
Gece sessizdi.
Ama benim içimdeki fırtına hiç dinmiyordu.
Saat gece 02.30 civarıydı, görev için karargaha gitmek zorundaydım.
Ama gitmeden önce, Umay’ın yanında birkaç saniye daha kalmak istiyordum.
Yatağın kenarına oturup, uyanmasını beklemeden yüzüne baktım.
Ay ışığı tenine vurmuş, saçları yastığa dağılmıştı. Huzur içinde uyuyordu.
Bu kadını her görüşümde, daha çok bağlanıyordum.
Ama benim yolum savaş yoluydu.
Kendimi fazla kaptırmadan, hafifçe saçlarını okşadım.
Ama o, bu temasla kıpırdandı.
Gözlerini yavaşça açtı, uykulu bir sesle fısıldadı:
“Altay… Nereye gidiyorsun?”
“Karargaha, görev çıktı.” dedim sessizce.
Oturup ellerini gözlerine götürdü, uykulu bir şekilde esnedi.
Sonra gözlerini bana dikti, “Hep böyle aniden gitmek zorunda mısın?” diye sordu hafif bir serzenişle.
“Biliyorum, fıstığım.” dedim iç çekerek. “Ama söz veriyorum, döneceğim.”
Yavaşça doğruldu, ellerini göğsüme koyup bana baktı.
Ve aniden, başını kaldırıp dudaklarını benimkilere bastırdı.
Ne uykulu hali kalmıştı, ne de mahmurluğu.
Bu öpücükte özlem, sevgi ve biraz da beni bırakmak istememenin inadı vardı.
Ama ayrılmak zorundaydım.
Yavaşça geri çekildiğimde, “Kendine dikkat et.” dedi kısık bir sesle.
Başımı eğdim, “Her zaman.” dedim, alnına bir öpücük kondurarak.
Kapıya doğru ilerlerken, son kez arkamı döndüm.
O, yatakta oturmuş, yorgun ama sevgi dolu gözlerle bana bakıyordu.
Ve ben, ne olursa olsun ona döneceğimi bilerek o kapıdan çıktım. 😏🔥
Karargaha adım attığımda, hava buz gibiydi.
Saat gece 03.00 civarıydı ve içerisi sessiz ama gergindi.
Zaman kaybetmeden, hızla soyunma odasına geçip üniformamı giydim.
Taktik yeleğimi kuşanıp, silahımı yerleştirirken içimdeki savaş moduna tam anlamıyla geçmiştim.
Artık burada sevgi ya da romantizm yoktu.
Burada sadece disiplin, emir ve ölüm sessizliği vardı.
Brifing odasına girdiğimde, tüm tim çoktan toplanmıştı.
Herkes ciddi, odaklanmış ve harekete hazırdı.
Tam karşıda, Binbaşı Özçelik ayakta duruyordu.
Sert bakışları, ses tonu ve duruşuyla odadaki ciddiyeti kat kat artırıyordu.
“Gece operasyonu var, beyler.” diye başladı, masanın üzerinde açılmış haritayı göstererek. “Hedefimiz Selim Karahan.”
Odada kısa bir sessizlik oldu.
Bu adamın adını her duyduğumda, içimde yanmaya hazır bir ateş hissediyordum.
Özçelik devam etti.
“İstihbaratımıza göre, Selim Karahan bu gece Ankara dışındaki bir çiftlik evinde görüşme yapacak. Yabancı bağlantıları da orada olacak. Bu, onu ele geçirmek için en büyük fırsatımız.”
Tim sessizce dinliyordu. Herkes, verilen bilgiyi zihnine kazıyordu.
“Operasyon sessiz olacak. Tek bir kurşun atmadan, hızlı ve temiz iş bitirmemiz gerekiyor. Selim’i canlı alacağız. Onun konuşturulması şart.”**
Sertçe başımı salladım. Bu adamın konuşmasını istiyordum.
Konuşsun ki, ihanetinin bedelini en ağır şekilde ödesin.
Binbaşı Özçelik gözlerini bana dikti.
“Yüzbaşı Altay Öztürk, operasyona sen liderlik edeceksin.”
Gözlerimi kıstım, başımı hafifçe eğdim.
“Emredersiniz, komutanım.”
Timdeki herkes bana döndü.
Burak, İlteriş, Fatih, Yavuz, Onur… Herkes, hazır ve kararlıydı.
Bu görev, sadece bir adamı yakalamaktan ibaret değildi.
Bu, bizim için bir onur meselesiydi.
Ve o gece, biz bu ihanetin hesabını sormaya gidiyorduk.
Tim eksikti.
İki kişi.
Mustafa Kemal ve Ulaş, hâlâ tedavi altındaydı.
Bir anlığına içimde garip bir boşluk hissettim.
Her operasyona tam kadro çıkmaya alışmıştık.
Ama bu sefer, iki kardeşim olmadan gitmek zorundaydım.
Derin bir nefes alıp kendimi toparladım.
Başımı çevirip İlteriş'e baktım. "Ulaş ve Kemal'in durumu nedir?"
İlteriş hafifçe iç çekti, ciddi bir ifadeyle başını salladı.
"Ulaş'ın durumu stabil ama hareket kısıtlaması var. Kemal'in kırıkları daha yeni kaynamaya başladı, o da operasyonel değil. Ama ikisi de delirmek üzere."
Kaşlarımı kaldırdım. "Nasıl yani?"
Burak hemen atladı. "Komutanım, Kemal dün hastanede can sıkıntısından mitoloji anlatmaya başlamış. Hastabakıcılar artık yanına uğramıyor. Ulaş desen, hemşirelere 'bari bir silah verin, dışarıdan korurum' diye yalvarıyormuş.”**
Yavuz başını sallayarak güldü. "Abi, ikisini de o hastanede tutmak çok zor. Allah'tan doktorlar sert çıktı da yerlerinde kalıyorlar. Yoksa çoktan kaçıp peşimize düşerlerdi.”**
Gözlerimi devirdim, ama içten içe mutlu olmuştum.
En azından moralleri yerindeydi.
Ama şu an önümdeki görev bambaşkaydı.
Eksik de olsak, bu operasyon kusursuz olmalıydı.
Çünkü bu, sadece bir yakalama operasyonu değil, ihanete verilen bir cevaptı.
Saatime baktım. Vakit geliyordu.
Gözlerimi tekrar time diktim. "Eksik olsak da, görev iptal olmaz." dedim sert bir sesle.
"Beyler, bugün Selim Karahan'ı alacağız. Ya bizimle gelir… Ya da biz onu sürükleyerek götürürüz."
Timin gözleri karardı. Beni anlıyorlardı.
Çünkü hepimiz biliyorduk…
Bu iş burada bitmeyecekti.
Bu sadece, savaşın ilk adımıydı.
GECEYE KAN SİNMİŞTİ
Gecenin karanlığı, gökyüzüne sinmişti. Sessizlik, rüzgârın hafif uğultusuyla bölünüyor, uzaklarda uluyan bir köpek sesi, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibi yankılanıyordu.
Ankara’nın dışında, virane bir çiftlik evinin etrafında sinsice ilerleyen gölgeler vardık. Biz vardık.
Ay ışığı, sırtımızdaki üniformaların üzerinden kayıp gidiyor, gölgelerimiz bile bu göreve ihanet etmemek için bizi takip etmeye korkuyordu.
Öndeydim. Elim havada, dur emri verdim.
İlteriş, Burak ve Fatih hemen sağa açıldı. Yavuz ve Onur ise sol hattı tutuyordu.
İçeride hainler vardı.
Biliyorum.
Bu gece, sadece bir adamı yakalamaya gitmiyorduk.
Bu gece, biz o hainlere Türk adaletinin ve öfkesinin kaçınılmaz olduğunu hatırlatmaya gidiyorduk.
Kulaklığımdan fısıltılı bir ses geldi.
"Komutanım, içeride hareketlilik var. Birileri silahlanıyor."
Gözlerimi kıstım. "Gözlerini ayırma Yavuz." dedim alçak bir sesle. "Bize bir açık verirlerse, o an bitecekler."
Bir anlığına durdum.
Derin bir nefes aldım.
Bu gece, tarih bizim için yeniden yazılacaktı.
Gözlerimi kapattım.
Ve sonra…
"Baskın!"
Gecenin sessizliği, ateşin diliyle bozuldu.
Kapıyı tek hamlede kırıp içeri daldığımızda, her şey alev aldı.
Silah sesleri yankılandı. Kurşunlar, gecenin koynunda birer yıldız gibi parlayıp havayı delip geçti.
Burak sol taraftan ateş açtı. "İçerideler! İki kişi kaçıyor!" diye bağırdı.
Özçelik hızla içeri daldı, önüne çıkan bir adamı tek kurşunla yere serdi.
Adrenalin kanıma karışmıştı.
İlteriş hızla merdivenlerden yukarı çıktı. "Üst kat temiz!" diye bağırdı.
Ama ben biliyordum. Selim Karahan burada bir yerlerdeydi.
Bu adam, bir köstebekti. Hayatta kalmak için her delikte gizlenmeyi bilirdi.
İçerideki odalardan birine yöneldim. Kapıyı tek hamlede açtım.
Ve oradaydı.
Selim Karahan.
Köşeye sinmiş, elleri titreyerek bir silahı kavrıyordu.
Beni gördüğünde gözlerindeki panik, içindeki ihanetin çürümesine yetmişti.
Silahı kaldırdı, ama ben ondan hızlıydım.
Bütün öfkemle, bütün vatan aşkımla tetiğe bastım.
Kurşun, bileğini parçaladı.
Silah elinden düştü, acı içinde bağırdı.
Yanına vardığımda, bir av gibi nefes nefese titriyordu.
"Oyun bitti, Selim." dedim sertçe. "Bu vatanı satmanın bedeli, seni sattığın yerlerde bile unutulmayacak."
Bağırdı, beni tehdit etmeye çalıştı.
Ama umurumda bile değildi.
Onu sürükleyerek dışarı çıkardım.
Gece, bizim zaferimizle sona ermişti.
Ama içimde biliyordum…
Bu savaş, henüz yeni başlıyordu. 😏🔥
Gece, baskının ve kanın kokusuyla ağırlaşmıştı.
Ay ışığı, yerde yatan hainlerin üzerinden çekilmişti sanki. Gök bile bu pisliği aydınlatmaya tenezzül etmiyordu.
Selim Karahan’ı kollarından yakalayıp yere bastırdım. Acı içinde kıvrandı, bileğinden süzülen kan, ihanetinin mühürlü bir nişanı gibi toprağa damlıyordu.
"Beni öldürmeyeceksin, değil mi?" diye inledi. "Ben... Ben elimdeki bilgileri paylaşırım. Her şeyi anlatırım."
Gözlerimi kıstım. “Türk adaletinin önüne çıkacaksın. Senin cezanı vatan kesecek.”**
Burak yanımıza yaklaştı, silahını beline yerleştirirken homurdandı. “Şimdi konuşuyor ama az önce bizi öldürmeye kalkıyordu.”
İlteriş arkamdan yaklaşıp Selim'in başına eğildi, gözleri öfkeden yanıyordu. "Bu vatanın ekmeğini yiyip, topraklarını satmaya kalktın, Karahan." dedi, sesi buz gibiydi. "Şimdi o topraklar seni yutmaya hazırlanıyor."
Özçelik birkaç adım ötede, telsizle konuşuyordu. "Merkez, hedef alındı. Temizleme ekibi gönderin."
Ardından bana döndü.
"Altay, burayı toparlıyoruz. Sen Selim’le yola çık. Onu bizzat teslim edeceğiz.”**
Başımı salladım.
Selim'i yerden kaldırıp, kolunu sertçe tutarak öne doğru ittirdim.
İhanetin bedelini ödemeye gidecekti.
Harekete geçtiğimizde, gecenin sessizliği tekrar çöktü.
Ama bu, fırtınanın geçtiği anlamına gelmiyordu.
Bu sadece, daha büyük bir fırtınanın yaklaştığının işaretiydi.
Ve ben, bu fırtınaya ilk adımı atmıştım.
Şimdi, vatana hesap verme zamanıydı.
Sessizlik en ağır yargıçtı.
Burak’la birlikte Selim Karahan’ı kollarından tutup araca doğru sürükledik.
Adam, her adımda ağırlığını bırakıyor, dizlerini yere sürtüyor ama direnmeye de cesaret edemiyordu.
“Hainlerin dizleri tutmaz, Karahan.” diye tısladı Burak, adamı aracın arkasına fırlatırken.
Selim, kapının kenarına çarpıp sendeledi, acı içinde inledi ama kimse ona acımadı.
Burak, yüzünü ekşiterek ona doğru eğildi ve suratına tükürdü.
Sonra, sert bir hareketle aracın içine atladı ve adamın sağına oturdu.
Ben de hiçbir şey söylemeden diğer yandan bindim.
Kapılar kapandı.
Araç hareket etti.
Ve içinde derin, boğucu bir sessizlik vardı.
Selim, dudaklarını ısırıp önüne bakıyordu.
Biliyordu.
Ne kadar konuşursa konuşsun, ne kadar dil dökerse döksün, artık hiçbir şey onu kurtaramazdı.
Burak hafifçe yana dönüp, sert ve alaycı bir sesle sordu:
“Ne oldu Karahan? Biraz önce kaçmaya çalışırken sesin çıkıyordu, şimdi niye sustun?”**
Adam başını eğdi, titreyen parmaklarını bileğindeki kanlı bandaja bastırdı.
Göz ucuyla ona baktım.
Korku.
Kendini büyük bir oyuncu sanmıştı. Zeki olduğunu düşünmüştü.
