miras bıraktığı bir ağırlık gibi üzerimize çökmüştü. Tunahan artık toprağın altındaydı, ama içimde hâlâ bir yerlerde nefes alıyor gibiydi. Bir çocuğun yokluğu, varlığından daha derin izler bırakıyordu insanda.

Aybars kollarımda usulca kıpırdandı. Küçük parmakları montumun yakasına tutundu. Henüz bir yaşındaydı, ama sanki gözleriyle her şeyi anlıyor, içimdeki fırtınayı hissediyordu. Onun sıcaklığı, Tunahan’ın soğuyan bedeninin yarattığı boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Ama yine de bir şeyleri hatırlatıyordu bana. Hayatta kalmam gerektiğini. Devam etmem gerektiğini.

Umay yanımda, sessiz ve yorgundu. Yaseminka göz ucuyla beni izliyordu, ama konuşmuyordu. Tim sessizdi, herkes ne hissettiğimi biliyordu çünkü. Bu, paylaşılacak bir acı değildi—bu, insanın içinde tek başına taşıması gereken bir şeydi.

Arabaya vardığımızda bir an duraksadım. Ellerim direksiyonun üzerinde titredi. Motoru çalıştırmadan önce gözlerimi kapattım, rüzgârın içimde savurduğu külleri dinledim. O an anladım: Bazı yangınlar asla sönmüyordu. Sadece, külün altına gömülüyordu.

Motorun sesi havayı yararak gecenin içine karıştı. Şehir ışıkları uzakta parlıyordu. Önümüzde bir yol vardı. Geri dönmek mümkün değildi. Sadece ileriye gidebilirdik.

Arabaya bindiğimde hala Tunahan’ın mezarında bıraktığım ağırlığı içimde hissediyordum. Direksiyonu sıkıca kavradım, motorun titreşimi parmak uçlarımdan tüm bedenime yayıldı. Yaseminka arka koltukta Aybars’ı kucağına almış, usulca sallıyordu. Çocuk uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken küçük elleri annesinin saçlarına dolanmıştı. Umay ise cam kenarında, dışarıyı izliyordu. Gözleri bir noktaya dalıp gitmişti, ama o noktada ne gördüğünü bilmiyordum. Belki de hiçbir şey görmüyordu, belki sadece hissetmek istemiyordu.

Sessizliği ben bozdum. “Sizi önce eve bırakalım. Sonra hastaneye gitmemiz lazım. Hastalığı daha net öğrenelim.” Sesim düşündüğümden daha sert çıkmıştı. Belki de kendime sinirliydim. Daha önce bu konuyu zorlamadığım için, Umay’ı hep kendi haline bıraktığım için… Ama artık zamanı gelmişti. Ne ile savaştığımızı bilmeden ona nasıl destek olabilirdim?

Yaseminka başını kaldırıp bana baktı, gözlerinde endişeyle karışık bir kabullenmişlik vardı. “Tamam,” dedi kısık bir sesle. O da gerçeği duymaktan korkuyordu ama kaçamayacağımızı biliyordu.

Umay tepki vermedi. Ne onayladı ne de karşı çıktı. Ama camdaki yansımasına bakınca, gözlerini kapattığını fark ettim. O da biliyordu. Artık öğrenmek zorundaydık.

Gaza bastım, arabayı siteye doğru sürdüm. Önümüzde iki durak vardı. Biri sıcak bir yuva, diğeri bilinmez bir son.

Siteye vardığımızda motoru durdurdum. Yaseminka, Aybars’ı dikkatlice kucağına alıp arabadan indi. Umay’la birlikte peşinden gittik. Kapının önüne geldiğimizde Yaseminka bize dönüp gözleriyle veda etti. Konuşmaya gerek yoktu. Ne yapmamız gerektiğini biliyorduk.

Aybars, uykulu gözleriyle bize baktı. Küçük yüzü, masum ve huzurluydu. Umay ona eğilip hafifçe yanağına bir öpücük kondurdu, sonra ben de aynısını yaptım. İçimde bir yerlerde bir şeyler sıkıştı o an. Keşke her şey bu kadar basit olsaydı. Keşke her veda, sadece uyuyan bir çocuğa sessizce iyi geceler dilemekten ibaret olsaydı.

Yaseminka içeri girip kapıyı kapattığında, bir an durduk. Mart ayı gelmişti. Kışın o sert ayazı geride kalmış, havaya baharın serinliği sinmişti. Güneş tepede parlıyordu, ama içimdeki karanlık hiçbir ışıkla dağılmıyordu.

Umay’a döndüm, göz göze geldik. Yüzünde yorgun bir kabulleniş vardı. O da biliyordu. Artık öğrenme zamanıydı. Ne ile savaştığımızı, neyin bizi beklediğini bilmeden daha fazla devam edemezdik.

Arabaya geri bindik. Motorun sesi, mezarlıktan beri taşınan sessizliği bozdu. Direksiyonu kavrayıp derin bir nefes aldım. Sonra yola koyulduk.

Hastaneye doğru giderken, içimde sadece tek bir soru yankılanıyordu: Umay’ı kaybetmeye hazır mıydım?

 

Yutkundum. Tabii ki de hazır değildim. Umay’ı kaybetmeyi düşünmek bile ciğerimi söküp alıyormuş gibi hissettiriyordu. Ama bunları aklıma bile getirmemeliydim. Benim işim kaybetmek değil, savaşmaktı.

Direksiyonu sıkıca kavradım, parmaklarımın arasından geçen deri direksiyon, bir çeşit gerçeklik hissi veriyordu bana. Umay yan koltukta sessizdi, ama göz ucuyla bana bakıyordu. Ne düşündüğümü anlamıştı, biliyordum. Ama bunu dile getirmesine izin veremezdim. Kendi ölümünü kabullenmesine de, benim kabullenmeme de izin vermeyecektim.

Hastane binası görüş alanımıza girdiğinde içimdeki düğüm iyice sıkıştı. Daha önce defalarca girdiğim, çatışmalarda yaralanınca gelip tedavi olduğum bu bina, şimdi bambaşka bir anlam taşıyordu. Bu kez bir mermiye, bir kırığa, bir kesiğe karşı savaşmayacaktım. Gözle görülmeyen, sinsice ilerleyen, vücudunu içten içe tüketen bir düşmana karşı duracaktım.

Umay başını cama yasladı, gözlerini kapadı. Yorgundu. Ama ben onun yorgun düşmesine izin vermeyecektim.

“Buradan çıkacağız,” dedim, gözümü yoldan ayırmadan. “Ve sen iyileşeceksin.”

Sesim güçlüydü, ama içimdeki korkuyu bastırmaya yetmiyordu. Elimden gelenin fazlasını yapacaktım. Yaşatmak için, onun elini bırakmamak için her şeyi yapacaktım.

Doktorun odasına girdiğimizde, beyaz önlüğünün düğmelerini iliklemiş, ciddi ama sakin bir ifadeyle bizi bekliyordu. Masasının üzeri birkaç dosya ve bilgisayarıyla düzenliydi. Gözlüğünü düzelterek başını kaldırdı, gözleri önce bana, sonra Umay’a kaydı.

"Gelin, sizi bekliyordum," dedi, elindeki kalemi masaya bırakırken. "Tetkik sonuçlarınız çıktı. Bunları detaylıca konuşmamız gerekiyor."

Umay sessizce sandalyeye oturdu, ben de yanına geçtim. İçimde giderek sıkışan bir ağırlık vardı ama dik durmaya çalıştım.

Doktor bilgisayar ekranını bize çevirmeden önce bir dosyayı açıp içinden birkaç tahlil sonucu çıkardı. "Öncelikle, PET-BT taramalarınızı inceledik. Ne yazık ki malignite şüphesini doğrulayan bir tabloyla karşı karşıyayız. Kitle, retroperitoneal alanda konumlanmış ve çap olarak progresyon göstermiş. Ayrıca, bazı lenf nodlarında metastatik aktiviteye rastladık."

Boğazım kurudu. Tıp terimlerini anlıyordum ama Umay’ın yüzüne baktığımda onun için bu kelimelerin ne ifade ettiğini görmek istemiyordum. O yüzden sadece doktora odaklandım. "Yani?" diye sordum, sesim düşündüğümden daha sert çıkmıştı.

Doktor derin bir nefes aldı, sakin ama net konuşmaya devam etti. "Kan değerlerinizde tümör belirteçlerinde yükselme var. Biyopsi sonucunu bekliyoruz ama elimizdeki verilere göre yüksek ihtimalle malign bir süreç söz konusu. Tedaviye hızla başlamamız gerekiyor. Kemoterapi protokolü belirlemek için onkoloji kurulu ile görüşeceğiz. Eğer sistemik tedaviye yanıt alınamazsa cerrahi bir müdahale gerekip gerekmeyeceğini değerlendireceğiz."

Umay başını salladı. Yüzü ifadesizdi ama gözleri her şeyi anlatıyordu. "Ne kadar zamanım var?" diye sordu, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.

Öfkeden dişlerimi sıktım. Bunu sormasına bile izin vermemeliydim.

Doktor bakışlarını kaçırmadı. "Bu, tedaviye vereceğiniz yanıta bağlı. Ancak erken müdahale şansımız var. Tüm seçenekleri değerlendireceğiz."

Elimi yumruk yapıp masanın kenarına yasladım. "Ne yapmamız gerekiyor?" dedim kararlı bir sesle. "En agresif tedavi neyse başlayalım."**

Doktor gözlerimin içine baktı. "Öncelikle, hastanın genel durumunu korumamız gerekiyor. Beslenme, bağışıklık desteği ve psikolojik dayanıklılık önemli. İlk aşamada kemoterapiyle başlayacağız. Tedavi sürecini yönetirken multidisipliner bir yaklaşım izleyeceğiz. Umay için zor bir süreç olacak ama yalnız olmadığını bilmesi önemli."