Ama şimdi, oyunun sonuna gelmişti.
Başımı camdan dışarı çevirdim.
Şehir ışıkları yavaş yavaş beliriyordu.
Biz, hainin cehennem yolculuğunun son durağına yaklaşıyorduk.
Ama içimde biliyordum…
Bu gece, burada bitmeyecekti.
Bu sadece, işin başlangıcıydı.
Aracı karargâha sürdüğümüzde, içerideki sessizlik hâlâ devam ediyordu. Burak hâlâ öfkesini kontrol etmekte zorlanıyordu, Selim Karahan ise tek kelime etmeden önüne bakıyordu.
Biliyordu.
Buraya girdikten sonra çıkış olmadığını, konuşsa da konuşmasa da hesabını vereceğini biliyordu.
Aracı durdurup kapıyı açtım.
Burak, Selim’in yakasına yapışıp onu arabadan dışarı sürükledi.
"Yürü lan!" diye tısladı. "Dizlerinin bağı çözülmeden, buraya nasıl geldiysen öyle gireceksin!"
Adam, yavaşça adımlarını atarken Burak’ın omuzuna yaslanmış, kollarını sımsıkı göğsüne bastırıyordu.
Karargâhın soğuk koridorlarında yürüdük. Her adımımız, taş zemin üzerinde yankılandı.
Sorgu odasına vardığımızda, içeride iki sandalye ve bir masa vardı. Lambalar yukarıdan soğuk bir ışık vuruyor, odanın dört duvarı sessizliğin içinde boğuluyordu.
Burak, Selim’i sandalyeye tek hamlede oturttu.
Ben de masanın diğer tarafına geçip, bacaklarımı hafif açarak güçlü bir duruş sergiledim.
Selim derin bir nefes aldı, kanlı bileğini ovuşturdu ama başını kaldırıp konuşmaya cesaret edemedi.
Burak ceketini çıkardı, gömleğinin kollarını sıvadı.
"Tamam Selim," dedi sakin ama alaycı bir sesle. "İster uzun sürsün, ister kısa... Senin için fark etmez ama bizim vaktimiz var. Sadece ne kadar acı çekerek konuşacağını sen belirleyeceksin."
Selim gözlerini kıstı, bir şey söylemek istiyordu ama susuyordu.
Burak masanın kenarına yaslanıp sessizce gülümsedi.
"Beni tanıyorsun değil mi?" dedi kısık bir sesle. "Beni sorgulama ekibine verdiği için binbaşıma hâlâ dua ediyorum. Çünkü benden kaçışın yok."
Selim sessizliğini korudu.
Burak hafifçe başını salladı. "Tamam o zaman," dedi sakin bir sesle.
Ve parmaklarını çıtlattı.
Bu, Selim Karahan’ın cehenneminin başladığı andı.
İHANETİN BEDELİ
Odanın içindeki soğuk hava, Burak’ın gülümsemesiyle daha da buz kesmişti.
“Beni tanıyorsun değil mi, Selim?” diye fısıldadı, ellerini masaya koyarak yavaşça ona doğru eğildi.
Selim Karahan başını kaldırıp gözlerini kaçırarak bakmaya çalıştı.
Burak’ın bakışlarındaki karanlık, sorgu odasının ışıklarından bile daha sertti.
“Biliyor musun, ben sabırlı adamımdır. Birazdan her türlü yöntemi deneyeceğim ve sen hangisinde konuşacağını seçeceksin. İster şimdiden başla, ister en sona sakla.”
Sessizlik.
Selim hala konuşmuyordu.
Burak başını iki yana sallayarak hafifçe güldü. “Tamam,” dedi. "Öyleyse yumuşak bir başlangıç yapalım."
Hızlı bir hareketle masanın üzerindeki su şişesini kaptığı gibi Selim’in üzerine boşalttı.
Selim bir an irkildi, nefesini tuttu ama gözlerindeki panik büyüyordu.
Burak ceketini çıkarıp sandalyeye astı. “Şimdi,” dedi sakince kollarını sıvarken, “ihanetin ilk cezası geliyor.”
Ve aniden sert bir tokat indirdi.
Odanın içinde tokat sesi yankılandı.
Selim’in başı yana savruldu, dişlerini sıktı ama yine de konuşmadı.
Burak başını eğip hafifçe ıslık çaldı.
“Direnç var.” diye mırıldandı, Altay’a göz kırpıp gülümsedi. “Ama fazla sürmez.”
“Devam et.” dedim sessizce, gözlerimi hiç kırpmadan.
Burak hafifçe esnedi, kendi kemerini çıkardı ve masaya koydu.
“Şimdi,” dedi yavaşça, “Selimciğim, anlat bakalım… Londra’daki adamların kimdi? Hangi yabancı istihbarat servisleriyle çalışıyorsun? Seni kim finanse etti?”**
Selim sessiz kaldı.
Burak başını iki yana sallayıp "Tamam," dedi ve kollarını gerdi. “Demek ki biraz daha sabır göstermem gerekiyor.”
Ve aniden, Selim’in parmaklarının kırılmış olan bileğine bastırdı.
Selim acıyla çığlık attı.
Ama Burak geri çekilmedi.
“Konuş.” dedi dişlerinin arasından. “Hangi servis? Kimi satıyorsun?”
Selim kıvranıyor, çığlıkları odaya doluyordu.
Ama Burak daha başlamamıştı bile.
“Bak, ben sabırlıyımdır,” diye fısıldadı Burak, “ama Altay komutanım benden sabırsızdır. Sıradaki hamleyi ona bırakırsam işin çok daha zor olur.”
Selim’in gözleri ilk kez korkuyla doldu.
O Altay Öztürk’ü tanıyordu.
Ve biliyordu…
Altay devreye girerse, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Burak, Selim’in önünde kollarını bağlamış, alaycı bir ifadeyle sırıtırken göz kırptı.
"Bak Selim, klasik yöntemler işe yaramadı. Madem öyle, sana özel bir program hazırladım."
Selim, sırıtan Burak’a ve arkasında duran askerlere şüpheli gözlerle bakıyordu.
Burak hızla döndü, iki askere eliyle işaret etti. “Yatırın bu şerefsizi.”
Selim panikle kıpırdandı. "Ne yapıyorsunuz lan?!" diye bağırdı ama dinleyen olmadı.
İki asker kolundan ve bacağından tuttuğu gibi yere yatırdı.
Burak ceketinin cebinden küçük bir kutu çıkardı.
Ve içinden beyaz, ince bir toz serpti.
Tuz.
Selim, ayak parmaklarına dökülen şeyi hissettiğinde daha da panikledi.
“Bu… Bu ne lan?! Ne yapıyorsunuz?”
Burak, gözleri kısık bir şekilde sırıtarak ona baktı. "Biraz güleceğiz, Selimciğim. Merak etme, işkenceyi fazla sevmiyorsun belli, o yüzden sana daha doğal bir yöntemle yaklaşıyoruz."
Ardından kapının dışına yürüdü ve bir keçi kucağında geri geldi.
Evet, bildiğin keçi.
Süt veren, ot yiyen, masum bakışlı keçi.
Ama Burak’ın elinde olduğuna göre, masumluğu tartışılırdı.
Keçi bana doğru bakıp meleyince gülmemek için kendimi tuttum.
Ama Burak ciddiyetini hiç bozmadan, keçiyi Selim’in ayaklarının dibine bıraktı.
Ve olanlar o saniye başladı.
Keçi, tuzlu ayakları kokladı ve büyük bir keyifle yalamaya başladı.
Selim ilk başta ne olduğunu anlayamadı.
Ama keçinin dili ayak parmaklarına değdiği an çığlık attı.
“AHAHAHHA—NE YAPIYORSUNUZ OĞLUM! BIRAKIN LAN BU NE?!?!”
Burak, kollarını bağlayıp kahkahalar atıyordu.
“Komutanım,” dedi bana dönerek. “Bunun adı doğal işkence. Ne dayağa gerek var ne de elektrik veriyoruz. Bırak keçi işini yapsın.”
Keçi tüm ciddiyetiyle Selim’in ayaklarını yalamaya devam etti.
Selim ise yerinde kıvranıyor, nefes nefese gülmemeye çalışıyordu ama nafile.
"TAMAM! YETER! BİTİRİN ŞUNU!" diye bağırdı ama Burak elini çenesine koyup düşünüyormuş gibi yaptı.
“Bilemedim…” dedi alaycı bir sesle. “Konuşacak mısın yoksa keçiyle geceyi baş başa mı geçirmek istiyorsun?”
Selim küfürler savurdu, ama sonunda pes etti.
“KONUŞACAĞIM! KEÇİYİ ALIN ÜSTÜMDEN!”
Burak kahkahalar atarak keçiyi geri çekti.
Ben ise sessizce arkamı yasladım, bunun Burak’ın en eğlenceli yöntemlerinden biri olduğunu bir kez daha hatırlayarak.
Ve nihayet, Selim Karahan’ın çözülme vakti gelmişti.
Selim Karahan, hala nefes nefese, gözleri yaşarmış halde yerde yatıyordu.
O keçinin dili değil, sanki cehennemin alevleri ayaklarına dokunmuş gibiydi.
Burak, hâlâ keyifle sırıtarak keçiyi kenara çekti. "Biliyor musun Selim," dedi alaycı bir sesle. "Eğer iki saat daha yalasaydı, derin soyulmaya başlardı. O zaman, kendi ayaklarının üzerine basmak bile senin için işkence olurdu."
Selim hırıltıyla nefes alırken başını kaldırdı, alnından süzülen ter damlaları yere düşüyordu.
“Konuştum işte…” dedi zor bela. "Daha ne istiyorsunuz?!"
Ben, masaya yaslanarak ona soğuk bir bakış attım.
"Duyduklarını duyduk," dedim sessiz ama tehditkâr bir sesle. "Ama senin gibi hainlerin kelimeleri bizim için yetmez, Karahan."
Burak ellerini cebine sokup başını yana eğdi. "Bak şimdi Selimciğim," diye devam etti. "Bize Londra bağlantılarını, kimlerle çalıştığını, bu hainlikleri kimlerin adına yaptığını anlattın. Ama hâlâ bazı parçalar eksik."**
Selim dişlerini sıkarak başını iki yana salladı. "Hepsini anlattım! Daha ne bilmek istiyorsunuz?!"
Gözlerimi kıstım, adımlarımı yavaşça ona doğru attım.
"Kim sana emir verdi, Selim?"
Bunu sorarken, gözlerim buz kesmişti.
Çünkü biliyordum. Büyük balık henüz yakalanmamıştı.
Selim titredi. Gözleri, korku dolu bir şekilde bir an yere kaydı.
Ama ben fark ettim.
Biliyordu.
Ve adını vermeye korkuyordu.
Burak hızla yanına çömeldi, elini Selim’in kırık bileğinin tam üstüne koydu. "Bize o ismi vermezsen," dedi yavaşça, "buradan çıktığında yaşayacağın acı, keçinin dilini mumla aratır."
Selim nefesini tuttu, vücudu titremeye başladı.
Ve o an, o ismi söyledi.
O isim odada yankılandığında, içimde bir volkan patladı.
İşte şimdi savaş, gerçek yüzünü gösteriyordu.
Odanın içindeki hava, Selim’in titreyen sesiyle daha da ağırlaştı.
“Çok büyükler…” dedi nefes nefese.
Yere çökmüş, ter içinde kalmış, gözleri korkuyla büyümüştü.
Ama ben, onun korkusunu değil, söylediği kelimeleri önemsiyordum.
Burak gözlerini kıstı, kolunu Selim’in sandalyesine yaslayarak eğildi.
“Ne kadar büyükler?” diye sordu alaycı ama tehlikeli bir sesle. "Bize masal anlatma, Karahan. Büyüklük, bilek gücüyle ölçülür. Şimdi o isimleri ver!"
Selim, başını iki yana salladı, "Anlamıyorsunuz..." dedi.
Gözleri boşluğa dalmıştı, sanki aklı, geçmişte yaşadığı bir sahneyi tekrar yaşıyordu.
"Her şey karışacak..." diye fısıldadı, "Her şey..."
Ben, kollarımı göğsümde bağladım, gözlerimi Selim’in yüzüne kilitledim.
"Sana bir soru sordum, Selim."
Sesim keskin bir bıçak gibiydi.
"Kim bunlar? Kim için çalışıyorsun? İsmi ver!"
Selim’in gözleri hızla bana çevrildi, bir şey söylemek ister gibi açıldı ama sonra tereddüt etti.
Burak dişlerini sıktı, “Sana isim soruyoruz!” diye bağırdı ve masaya sert bir yumruk indirdi.
Selim titredi.
Gözleri, hiçbirimizin bilmediği bir korkunun gölgesini taşıyordu.
“Siz… Bilmiyorsunuz.” dedi kısık bir sesle. “Siz sadece görüneni biliyorsunuz. Ama perde arkasındaki gerçek… O çok daha büyük.”
Odanın içindeki herkes birbirine baktı.
Burak, hafifçe sırtını doğrulttu, kaşları çatılmıştı.
Ben, derin bir nefes aldım.
Demek öyle, Karahan.
Demek perde arkasında daha büyük gölgeler var.
Ama bilmediği bir şey vardı.
Ne kadar büyük olurlarsa olsunlar…
Biz, o gölgelerin bile ulaşamayacağı bir yerdeydik.
Ve ne olursa olsun, biz bu vatan için savaşmaktan asla vazgeçmeyecektik.
Fırtına yaklaşıyordu.
Ve ben, onun tam ortasında durmaya hazırdım.
Selim Karahan'ın elleri titriyordu.
Burak arada bir elektroşok cihazını hafifçe yaklaştırıyor, akımın çıkardığı cızırtı sesi Selim’in korkusunu arttırıyordu.
O, direnç gösterebilecek biri değildi.
Biliyordu ki, konuşmazsa bu odadan sağlam çıkamayacaktı.
Derin bir nefes aldı, yutkundu ve gözlerini kaçırarak fısıldadı:
"Bana kâğıt ve kalem getirin."
Burak ve ben birbirimize baktık.
Burak başını yana eğip sırıttı. "Çizerek anlatacakmış, bak sen..." diye mırıldandı.
Ama ben ciddiydim. “Getirin.” dedim emredici bir sesle.
Kâğıt ve kalem geldiğinde, Selim titreyen elleriyle bir kare çizdi.
Kareyi katmanlara ayırdı.
En alta ‘KÖLELER’ yazdı.
Üstüne ‘SAVAŞÇILAR’.
Onun üzerine ‘YARI TANRILAR’.
Bir üstüne ‘TANRILAR’.
Ve sonra, bir an duraksadı.
Boşluğa bulutumsu bir şekil çizdi.
Ve en üste, kocaman harflerle şu kelimeyi yazdı:
"TİTANLAR".
Burak gözlerini kıstı. "Ne saçmalıyorsun lan sen?"
Ama ben susuyordum.
Selim, kanlı dudaklarını aralayarak, bir son dokunuş daha yaptı.
Karenin en üstüne, kocaman, keskin harflerle şu kelimeyi yazdı:
"KAOS."
Ve ardından kanlı ağzıyla sırıttı.
O sırada, kâğıdı elimden kaptım.
Bir saniye bile kaybetmeden, karargâhtan çıktım.
Bunu anlayabilecek tek kişi vardı.
Mustafa Kemal.
Eve vardığımda o hâlâ dinleniyordu.
Ama içeri girdiğim an, gözlerini açtı.
Yavaşça doğruldu, gözleri hâlâ hafif bitkindi ama bakışları her zamanki gibi keskin ve zekiydi.
"Beni gördüğüne sevindiğine eminim, ama yüzündeki ifadeye bakılırsa bunun bir nedeni var." dedi kısık bir sesle.
Kâğıdı önüne koydum.
Mustafa Kemal buna bir süre sessizce baktı.
Sonra gözleri hafifçe açıldı.
Başını kaldırdı, bana baktı.
Ve tek bir kelime fısıldadı:
"Lanet olsun..."
Bu, bir şeylerin çok daha büyük olduğunu gösteriyordu.
Ve ben, o büyük şeyin ne olduğunu öğrenmek için sabırsızlanıyordum.
HİYERARŞİNİN GÖLGESİ
Mustafa Kemal kalemi eline aldı, ama iki eli de alçıda olduğu için zorlanıyordu.
Biraz uğraştı, sinirlendi, sonra bir küfür savurup kalemi masaya attı.
"Aman siktir et!" diye homurdandı. "Bu iş kalemle çözülecek bir şey değil zaten."
Gözlerini bana dikti, yüzü sertti.
"Bu bir hiyerarşi, komutanım." dedi ciddiyetle.
Eliyle kâğıdı ittirip bana yaklaştırdı.
"Bak, en altta köleler var. Yani halklar. Bizi birer köle olarak sınıflandırmışlar.
Üzerinde savaşçılar var. Yani bizim gibi askerler.
Ama gerçek şu ki, savaşçılar emirlerini ‘yukarıdan’ aldıklarını düşünse de, bu tamamen bir illüzyon.
Gerçekte, savaşın ve barışın iplerini çekenler daha yukarıda.
Üzerinde ‘Tanrılar’ dedikleri kesim var.
Bunlar kim?
Birkaç aile.
Dünya düzenini kontrol eden, devletlerin ve sistemlerin üzerine oturan aileler.
İşte buraya kadar bildiklerimiz, istihbaratın zaten sunduğu bilgiler.
Ama…**
Mustafa Kemal gözlerini kıstı, yavaşça en üstteki kelimeleri gösterdi:
Titanlar.
Kaos.
Yutkundu. "İşte, burası bilinmeyen."
Odada kısa bir sessizlik oldu.
Gözlerimi kıstım. "Yani, bu adamların da üstünde olan bir şey mi var?"
Mustafa Kemal başını salladı.
"Öyle görünüyor." dedi. "Selim Karahan bu çizimi kendi kendine uydurmadı. Onun gibi bir piyonun ‘Titanlar’ ve ‘Kaos’ hakkında bilgi sahibi olması imkânsız. Bunu ona birileri söyledi. Ve bu, düşündüğümüzden daha büyük bir mesele olabilir.”**
Yavaşça arkamı yasladım. İçimde fırtınalar kopuyordu.
Burak kapının eşiğinde belirdi, "Abi ben içeri dalabilir miyim? Mustafa Kemal bir şeyler anlatıyor, ben de öğreneyim bari."
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırıp ona baktı. "Siktir git Burak."
Ama Burak hemen ellerini kaldırdı, "Abi izin ver, ben de geleyim. Anlarım bu işlerden, sonuçta beynimi boşuna taşımıyorum."
Gözlerimi devirdim, "Tamam, geç içeri. Ama zırvalarsan seni uçururum."
Burak hemen sandalyeye oturdu, Mustafa Kemal ise derin bir nefes aldı.
Önümüzde, henüz anlam veremediğimiz büyük bir sistem duruyordu.
Ve bu sefer, düşman sadece silahla vurulacak türden değildi.
Gölgenin içindeki gerçekleri çözmek için akıl ve sabır gerekiyordu.
Ama ne olursa olsun, biz bu savaşın tam ortasında olacaktık.
Mustafa Kemal gözlerini bana dikti. Kararlılıkla.
"Ben de geliyorum." dedi net bir sesle. "O itle bir de ben konuşmalıyım."
Burak anında itiraz etti, "Abi manyak mısın? Daha yeni iyileşiyorsun, iki kolun da alçıda! Senin ne işin var sorgu odasında?"
Ben de başımı iki yana salladım. "Kemal, mantıklı ol. Adam zaten konuşmaya başladı. Boşuna kendini yorma."
Ama Mustafa Kemal geri adım atmadı.
Alçılı ellerini hafifçe kaldırdı, “Bunlar olmadan da konuşabilirim. Benim silahım dilim, komutanım. Ve o adamın zihnini kurcalayacak soruları ben sorarım."**
Burak kaşlarını çattı, “Abi seni içeri alırsak, Selim’in üzerine atlamayacağına dair bana bir güvence ver.”
Mustafa Kemal hafifçe sırıttı. "Açık konuşayım mı? Veremem."
Burak kahkaha attı, "Komutanım, alçılı adamın bile şiddete meyilli olduğu bir timde çalışıyoruz! Allah bizi korusun.”
Başımı iki yana salladım. Mustafa Kemal’i ikna etmeye çalışmak zaman kaybıydı.
Derin bir nefes aldım, “Tamam, yola çıkıyoruz.” dedim sonunda.
Burak gözlerini devirdi, “Kaybedeceğimizi bile bile neden tartışıyoruz ki zaten?” diye homurdandı.
Mustafa Kemal zafer kazanmış bir ifadeyle yerinden kalktı.
Ve böylece, tekrar yola çıktık.
Ama bu sefer, Selim Karahan yalnızca işkenceden değil, zihinsel bir savaştan da geçecekti.
Ve Mustafa Kemal’in o odaya girmesiyle, bu iş bambaşka bir boyut kazanacaktı. 😏🔥
Mustafa Kemal sorgu odasının kapısını açtığında, içerideki hava bir an ağırlaştı.
Selim Karahan, gülerek başını kaldırdı.
"Hah!" dedi keyifle. "İyileşmişsin."
Odanın içindeki herkes bir an gerildi.
Burak, yumruklarını sıktı, İlteriş’in gözleri öfkeyle kısıldı.
Ama Selim daha da ileri gitti.
"Tanrılarla beraber sana işkence yaparlarken izledik." dedi, sesinde alaylı bir tını vardı.
Gözlerimi kıstım.
Ne dediğini farkında bile değildi.
Bir adım attım. Tokadı sert, Osmanlı tokadı dediklerinden yapıştırdım.
Selim’in başı yana savruldu, kanlı dişlerinin arasından bir inleme çıktı.
Ama gülümsemesi kaybolmadı.
“İşte böyle, komutan.” diye tısladı. "Ne kadar inkâr etseniz de, biz hâlâ varız."
"Biz?" diye tekrarladım, gözlerim karanlıklaştı. "Sen kimsin, Karahan? Hangi ‘biz’den bahsediyorsun?"
Mustafa Kemal, sessizce gelip masaya oturdu.
Ellerini masaya koyamadı, çünkü alçıdaydı.
Ama gözlerini Selim’in içine işlercesine dikti.
Sessizlik uzadı.
Sonra, soğuk ve net bir sesle konuştu:
"Bana bak Selim."
"Eğer düşündüğüm şey doğruysa, bu oyun çoktan başlamış demektir. Ve sen bu oyunun en küçük piyonu bile değilsin."**
Selim başını kaldırdı, gözlerinde garip bir kıvılcım parladı.
"Öyle mi diyorsun?"
Mustafa Kemal eğilmeden, sesi titremeden devam etti:
"Bu hiyerarşiyi kim kurdu? Titanlar dediklerin kimler? Kaos’un asıl yüzü ne?"
Selim bir an duraksadı.
Sonra, kanlı dudaklarıyla sırıtarak fısıldadı:
"Zaten öğreneceksiniz, hocam. Ama o gün geldiğinde, gerçekleri kaldıramayacaksınız."
Selim Karahan’ın kanlı dudakları arasından çıkan sözler, odanın içinde yankılanırken hava daha da ağırlaştı.
"Zaten öğreneceksiniz, hocam. Ama o gün geldiğinde, gerçekleri kaldıramayacaksınız."
Mustafa Kemal, gözlerini kırpmadan Selim’e bakıyordu.
"Deneyelim bakalım." dedi, sesi buz gibiydi. "Gerçekleri kaldıramayacağımızı nereden biliyorsun?"
Selim başını yana eğdi, gözleri hâlâ o alaycı parıltısını taşıyordu.
"Çünkü, komutanım..." dedi yavaşça, "Siz hâlâ düşmanın kim olduğunu bilmiyorsunuz."
İlteriş, sırtını duvara yasladı, gözleri şüpheyle kısıldı. Burak, dişlerini sıkarak sandalyesine iyice yaslandı.
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum sert bir sesle. "Açık konuş, Selim. Kimin adına çalışıyorsun?"
Selim bir an sustu. Sonra hafifçe güldü.
Ama bu kahkaha sinir bozucu bir şeydi. Kendinden emin, hiçbir şeyden korkmayan bir adamın kahkahası.
"Kendi ellerinizle beslendiğiniz çarkın, sizi nasıl öğüttüğünü görmek komik değil mi?" dedi, başını kaldırarak.
"Beni konuşturmak için bu kadar uğraşıyorsunuz ama zaten parçası olduğunuz düzenin içinde boğuluyorsunuz. Siz, sadece sahnede oynayan aktörlersiniz. Sen bile, Altay Öztürk..."
Gözlerini bana dikti. "Sen bile bu oyunun içinde bir piyon olduğunu fark edemeyecek kadar gururlusun."
Tüm vücudum gerildi. Bu adam ne demeye çalışıyordu?
Mustafa Kemal, omuzlarını gerdi.
"Bize bilmediğimiz bir şey söyle, Selim." dedi sertçe. "Laf oyunlarıyla bizi kandıramazsın. Titanlar kim? Kaos kim?"
Selim, bir an sessiz kaldı. Ardından, gözlerini hafifçe kapatıp derin bir nefes aldı.
"Siz," dedi, "Tanrıların bile önünde diz çöktüğü varlıkları hiç duydunuz mu?"
Odanın içi bir an buz kesti.
Herkes birbirine baktı.
Mustafa Kemal gözlerini kıstı. "Mitolojik saçmalıklarla işimiz yok, Selim. Net konuş."
Selim, gözlerini açtı ve odanın en karanlık köşesine doğru baktı.
Sanki orada, gözle göremediğimiz bir şey varmış gibi.
Ve sonra, kısık bir sesle fısıldadı:
"Titanlar, bu dünyanın efendisi değil."
Gözleri tekrar bana döndü.
"Ama sizin efendiniz."
İçimde kötü bir his belirdi.
Mustafa Kemal’in yüzü de gerilmişti.
Burak kaşlarını çattı, İlteriş ellerini yumruk yaptı.
Ama Selim, bizi sarsacak o cümleyi söylemek için ağzını tekrar açtı.
"Ve siz, onların hizmetinde olduğunuzu bile fark etmeyecek kadar körsünüz."
Bu sefer, içimdeki öfke volkan gibi patladı.
Sandalyemi sertçe geri iterek ayağa kalktım ve masaya eğildim.
"Ne ima ediyorsun, Karahan?" diye tısladım. "Bizi kimin için çalıştığımızı bile bilmemekle mi suçluyorsun?"
Selim bir kez daha sırıttı.
Ve sonra, bize bugüne kadar hiç duymadığımız bir isim söyledi.
Bir isim.
Her şeyi değiştirecek bir isim.
Ve o an, anladım ki bu savaş düşündüğümüzden çok daha derindi.
TEMSİLCİLER…
"TEMSİLCİLER."
Selim’in dudaklarından dökülen kelime, odanın içinde yankılandı.
Herkesin nefesi kesildi.
Mustafa Kemal’in gözleri kısıldı, Burak hafifçe ileri eğildi, İlteriş’in çenesi gerildi.