Umay’ın elini tuttum. Soğuktu. Ama ben onun yerine de güçlü olacaktım. Kaybetmeyi kabul etmeyecektim.

Doktor, cümlelerini dikkatle seçerek devam etti. “Umay’ın tanısı kesinleşti. Maalesef hepatoselüler karsinom, yani karaciğer kanseri ile karşı karşıyayız.”

Odada bir anlık sessizlik oldu. Sanki zaman durdu, hava ağırlaştı, kelimeler havada asılı kaldı. Umay gözlerini kırpıştırmadan doktora bakıyordu. Ben ise sadece nefes almayı hatırlamaya çalışıyordum.

"Kanser hangi evrede?" dedim, sesimin titrememesine özen göstererek.

Doktor derin bir nefes aldı ve bilgisayarındaki görüntüleri bize çevirdi. “Tümör, karaciğerin sağ lobunda konumlanmış ve çapı 5 cm’i geçmiş. Ayrıca portal vene invazyon göstermiş, yani ana damar yapılarına yayılma eğiliminde. Lenf nodlarında da metastatik aktivite görüyoruz.”

“Yani bu ne anlama geliyor?” diye sordu Umay, sesi önceki haline göre daha boş ve mesafeliydi.

Doktor dosyayı kapatıp bize döndü. “Evre III olarak sınıflandırıyoruz. Yani lokal olarak ilerlemiş, ancak sistemik yayılım açısından halen kontrol altına alma şansımız var. Bu noktada cerrahi müdahale ne yazık ki mümkün değil, çünkü tümör büyük ve damar yapılarıyla iç içe geçmiş. Ancak hedefe yönelik tedavi ve sistemik kemoterapi seçeneklerimiz var. Eğer iyi yanıt alırsak hastalığı baskılayabiliriz.”

Karaciğer... Vücudun en dirençli organlarından biri. Ama bir kez hastalandığında, savaşmak daha zor oluyordu. Yumruklarımı sıktım. "Ne yapmamız gerekiyor?"

"Öncelikle, sistemik kemoterapi ve TACE (Transarteriyel Kemoembolizasyon) dediğimiz lokal tedavi yöntemini birleştirmeyi planlıyoruz. Aynı zamanda hedefe yönelik ilaç tedavisiyle kanserin yayılımını kontrol altına almak için elimizden geleni yapacağız. Ama süreç, Umay’ın vücudunun vereceği tepkiye bağlı olacak."

Başımı salladım. Geri adım atmak yoktu. "Ne gerekiyorsa yapacağız."

Yan gözle Umay’a baktım. Sessizdi ama gözlerindeki o tanıdık savaşçı ruh hâlâ oradaydı. Elimi tuttum. “Ben buradayım,” dedi fısıltıyla.

O burada olduğu sürece, ben de savaşmaya devam edecektim. Kaybetmeyi düşünmek bile yasaktı.

Doktor, Umay’ın gözlerine doğrudan bakarak sakin ama net bir sesle konuştu. "Evre III. Yani hastalık ilerlemiş ama halen kontrol altına alınabilir durumda. Sistemik yayılım henüz başlamamış, ancak tümör portal vene invazyon göstermiş, bu da tedavi sürecinin daha dikkatli yönetilmesi gerektiği anlamına geliyor."

Umay hafifçe başını salladı, ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu. “Bu ne demek oluyor? Beni… ne bekliyor?” Sesinde alışık olmadığım bir tedirginlik vardı. O, her zaman güçlüydü. Ama bu defa karşısındaki düşman görünmezdi ve savaş kurallarını bilmiyorduk.

Doktor derin bir nefes alıp devam etti. "Bu, öldürücü bir aşama değil. Ama kolay bir süreç de olmayacak. Tedavi sürecinde ciddi yan etkilerle karşılaşabiliriz. Yorgunluk, mide bulantısı, iştahsızlık, bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi sorunlarla uğraşacağız. Zaman zaman zorlanacaksınız, hem fiziksel hem de psikolojik olarak. Ama bu, savaşabileceğimiz bir evre."

Ben nefesimi tutmuş, gözümü doktorun dudaklarından ayırmadan dinliyordum. Öldürmeyen ama süründüren bir evre. Tam olarak buydu. Bir nevi cehennemin kapısında beklemek gibiydi. Ne tam anlamıyla düşüyor, ne de kurtulabiliyordun.

Umay dudaklarını ısırdı, bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. Elimi sıkıca tuttu. "Peki, ne kadar sürecek?" diye sordu fısıltıyla.

Doktor, "Tedaviye vereceğiniz yanıta bağlı. Aylar sürebilir, hatta yıllar. Ancak doğru tedaviyle hastalığı kontrol altına alabiliriz. Size sadece bir zaman biçmek istemem, çünkü her hasta farklı yanıt verir. Önemli olan, savaşmaktan vazgeçmemek," dedi.

Ben başımı salladım. "Biz savaşacağız." Sesim titremedi. Kararlılığım tamdı.

Umay gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Sonra başını kaldırdı ve doktorun gözlerinin içine bakarak, "O zaman başlayalım," dedi.

Bu, bir teslimiyet değildi. Bu, savaş ilanıydı.

"Peki ya organ nakli?" dedim bir an bile tereddüt etmeden. Umay, ne dediğimi tam kavrayamamış gibi bana döndü. "Ne diyordun?" der gibi kaşlarını hafifçe kaldırdı ama ben gözlerimi doktordan ayırmadım.

Doktor birkaç saniye düşündü, sonra dosyayı kapatıp ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "Karaciğer nakli, hepatoselüler karsinomda tedavi edici bir yöntem olabilir. Ancak sizin durumunuzda bazı engeller var."

Öne doğru eğildim. "Ne gibi?"

"Birincisi," dedi doktor, "organ nakli için hastalığın belli kriterleri karşılaması gerekiyor. Şu an tümörünüz 5 cm’nin üzerinde ve portal vene invaze olmuş durumda. Bu, Milan Kriterleri’ne göre sizi doğrudan kadavra listesinden çıkarıyor."

Kelimeler ağır ağır zihnime oturdu. "Yani Umay şu an listeye bile giremiyor mu?"

Doktor başını salladı. "Maalesef. Ama bu nakil imkansız demek değil. Öncelikle tümör yükünü azaltmamız gerekiyor. Sistemik tedavi ve TACE uygulamalarıyla tümörün küçültülmesi hedeflenirse, belli bir aşamaya geldiğimizde yeniden değerlendirme yapabiliriz."

Omuzlarım gerildi, dişlerimi sıktım. "Ya canlı verici?"

Doktor derin bir nefes aldı. "Canlı verici nakli daha esnek kriterlere sahip. Ancak bu da basit bir süreç değil. Öncelikle, uygun bir verici bulunmalı ve doku uyumu sağlanmalı. Ayrıca sizin veya başka birinin verici olup olamayacağını belirlemek için detaylı testler yapılması gerekiyor. Ama dediğim gibi, şu an önceliğimiz hastalığın kontrol altına alınması."

Umay başını iki yana sallayıp gözlerini devirdi. "Altay, sen ne yapmaya çalışıyorsun?" diye fısıldadı ama yüzündeki ifadeden aslında ne dediğimi çok iyi anladığını gördüm.

Ona dönüp net bir şekilde konuştum. "Ne yapmaya çalışıyorum sanıyorsun? Eğer bir yol varsa, eğer bir ihtimal bile varsa peşinden giderim. Bu konuyu kapattığını falan sanma."

Doktor, aramızdaki sessiz gerilimi fark etmiş gibi boğazını temizledi. "Şimdilik ilk adım tedaviye başlamak. Ama nakil ihtimalini tamamen göz ardı etmiyoruz. Önümüzdeki süreç belirleyici olacak."

Başımı salladım. Bu savaş henüz bitmemişti. Umay, bu savaşı kaybetmeyecek. Kaybettirmeyecektim.

Doktorun yanından çıktığımızda Umay’ın eli hâlâ avucumdaydı. Odaya girerken taşıdığı o gerginlik biraz da olsa hafiflemiş gibiydi, ama yüzündeki yorgunluk her şeyden daha belirgindi. Bütün bunları taşımasına izin veremezdim. O savaşırken, ben de savaşacaktım.

Koridorda birkaç adım attıktan sonra aniden durdum. "Aşkım, sen burada otur, bekle. Lavaboya gitmem lazım, çok sıkıştım," diye ekledim. Umay kaşlarını hafifçe kaldırıp bana baktı. "Gerçekten mi?" der gibi bir an duraksadı ama sonra başını salladı. "Tamam, git o zaman. Ama çok oyalanma."

Gülümser gibi yaptım, ama içimde fırtınalar kopuyordu. "Söz. Hemen döneceğim."

Oturduğu sandalyeye yerleştiğini görünce hızla arkamı döndüm ve doktorun odasına geri döndüm. Kapıyı tıklatmadan içeri girdim, doktor hâlâ bilgisayar ekranına bakıyordu. Başını kaldırıp şaşkın bir ifadeyle bana baktı.

"Altay? Bir şey mi unuttunuz?"

"Evet," dedim kararlı bir sesle. "Benim karaciğerim. Umay’a verici olabilir miyim?"

Doktor kısa bir an duraksadı, sanki söylediğimi tartıyormuş gibi. Sonra ciddiyetle konuştu. "Bunu hemen değerlendiremeyiz. Öncelikle senin kan grubun, doku uyumun ve genel sağlık durumun detaylıca incelenmeli. Karaciğer naklinde vericinin de tamamen sağlıklı olması gerekir. Eğer herhangi bir risk taşırsan, bu mümkün olmayabilir."

Öne doğru eğildim, masanın kenarına yaslandım. "Ne yapmam gerekiyorsa yaparım. Testler ne zaman yapılabilir?"