Ben ise, o an hissettiğim ağırlığı tarif edemezdim.
Bu kelimeyi daha önce hiç duymamıştık.
Ama hissettiğim şey açıktı. Bu, her şeyin merkezinde duran kelimeydi.
Selim, yorgun ama tatmin olmuş bir şekilde arkasına yaslandı.
"Benden bu kadar." dedi alaycı bir ifadeyle. "Bunları bulamazsınız. Boşuna çabalıyorsunuz. Çok büyük bir savaşın içine çekildiğinizin farkında bile değilsiniz."**
O an, Mustafa Kemal bile suskun kaldı.
Gözlerimi kıstım. "Temsilciler kim?"
Selim başını yana eğdi, sırıtarak bana baktı.
"Sen, Altay Öztürk… Bu işe girerek başına büyük bir bela çektin.
Tanrılar seni yok edecek."**
İçimde bir ateş yandı.
Sakin kalmalıydım.
Ama bu adamın sözleri, gözlerimin önüne daha büyük bir tablo seriyordu.
Biz bu savaşı hainlere karşı verdiğimizi sanıyorduk.
Ama anlaşılan, hainler bile daha büyük bir düzenin piyonlarıydı.
Mustafa Kemal sandalyesinde hafifçe geriye yaslandı, gözleri Selim’e sabitlenmişti.
"Tanrılar mı?" dedi alaycı bir ifadeyle. "Ne olmuş onlara? Bugüne kadar hangi tanrı, Türk’ün iradesinin karşısında durabildi?"**
Sessizlik.
Selim, gözlerini kıstı.
Ama bir şey söylemedi.
Çünkü o da biliyordu.
Bizi durduramazlardı.
Kim olurlarsa olsunlar.
Bu sefer, düşman gölgelerin arasında saklanıyordu.
Ama biz, o gölgeleri gün ışığına çıkarmaya kararlıydık.
Selim Karahan’ı adalete teslim ettik.
Tüm kayıtları, itiraflarını, çizdiği hiyerarşiyi ve "Temsilciler" hakkında söylediklerini ilgili birimlere gönderdik.
Ama içimdeki his, bu işin burada bitmediğini söylüyordu.
Biz yalnızca perdenin kenarını aralamıştık.
Arkasında ne olduğunu öğrenmek için, daha büyük bir savaşa girmek zorundaydık.
Ve şimdi, o savaşın ilk stratejisi çiziliyordu.
Brifing odasına hızlı adımlarla girdik.
Binbaşı Halil Özçelik, her zamanki sert bakışlarıyla bizi süzüyor, gözleri gölgelerin ardını görmeye çalışır gibi parlıyordu.
"Oturun." dedi tok sesiyle.
Herkes, yerlerine geçti.
Projeksiyon açıldı, duvara İngiltere’deki saldırının görüntüleri yansıdı.
“Londra operasyonu ve Selim Karahan’dan aldığımız bilgiler doğrultusunda, elimizde büyük bir yapı olduğuna dair kesin kanıtlar var.” dedi binbaşı, lazer işaretçiyi ekrana tutarak.
"Ancak... Titanlar, Tanrılar ve Kaos kavramları, hâlâ büyük bir soru işareti. ‘Temsilciler’ dediği grubun kimlerden oluştuğunu bilmiyoruz.”**
Masada kısa bir sessizlik oldu.
Burak hafifçe öne eğildi. “Bunu anlamanın bir yolu var, komutanım.” dedi ciddiyetle.
Binbaşı kaşlarını kaldırdı. “Seni dinliyorum, Burak.”
Burak hafifçe sırıttı. “Selim’in korktuğu bir şey var. Adam o kadar işkenceye direndi, ama ‘Tanrılar seni yok edecek’ diyerek Altay’a tehdit savurdu.
Bu demektir ki, bizimle ilgilenen biri ya da birileri var.
Ve biz, onların ilgisini biraz daha çekersek, bizi kendileri bulacaklar."**
Herkes Burak’a döndü.
Binbaşı Özçelik başını yana eğdi. “Kendimizi yem olarak mı kullanacağız?”
Burak hafifçe omuz silkti. "Onlar bizi zaten izliyor, komutanım.
Ama biz ne kadar yaklaştığımızı onlara göstermedik. Eğer gölgeleri üzerimize çekeriz, o zaman onların içindeki en büyük ismi ortaya çıkarabiliriz."
İlteriş derin bir nefes aldı. "Tehlikeli ama etkili bir plan."
Mustafa Kemal gözlerini kıstı, "Bu aynı zamanda ne kadar güçlü olduklarını görmemizi de sağlar." dedi düşünceli bir sesle.
Ben, kollarımı göğsüme bağladım.
"Bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun, Burak?" diye sordum.
Burak hafifçe sırıttı.
"Basit," dedi. "Öyle bir hareket yapacağız ki, bu heriflerin bizim üzerimize çullanması gerekecek.
Ve o zaman, biz onların kim olduğunu bileceğiz."
Odanın içi bir kez daha sessizliğe gömüldü.
Binbaşı Özçelik başını kaldırdı.
Ve sonunda, tek bir kelime söyledi:
"Hazırlanın."
Binbaşı Özçelik gözlerini hepimizin üzerinde gezdirdi, sesi tok ve kararlıydı.
"Size bir ay hazırlanma süresi veriyorum. İyice dinlenin. Büyük bir operasyon bizi bekliyor."
Herkes hafifçe başını salladı, ama içimizdeki huzursuzluk geçmiyordu.
Bu yalnızca bir fırtına öncesi sessizlikti.
Ama benim aklım operasyonu değil, bambaşka bir şeyi düşünüyordu.
Umay.
Artık evlenmemiz gerekiyordu.
O, her zaman arkamda duran, benim savaşlarıma tanıklık eden tek insandı.
Bu dünyada kaybedecek en değerli şeyimdi.
Ve bu savaşa girmeden önce, artık onun benim karım olması gerekiyordu.
Düşüncelerim hızla akarken, Mustafa Kemal omzuma dokundu.
"Hadi Altay komutanımm," dedi hafifçe gülümseyerek. "Ulaş evde yalnız kaldı. Çocuğu aç bırakmayalım."
Burak kahkaha attı, "Komutanım, Ulaş evde yalnız kalınca evrim geçiriyor. Ya taş devrine dönüyor ya da yeni bir felsefi akım icat ediyor."**
İlteriş başını iki yana salladı, “En son yalnız kaldığında dolaptaki yoğurdu içecek bir şey sanıp pipetle içmeye çalışmıştı." dedi yüzünü ekşiterek.
Kahkahalar eşliğinde arabaya atladık ve doğruca siteye sürdük.
Bu gece yalnızca bir arkadaşımıza yemek yapmayacaktık.
Bu gece, benim için yeni bir hayatın kapısını aralayacaktık.
Çünkü bu gece, Umay’a evlenme teklif edecektim.
Eve vardığımızda, gökyüzü hâlâ karanlıktı. Saat sabahın 05.58’i.
Yorgunluktan bedenim isyan ediyordu, ama aklımdaki plan beni ayakta tutuyordu.
Hemen içeri girip üstümü değiştirerek yatağa attım kendimi.
Ama göz kapaklarım kapanırken bile, yüzümde bir gülümseme vardı.
Bu gece, Umay’a evlenme teklif edecektim.
Üç saat sonra gözlerimi açtığımda, saat 09.00’a geliyordu.
Evde bir hareketlilik vardı.
Mutfaktan gelen kahkaha ve tabak çanak sesleri, evin içinde bir bayram havası estiriyordu.
Hızla üzerimi giyinip dışarı çıktım ve seslerin kaynağına yöneldim.
İlterişlerin evine girdiğimde, karşılaştığım manzara tam olarak beklediğim gibiydi.
Burak elinde bir tencere kapağıyla davul çalar gibi vuruyor, Ulaş yarı uykulu gözlerle ekmeğe tereyağı sürmeye çalışırken bıçağı eline bulaştırıyor, İlteriş ise kahvesini içerken gözlerini devirmeye devam ediyordu.
Ve mutfağın tam ortasında, kollarını sıvamış, kahvaltıyı organize eden Umay vardı.
Saçlarını arkadan toplamış, beyaz tişörtü ve şortuyla, mutfakta tam anlamıyla bir savaş komutanı gibi emir yağdırıyordu.
“Burak, çatal bıçakları düzgün koy! Savaşta değiliz!”
“Ulaş, ekmeği elinle değil, bıçakla kes! Bıçağın amacı o zaten!”
“İlteriş, kahveni yavaş iç, daha peynir koymadık masaya!”
İçeri girip kapıya yaslanarak bu curcunayı izledim.
Gözlerim Umay’a takıldı.
İşte tam da bu yüzden, bu kızı sevmiştim.
Bu kaosun içinde bile ev gibi hissettiren tek insandı.
Beni fark ettiğinde gülümsedi. “Aa, prens uyanmış!” dedi alaycı bir sesle. “İki lokma bir şey yiyelim de sonra tekrar uyursun, komutanım.”
Göz kırptım.
“Bugün fazla uyumayacağım, Umay Karaca. Çünkü bugün seninle ilgili önemli bir işim var."
O bunu şimdilik önemsemedi.
Ama ben, akşamın nasıl geçeceğini düşünerek, kahvaltı masasına doğru ilerledim.
Çünkü bu, yalnızca bir gün değil…
Hayatımın en önemli günlerinden biriydi.
Kahvaltı masasında tam bir kaos hakimdi. Burak tencere kapağını bırakmıştı ama bu sefer de reçeli ekmeğin üzerine değil, doğrudan tabağa sürüyordu.
Ulaş, hâlâ uykulu gözlerle çayına şeker mi tuz mu attığını çözmeye çalışıyordu.
İlteriş sessizce kahvesini yudumluyor, bizi izleyerek bu hengâmenin ne zaman biteceğini hesaplıyordu.
Tam ağzıma bir lokma peynir atarken, Umay bana döndü.
“Bugün işin var mı Altay?” diye sordu merakla.
Gözlerimi ona diktim, gülümsememi kontrol etmeye çalışarak.
"Evet, aşkım. İşler biraz yoğun bugün." dedim, ekmeğimden bir ısırık alarak.
Kaşlarını kaldırdı. “Ne işi?”
Kaşığımı masaya bıraktım, ellerimi birleştirdim ve gözlerini yakaladım.
"Nikah tarihi almaya."
Bir anlık sessizlik oldu.
Ve sonra, pat!
Timden alkışlar koptu.
Burak kahvaltıdan fırlayıp havaya yumruk attı. "Helal be komutanım! Artık resmen babamız oluyorsun!"**
Ulaş, çayını neredeyse boğazına kaçırıyordu. "Lan ne zaman karar verdiniz?! Bize niye haber vermiyorsunuz?!"**
İlteriş bile, kahvesini bırakıp başını kaldırdı. "Gerçekten mi?" dedi hafif bir tebessümle.
Ama en güzel tepki, Umay’dan geldi.
Gözleri kocaman açılmıştı, şok olmuş gibi bana bakıyordu.
Ve sonra, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti.
“Ciddi misin?” diye fısıldadı.
Elini tuttum, hafifçe sıktım. “Sence?” dedim göz kırparak.
O an gözleri doldu, ama mutluluktan.
Ve herkesin ortasında, ellerini yüzüne kapatıp kıkırdamaya başladı.
Bütün tim kahkahalarla gülüyordu.
Ama benim için, bu kahvaltı artık sadece bir kahvaltı değildi.
Bu, yeni hayatımızın ilk adımıydı.
Ve ben, bu adımdan daha heyecanlı olamazdım.
EVLİLİĞE DOĞRU İLK ADIM
Kahvaltıdan sonra Umay’la el ele belediyeye doğru yola çıktık.
Timi evde bırakmıştım. Çünkü onlarla gitseydik, olay çıkması kaçınılmazdı.
Burak kesinlikle belediye başkanına "Komutanımın nikahını şatafatlı yapın!" diye emir verir,
Ulaş "Damat halayı için yer açıyor muyuz?" diye sorar,
İlteriş ise başını iki yana sallayarak “Biz nereye geldik yine ya?” diye iç çekerdi.
Kısacası, nikah tarihi almaya gidiyoruz derken bir meydan düğünüyle dönebilirdik.
Yanımda sadece Umay vardı.
Ve bu, daha iyi bir seçenekti.
Yolda yürürken, Umay hafifçe koluma girdi.
Gözleri düşünceli, sesi hafif panik doluydu.
"Hemen nikah tarihi alıp davetiyeleri bastıralım," dedi hızla. "Zaten dağıtmak üç günümüzü alır. Altay, çok sıkıştı ya! Ben panik yapıyorum!"**
O an durdum, gözlerimi ona çevirdim.
Yüzüme bakınca birkaç saniyeliğine duraksadı.
Sonra, ellerini göğsünde birleştirip kaşlarını çatıp bana baktı.
"Beni sakinleştireceksen hiç uğraşma, çünkü sakin olamam."
Sırıttım. “Aşkım, sen düğün planlamıyorsun, savaş planlıyorsun sanki.”
Umay hızla başını salladı. "Öyle! Bak, davetiyeler gecikirse insanlar yanlış giyinir! O gün düğün olduğunu unutup başka plan yaparlar! Çok organize olmamız lazım."
Gözlerimi devirdim. “Tamam, tamam. Tarihi alır almaz davetiyeciye gidiyoruz. Komutanın emri olur mu?”**
Bunu söyler söylemez, yanağıma hafifçe bir öpücük kondurdu.
"Olur komutanım!" dedi gülerek.
Ve belediye binasına doğru yürümeye devam ettik.