Doktor bir an gözlerimin içine baktı, sonra dosyalardan birini çekip hızlıca karıştırdı. "Önce senin sağlık geçmişini detaylıca incelememiz gerek. Kan tahlillerini, karaciğer fonksiyon testlerini ve görüntülemelerini yapacağız. Eğer uygun çıkarsan, etik kurul ve nakil ekibiyle görüşeceğiz. Ama şunu bilmelisin, bu kesin bir çözüm değil. Umay'ın şu anki durumu nakil için stabil hale gelmeden bu sürece giremeyiz."

Başımı salladım. "Tamam. Ama eğer şans varsa, ben bunu denemek istiyorum. Gerekirse hemen testlere başlayın."

Doktor gözlerini kısarak bana baktı, sonra başını salladı. "Peki. Ama bunu önce Umay’la konuşmalısınız. Onun onayı olmadan bu süreci başlatamayız."

İçimde bir yer sıkıştı. Umay asla kabul etmezdi. Onu ikna etmek, savaşı kazanmaktan bile zor olacaktı. Ama bu tartışmaya şimdi giremezdim. Önce uygun olup olmadığımı öğrenmem gerekiyordu.

Derin bir nefes aldım, "O kısmını bana bırak," dedim. "Siz sadece testleri başlatın."

Doktor başını salladı, ben ise saatime baktım. Umay dışarıda bekliyordu. Fazla oyalanmamam gerekiyordu. Derin bir nefes alıp kendimi toparladım, sonra kapıyı açıp çıktım.

Beni beklerken hala olduğu yerde oturduğunu görünce yüzümde hafif bir gülümsemeyle yaklaştım. "Hallettim, çok daha iyiyim," dedim, şaka yapar gibi.

Umay başını iki yana salladı, hafifçe gülümsedi. "İyi bari. Yoksa seni doktora götürmem gerekecekti."

Ben de gülümsedim ama içimde fırtınalar kopuyordu. O bilmese de, onun için verdiğim savaş çoktan başlamıştı.

Gece, Umay’ın ilk ilaç günüydü. Kemoterapi saatini özellikle geceye ayarlamıştık. Gündüzü ona bırakmak istiyordum—oğlumuz Aybars’la, kedimiz Umut’la, belki de bir anlığına her şeyi unutabileceği birkaç saatle dolu olmalıydı. Tedavi zorlu olacaktı, ama hastalık Umay’dan her şeyi çalamazdı.

Hastaneden dönerken elimiz Umay’ınkiyle iç içeydi. Parmakları soğuktu ama sıkıca kavradım. Ona ne kadar güçlü olduğumu, yanında duracağımı hissettirmeliydim. Arabayı siteye sürdüğümde Umay, derin bir nefes alarak başını cama yasladı. "Evde olmak iyi hissettirecek," dedi kısık bir sesle.

Kapıyı açar açmaz Aybars'ın minik kahkahası koridora yayıldı. Yaseminka onu salonda oyun oynarken yere oturtmuştu, ama bizi görünce hemen kollarını açtı. "Baba!" diye seslendi. O an, içimdeki tüm ağırlık bir anlığına hafifledi.

Eğilip oğlumu kucağıma aldım, kokusunu içime çektim. Hayatın hâlâ güzel olduğu anlar vardı ve biz o anları ne pahasına olursa olsun koruyacaktık. Umay da yanımıza geldi, Aybars’ı kollarına alırken gözlerinde sıcak bir ışık vardı. Bir anne olarak, hastalık ne olursa olsun, hâlâ en güçlü olduğu an buydu.

Tam o sırada Umut, yani evin küçük gölge gibi dolaşan kedisi, ayaklarımıza dolandı. Umay eğilip onu kucağına aldığında, yumuşacık tüylerini okşarken yüzünde ilk kez rahat bir gülümseme gördüm. "Beni mi özledin sen?" diye mırıldandı. Umut, sanki her şeyi anlıyormuş gibi Umay’ın göğsüne yaslandı ve mırıldanarak gözlerini kapattı.

O an, zaman durmalıydı. Tedavi, hastalık, acı… Bunlar, ileride düşüneceğimiz şeylerdi. Şu an sadece, Umay, Aybars, Umut ve ben vardık. Bir aileydik. Ve her şeye rağmen, birlikteydik.

O akşam, evin içinde her şey olması gerektiği gibiydi. Aybars oyuncaklarıyla oynarken Umay onu izliyordu. Ben mutfakta basit bir şeyler hazırlıyordum—Umay’ın midesini bulandırmayacak hafif bir çorba ve Aybars için sebzeli püre. Umut ise her zamanki gibi mutfağın kapısında, gözlerini kırpıştırarak bizi izliyordu. Sanki herkes, hatta kedimiz bile bu anın kıymetini biliyor ve zamanı yavaşlatmaya çalışıyordu.

Yaseminka bize biraz zaman tanımak için odasına çekilmişti. Salondaki loş ışık altında Aybars’ın neşeli sesleri yankılanıyordu. Onun kahkahaları Umay’a ilaç gibiydi. Gözlerini oğlumuzdan ayırmıyor, onun her hareketini izlerken içinde fırtınalar kopuyor gibi görünüyordu. Ama yüzüne yansıyan sadece sevgiydi. Hastalık bile bir annenin sevgisini silemezdi.

Yemeğimizi oturup hep beraber yedik. Umay fazla bir şey yiyemedi, ama çorbasından birkaç kaşık aldı. Zorlamadım. Sadece yanında oldum. Bugün savaşmamız gereken şey açlık değildi.

Saat ilerledikçe, Aybars’ın gözleri ağırlaştı. Uykuya direnirken bile annesine yaslanıyor, elini tutuyordu. Onu Umay’ın kollarından alıp odasına götürdüm. Küçük karyolasına yatırırken, parmakları hâlâ benimkine dolanmıştı. Eğilip alnına bir öpücük kondurdum. "İyi geceler, küçük adam."

Uyuduğundan emin olduktan sonra Umay’ın yanına döndüm. Kemoterapi zamanı yaklaşıyordu. İlaçlarını alacağı saati hesaba katıp, onun fazla yorgun düşmeden hazırlanmasını istiyordum. Salonda Umut'u kucağına almış, sessizce düşüncelere dalmış hâlde buldum. Gözlerini bana çevirdiğinde içinde bir gölge vardı ama aynı zamanda bir direniş de vardı.

"Hazır mısın?" diye sordum, sesi çok yumuşak tutmaya çalışarak.

"Hazır olunabilecek bir şey mi bu?" diye cevap verdi hafif bir gülümsemeyle. Ama sonra başını salladı. "Evet, gidelim."

Beraber kalktık, Umut’u yavaşça kanepeye bıraktı. Kendi ayakkabısını bağlamak için eğildiğinde hafifçe soluklandı, ama bunu saklamaya çalıştı. Ben hiçbir şey söylemedim. Onun güçlü kalmasına izin verecektim. Çünkü benim de onun kadar güçlü olmam gerekiyordu.

Dış kapıyı açtım, gece havası yüzümüze çarptı. Bu gece, ilk savaşa başlıyorduk.

"Umay," dedim gülümsemeye çalışarak, "bismillah diyelim ve çıkalım."

O da hafifçe başını salladı. Gözlerinde korku vardı, ama içinde saklı tuttuğu bir savaş ruhu da vardı. Bu gece, ilk adımı atacaktık.

Tam kapıdan çıktığımızda, karşı dairenin kapısı açıldı. Yaseminka dışarı çıktı, gecenin karanlığında bile yüzündeki endişe okunuyordu. Birkaç saniye sessizce baktı, sonra Umay’a doğru ilerleyip elini tuttu. "Sen bunu atlatacaksın," dedi kısık ama net bir sesle. Umay, Yaseminka'nın elini sıkarak ona baktı. "Söz veriyorum," diye fısıldadı.

Asansöre yürüdüğümüzde, Umay'ın elini sıkıca tuttum. Ne olursa olsun, burada yalnız yürümeyecekti.

Aşağı indiğimizde, bizi bekleyen bir sürpriz vardı. Tim, girişin önünde sıralanmıştı. Hepsinin gözlerinde aynı kararlılık, aynı bağlılık vardı. Ama en çok Burak’ın elindekilere takıldı gözüm—bir buket çiçek ve parlak taşlarla süslenmiş plastik bir kraliçe tacı.

Umay duraksadı, şaşkınlıkla onlara baktı. Burak öne çıktı, her zamanki kendine güvenen gülümsemesiyle çiçekleri uzattı. "Sen bizim yenilmez kraliçemizsin, Umay yenge," dedi. "Savaşan bir kadının tahtı yoktur ama tacı vardır."

Tim’in geri kalanı da gülümsedi, sessizlik içinde Umay’ın tepkisini bekliyordu. İşte, Umay’ın yalnız olmadığının en büyük kanıtı buydu.

Umay önce Burak’a, sonra elindeki tacı ve çiçeklere baktı. Gözleri doldu ama ağlamadı. Sonra derin bir nefes alıp Burak’ın uzattığı tacı aldı ve başına yerleştirdi.

"Kraliçeysem, savaşı kazanacağım demektir," dedi gözlerinde o eski, tanıdık ışıkla.

Ve biz, Umay’ın bu savaşı kazanacağına yürekten inanarak yola koyulduk.

Hastaneye vardığımızda her şey hızla ilerledi. Hemşireler, Umay’ı doğrudan kemoterapi odasına aldı. "Sadece hastalar içeri girebilir," dediler. İtiraz etmeye kalktım ama Umay başını hafifçe iki yana salladı. "Sorun değil, Altay. Beni burada bekle. Uzun sürmeyecek," dedi, sesi sakin ama yorgundu.

Kapının kapanışını izlerken içimde tarif edemediğim bir sıkışma oldu. Onunla giremiyordum, savaşın tam ortasında yanında olamıyordum. İlk defa bir çatışmada silahsız hissediyordum. Ellerimi cebime soktum, sıkılı yumruklarımı gevşetmeye çalıştım. Bir şey yapmalıydım.

Kendi kendime yürüyerek hastanenin bekleme salonundaki boş bir köşeye oturdum. Kalbim göğsüme sığmıyordu. Savaşmaktan başka bir şey bilmeyen bir adam, savaşamayacağı bir düşmanın karşısında ne yapardı?

Göğüs cebime elim gitti. İçinden, yıllardır yanımdan ayırmadığım küçük Kur'an-ı Kerim’i çıkardım. Cildi eskiydi, sayfaları zamanla yıpranmıştı ama hâlâ elimin altındaydı. Derin bir nefes alarak rastgele açtım. Fetih Suresi.

Ellerim hafif titrerken gözlerimi ayetlerin üzerine sabitledim ve okumaya başladım:

"Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik."

Her kelime, içimde bir yerlere işliyordu. Bu, bir savaş ayetiydi. Ama benim savaşım artık cephede değil, Umay’ın damarlarından geçen o ilaca karşıydı. Zafer, bu sefer kılıçla değil, sabırla kazanılacaktı.

Okudukça kalbimde bir rahatlama hissettim. Sanki yalnız değildim. Sanki bu, sadece bir sınavdı ve ben Umay’ın elini bırakmadığım sürece kaybetmeyecektik.

Gözlerimi kapatıp içimden bir dua fısıldadım:

"Allah’ım, bu savaşı kazanmamıza yardım et. Umay’ı güçsüz bırakma. Bize sabır ve zafer ver."

Sonra derin bir nefes alıp başımı kaldırdım. Kapının açılmasını, Umay’ın bana geri dönmesini bekledim.

Kapı açıldığında içim sıkıştı. Umay’ı içeri nasıl bıraktıysam öyle çıkmasını bekliyordum belki, ama gerçek hiç de öyle olmadı.

Tekerlekli sandalyede, başı hafifçe yana düşmüş, yüzü solgun bir hâlde çıkarıldı. Sanki vücudundaki tüm enerji çekilip alınmıştı. O güçlü, dik duran kadın gitmiş, yerine bitkin, gözleri bulanık bakan biri gelmişti. Hemşirelerden biri onun koluna hafifçe dokundu, "Tedavinin ilk seansı olduğu için biraz daha ağır hissetmesi normal," dedi.

Hemen yanına çömeldim, elini tuttum. Buz gibiydi. Umay güçsüz bir şekilde gülümsedi, ama o bile yarım kaldı. "Sanırım düşündüğümden daha beter vurdu," diye fısıldadı.

Bunu söylemesi bile fazlaydı. Kemoterapi gerçekte ne demekti, şimdi anlıyordum. Umay’ın yüzü hafifçe grileşmişti, gözlerinin altı çöküktü. Terden ıslanmış saçları alnına yapışmıştı. Midese bulanıyor gibiydi, arada derin nefesler alıyor ama toparlanamıyordu.

Hemşirelerden biri poşet içindeki ilaçları elime tutuşturdu. "Bunlar destek tedavisi için. Mide bulantısı, halsizlik, bağışıklık düşmesi için gerekli ilaçlar. Lütfen bunları düzenli kullanmasını sağlayın."

Başımı salladım ama gözüm Umay’dan ayrılmıyordu. Ona böyle bakmaya alışık değildim. O güçlüydü, dimdikti, kimseye muhtaç olmamayı ilke edinmişti. Ama şimdi bana yaslanıyordu. Ve ben onun için ne yaparsam yapayım, içindeki savaşı tek başına vermesi gerektiğini biliyordum.

Bir an, aklıma savaş alanında gördüğüm yaralı askerler geldi. Patlamadan sonra toza bulanmış, bilinci yarı açık halde sedyeye taşınanlar… Şimdi Umay tam olarak öyle görünüyordu. Ama bu kez düşman bir bomba ya da kurşun değil, damarlarından dolaşan bir zehirdi. Onu öldürmeden iyileştirecek bir zehir.

Eğildim, alnına bir öpücük kondurdum. "Hadi, seni eve götüreyim."

Sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı. "Altay… Eve gidince sadece uyumak istiyorum."

Gözlerimi kapattım. Bu sadece bir başlangıçtı. Ama biliyordum, bu savaş düşündüğümüzden daha çetin geçecekti.

Yolda ilerlerken Umay başını cama yaslamış, gözlerini kapatmıştı. Sessizdi ama iyi değildi. Her nefes alışında göğsü inip kalkıyor, yüzü her geçen dakika biraz daha soluyordu. Elim direksiyonda, gözüm sürekli ona kayıyordu.

Sonra aniden gözlerini açtı, "Altay… durdur arabayı," dedi zorlukla.

Gözüm anında dikiz aynasına gitti, arkadan gelen araç var mı diye bakmadan hızla sinyal verip sağa çektim. Daha motoru durdurmadan Umay kapıyı açıp kendini dışarı attı.

Hemen peşinden indim. O, kaldırımın kenarına eğilmiş, ince kollarını karnına bastırarak kusuyordu. Sanki vücudu içindeki her şeyi atmaya çalışıyor ama hiçbir şey çıkmasa bile duramıyordu. Sadece mide asidi ve çaresiz bir titreme...

Etrafıma baktım, gecenin sessizliğinde sadece sokak lambalarının soğuk ışığı vardı. Arabaların nadiren geçtiği tenha bir yoldu burası. İyi ki buradaydık. Kalabalık bir yerde olsak daha da kötü hissederdi.

Dizlerimin üzerine çöküp elimi sırtına koydum, hafifçe sıvazladım. "Tamam, buradayım. Geçecek, nefes al."

Ama o sadece tekrar kusuyor, nefes almaya çalışıyor ama ciğerleri buna izin vermiyordu. Vücudu, ilaçları reddediyordu.

Güçsüzce doğrulmaya çalışırken, gözleri sulanmış, teni terden yapış yapış olmuştu. Elini kaldırdı, sanki bir şey söylemek istiyordu ama gücü yetmedi. Yavaşça alnındaki teri sildim, yüzünü ellerimin arasına aldım.

"Bitti mi?" diye fısıldadım.

O sadece başını salladı, sesi çıkmıyordu.

Arabaya geri götürmeden önce birkaç saniye orada, gecenin soğuğunda öylece kaldık. Umay yorgun, ben çaresizdim. Ama vazgeçmek gibi bir şansımız yoktu.

Yavaşça kollarımdan destek alarak doğruldu, "Altay... beni eve götür," dedi kısık bir sesle.

Arabanın kapısını açıp ona yardım ettim, kemerini taktım. Sonra direksiyona geçtiğimde, içimde tarifsiz bir öfke vardı. Buna alışamayacaktım. Onu bu hâlde görmek, benim elimden bir şey gelmemesi, içimi parçalayan bir bıçak gibiydi.

Motoru çalıştırıp tekrar yola koyulduk. Bu daha ilk gündü. Ve Umay daha şimdiden tükeniyordu.

Telefonu titreyen ellerimle cebimden çıkardım, gözümü yoldan ayırmadan hızlıca İlteriş’i aradım. Üçüncü çalmada açtı. "Altay?" Sesinde endişe vardı.

Derin bir nefes aldım, ama içimdeki çaresizliği saklayamadan konuştum. "Bugün Aybars sizde kalsın kardeşim, olur mu? Diş çıkarıyor diye zaten huysuz. Eğer annesini çok isterse beni çağırırsınız ama… Umay’ın dinlenmesi gerekiyor."

İlteriş’in sesi bir an duraksadı. "Tamam, merak etme. Sen sadece Umay’la ilgilen."

"Sağ ol." Sesim neredeyse fısıltı gibiydi. Telefonu kapattım, direksiyonu sıkıca kavradım.

Yan koltukta Umay gözlerini kapatmış, başını hafifçe yana yatırmıştı. Nefesi düzensizdi, yüzü hâlâ solgundu. Ellerini kucağında birleştirmişti, parmakları hafifçe titriyordu. Ne kadar kötü hissettiğini söylemeyecekti, ama ben biliyordum.

Aybars’ı bir gece bile olsa uzak tutmak zorundaydım. Umay’ın bu haldeyken bir de oğlumuzun ağlamasına dayanmasını istemiyordum. Ama içim acıyordu. Bir baba olarak Aybars’ı bırakmak, bir eş olarak Umay’ı bu hâlde görmek… Bunlardan hangisi daha zor bilmiyordum.

Yolun geri kalanını sessizlik içinde geçtik. Bu sessizlik, Umay’ın ne kadar kötü olduğunu gösteriyordu. O konuşmadığında, gülmediğinde, şakalaşmadığında… İşte o zaman işler gerçekten yolunda gitmiyordu.

Gözüm tekrar ona kaydı. "Birazdan evdeyiz aşkım. Yatıp dinleneceksin, tamam mı?"

Gözlerini araladı, yorgun ama dirençli bir gülümsemeyle başını salladı. "Sana zahmet olacak ama battaniyemi de getirir misin kralım?" diye fısıldadı.

Böyle anlarda bile kendine has tarzını koruyordu. İçimde kırık bir gülümsemeyle başımı salladım. "Senin için her şeyi yaparım, kraliçem."

Ve sonunda, eve doğru son virajı döndüm. Bu gece, çok uzun olacaktı.

 

Evin kapısını açarken, içimde garip bir boşluk. Bir eşikten geçerken kendini yitirmek gibi. Ayakkabılarımızı çıkarıyoruz, Umay tereddüt ediyor, bir saniyeliğine bile olsa yere çökmek istiyor gibi. Ama etmiyor. Bir adım, sonra bir adım daha. İnsan bazen düşmeden de düşebilir.

Battaniyesini alıyorum, kanepeye uzanıyor. Saçları alnına yapışmış, gözleri bir yere bakıyor ama görmüyor. Umut sessizce yanına kıvrılıyor, o koca kedi bile nasıl davranacağını bilmiyor sanki. Bir evin içinde üç canlı, ama her biri başka bir savaşta.