Çünkü bu işin şakası yoktu.
Artık resmen evleniyorduk.
Nikah işlemleri için hastaneye yönlendirildik. Gerekli testleri yaptırıp, raporlarımızı alıp tekrar belediyeye döndüğümüzde, memur bize gülümseyerek bakıyordu.
“Nikah için uygunsunuz. Buyurun, müsait günlerimiz burada.”
Önümüze bir liste koydu. Umay heyecanla listeye eğildi, ben de yanaştım.
Birlikte günleri incelerken, gözüm bir tarihe takıldı.
12 Haziran.
İçimde bir his belirdi.
Umay’a döndüm, “Aşkım,” dedim hafifçe gülümseyerek. “12 Haziran bize çok uymuyor mu?”
O da listeye baktı, kaşlarını hafifçe çatıp düşündü.
Sonra bana döndü, “Gerçekten de tam zamanında olur.” dedi heyecanla.
“Anca işleri yoluna koyardık.”
Ben başımı salladım. "Hem yazın başı, hem sıcak ama boğucu değil, hem de her şeyi yetiştirebileceğimiz en ideal tarih."
Umay gözlerini kocaman açıp ellerini çırptı.
"Tamam o zaman, 12 Haziran olsun!"
Memur tarihimizi kaydederken, ben Umay’a baktım.
Gözleri heyecanla parlıyordu, yüzünde o tatlı gülümseme vardı.
O an, doğru kararı verdiğimi biliyordum.
Çünkü o günden itibaren, artık hayatımda resmen Umay Karaca değil, Umay Öztürk olacaktı.
Umay heyecandan yerinde duramıyordu, gözleri parlıyordu. Gülerek elini tuttum, “Hadi bakalım, şimdi de davetiyelerimizi bastırmaya gidiyoruz!” dedim.
Matbaaya vardığımızda, onlarca davetiye modeli arasından seçim yapmaya başladık. Klasik, modern, çiçek desenli, altın yaldızlı birçok seçenek vardı. Umay titizlikle inceledi, her detayı düşünüyordu. Sonunda sade ama zarif bir tasarımda karar kıldık.
Fildişi tonlarında, ortasında büyük ve şık bir fontla düğün tarihimiz yazılı olan, alt kısımlarında ise kına, gelin alma ve düğün detaylarının zarifçe işlendiği bir davetiyeydi.
“İşte bu!” dedi heyecanla Umay. “Hem şık hem de tam bizim tarzımız.”
Baskı için gerekli bilgileri verdik, davetiyelerin birkaç gün içinde hazır olacağını söylediler. Çıkışta Umay koluma girdi, “Gerçekten evleniyoruz, Altay!” diye fısıldadı mutlulukla.
Başımı eğip gözlerinin içine baktım. “Evet, aşkım. Hem de hayatımızın en güzel günü olacak.” dedim gülümseyerek.
Gelinlik ve damatlık alışverişine çıktığımız gün, düğün hazırlıklarının en heyecan verici anlarından biriydi. Davetiyeciden el ele ayrıldıktan sonra hem Umay hem de ben, alışverişin ayrı ayrı gerçekleşeceği gerçeğini kabullenerek birbirimize ufak şakalar yapıp neşeyle vedalaştık.
Arabaya bindiğimde binbaşı Özçelik direksiyondaydı, İlteriş ise arka koltuğa yerleşmişti. İçimde tatlı bir heyecan vardı. Damatlık seçimi basit bir iş gibi görünse de, en özel günümde nasıl görüneceğim konusunda içimde bir titizlik vardı. Klasik mi olmalıydım, yoksa biraz daha modern bir dokunuş mu gerekliydi? Henüz karar verememiştim.
Özçelik gülerek, “Altay, sakın gelinliğin yanında sönük kalma, yoksa Umay seni zor tanır,” dedi.
Gülerek başımı iki yana salladım. “Umay zaten ne seçersem yakıştırır, ama tabii ki en şık halimle karşısına çıkacağım.”
İlk durağımız, şehrin en ünlü damatlık mağazalarından biri olan özel tasarım butiğiydi. İçeri girer girmez bizi geniş bir showroom karşıladı. Siyah, lacivert ve antrasit tonlarında birçok takım elbise raflara ve askılara dizilmişti. Bir yanda klasik smokinler, diğer yanda modern kesimli damatlıklar…
Bir görevli yanımıza yaklaşıp güler yüzle, “Nasıl bir tarz düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Henüz net bir fikrim olmasa da, içimde hem klasik hem de modern çizgileri barındıran bir tasarım fikri vardı. Ama önce birkaç model denemeye karar verdim. İlk olarak siyah kadife yakalı bir smokin giydim. Aynada kendime baktığımda oldukça şık göründüğümü düşündüm ama yine de içime tam olarak sinmedi.
İlteriş başını hafifçe yana eğerek, “Fena değil ama biraz fazla resmi duruyor, sanki askeri törene gidiyormuşsun gibi,” dedi.
Özçelik de onaylarcasına başını salladı. “Belki biraz daha hareketli bir şey seçmelisin.”
Sonraki birkaç denememde daha slim fit kesimli, hafif parlak kumaşlı lacivert bir takım elbise denedim. Bu, diğerine göre daha modern ve dinamik bir hava veriyordu. Aynada kendime tekrar baktım. Üzerime oturuşu, kumaşın kalitesi ve kesimi hoşuma gitmişti.
“Hah, işte bu!” dedi İlteriş. “Tam senlik.”
Görevli de olumlu bir şekilde gülümseyerek, “Bu model özellikle uzun boylu ve atletik yapılı damatlar için tercih ediliyor,” diye ekledi.
Son bir kez aynaya baktım ve içim rahatladı. İşte, düğün günümde giyeceğim damatlık buydu. Satın aldıktan sonra dükkândan çıkarken, Umay’ın nasıl görüneceğini merak etmeden duramıyordum.
Bu sırada Umay ve kızlar...
Umay ve kızlar gelinlik alışverişi için şehrin en büyük moda evlerinden birine gitmişti. İçeri girdiklerinde onları gösterişli, zarif ve romantik yüzlerce gelinlik bekliyordu.
Umay, düğün günü nasıl bir gelin olmak istediğini düşünüyordu. Gösterişli mi, sade mi, yoksa nostaljik bir tarz mı? İçinde tatlı bir heyecan vardı. Arkadaşları hemen birbirinden güzel gelinlikleri incelemeye başlamış, her biri farklı bir modeli öneriyordu.
İlk denediği model, dantel işlemeli, prenses kesim bir gelinlikti. Üzerine giydiğinde, aynada kendisini bir masal kahramanı gibi hissetti. Ancak etekleri biraz fazla kabarık gelmişti.
“Bunu giyersen Altay seni bir peri sanacak,” dedi üniversiteden en yakın arkadaşı Elif, kahkahalarla.
Umay da gülerek başını salladı. “Evet, belki biraz daha sade bir şey seçmeliyim.”
Birkaç gelinlik daha denedikten sonra, sonunda istediği modeli buldu. A kesim, zarif dantel detayları olan ve romantik bir hava taşıyan bir gelinlik... Giydiği an aynadaki görüntüsüne hayran kaldı. Kumaşın akışı, işlemelerin zarafeti, her şeyiyle mükemmeldi.
“Tam senlik!” dedi Elif heyecanla.
Umay, aynaya uzun uzun baktıktan sonra gülümsedi. “Evet, işte bu.”
Umay, gelinlikçiden çıkmak üzereyken bir an duraksadı. Aklına annesinin gelinliği geldi. O, yıllardır sandıkta saklanan, annesinin en özel gününde giydiği ve hatıralarla dolu olan o zarif beyaz kumaş… Evden çıkarken arabasının bagajına atmıştı.
Birden döndü ve arkadaşlarına seslendi:
“Bakın,” dedi gülümseyerek, “Annemin gelinliğini de versek? Gelin almasında onu giymek istiyorum. Sonrasında düğün salonunda değiştirebilirim.”
Elif, gözleri parlayarak bu fikri hemen onayladı. “Harika bir fikir! Hem sana hem de annenin anılarına çok yakışacak.”
Gelinlikçi, eski ama büyüleyici zarafetiyle hala ışıldayan bu özel gelinliği dikkatlice teslim aldı. Onun da tıpkı diğer gelinlik gibi özenle hazırlanması için gerekli talimatlar verildi. O anda Umay, annesinin düğün fotoğraflarını hatırladı. O zarif danteller içinde ne kadar güzel göründüğünü ve babasının ona sevgiyle baktığını düşündü. Şimdi, yıllar sonra, o gelinliği yeniden hayata döndürmek, ona kendi anılarını eklemek istiyordu.
Saçı ve gelinliği aynı yerde hazırlanacaktı. Her şey planlıydı. Davetiyeler e-posta yoluyla dağıtılmış, özel misafirlere ise PTT aracılığıyla ulaştırılmıştı. Umay bunları düşündükçe içini tarifsiz bir mutluluk kapladı. Hayatının en önemli günü yaklaşıyordu ve her şey tam da hayal ettiği gibi ilerliyordu.
Gülümseyerek derin bir nefes aldı. Şimdi, sadece o büyülü ana kavuşmayı beklemek kalmıştı.
Eve vardığımızda ikimiz de yorgun ama bir o kadar da heyecanlıydık. Daha kapıdan adımımızı atar atmaz Umay, gözleri ışıl ışıl, hemen anlatmaya başladı.
"Altay! Bugün o kadar güzel geçti ki! Gelinlik seçmek tahmin ettiğimden çok daha zor ama bir o kadar da eğlenceliydi."
Gülümseyerek ayakkabılarımı çıkardım, ceketimi bir kenara bırakıp onu dinlemeye koyuldum. “Anlat bakalım, nasıl bir şey seçtin?”
Umay, gelinlikçide heyecanla aynanın karşısına geçti ve yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Giydiği gelinliği tarif ederken gözleri ışıldıyordu:
"Beyazın en zarif tonu… Üst kısmı düşük omuz detaylı, omuzları açıkta bırakan romantik bir kesime sahip. Kumaşı vücudu nazikçe sarıyor, hafif drapeler ise sofistike bir hava katıyor. Bel kısmında modern bir pencere detayı var, bu da gelinliğe hem zarif hem de cesur bir dokunuş ekliyor. Arkadan bakıldığında ise dökümlü bir kuyruk ve zarif büzgüler dikkat çekiyor. Hareket ettikçe dalgalanan, özgüvenli ama klasik bir gelinlik… Kendimi içinde hem güçlü hem de büyüleyici hissediyorum!"
Gözlerini Altay’a çevirdi ve sordu: “Ne dersin, bu gelinlik tam benlik değil mi?”
“Kesinlikle harika görünüyorsundur,” dedim gülümseyerek. “Ama beni asıl şaşırtan şey şu ki, çok abartılı bir model seçmemişsin.”
Gözlerini devirerek kahkaha attı. “Senin abartılıdan kastın ne bilmiyorum ama zaten ihtiyacım olan tek şey zarafet ve sadelikti.”
Sonra bir an duraksadı, gözleri hafifçe doldu ama bu sevinç gözyaşlarına benziyordu. “Biliyor musun, çıkmadan önce annemin gelinliği aklıma geldi. Onu da yanımda getirmiştim ve prova için verdik. Düğün gününde gelin almasında annemin gelinliğini giyeceğim, sonra düğün salonunda kendi gelinliğime geçeceğim.”
Bu sözleri duyunca içimde sıcak bir duygu yayıldı. Umay’ın ailesine, anılarına ve değerlere verdiği önem her zaman beni hayran bırakmıştı. Ona doğru eğilip yanağına küçük bir öpücük kondurdum. “Bu çok anlamlı bir karar. Biliyorum ki annen de baban da seninle gurur duyuyordur.”
Gülümsedi, başını hafifçe omzuma yasladı. O an, düğüne giden bu yolculuğun sadece bir organizasyon değil, bir duygu yolculuğu olduğunu bir kez daha anladım.
“Peki sen nasıl bir damat olacaksın?” diye sordu gözlerini kısarak.
Gülerek omuz silktim. “Sade ama şık... Tıpkı gelinim gibi.”
Ve o gece, düğün hazırlıklarının heyecanı içinde, birlikte geçireceğimiz en özel güne bir adım daha yaklaştığımızı hissederek uyuduk.
Mutfağa girdiğimde Umay’ın kahvaltıyı hazırlamış olduğunu görmek içimi ısıttı. Masaya göz gezdirdiğimde, her şeyin özenle yerleştirildiğini fark ettim. Taze ekmek, bal, reçel, peynir çeşitleri, domates-salatalık tabağı, sucuklu yumurta ve sıcacık demlenmiş çay… Sanki bir misafir ağırlanıyormuş gibi özen gösterilmişti. Ama misafir değil, bizim tim buradaydı.
Salonun girişinden baktığımda İlteriş her zamanki gibi ciddi duruyordu ama gözlerinde uykunun son izleri vardı. Ulaş, kahvaltıyı görünce keyifle sandalyeye yaslanmış, Mustafa Kemal ise masadaki çayı kokluyordu. Fatih ekmek sepetinden kendine dilim seçerken, Yavuz ve Kerim kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Eren kollarını kavuşturmuş, bekliyordu, Burak sabırsızca sucuklu yumurtaya göz dikmişti. Onur ise Umay’a dönerek gülümseyerek, “Gerçekten bu kadar güzel bir kahvaltıyı hak edecek ne yaptık biz?” diye sordu.
Umay gülümseyerek elindeki çaydanlığı yerine koydu. “Sadece buraya geldiğiniz için. Hadi, herkes sofraya, yoksa aç kalan olursa sorumluluk almam.”