Mutfakta suyu koyuyorum bardağa. Kendi ellerimle, hiçbir şeye faydası olmayan ama bir şey yapma ihtiyacı hissettiren bir hareketle. Umay bir şey demiyor, ben de demiyorum. Bazen susmak, en ağır dildir.

Dışarıda rüzgâr esiyor, pencereler hafif titriyor. Şehir aynı şehir, gece aynı gece. Ama biz, biz eski biz değiliz.

Salona dönüyorum, elime suyu alıp yanına bırakıyorum. Umay başını kaldırmıyor, sadece parmaklarıyla bardağın kenarına dokunuyor. Suya değil de, onun varlığına ihtiyacı var gibi. Uzun zamandır ilk kez böyle görüyorum onu. Sessiz, kırılgan, paramparça olmadan az önceki hâl gibi.

Yanına oturuyorum, battaniyenin ucunu hafifçe çekip ayaklarını örtüyorum. Küçük bir hareket, ama içinde her şey var. Onu anladığımı söylemenin başka bir yolu. Gözleri uzaklarda bir noktaya takılı kalıyor, içinden bir şeyler geçiriyor. İnsan bazen içinden geçenleri bile tutamaz.

"Nasıl hissediyorsun?" diye soruyorum sonunda. Söylenmesi gereken bir cümle gibi değil de, bir boşluğu doldurmak için belki. Ya da belki, hâlâ buradayım demek için.

Umay başını çeviriyor. O gözler. Ne kadar tanıdık, ne kadar yorgun. İçinde fırtına kopan ama denizini saklayan bir kadının gözleri.

"Garip," diyor sadece. Sesinde bir titreme var ama belli etmiyor. "İçimde bir boşluk var. Sanki bedenim bana ait değil gibi. Midem bulanmıyor artık, çünkü bulanmaya bile hâli yok. Kollarım ağır. Başım hafif. Kendimi burada, bu koltukta, battaniyenin altında sanıyorum ama bir yandan da değilim. Anlatabiliyor muyum?"

Anlatıyor. O kadar iyi anlatıyor ki, içim burkuluyor. Bazen insanın hislerini anlatması, onları yaşamasından bile daha zor geliyor. Ama Umay bunu bile yapıyor.

Başımdan hafifçe aşağı sallıyorum, usulca elini avucuma alıyorum. Parmakları buz gibi. İçinde kopan savaşın soğukluğunu dışına taşıyor sanki.

"Buradasın," diyorum sadece. "Buradasın, ve ben de buradayım."

Gözlerini kapatıyor, derin bir nefes alıyor. Sanki o nefesle içinde tuttuğu ne varsa biraz serbest bırakmaya çalışıyor. Ama biliyorum, bazı nefesler içindeki yükü azaltmaz, sadece daha derine gömer.

Saat ilerliyor. Gece biraz daha koyulaşıyor. Umay uyumuyor, ben de uyumuyorum.

Dışarıda şehir, sokak lambaları, uzaktan geçen arabaların farları... Bir yerlerde insanlar gülüyor, bir yerlerde birileri sabaha karşı uyuyakalmış. Hayat devam ediyor.

Ama bizim zamanımız burada durmuş gibi.

Umay gözlerini açıyor, bana bakıyor. "Altay?"

"Söyle aşkım."

Derin bir nefes alıyor, sesinde rüzgârın soğukluğu gibi bir şey var. "Kazanabilecek miyiz?"

İçimde bir şey kırılıyor. Öyle bir soru ki bu, cevabı kimin vereceğini bilmiyorum. Ben mi? Doktorlar mı? Hayat mı?

Elini biraz daha sıkıyorum. "Kazanacağız."

Bir süre bana bakıyor, gözleri bir şey arıyor sanki. Sonra hafifçe gülümsüyor, çok yorgun ama hâlâ burada. "Öyleyse ben biraz uyuyayım."

Ve gözlerini kapatıyor.

Ben ise öylece oturuyorum. Bazı savaşlar, sabaha karşı kazanılır. Ve bazı savaşlarda, sabaha kadar nöbet tutmak gerekir.

Gece boyunca Umay’ı izledim.

Saat ilerledikçe, kemoterapinin etkileri yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Önce hafif bir üşüme geldi. Battaniyeyi üzerine örtmeme rağmen titriyordu. Dişleri birbirine vuracak gibi olmasa da, bedeninin derinlerinden gelen bir ürperiş vardı.

Sonra, mide bulantısı… Gözlerini kapattığında bile kaşları hafifçe çatılıyordu. Uyumak istiyor ama rahat edemiyordu. İçinde bir şeyler ters gidiyordu, vücudu zehri tanıyor ve ona tepki veriyordu. O zehir onu iyileştirecekti, ama önce mahvedecekti.

Yarım saat içinde nefesi değişti. Daha hızlı, daha düzensiz… Gecenin sessizliğinde, sadece onun yavaş yavaş güçsüzleşen soluğunu duyuyordum.

Bir ara gözlerini açtı, odanın loş ışığında bakışları boşlukta gezindi. "Altay…" dedi fısıltıyla.

Hemen yanına eğildim. "Buradayım."

"Su…"

Bardağı aldım, dudaklarına yaklaştırdım. Küçük bir yudum aldı, ama yutarken yüzü buruştu. Midesi kabul etmeyecek gibiydi. Yutkundu, sonra hafifçe başını yana çevirdi. "Fazla içemem… midem…"

Bunu biliyordum. İlk gece mide kazınıyormuş gibi olurdu, kusmaya zorlar ama içeride artık kusacak bir şey kalmamış olurdu.

Elini alnına götürdü, hafifçe ovuşturdu. "Başım… çok dönüyor."

Baş ağrısı, halsizlik, üşüme, mide bulantısı… Her şey birer birer geliyordu. Daha ilk geceden böyleyse, sonrası ne olacaktı?

Saat 3’e doğru Umay artık iyice tükenmişti. Gözleri kapanıyor ama uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyordu. Arada bir derin nefes alıp, başını hafifçe sağa sola çeviriyordu.

Yanına oturup elini tuttum. Bütün gece bu şekilde bekledim. Onun bu savaşta yalnız olmadığını bilmesini istiyordum.

Bazı savaşlar sessiz olurdu. Ve bazı savaşlarda, tek yapabildiğin yanında oturup sabahı beklemekti.

Sabaha karşı, Umay’ın başucunda oturduğum yerde uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey, boynumdaki sertlik ve kollarımın uyuşmuş olmasıydı. Başımı hafifçe kaldırdım, gözlerimi ovuşturup saate baktım. 08:00.

Hemen yanımda, Umay sessizce yatıyordu. Geceden beri neredeyse hiç hareket etmemişti. Yüzü hâlâ solgundu, dudakları hafifçe kurumuştu. Göğsü düzenli ama yavaş inip kalkıyordu. İlk gecenin yükünü ağır çekmişti.

Bir an, uyandırmaya kıyamadım. Saat kaç olursa olsun, bu uykunun ona iyi geldiğini biliyordum. Ama aynı zamanda nasıl hissettiğini bilmek zorundaydım.

Elimi usulca alnına koydum. Ateşi yoktu ama vücudu hâlâ soğuktu. Titremesi geçmişti ama halsizliği yüzünden okunuyordu.

"Umay?" diye fısıldadım.

Gözleri hafifçe aralandı. Yorgundu, belli ki hâlâ tam uyanmamıştı. "Saat kaç?" diye mırıldandı, sesi kuru ve kısıktı.

"Sekiz."

Yavaşça gözlerini kırpıştırdı, başını hafifçe yastığa gömdü. "Sanki daha geç olmalıydı… Gece hiç geçmedi gibi."

Ne diyeceğimi bilemedim. Haklıydı. O gece hem bedeni hem de zihni savaşmıştı ve sabah, ona bir zafer gibi gelmiyordu.

"Biraz daha uyumak ister misin?" diye sordum.

Başını iki yana hafifçe salladı. "Hayır, yeterince uyuyamadım ama… Yataktan kalkmazsam kendimi daha kötü hissedeceğim."

Tam kalkmaya yeltenirken başı hafifçe döndü, gözleri bulanıklaştı. Elim anında omzuna gitti.

"Yavaş," dedim. "Daha yeni başlıyoruz, acele etme."

Gözleri bana döndü. "Biliyorum," dedi, yorgun ama pes etmeyen bir sesle. "Ama bu savaşta ilk geceyi atlattım, değil mi?"

Gülümsedim, parmaklarımı nazikçe elinin üzerine koydum. "Evet, kraliçem. İlk geceyi atlattın."

İlk geceyi atlattık. Ama bu daha sadece başlangıçtı.

"Aşkım," dedim gülümseyerek, ama yüzümdeki gülümseme ne kadar gerçekti, bilmiyordum. "Benim işe gitmem lazım. Ama Yaseminka hep yanında olacak, biliyorsun. Dersleri online, seninle ilgilenmek için bolca vakti var."

Umay gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Yorgundu ama hâlâ oradaydı. Elini hafifçe kaldırıp battaniyenin kenarını çekti, dudaklarının arasından neredeyse duyulmayacak bir ses çıktı. "Gitmen lazım, biliyorum."

Ama sesi bana "Beni bırakıyor musun?" diye fısıldıyordu sanki.

Bunu düşündüğünü biliyordum. Ben de gitmek istemiyordum. Onu bu halde bırakmak, yanında olmamak, her anını görememek… Ama hayat, hastalık bile olsa durmuyordu.

Eğilip yanağına bir öpücük kondurdum. "Her an aklımdasın. Eğer en ufak bir şey olursa beni hemen arayın, tamam mı?"

Gözlerini kapattı, başını hafifçe salladı. "Tamam."

Ama sesi hâlâ yorgundu. Bu kadar kısa bir kelime bile onu yoruyordu.

Kapıdan çıkmadan önce son kez ona döndüm. Gözleri kapalıydı ama elini battaniyenin üzerine koymuş, beni hissetmeye çalışıyor gibiydi. Yaseminka mutfaktan elinde bir bardak suyla çıktı, gözleriyle bana "Merak etme, ben buradayım," dedi.