Gülerek sandalyeye oturdum, Umay yanımdaki yerine geçerken çayımı doldurdu. Tim kahvaltıya saldırmadan önce ben de bir lokma alıp “Bu kahvaltı, şimdiden efsane oldu,” dedim.
Tim kahkahalarla ve keyifle kahvaltıya başlarken, bu anın tadını çıkardım. Uzun zamandır ilk kez bu kadar sakin ve güzel bir sabah geçiriyorduk.
Umay başını hafifçe yana çevirdi, gözleri gözlerime değdiğinde içinde tanıdık bir sıcaklık gördüm. Gülümsedi, o gülümseme sabahın serinliğini unutturacak kadar içtendi. Ellerini ellerimin üzerine kapadı, parmaklarımdan usulca geçti.
"Özlemek, kavuşmak varsa güzeldir," diye mırıldandım. Sesim fısıltıyla tenine dokunuyordu sanki. "Umay, benim bütün yollarım sana çıkıyor."
Bunu söylerken içimde garip bir huzur vardı. Çünkü ne kadar uzaklaşsam da, hangi yolda kaybolsam da, hangi savaşa girsem de döneceğim yer hep belliydi: O.
Umay derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı bir an. Sonra başını omzuma yasladı, “O zaman hiçbir yol kayboluş değil,” dedi.
Zaman durmuştu. Dışarıda hayat akmaya devam ediyordu, ama biz o anın içinde, birbirimize çıkan yollarda kaybolmuştuk.
Gülümseyerek elimdeki çayı masaya bıraktım ve timin yüzlerine baktım. “Bugün,” dedim, sesi biraz uzatarak, “karargâha gidip davetiye dağıtacağız. Beyler, gelmek isteyen gelsin.”
Masada kısa bir sessizlik oldu, sonra Burak kaşlarını kaldırıp sırıtışla, “Bu bir emir mi, rica mı?” diye sordu.
Fatih kahvesinden bir yudum alıp başını salladı. “Zaten başka seçeneğimiz yok gibi hissediyorum.”
Tam o sırada Umay, karşımdaki sandalyeye yaslanıp gülümseyerek bana baktı. “Ben çoktan üniversiteye dağıttım,” dedi. Sesi hafifçe övünür gibi çıkmıştı. “Önemli hocalara da özellikle verdim. Artık akademik çevrede de düğünümüz konuşuluyor.”
Gözlerimi devirerek gülümsedim. “Beni yine yendin yani?”
Omuzlarını silkerek, “Altay, kazanmak diye bir şey yok. Sadece ben her zaman bir adım öndeyim,” dedi kahkahayla.
Timden gelen gülüşmeler arasında, önümdeki çayı alıp bir yudum içtim. “Peki, beyler. O zaman karargaha doğru bir düğün konvoyu yapıyoruz. En şık davetiye teslimatı olacak.”
Yavuz kahvesini bitirip ayağa kalktı. “Bu iş bittiğinde ödülümüz var mı?”
Umay başını iki yana sallayıp gülümsedi. “Eğer düzgün yaparsanız, belki akşam yemeğinde sizi aç bırakmam.”
Herkes kahkahalarla masadan kalkarken, Umay’la göz göze geldim. Her şeyi birlikte yapıyorduk, her şeyi birlikte yaşayacaktık.
Karargâha vardığımızda tim, ellerindeki davetiyelerle sağa sola dağılırken ben büyük rütbeli komutanlara davetiyeleri bizzat vermek için odalarına yöneldim. Albay, yarbay, binbaşı derken son olarak Binbaşı Özçelik’in odasına girdim.
Özçelik, her zamanki gibi masasının başında dimdik oturuyordu. Davetiyeyi uzattığımda kaşlarını kaldırıp gülümsedi. “Vay be Altay, demek sonunda kelepçeyi taktılar ha?”
Gülerek başımı salladım. “Komutanım, kaçacak yerim kalmadı.”
Davetiye zarfını masasına koydu, göz ucuyla davetiyeye baktı. “Güzel seçim. Şık ama gösterişsiz. Umay Hanım’ın zevkli biri olduğu belli.”
Sonra birden telefonun tuşlarına bastı ve emir verdi: “İki çay getir.”
İtiraz etmek için ağzımı açtım ama elini kaldırıp susturdu. “Komutanın çay söylediğinde reddedilmez Altay. Otur, düğün öncesi birkaç kelam edelim.”
Mecburen sandalyeye oturdum. Çaylarımız geldiğinde bardağı elime alırken Özçelik, sesi her zamanki gibi sakin ama derin bir ciddiyetle konuşmaya başladı:
“Bak Altay, evlilik dediğin şey düğünden ibaret değil. Nikah masasına oturduğun gün her şey bitmiyor, tam aksine asıl o zaman başlıyor.”**
Başımı salladım, onu dikkatle dinliyordum.
“Zor zamanlar olacak. Tartışmalar, belki anlaşmazlıklar… Ama önemli olan, her tartışmanın sonunda aynı tarafta olduğunu hatırlamak. Kazanmaya değil, anlamaya çalış. Eğer sevdiğin kadının gözlerine baktığında hâlâ evet diyebiliyorsan, gerisi hallolur.”
Çayımdan bir yudum aldım, söylediklerini sindiriyordum. “Bunu nasıl başarıyorsunuz komutanım?”
Özçelik hafifçe gülümsedi, bardağını masaya koyarken gözleri geçmişi anımsıyor gibiydi.
“Ben her zaman eşime dönüp ‘Eğer tekrar seçme şansım olsaydı, yine seni seçerdim’ derim. O da bana gülümseyerek ‘Biliyorum’ der. Bunu söyleyebiliyorsan, doğru kişiyi bulmuşsun demektir.”
Sözleri içime işledi. Çayımızı sessizce içtikten sonra bardakları kenara koyduk. Ayağa kalktım, saygıyla selam verdim. “Tavsiyeleriniz için teşekkür ederim komutanım.”
Özçelik gülümsedi. “Ben teşekkür ederim Altay. Güzel bir eş bulmuşsun, kıymetini bil.”
Başımı eğip odadan çıkarken içimde garip bir huzur vardı. Evet, ben doğru kişiyi bulmuştum. Ve bundan sonra ne olursa olsun, Umay’la her şeyin üstesinden birlikte gelecektik.
Timle eve vardığımızda Burak her zamanki gibi sırıtıyordu. Daha kapıdan girerken o muzip bakışı görünce iç geçirdim. "Ne oldu Burak? Yine neyin peşindesin?" dedim gözlerimi kısarak.
Burak, bacak bacak üstüne atıp koltuğa yayıldı. "Altay, dostum… Koca bir tören, davetiyeler, karargâhta çay içmeler... Ama asıl bomba ne biliyor musun?"
Gömleğimin düğmesini açıp kanepeye oturdum. "Ne?"
Burak sırıtışını iyice genişletti. "Bizi ilgilendiren asıl olay, kına gecesi. Biz de orada olacağız, değil mi?"
Mustafa Kemal kahvesinden bir yudum alıp kaşlarını kaldırdı. "Niye gidiyoruz ki? Kına gecesi kız işi değil mi?"
Burak kahkahayı patlattı. "İşte tam da bu yüzden! Sen hiç bizim gibi adamların kına gecesine katıldığını düşündün mü? Geçen gün Umay’ın arkadaşlarıyla konuştum, meğer damat tarafı da gidiyormuş artık. Altay, sen kınalı ellerle eve dönerken biz de eğleneceğiz!"
Yavuz kahkahasını zor tuttu. "Damat falan değiliz ama kınamız var yani?"
Kerim başını salladı. "Ben kınalı parmaklarla silah doldurmayı reddediyorum."
Eren, Burak’a dönüp kaşlarını çattı. "Bizim için ne planlıyorsun Burak?"
Burak göz kırptı. "Dostlarım, kendinizi hazırlayın! Size öyle bir kına gecesi yaşatacağım ki, tim olarak bile unutamayacağız!"
O an anladım ki Burak varsa, tehlike de vardı. Kına gecesi düşündüğümden çok daha farklı geçecekti.
Burak kahkahayı patlatarak kapıya yöneldi. “Ben bir gideyim beyler, nede olsa kız tarafıyım.” diye sırıtınca, elimdeki yastığı fırlatıp tam sırtına denk getirdim.
“Ulan sığır, geç otur şuraya! Almayayım ayağımın altına!” dedim yalandan kızarak.
Burak, göğsünü gere gere yastığı yakalayıp yerine çöktü. “Vay be, damat bey agresifleşti. Umay’sızlığa dayanamazsın demiştim!”
Yavuz araya girip kıkırdadı. “Altay abi, Burak’a bu kadar sert davranma, sonuçta adam karşı tarafı temsil ediyor.”
Eren de sırıtarak ekledi. “Bence Burak’ı düğüne gelin tarafı olarak sokalım, elimizde fazla şalvar varsa giydirebiliriz.”
Burak hemen ayağa fırlayıp ellerini kaldırdı. “Heeey! Ben kız tarafıysam da delikanlı olanındanım. Şalvar malvar yok!”
Mustafa Kemal omzunu silkti. “Ama bak, gelin kınasına da gidiyoruz. Belki orada seni oynatırız.”
Burak kaşlarını çatıp sertçe yerine oturdu. “Siz var ya… Vallahi dost değil, düşmansınız. Ben masumca gitmek istedim, şu muameleye bak!”
Kerim kahvesinden bir yudum alıp bana döndü. “Altay abi, bence asıl sen Burak’a dikkat et. Düğünde illaki bir halt yiyecek.”
İç çektim. “Biliyorum Kerim, biliyorum…”
Ve o an anladım ki düğün günü Burak’ı kontrol altında tutmazsam kesin bir olay çıkacaktı.
İlteriş gelip koltuğa yayıldı, kollarını başının arkasında kavuşturup rahatça gerindi. “Ee? Eğlence de mi yok yani? 1 hafta sonra damat oluyorsun, şu bekarlığın tadını çıkaralım.” dedi, hafif bir gülümsemeyle.
O an odada bir sessizlik oldu. Sonra tim birbiriyle bakıştı ve aniden ortam hareketlendi. Burak ilk sıçrayan oldu. “Hah! İşte beklediğim teklif! Altay abi, hadi itiraf et, sen de şöyle sağlam bir bekarlığa veda partisi istiyordun!”
Fatih gözlerini kısarak kışkırtıcı bir şekilde ekledi: “Eğer buna hayır dersen, düğünden sonra en az 6 ay bizden uzak kalırsın. O yüzden iyi düşün.”
Eren sırıtarak bana döndü. “Altay abi, bak bizi salarsan biz kendi başımıza da gideriz ama bence senin gözetimin altında olmamız herkes için daha sağlıklı olur.”
Kaşlarımı çatıp derin bir nefes aldım. “Tamam ulan! Hazırlanın, gece kulübüne gidiyoruz.”
Bütün tim anında coştu. Burak havaya yumruğunu kaldırıp, “İşte bu! Damat tarafı yola çıktı!” diye bağırdı.
Ama elimi kaldırıp uyardım. “Bakın, sarhoş olanı bizzat döverim, haberiniz olsun. Yarın sabaha sağlam kafayla uyanacağız, yoksa ben sizi uyandıramam.”
Kerim kahkahasını zor tuttu. “Altay abi, sen var ya, gerçekten askeri disiplinle eğlenmeye çalışan tek insansın.”
Yavuz ciddiyetle ekledi. “Adam haklı, düğün öncesi kafayı bulursak gelin tarafından düğüne alınmayız.”
Mustafa Kemal omzunu silkti. “Peki, eğlenmek serbest mi komutanım?”
Gözlerimi devirdim. “Benim başımı yakmadığınız sürece ne halt yediğiniz umurumda değil!”
Tim, üstlerini değiştirmek için dağılırken içimde garip bir his vardı. Bu gece kesin bir olay çıkacaktı ama Burak ve diğerleriyle gideceğime göre, başı belaya girecek ilk kişi de büyük ihtimalle ben olacaktım.
Hep beraber Çankaya’daki gece kulübüne giriş yaptık. İçeride loş ışıklar yanıp sönüyor, müzik baslarıyla zemini titretiyordu. Kalabalık, barın etrafında toplanmış, pistte insanlar dans ediyordu. Tim içeri girer girmez mekânın havası bir anda değişti. Sivillerle iç içe olunca bile asker gibi durduğumuzu fark ettim.
Bara yöneldik ve herkes ne içeceğini söylemeye başladı. Ben ve Ulaş enerji içeceği alırken, diğerleri doğrudan alkol tercih etti.
İlteriş, bardağını alıp yanıma oturdu, hafif sinirli bir şekilde kafasını salladı. “Altay, harbi mi? Koskoca damat olmuşsun, hâlâ enerji içeceği mi içiyorsun?”
Omuzlarımı silktim. “Ne yani? Kendimi kaybedecek halim yok. Zaten yarın beni Umay öldürür, alkol alırsam düğünü göremem.”
Ulaş iç geçirdi ama bir şey demedi. O da benim gibi içkiden uzak dururdu ama bu ortamda herkes kafasını bulmaya çalışırken enerji içeceğiyle durmak, biraz garip kaçıyordu.
Burak elindeki bardağı kaldırıp “Bu gece damadın bekarlığa vedası beyler!” diye bağırdı.
Kerim hemen ekledi. “Ve tabii ki olay çıkmadan eve dönebilecek miyiz?”
Yavuz kıkırdadı. “Bence Burak varken düşük ihtimal.”
Ben içeceğimden bir yudum alıp timi izledim. Gece yeni başlıyordu ama içimden bir ses, bu gece bir aksilik çıkmazsa şanslı sayılacağımızı söylüyordu.