Derin bir nefes aldım. Kapıyı kapatırken içimde bir düğüm vardı. Gidiyordum, ama aklımın yarısını o odada bırakıyordum.

Evden çıkmadan doğrudan banyoya yöneldim. Aynada kendime baktığımda gözlerimin altında yorgunluktan oluşan gölgeleri gördüm. Umay’ın gecesini izlerken ben de bir nevi savaş vermiştim. Ama şimdi toparlanmalı, işime odaklanmalıydım. Beni sahada zayıf görmeye kimsenin hakkı yoktu.

Hızlıca yüzümü yıkadım, tıraş köpüğünü elime alıp aynaya tekrar baktım. Ne olursa olsun, her sabah aynı ritüeli yapıyordum. Kendimi disipline etmenin, zihnimi berrak tutmanın bir yoluydu bu. Ustura bıçağını yüzümde gezdirirken, keskinliğiyle beraber içimdeki dağınıklığı da sıyırıp atmaya çalıştım.

Tıraşı bitirip üstümü giyindikten sonra Aybars’ın odasına girdim. Küçük adam karyolasında mışıl mışıl uyuyordu. Eğilip alnına hafif bir öpücük kondurdum. "Seni seviyorum, küçük prens." İçimden geçenleri yüksek sesle söylemek istemedim, çünkü Umay'ın gece boyunca nasıl mücadele ettiğini biliyordum. Onun biraz daha uyumasına ihtiyacı vardı.

Kapıyı sessizce kapatıp evden çıktım. İlteriş dışarıda, arabanın yanında sigarasını yakmış bekliyordu. Beni görünce başını kaldırdı, sigarasını yere atıp ayağıyla ezdi. "Nasıl geçti?" dedi, gözleri sorgular gibi üzerimdeydi.

"Kötüydü," dedim net bir şekilde. "Ama atlattı."

İlteriş başını salladı. Ne hissettiğimi biliyordu, fazlasına gerek yoktu. "Hadi gidelim," dedi.

Araca atladık, kısa bir sürede timle buluşacağımız noktaya vardık. Servis bizi bekliyordu. İçeri girdiğimde çocuklardan bazıları şakalaşıyor, kimileri ise sessizce camdan dışarı bakıyordu. Burak beni görünce hafifçe başını kaldırdı. "Komutanım, bugün nasılsın?" dedi.

"İyiyim," dedim. Yalan söylemekten başka çarem yoktu.

Herkes araca doluşunca motor çalıştı, servis hareket etti. Karargaha doğru yol alırken, dışarıda gün yeni doğuyordu. Ama içimde gece hâlâ devam ediyordu.

Karargaha vardığımızda herkes hızlıca toparlandı. Özel Kuvvetler’de disiplin şarttı. Yorgun olsan da, aklın başka yerde olsa da, görev başladığında her şey arkada kalmalıydı. Kapıdan içeri adım attığımda, Umay’ın solgun yüzü, titreyen elleri, gecenin sessizliği aklımın bir köşesinde hâlâ duruyordu. Ama şimdi odaklanmalıydım.

Brifing odasına girdiğimizde komutan çoktan içerideydi. Masanın üzerinde büyük bir harita, yan tarafta bir projektör ekranı açıktı. Tim, askeri düzen içinde yerini aldı, herkes sessizdi. Bu, sıradan bir operasyon değildi.

Komutan gözlerini hepimizin üzerinde gezdirerek konuşmaya başladı. "Beyler, bugün sınır hattında yeni bir görevimiz var. İstihbarata göre, belirlenen bölgede yasa dışı silah sevkiyatı yapılıyor. Karşımızda terör unsurları var ve bunlar profesyonel şekilde hareket ediyor. İşimiz kolay olmayacak."

Ekranda bir uydu görüntüsü açıldı. Sınır hattındaki bir bölgede, çöl rengi kamuflaja sahip araçların fotoğrafları belirgin şekilde işaretlenmişti.

"Operasyon gece gerçekleşecek," diye devam etti komutan. "Sızma timi olarak belirlenen noktadan içeri gireceğiz, sessiz ve hızlı hareket edeceğiz. Ateş üstünlüğü bizde olmalı. Burada hata yapma şansımız yok."

Gözlerim haritaya kilitlenmişti. Görev ne kadar zorlu olursa olsun, kafamın bir tarafı hâlâ Umay’daydı. O, evde yatağında halsiz yatarken, ben burada savaş alanına hazırlanıyordum. Ama bu hayatın bana verdiği denklemdi. Sevdiklerimi korumak için savaşmalıydım.

Brifing devam ederken İlteriş göz ucuyla bana baktı, yüzümdeki gerilimi fark ettiğini anladım. Ama sormadı. O da biliyordu ki, görev başladığında sivil hayat, kişisel meseleler, acılar hepsi geride kalırdı.

Komutan son cümlelerini söylerken, "Hazırlıklarınızı tamamlayın, bir saat içinde harekete geçiyoruz," dedi.

Tim hızla dağıldı, herkes silahlarını ve teçhizatını almak için hazırlandı. Ben de içimdeki tüm düşünceleri bir kenara bırakıp, bu geceyi sağ çıkmamız gereken bir görev olarak aklıma kazıdım.

Çünkü bu sadece bir operasyon değildi. Bu, hem sahada hem de evde verdiğim savaşın bir parçasıydı.

Silah odamda teçhizatımı kuşanırken Halil Komutan sessizce yanıma geldi. Onun ağır adımları bile bir şeyler soracağını belli ediyordu. Başımı kaldırmadan tüfeğimi kontrol etmeye devam ettim, ama bakışlarını üzerimde hissetmemek imkânsızdı.

"Altay," dedi, sesi her zamanki gibi sakindi ama içinde bir sorgulama vardı. "Umay nasıl?"

Elimdeki şarjörü yavaşça yerine oturttum, bir an duraksadım. Ne diyebilirdim? Gecenin nasıl geçtiğini, Umay’ın nasıl titrediğini, sabaha karşı yorgunluktan nasıl bayılır gibi uyuyakaldığını mı? İçimdeki çaresizliği mi anlatmalıydım? Hayır. Burada duygusallığa yer yoktu.

Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Savaşıyor," dedim net bir şekilde. "İlk gece zordu ama atlattı."

Halil Komutan başını hafifçe salladı. O da anlamıştı. Bazı savaşlar cephede değil, insanın kendi kanında, damarlarında, içinde sürüyordu.

"Eğer bir şeye ihtiyacın olursa biliyorsun, burada yalnız değilsin," dedi. Sesi sertti ama içinde samimiyet vardı.

Başımı salladım. "Sağ ol komutanım. Ama şu an önümde başka bir savaş var. Önce bunu bitireceğim."

Gözlerini biraz daha üzerimde gezdirdi, sanki içimdeki her şeyi okuyormuş gibi. Sonra kısa bir nefes alıp hafifçe omzuma vurdu.

"Tamam o zaman. Hadi toparlan, harekât başlamak üzere."

O uzaklaşırken silahımı son kez kontrol ettim. Şimdi sahada savaşacaktım. Sonra Umay için savaşmaya devam edecektim. Kaybetmek, hiçbir cephede seçenek değildi.

Son ekipman kontrollerimi yaparken tim yavaş yavaş brifing odasından çıkıp silahlarını kuşanmaya başladı. Operasyon öncesi rutin, yıllardır içimize işleyen bir düzenle ilerliyordu.

MK-18 tüfeğimi elime aldım, üst gövdeyi geriye çekerek fişek yatağını kontrol ettim. Temiz. Şarjörü yerine oturtup emniyeti aldım. Yan cephe rayına PEQ-15 lazer işaretleyiciyi sabitledim, ardından susturucuyu monte ettim. Göğüs rig’imi sıkarak vücuda tam oturduğundan emin oldum. Bu gece sessiz hareket edecektik.

Helikopter pistine yöneldiğimizde, herkesin yüzü ciddiydi. Gece operasyonları her zaman risklidir. Görüş zayıftır, temas mesafesi düşüktür ve hata payı sıfırdır.

"Altay, sen önde lider pozisyondasın," dedi İlteriş yanıma yaklaşarak. "Sızma ekibinin başında sen olacaksın. İlk teması sen belirleyeceksin, ona göre ilerleriz."

Başımı salladım. "Anlaşıldı. LZ'ye (Landing Zone - İniş Noktası) sessiz giriş yapacağız. Konum doğrulandıktan sonra sızma başlayacak."

Halil Komutan, Black Hawk'ın yanında duruyordu. "Beyler, bu bir HVT (High-Value Target - Yüksek Değerli Hedef) operasyonu. İçerideki unsurların kimlikleri henüz tam net değil ama elimizdeki istihbarata göre, yasa dışı silah transferinden sorumlu kilit isimlerden biri içeride olabilir. Operasyonun odak noktası: Yakala ve tahliye et."

Burak hemen lafa girdi. "Yani, sıcak temas istemiyoruz?"

Halil Komutan başını salladı. "Aynen öyle. Öncelik sessiz giriş ve hedefin sağ ele geçirilmesi. Ama temas olursa dağınık çatışmaya izin vermiyoruz. Kontrollü müdahale şart."

Herkes başını salladı. Gereksiz çatışma, planı bozardı. Sızma operasyonlarında ateş açmak son çareydi. Ama sahada işler her zaman kağıt üstündeki gibi gitmezdi.

Black Hawk'ın pervaneleri dönmeye başladı. Termal görüş gözlüklerini (NVG - Night Vision Goggles) kaskıma sabitleyip yerime geçtim. İlteriş karşıma oturdu, tüfeğini kucağına almış, başını hafifçe sallayarak bana baktı.

"Hazır mısın?"

Gözlerimi kapatıp bir saniye nefesimi kontrol ettim. Umay, Aybars, ev, hastane, gece boyunca başucunda oturduğum anlar... Hepsi bir saniyeliğine gözümün önünden geçti.