Barda oturmuş, enerji içeceğimden bir yudum alırken cebimde hafif bir titreşim hissettim. Muhtemelen Umay mesaj atmıştı. Elimi cebime atıp telefonumu çıkardım, tam açacakken birden İlteriş kolunu uzatıp telefonu elimden kaptı.
Gözlerimi kıstım. “Ne yapıyorsun İlteriş?”
Telefonu havaya kaldırıp kaşlarını kaldırarak “Altay, eğlenmene bak. Telefon bende,” dedi, hiçbir itiraz kabul etmeyen o sert komutan ses tonuyla.
Ulaş hafifçe sırıttı, bardaktaki pipetiyle oynayarak “Bırak Altay, adam haklı. Şu birkaç saatliğine evlilik provası yapma. Telefonun kölesi olma.” dedi.
Gözlerimi devirdim. “Kardeşim, sadece saate bakıyordum.”
Burak bir kahkaha attı. “Tabii tabii, kesin Umay mesaj attı diye heyecanlandın ama yemezler! Geceyi timle geçiriyorsun damat bey, alış buna!”
İlteriş telefonu cebine koyup başını salladı. “Eğlence bitene kadar geri yok.”
Ulaş içeceğinden bir yudum aldı ve bana döndü. “Daha şimdiden telefonu elinden alıyorlar, düğünden sonra bir de hesap verirsin artık.”
Başımı iki yana sallayıp içeceğimden bir yudum aldım. Gece boyunca bu adamlarla uğraşmam gerekecekti ve anlaşılan bu kolay olmayacaktı.
Umay’ı şimdiden özlemiştim. Daha birkaç saat önce ayrılmıştık ama sanki günler geçmiş gibi hissediyordum. Onu bir hafta nasıl görmeden dayanacaktım? İçimden "kendimi görevdeymiş gibi düşüneyim, belki böyle daha kolay olur" diye geçirdim ama hiçbir görev, Umay’sız geçecek günler kadar zor olamazdı.
Tam o anda önümde duran bardağı aldım, düşünmeden kafama diktim. Bir yudum aldığım an fark ettim ki… Tadı korkunçtu! Acı ve keskin bir yanma hissi boğazımdan mideme doğru indi.
Gözlerim büyüdü, bardak elimde havada asılı kaldı. “Bu ne lan?! Kimin vodkalı meyve suyu bu?!” dedim yüzümü buruşturarak.
O sırada yanımdan gelen bir ses: “Komutanım, o benimdi.”
Başımı çevirdiğimde Yavuz başını hafifçe eğmiş, ciddiyetle bardağını işaret ediyordu.
Burak kahkahayı patlattı, elini omzuma koyup eğilerek "Yarasın damat bey!" dedi sırıtışla.
Ben ise gözlerimi devirdim, içimde hafif bir yanma hissiyle bardağı masaya bıraktım. “Allah belanı versin Burak! Senin yanındayken insanın başına bir iş gelmeme ihtimali yok!”
Tim kahkahalarla gülerken, ben içimden “Eğer bu geceyi sağ salim atlatırsam, düğünüm bile kolay geçer” diye düşündüm. Ama henüz gecenin daha başındaydık ve ben Burak’ın olduğu bir ortamda hiçbir şeyin kontrolümde olmadığını biliyordum.
Burak, elini havaya kaldırarak "Komutanım, gelin yarışalım!" diye bağırdı. O an anladım ki gece artık tamamen kontrolden çıkıyordu.
Garsona döndü ve "Kardeşim, bize bir tepsi Bloody Mary getir!" dedi.
Mekanın ışıkları arasında parlayan tepsi masaya geldiğinde, içinde sıra sıra dizilmiş kırmızı renkte shot bardakları vardı. Domates suyunun o baharatlı kokusu burnuma çarpınca yüzümü buruşturdum.
"Burak, ne yapıyorsun oğlum?!" dedim kaşlarımı çatarak.
Burak sırıttı. "Ne yapıyorum belli değil mi komutanım? Seni adam etmeye çalışıyorum!"
Timden herkes birer bardak aldı, sadece Ulaş duruyordu. Kollarını kavuşturmuş, kaşlarını çatmış halde oturuyordu.
"Ben imamım kardeşim, siz devam edin," dedi ciddi bir ifadeyle.
Burak kahkahayı bastı. "Hadi Ulaş, şurada din adamı gibi davranmayı bırak. Bir yudumdan bir şey olmaz!"
Ulaş derin bir nefes alıp gözlerini devirdi. "Siz harbiden adamın imanı gevreteceksiniz."
Bu sırada ben hâlâ direnmeye çalışıyordum. "Bakın, ben sadece bir bardak içeceğimi söyledim. Fazlasına girmem!"
Ama nafileydi. Kerim omzuma bir şaplak attı, Yavuz sırıtarak bardağımı elime tutuşturdu, İlteriş gözlerini kısarak "Altay, tim komutanıysan adam gibi iç!" dedi.
Ve Burak... Burak zaten olayın başrolündeydi. "Hadi be Altay, bu gece bizden kaçamazsın. Adam gibi shot at da görelim!" diye tempo tutmaya başladı.
Baktım kaçış yok, gözlerimi kapattım ve "Tamam lan, hadi bakalım!" diyerek bardağı diktim.
Baharatlı, ekşi ve sert tat bir anda ağzıma yayıldı. Gözlerimi kırpıp yutkundum. "Ulan bu ne biçim şey? Domates çorbasına votka katmışlar!" dedim yüzümü buruşturarak.
Tim kahkahalarla gülerken Burak elini omzuma attı. "Bak işte damat bey, böyle böyle alışırsın!" dedi sırıtışla.
Ben ne kadar "son shot" desem de, her seferinde biri elime başka bir bardak tutuşturuyordu. Timin gazıyla içtikçe içiyordum.
Ve o an fark ettim ki… Eğer bu böyle devam ederse, sabahı hatırlamamam çok yüksek ihtimaldi.
Sağa döndüğümde gözlerimi kırpıştırdım. Umay mıydı o? Yoksa alkolün yan etkileri mi başlamıştı?
Kollarını göğsünde bağlamış, kaşlarını çatmış şekilde bizi izliyordu. Bakışı tam anlamıyla bir komutan edasındaydı.
Gözlerimi ovuşturdum. “Kesin hayal görüyorum,” diye mırıldandım ama o an Burak büyük bir sırıtışla yalpalayarak "Aaa! Umay yenge!" diye bağırdı.
O an beynimde şimşekler çaktı. Bu bir hayal değildi. Umay gerçekten buradaydı.
Bütün tim bir anda ayıldı. Masada eğlenen, gülen, shot atan herkes bir saniyede hazırola geçti. Hatta İlteriş bile istemsizce sırtını dikleştirdi.
Umay, gözlerini kısıp bana doğru ilerledi. “Altay!” diye bağırdı.
Yutkundum. “Şey… Umay? Sen burada mıydın?”
Ellerini beline koydu. “Telefonlarıma cevap vermiyorsun! Burak Instagram’a story atmasa burada olduğundan haberimiz olmayacak. N’oluyor lan burada?!”
Son cümlesi o kadar sert ve askerî bir tondaydı ki, karşısında albay bile olsa selam çakardı.
Mustafa Kemal, fısıldayarak Burak’a döndü. "Ulan Burak, illa bizi satacaktın değil mi?"
Burak hala sarhoş sırıtışıyla "Ama yenge, storyyi en güzel açıdan çektim!" dedi.
Umay derin bir nefes aldı. "Altay, anlat bakalım, bu nasıl bir 'sadece bir bardak' olayı?"
Bütün tim bana döndü. Herkes 'bunu nasıl açıklayacaksın' der gibi bakıyordu.
Ve ben o an anladım ki… Karargâhtaki komutanlar bile Umay kadar sert olamazdı.
Panikledim. "Ama aşkım! Vallahi hep bu itlerin suçu!" diye savunmaya geçtim, elimle hemen Burak’ı işaret ettim. "Bak, vallahi bak! Telefonuma el koydu, ben masumum!"
Burak anında bir adım geri çekildi, "Komutanım, beni satmanızı bekliyordum zaten!" diyerek sırıttı. Ama Umay’ın bakışları ciddiyetini koruyordu.
Ellerimi belime koyup masum bir ifadeyle devam ettim. "Hem iyiki geldin ya! Özlemimden geberdim resmen!" dedim, adım atıp onu öpmeye çalıştım.
Ama Umay beni anında itti. Sertçe değil, ama mesajı netti.
Kollarını göğsünde bağladı, başını yana eğerek dudaklarını büzdü. "Biz kızlarla başka loca tuttuk. Gelirsen seni almayız!" dedi, tam anlamıyla premium trip moduna girmişti.
Timden hafif bir uğultu yükseldi. Fatih, “Vay arkadaş, düğünden önce fişi çektiler,” diye mırıldandı.
Burak kahkahayı bastı. "Altay, geçmiş olsun kardeşim. Şimdiden otoriteyi kurdu. Daha düğün olmadan yasaklar başlamış!"
Umay ona ters ters bakınca Burak anında sustu, hatta bir adım geri çekildi.
Ben ise hâlâ durumu toparlamaya çalışıyordum. "Ama Umay, vallahi planlı bir şey değildi!"
Umay gözlerini kısıp alaycı bir gülümsemeyle, "Tabii tabii, kesin tesadüfen gece kulübüne sürüklendin." dedi. Sonra arkasını dönüp, "Biz eğlenmeye gidiyoruz. Siz de burada kendinizi avutun." diye ekledi.
Ve o an anladım ki, benim için bu gece bitmişti.
Umay’la bakışmayı sürdürdüm, oturduğum yerde gözlerimi ondan ayırmadan. Tüm gece trip atsın, bağırıp çağırsa bile, en azından buradaydı. Ama sonra… O adam geldi.
Karanlık loş ışıkların arasında Umay’ın locasına yaklaşan birini fark ettim. Önce sadece bir müşteri sanıp umursamadım ama sonra adamın eğilip bir şeyler söylediğini ve Umay’ın rahatsız olup geriye çekildiğini gördüm.
Yerimde dikleştim. Alkol zaten kanıma karışmıştı, sinir katsayım yükseliyordu. Kime patlasam diye düşünüyordum ve adam resmen ayağıma geldi.
Tim de fark etmişti, İlteriş başını kaldırıp bana baktı. Kerim ve Eren yerlerinden kıpırdadı ama ben çoktan ayağa kalkmıştım bile.
Bir adım, iki adım… Kendimi frenlemeye bile çalışmadım. "Sen benim karıma hayırdır lan?!" diye kükreyerek adamın yakasına yapıştım.
Adamın yüzünde boş bir ifade belirdi ama ne olduğunu anlayamadan direkt alnımı suratına geçirdim.
Tok bir sesle burun kemiğine çarpan kafamın hissi bile öfkemi söndüremedi. Adamın başı geriye gitti, sendeledi, ellerini yüzüne götürdü. Kan mı vardı? Umrumda bile değildi.
O anda Umay, "Altay! Yeter!" diye bağırdı ama çok geçti. Kulüp anında hareketlendi, tim anında yerlerinden fırladı. Burak, “Ooo! Düğün öncesi aksiyon başladı!” diye bağırırken İlteriş çoktan yanıma gelip beni geri çekmeye çalışıyordu.
Ama ben adamın tekrar hareket etmeye niyeti olup olmadığına bakıyordum. Eğer bir adım daha atarsa, bu gece buradan damat değil, tutuklu olarak çıkacaktım.
Bodyguardlar bizi kollarımızdan tutup dışarı attığında Burak hâlâ kahkahalar atıyordu. “Beyler, bence damat olmadan önce biraz dövüş kulübü eğitimi almalıydık!” diye sırıttı ama İlteriş ona sert bir bakış atınca anında sustu.
Ama asıl tehlike bodyguardlar değil, Umay’dı.
Kollarını göğsünde bağlamış, bana sinirle bakıyordu. Yüzü asılmıştı, kaşları çatılmıştı. Tam anlamıyla fırtına öncesi sessizlik vardı.
Ellerimi havaya kaldırıp bir adım ona yaklaştım. “Hiç öyle bakma Umay,” dedim gözlerimi kısmadan.
Derin bir nefes aldı, belli ki kendini sakin tutmaya çalışıyordu. “Altay, ne yaptığını sanıyorsun?!”
Kaşlarımı çatıp ellerimi iki yana açtım. “Ne münasebet ya? Benim karıma…” dedim ama cümleyi tamamlayamadan Umay kaşlarını daha da kaldırdı.
“Altay, ne saçmalıyorsun sen?” dedi sert bir sesle. “Daha senin karın değilim. Ayrıca ben kendimi savunabilirim!”
Ama ben zaten alkolün etkisiyle mantık denen şeyi çoktan kaybetmiştim.
Dengemi zar zor sağlayarak yalpalayarak ona yaklaştım, hafifçe eğilip gözlerinin içine baktım. “Öpeyim mi bir tane?” dedim sırıtıp. “Çok güzelsin.”
Tim arkamdan bastı kahkahayı. Burak dizlerini döverek gülerken, Kerim içini çekip “Allah’ım, bunun sabahı çok kötü olacak” diye mırıldandı.
Umay gözlerini devirdi, derin bir nefes aldı ve “Altay, sarhoşsun,” dedi soğuk bir şekilde.
Ben ise hâlâ sırıtarak, “Alkole direncim sıfır çıktı ya! Her zaman sıfırdı ama bugün ekstra sıfır!” diye kıkırdadım.
Umay başını iki yana salladı. “Evet Altay, gerçekten de sıfır.” dedi ve hızla arkasını dönüp yürümeye başladı.