Sonra gözlerimi açtım. "Her zaman."

Pervaneler tam hızına ulaştı. Black Hawk yükselmeye başladı. Gece boyunca sürecek bu savaş, artık başlamıştı.

Gece karanlığında Black Hawk yükselirken, helikopterin içi sessizdi. Sadece motorun derinden gelen uğultusu ve kulaklıklarımızdan gelen telsiz frekansının hafif cızırtısı duyuluyordu. Herkes tetikteydi.

Uçuş süresi yaklaşık yirmi dakika sürecekti. Operasyon bölgesi, sınıra yakın bir vadideydi. İstihbarata göre, burada yasa dışı silah ve mühimmat transferi yapılıyordu. Hedefimiz, yüksek değerli bir terörist liderini ele geçirmekti. Sessiz girecek, hızlı çıkacaktık.

İlteriş yanımda tüfeğini kontrol ederken gözlerini bana çevirdi. "İçimde kötü bir his var," dedi, sesi telsizin içinde yankılandı.

Başımı salladım. "İlk temas olmadan konuşmak için erken. Ama dikkatli olacağız."

Halil Komutan telsizden sesi verdi:
"LZ'ye beş dakika. Hazırlıklar tamam mı?"

"Alfa ekibi hazır," dedim. Yanımda oturan herkes başlarını sallayarak onayladı.

NVG’yi (gece görüş gözlüğü) aşağı indirdim. Gözlerimin önünde dünya yeşil ve siyah tonlarına büründü. Vadinin silüeti uzaktan seçilmeye başlamıştı. Aşağıda hiçbir ışık kaynağı yoktu. Bu iyiye işaretti—düşman ya gelişimizi fark etmemişti ya da tamamen hazırlıksızdı.

"Sessiz iniş, hızlı hareket," dedi Halil Komutan. "Hedefimiz ana depo binasında. İlk teması belirlediğimiz noktada yapacağız. Unutmayın, sıcak çatışma istemiyoruz."

Ama bu, çatışma olmayacak demek değildi.

Helikopter ani bir hareketle alçalmaya başladı. Rüzgârın şiddeti arttı, gövde hafifçe sallandı. Zemin yaklaşıyordu.

"İniş! İniş! İniş!"

Tekerlekler yere değer değmez kapılar açıldı. Tüfeğimi kaldırıp hızla dışarı süzüldüm. Peşimden İlteriş, Burak ve diğer tim üyeleri sırasıyla indi. Gözlerimiz hemen çevreyi taradı.

Sessizlik.

Burası bir operasyon bölgesine göre fazla sessizdi. Ne devriye vardı ne de hareket eden bir gölge.

"Tuhaf," diye fısıldadı Burak. "Bu kadar büyük bir operasyonda bu kadar az adam beklemiyorduk."

İlteriş telsizi açtı. "Ana giriş boş görünüyor. Bölgeyi tarıyoruz."

Halil Komutan "Devam edin," dedi.

İki kişi önden ilerledi, ben ve Burak arkalarından hareket ettik. Depoya doğru yaklaştıkça, içeriden gelen hafif bir uğultu duydum. Motor mu? Jeneratör mü? Konuşmalar mı?

Tam binaya yaklaşırken aniden kulakları yırtan bir telsiz paraziti oluştu.

“ŞŞZZTT Alfa Ekibi! Bu bir ŞŞZZT"

Sonra… patlama.

Yer sarsıldı, gökyüzü bir anda alevlerle parladı. Sağ tarafımızdan şiddetli bir patlama yükseldi.

"Tuzak!" diye bağırdım, hızla kendimi yere attım.

Düşman bizi bekliyordu.

Gecenin sessizliği, şimdi otomatik silah sesleriyle paramparça oluyordu.

İlk mermiler gecenin içinde ölümcül bir parıltı gibi geçti. Kurşunların vızıltısı kulaklarımın dibinde yankılandı, refleksle kendimi bir kayanın arkasına attım. Patlamanın etkisiyle toprak havaya kalkmış, görüşü kısıtlamıştı.

Telsiz cızırtılıydı ama hâlâ çalışıyordu. “Temas var! Tekrar ediyorum, temas var!” diye bağırdım.

İlteriş hemen yanıma çöktü, silahını doğrultarak “Pusuya düştük! Siper alın, çevreyi tarayın!” diye emretti.

Burak ve diğerleri hızla mevzi alırken, düşman ateşi giderek yoğunlaştı. Binanın içinden ve çatısından ateş açıyorlardı. Planlarımız değişmişti. Artık sessiz sızma yoktu. Artık savaş vardı.

"Görüş alanı tespit edin! Kaç kişiler?" diye sordum.

"En az on beş, belki daha fazla," dedi İlteriş, lazer işaretleyicisini devreye alarak. "İçeridekiler takviye çağırmadan temizlememiz lazım."

Burak, tüfeğinin üzerine monte edilmiş termal optikle hızla tarama yaptı. "İki kişi çatıdaki nişancı pozisyonunda. Binanın girişinde dört adam var, içeride hareket var ama sayıyı göremiyorum."

"Hedefimiz içeride olabilir," dedim. "Hızlı hareket etmeliyiz."

“Sis bombası!” diye bağırdı İlteriş. Bir an sonra, ortalık beyaz dumanla kaplandı.

Sis içinde hızla pozisyon değiştirdim. İki el ateş ettim biri girişteki adama, diğeri çatıya yönelmiş bir nişancıya. İlk adam anında yere serildi. Çatıda biri vuruldu ama hâlâ hareket ediyordu.

"Girişe ilerliyoruz!" diye telsize bildirdim. Burak ve diğerleri baskı ateşi açarken, ben ve İlteriş binaya doğru hızla yöneldik. Geri çekilecek yerleri yoktu.

Tam kapıya ulaştığımda içeriden gelen silah sesiyle kendimi duvara yasladım. Düşman içeride pozisyon almış, bekliyordu.

"El bombası hazırla," dedim. İlteriş başını salladı, pim çekildi.

"Temizle!" diye bağırdım.

Bomba içeri yuvarlandı, bir saniye sonra içeride kulakları sağır eden bir patlama duyuldu. Kapıdan içeri dalarken, gözüm hedefi arıyordu.

Ve tam o anda, karşımda masanın arkasına saklanmış bir adam gördüm.

İstihbarat raporlarındaki yüz.

Hedefimizdi.

Ama elinde bir şey vardı.

Bir tetik.

Ve ona bağlı bir yelek.

Bomba düzeneği.

Göz göze geldik.

Bir saniyem vardı.

Zaman durdu.

Karşımda duran adamın yüzü, istihbarat raporlarındaki fotoğraflardan daha yaşlı, daha yorgun ama daha ölümcüldü. Gözleri delirmiş gibiydi, ama asıl tehdit ellerindeydi.

Bomba düzeneği.

Parmakları, intihar yeleğine bağlı olan tetikleyiciyi sıkıca kavramıştı. Tek bir hareketi, hepimizi bu odada buharlaştırabilirdi.

İlteriş hızla arkamdan yana kaydı, Burak kapının eşiğinde mevzi aldı. Ama hepimiz biliyorduk ki, bu mesafede hiçbir şey yapamazdık. Mermiyi tetiği çekmeden beynine saplasak bile, ölüm refleksiyle parmağı düğmeye basardı.

Bu adam ölmeye hazırdı.

Ama ben de ölmeye hazır mıydım? Hayır.

O an, zihnimde tek bir şey yankılandı: Umay.

O, ölümle savaşıyordu. Benim burada ölme lüksüm yoktu. Oğlum Aybars, daha adını tam söyleyemiyordu. Onu bir daha görememe ihtimalini kabul edemezdim.

Derin bir nefes aldım, ellerimi hafifçe kaldırdım. Sakin olmalıydım.

"Dur," dedim, gözlerimi onunkilere kilitleyerek. "Ne istiyorsun?"

Adam, nefes nefese bana baktı. Avuç içleri terliyordu, dudakları titriyordu. Belki korkudan, belki de adrenalinden. Ama delirmiş bir adamın korkusu, en tehlikeli silahtı.

"Geri çekilin," diye hırladı. "Yoksa hepiniz ölürsünüz!"

Telsizden Halil Komutan’ın sesi geldi. "Altay, ne oluyor?"

"Bomba düzeneği var," dedim hızla ama sesim sakin kalmalıydı. "Canlı hedef, patlatmaya hazır."

İlteriş, göz ucuyla bana baktı. Ne yapacağımı biliyordu. Ben de biliyordum.

Burada pazarlık yoktu.

Bu adam, ya bu yeleği patlatıp bizi havaya uçuracaktı ya da ben onu engelleyecektim.

Yavaşça bir adım attım.

Adam, "Dur!" diye bağırdı, parmağını düğmeye daha da yaklaştırdı. Gözleri çılgınca bir kararlılıkla parlıyordu.

Ama işin sırrı şuydu: Böyle adamlara "dur" demek, bazen tam tersini yaptırırdı.

Ve ben ona istediğini vermeyecektim.

Ani bir hareketle elim silahıma gitti. Aynı anda, sol ayağımla hızla öne atılıp kolunu kavradım. Adam tetiğe basmadan bilek kilidini uygulamıştım.

"BASAMAZSIN!" diye kükredim, bütün gücümle bileğini büktüm.

Kemik kırılmadı, ama adam çığlık attı.

Bana karşı koymaya çalışırken Burak hızla üzerine atladı, İlteriş ise çenesine ani bir darbe indirdi. Adamın vücudu bir bez parçası gibi sarsıldı, kontrolü tamamen kaybetti. Bileğindeki tetikleyiciyi hızla çekip aldım ve güvenli bölgeye fırlattım.

Tüm oda sessizliğe gömüldü.

Bomba patlamadı.

Adam yere yığılırken, silahımı tekrar doğrulttum. Gözleri korkuyla büyümüştü.

"Oyun bitti," dedim, nefes nefese. "Şimdi bizimle geleceksin."

Telsize bastım. "Hedef etkisiz. Bomba tehdidi geçti. Tahliye için hazırlanın."

Halil Komutan'ın sesi rahatlamış ama tetikteydi. "Güzel iş çıkardınız. Şimdi oradan çıkın!"

Ama işimiz bitmemişti.

Dışarıdan gelen motor sesleri, takviye unsurların yaklaştığını gösteriyordu.

Bu kez tuzağa düşen biz olmayacaktık.

Bu kez, av olmaya değil, avlamaya hazırdık.

Teröristi helikoptere bildiğiniz fırlattım. Adamın bağırmaya mecali kalmamıştı, zaten kolları arkadan kelepçeli, yüzü göğsüne düşmüştü. O kadar savaştı, direndi ama şimdi sadece bir yük gibi taşınıyordu.

Halil Komutan kabin içinde ona son bir göz attı, sonra bana döndü. "Güzel iş çıkardınız."

Hiçbir şey söylemedim. Uykusuzdum. Yorgundum. Umay beni bekliyordu.

Helikopterin motoru tam güçle çalışıyordu. Rotorların şiddetli rüzgârı yüzüme çarpıyordu ama ben başka bir şey düşünüyordum. Bir an önce eve gitmek. Umay'ın yanında olmak.

Tüfeğimi sırtıma astım, helikoptere çıkarken son kez operasyon bölgesine baktım. Gecenin karanlığında sessizlik geri gelmişti. Çatışma bitmiş, hedef ele geçirilmişti. Ama benim içimde savaş daha yeni başlıyordu.

Helikopter havalanırken başımı kapattım. Kafamı yaslayıp birkaç saniye gözlerimi dinlendirdim ama Umay’ın yüzü gözümün önünden gitmiyordu.

Onun savaşı hâlâ devam ediyordu.

Ve ben, bu sefer onun yanında savaşmaya gidiyordum.

İlteriş’e döndüm, gözlerim kan çanağı gibiydi. Uykusuzluk, stres ve bitmeyen savaşın ağırlığı omuzlarıma çökmüştü.

"Kardeşim, çok yorgunum… Gidene kadar beni uyandırma," dedim, sesim neredeyse fısıltıydı.

İlteriş başını salladı, anlamıştı. Sorgulamadan, yorum yapmadan. O da biliyordu, bu sadece fiziksel yorgunluk değildi. İnsanın ruhunu ezen, zihnini kemiren o lanet olası yorgunluk vardı üzerimde.

Helikopterin içindeki demir duvara başımı yasladım. Soğuk metal, yüzümde anlık bir rahatlama hissi yarattı ama zihnim hâlâ doluydu.

Gözlerimi kapattım.

Gözümün önüne Umay geldi.

Solgun yüzü. Titreyen elleri. "Kazanabilecek miyiz?" diye sorduğu o an.

Bir de Aybars… Küçük elleri, uykulu gözleriyle bana uzanışı. Oğluma verdiğim söz.

Helikopter havada sarsıldıkça bedenim kendini bıraktı. Bir süreliğine, savaş bitti.

Ama eve vardığımda, başka bir savaş beni bekliyordu.

İlteriş’in omzuma dokunmasıyla gözlerimi açtım. Geldik. Göz kapaklarım ağırdı ama kalkmalıydım.

Helikopterin kapısı açılır açılmaz içeri giren soğuk hava yüzüme çarptı, kendime gelmemi sağladı. Hızlı ve sessiz bir tahliye olacaktı. Teröristi sürükleyerek MİT askerlerine teslim ettik. Adamın gözleri bomboştu, bitkindi. Ne yaparsa yapsın, artık bir tehdit değildi.

Telsizden Halil Komutan’ın sesi geldi: "Görev tamamlandı. Raporlarınızı sabaha kadar hazır edin."

Başımla onayladım ama konuşmadım. Konuşacak hâlim bile yoktu.

Hızlı adımlarla odamın olduğu bölüme ilerledim. İçeri girer girmez, hiçbir şeye bakmadan üstümdeki ağır ekipmanları çıkardım. Tüfeğimi silah standına bıraktım, tabancamı kılıfıyla masaya koydum. Çizmelerimi çıkarıp bir köşeye attım, üniformamı gevşetirken omuzlarımdaki ağırlığın farkına vardım. Görev bitmişti, ama asıl savaşım bitmemişti.

Kahve makinesine yöneldim, düğmeye bastım. Sıcak ve sert bir kahveye ihtiyacım vardı. Buhar sesi yükselirken, bilgisayarımı açtım ve raporu yazmaya başladım.

"15.03.2024 – Saat 22:45 – Özel Kuvvetler Operasyon Raporu
Hedef: Yüksek Değerli Terörist Ele Geçirme
Yer: Sınır Bölgesi - Gizli Konum
Özet: Operasyon başarıyla tamamlandı. Temas sırasında düşman unsurlar yoğun ateş açtı. İlk patlama ile pusu girişimi tespit edildi. Hedef, içeride bomba düzeneğiyle yakalandı. Müdahale sonrası güvenli şekilde etkisiz hâle getirildi ve MİT'e teslim edildi…"

Gözlerim ekranda ama aklım çoktan eve dönmüştü. Umay…

Acaba nasıl hissediyordu? Ateşi çıkmış mıydı? İlacını alabilmiş miydi?

Bir yudum kahve aldım, sıcaklık boğazımdan aşağı inerken bile yorgunluğumu alamıyordu. Bu gece rapor bitecekti, ama ertesi sabah benim için yeni bir savaş başlayacaktı.

Raporu son kez gözden geçirdim. Her detay eksiksiz olmalıydı. Bir hata, bir eksik kelime, gereksiz sorulara yol açabilirdi. Son düzeltmeleri yaptıktan sonra çıktısını aldım, imzalayıp dosyanın arasına koydum. Görev burada bitmişti.

Bilgisayarı kapattım, kahvemi bitirdim ve derin bir nefes aldım. Şimdi başka bir göreve geçiyordum: Umay’a bakmak.

Dolabı açıp sivil kıyafetlerimi giydim. Artık sadece bir asker değil, bağışıklık sistemi zayıflamış bir hastanın eşi olarak hareket etmek zorundaydım.

Trendyol’dan sipariş ettiğim steril ürünler çoktan gelmiş olmalıydı. Hijyen artık hayati bir konuydu. Umay’ın bağışıklık sistemi kemoterapiyle savaşırken, en ufak bir mikrop bile onu ciddi riske sokabilirdi. Eve gidince her yeri dezenfekte edecektim.

Umut’un aşıları daha yeni yapılmıştı. O bizim evin bir parçasıydı ama artık her şeyin daha kontrollü olması gerekiyordu. Mama kabı, yatağı, hatta tüyleri bile sterilize edilmeliydi. En ufak bir hata, Umay’ı zayıf düşürebilirdi ve bunu göze alamazdım.

Her şeyin mükemmel olması için elimden geleni yapıyordum. Ama en zor kısmı biliyordum: Mükemmel olmak yetmeyecekti.

Çünkü bu, kontrol edemeyeceğim bir savaştı.

Anahtarlarımı aldım, derin bir nefes verdim ve eve, Umay’ın yanına doğru yola çıktım.

Kapıyı sessizce açtım, içeriden Aybars’ın minik sesi geliyordu.

“Sonra prenses uyanmış ve çok güçlü olmuş…”

Yatağın yanında, kollarına koca masal kitabını almış, sayfaları çevirerek annesine okuyormuş gibi yapıyordu.

Umay, yastığa yaslanmış hâlde onu izliyordu. Yorgundu, solgundu ama gözlerinde bir ışık vardı. Annelik… Onu ayakta tutan şeydi.

Aybars beni fark edince gözleri parladı. "Baba!" Kitabı bırakıp yatağın kenarına doğru emekledi. Eğilip onu kucağıma aldım, kokusunu içime çektim. Onun bu kadar küçük olması, ama içinde kocaman bir sevgiyle annesine destek olmaya çalışması içimi burktu.

"Annesine masal okuyorsun demek?" dedim fısıltıyla.

Aybars başını salladı, parmaklarıyla kitabın sayfalarını gösterdi. “Evet, ama çok uzun. Annem dinliyor ama uykusu geliyor.”

Umay hafifçe gülümsedi. "Çok güzel anlatıyor," dedi, sesi kısık ama sevgi doluydu.

Gözlerimi ondan ayıramadım. Bütün gün savaş alanında düşmanla mücadele etmiştim ama asıl savaş burada, bu odada veriliyordu.

Aybars'ı yavaşça Umay’ın yanına bıraktım, üzerlerine battaniyeyi çektim. "Bence biraz dinlenme vakti," dedim.

Aybars hemen annesine sarıldı, Umay gözlerini kapattı. İlk geceyi atlattık ama savaş devam ediyordu.

Ben de yatağın kenarına oturup onların nefesini dinledim. Bu savaşı birlikte kazanacaktık.

Yatağın kenarında otururken Umay’ın nefesinin yavaşladığını fark ettim. Yorgundu. Gözlerini kapattığında yüzündeki çizgiler gevşedi, ama teninin solgunluğu hâlâ oradaydı.

Aybars, annesinin göğsüne sokulmuştu. Minik elleri Umay’ın elini tutuyordu. Kitap yatağın ucuna düşmüştü ama umursamadım. Bu görüntü, her şeyden daha önemliydi.

Bir süre onların nefesini dinledim. Günlerdir ilk kez kendimi biraz olsun huzurlu hissettim. Aybars’ın sıcaklığı, Umay’ın varlığı… Dünyanın geri kalanı önemsizdi şu an.

Göz kapaklarım ağırlaştı. Tüm yorgunluğum bir anda bedenime çöktü.

Ve farkına bile varmadan, üçümüz de uyuyakaldık.

O gece, savaşın ortasında kazandığımız küçük bir zafer gibiydi....

 

Bölüm : 20.03.2025 20:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...