O an, içimde bir alarm çaldı. Umay gidiyordu. Ve ben onu durdurmazsam, düğüne kadar bu trip büyüyerek katlanacaktı… Ama şu an hareket etmem bile zordu.
Belli ki bu geceyi atlatmam için bir mucizeye ihtiyacım vardı.
Umay arkasını dönüp giderken mızmızlanarak peşinden seslendim. “Umay…” Sesim bile titrek çıkmıştı, kendi halime inanamıyordum ama sarhoşluğun getirdiği umursamazlıkla devam ettim.
“Ben senden uzak kalmak istemiyorum…” dedim çocuk gibi. “Ne olur, bak 6 günü de evinde geçirsen ha aşkım?”
Umay durdu, başını hafifçe yana çevirdi. Gözleri kısıktı, alaycı bir gülümseme yüzüne yayılmıştı.
"Rüyanda Altay, rüyanda görürsün." dedi soğukkanlı bir şekilde.
Tim bir anda kahkahayı patlattı. Burak yere diz çökmüş, nefessiz kalana kadar gülüyor, Kerim ve Eren şok içinde bana bakıyordu.
Mustafa Kemal gözlerini kocaman açıp, "Damat bey, karizmayı bırakıp aşk çukuruna düşmüş resmen!" dedi.
Ama ben hiçbirini duymuyordum. Çünkü sarhoş kafamla tamamen Umay’a kilitlenmiştim.
Gözlerim onu baştan aşağı tarıyordu. O kadar güzeldi ki, cümle kurmaya bile üşeniyordum. Sadece aptal aptal sırıtarak ona bakıyordum.
Tim şok içinde beni izlerken ben ise sadece Umay’ın güzelliğine dalmıştım. Sabah uyandığımda karizmamın nasıl yerle bir olduğunu fark edecektim, ama şimdilik… Sadece ona bakıyordum.
Umay’ın peşinden yalpalayarak yaklaştım, gözlerim bulanık ama duygularım tamamen netti. “Umay ya…” dedim mızmızlanarak. “Yapma böyle aşkım, gerçekten trip atma ya… Güzelim, ne olur bak yüzüme.”
Sözlerimin sonunu getirirken fark etmeden ona hafifçe sürtündüm, iyice çocuklaşmıştım. Gözlerimi kocaman açarak ona masum masum baktım, sanki suçsuzmuşum gibi.
Umay derin bir nefes aldı, gözlerini birkaç kez kırptı ve sonra aniden arkasını döndü. “Toplanın arkadaşlar! Bize gidiyoruz!” diye sert bir komut verdi.
Tim bir anda toparlandı, hatta İlteriş bile refleks olarak dik durdu. Burak eğilip fısıldadı, “Oğlum resmen askeri emir veriyor, şu duruşumuza bak!”
Umay elini beline koydu, “Altay’a kahve içirelim yoksa gece gece koca katili olacağım!” dedi sinirle.
Tim’den birkaç kişi cidden geri adım attı, Burak ise hâlâ olayı eğlenceli buluyordu.
Ben mi?
Ben hâlâ “güzelim” kelimesini tekrar edip ona gözlerimi dev gibi açarak bakıyordum. Hiç bu kadar çaresiz ve tatlı tatlı yalvaran bir Altay olmamıştı.
Ama o an anladım ki, bu gece benim için bitmişti. Ve kahve içmeden eve gitmeme kesinlikle izin vermeyeceklerdi.
İlterişlerin evine geldiğimizde Umay hala sinirliydi, ben ise sarhoşluğun etkisiyle çocuk gibi mızmızlanıyordum. Tim, ortamın gerginliğini hissettiğinden olacak, pek ses çıkarmıyordu.
İlteriş kapıyı açıp içeri girdi, “Hadi bakalım, damadı ayıltma operasyonu başlasın,” dedi sert bir sesle.
Burak gülerek “Komutanım, sarhoşken çok tatlı oluyor ya, acaba düğünden sonra da mı içirse…?” diye fısıldadı ama Umay’ın bakışlarını görünce anında sustu.
Beni kanepede zorla oturttular, Umay hızlı adımlarla mutfağa geçti. “Altay’a kahve yapıyorum, içmezse zorla içirirsiniz!” diye seslendi.
“Ama Umay… Aşkım…” diye geveledim, gözlerim kapanırken.
Kerim, “Oğlum, şu haline bak ya, sabah kesin pişman olacaksın,” dedi başını sallayarak.
İlteriş kollarını kavuşturdu. “Yok yok, pişman olacak ama asıl biz bunu nasıl düğüne sağlam yetiştireceğiz onu düşünüyorum.”
Tam o sırada Umay elinde kahveyle geldi, gözleri ateş saçıyordu.
“Altay, bu kahveyi içiyorsun ve ayılıyorsun. Yoksa düğün falan unut, önce ben seni gebertirim!” dedi sertçe.
Kahveyi aldım, suratımı buruşturarak içmeye başladım.
Ve o an bu gecenin benim için uzun olacağını anladım.
Birden bire içimdeki sarhoş enerji patladı ve bağıra bağıra şarkı söylemeye başladım:
“Sen kalbimin mehtâbısın, güneşisin
Sen rûhumun vazgeçilmez bir eşisin…!”
Tim şok içinde bana bakarken, Burak çoktan kahkahayı basmıştı. Kerim gözlerini ovuşturdu, İlteriş derin bir nefes aldı, Mustafa Kemal “Eyvah, bu gitti” diye mırıldandı.
Ama ben durmadım. Bütün duygusallığım ve sarhoş romantikliğimle devam ettim:
“Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek
Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek…”
Umay kahveyi bırakıp gözlerini devirdi, ama göz ucuyla dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrılmıştı. Sinirli gibi görünüyordu ama… Belki de içten içe gülüyordu?
Tim, bu durumu kendi lehine çevirmekte gecikmedi.
Burak, elini göğsüne koyarak “Ruhuyla söylüyor beyler! Altay, hadi damat havasında söyle, belki Umay’ın gönlünü alırsın!” dedi.
Ben daha da coştum, gözlerimi Umay’a diktim, kollarımı açtım ve yalpalayarak ona yürüdüm.
“Rûhum senin, kalbim senin, ömrüm senin…”
Tam Umay’ın önüne gelip ellerimi tutmaya çalışırken, o bir adım geri çekildi ve alnıma şap diye bir tokat indirdi.
“Altay, otur şu kanepeye!” diye bağırdı.
Bir an sersemleyip kendimi kanepeye bıraktım. Gözlerim Umay’a kilitlenmişti.
“Ama aşkım…” diye mızmızlandım. “Ne güzel söylüyordum, düğünde de söylerim istersen…”
Tim bu noktada artık kopmuştu. Burak yere yatmış gülüyor, Eren ise göz yaşlarını siliyordu. İlteriş başını iki yana salladı, “Bunu sabaha kadar susturamayız,” diye iç çekti.
Umay derin bir nefes aldı, “Altay, Allah’ım sabır ver,” diye mırıldandı ve kahveyi elime tutuşturdu.
Ve ben, hâlâ yalpalayarak ona sırıtmaya devam ediyordum. Bu gece benim değil, Umay’ın sınavıydı…
Umay derin bir iç çekerek yanıma oturdu. Belli ki artık kaderine razı gelmişti. Elinde tuttuğu kahveyle bana baktı, ben ise hala sarhoş bir sırıtışla gözlerinin içine dalmıştım.
Bardağı elime almaya çalıştım ama koordinasyon sıfır. Gözlerim başka yere bakıyor, ellerim başka yere gidiyor. Sonunda kahveyi ağzıma götüreceğime burnuma dayadım!
Sıcak sıvının burnuma girmesiyle “Allah kahretsin!” diye zıpladım ama benden önce Umay “Altay!!!” diye cırladı.
Burak kahkahayı patlattı, Kerim nefes almakta zorlanıyordu, İlteriş gözlerini devirdi.
Umay hızla bardağı elimden aldı, sinirle kafasını sallayarak “Canım nişanlım, vallahi seninle evlenmeden önce bu geceyi atlatırsak şükredeceğim,” diye mırıldandı.
Sonra bana döndü, gözlerimin içine sertçe baktı ve “Tamam, bu işi ben halledeceğim,” dedi.
Bardağı nazikçe dudaklarıma götürdü ve “Hadi bakalım, yudum yudum içeceksin, düzgünce,” diyerek bana kahveyi içirmeye başladı.
Ben ise hala aptal bir gülümsemeyle ona bakıyordum. “Çok güzelsin,” diye mırıldandım, tam kahveyi içerken.
Umay iç çekti, başını iki yana salladı. “Sarhoşken bile romantiksin, nasıl bir vakasın sen?” dedi ama kahveyi içirmeye devam etti.
Ve o an anladım ki… Eğer Umay yanımda olduğu sürece, ben her türlü saçmalasam da, sonunda bir şekilde toparlanacaktım.
Kahveyi içerken gözlerimi yavaş yavaş kapatıyordum ki birden içimden yükselen garip bir milli ruhla “O YUNANLILAR DENİZE DÖKÜLECEK!!” diye bağıra bağıra ayağa kalktım.
Tim olduğu yerde dondu. Burak bir an boşluğa bakıp sonra kahkahayı patlattı, Kerim resmen nefessiz kaldı, İlteriş alnını ovuşturdu.
Ama asıl tepki Umay’dan geldi.
ŞAP!
Kafama sağlam bir şaplak indirdi. “ALTAY!! Eğer bir daha—” diye cümleye başladı ama ben etrafıma bakınıp, aklımın son kırıntısıyla ne yaptığımı fark edince…
Sözünü bitirmesine izin vermeden aniden eğilip dudaklarına yapıştım.
Timden anında “Oooooo!!!” sesleri yükseldi. Burak dizlerini dövüyordu, Eren şok içinde ağzını kapattı, Mustafa Kemal kahvesini püskürtüyordu.
Ama ben… Ben hâlâ Umay’ı öpüyordum.
Umay önce dondu, sonra elleriyle göğsüme bastırıp beni geri itti. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, ama sinirden mi yoksa utançtan mı anlayamıyordum.
“ALTAY!!!” diye bağırdı, gözleri ateş saçıyordu.
Ben ise sarhoş kafayla yine sırıtıyordum. “Ama aşkım, çok güzelsin.”
Tim, kahkaha krizindeydi. Burak nefessiz kalıp yere yığılmıştı.
Umay derin bir nefes aldı, ellerini yumruk yaptı, sonra hızla arkasını dönüp mutfağa yöneldi. Muhtemelen beni öldürmemek için bir sebep arıyordu.
Ben ise hala rüya gibi bakışlarla peşinden izliyordum. Bu geceyi sağ çıkarsam gerçekten evlenebilecektim… ama büyük ihtimalle sabah çok ağır bedel ödeyecektim.
Sonra birden, göz kapaklarım ağırlaştı. Kafam hafif hafif öne düşerken bir anda kendimi Umay’ın omzuna yaslanmış halde buldum.
Gözlerimi yarı açık tutmaya çalıştım ama bedenim artık iflas etmişti.
Umay, önce dondu. Sonra derin bir nefes aldı. “Yok artık, resmen üzerimde sızdı.” diye mırıldandı.
Timden anında kahkahalar yükseldi. Burak göz yaşlarını silerek, “Tarihe geçtin Altay! Sarhoş olup nişanlının üstüne çöken ilk damat sensin!” diye bağırdı.
İlteriş gözlerini devirdi. “Bu adamı nasıl düğüne yetiştireceğiz, onu düşünüyorum.” dedi ciddi bir ifadeyle.
Kerim, Umay’a bakarak kıkırdadı. “Ne yapacaksın? Üzerinden mi atıp gideceksin, yoksa taşımayı mı düşünüyorsun?”
Umay kaşlarını çatıp iç çekti, bir elini saçlarıma götürüp hafifçe itti ama ben hâlâ omzuna yapışık haldeydim.
“Şu an tek yapmak istediğim, Altay’ı bir battaniyeye sarıp balkondan aşağı bırakmak.” diye mırıldandı ama eli hala saçlarımın arasındaydı.
Ben ise son gücümle mırıldandım: “Aşkım, çok güzelsin.”
Timden yine “Oooooo!!!” sesleri yükselirken, Umay başını iki yana salladı ve “Allah’ım, bu geceyi unuttur bana.” diye dua etti.
Ve ben, hayatımın belki de en rahat uykusuna, Umay’ın omzuna yapışmış şekilde daldım.
Sabah, kafama balyoz yemiş gibi bir hisle gözlerimi araladım. Başım zonkluyordu. Sanki tim, sabaha kadar kafamın içinde bomba tatbikatı yapmış gibiydi.
Yavaşça doğruldum, gözlerimi ovuşturdum ve saate baktım.
11:45.
ŞOK.
Anında yataktan fırladım ama hızlı hareket ettiğim için beynim yerinden çıkacak gibi oldu. Gözlerimi sıkarak başımı tuttum ve "Lan!" diye bağırdım.
O an dünkü olaylar zihnime dökülmeye başladı.
Umay’ın sinirle bana kahve içirmesi…
Yunanlıları denize dökmeye kalkmam…
Tim'in kahkahaları…
Umay’ın omzunda sızmam…
Ve en fenası… UMAY’I ÖPMEM!
Yüzümdeki bütün kan çekildi.
"Oğlum… Ne yaptım ben?" diye mırıldandım kendi kendime.
Yani hani filmlerde, dizilerde hep "Sarhoş olunca unutursun," derler ya…
YALAN!
Ben her şeyi hatırlıyordum. Kelime kelime, hareket hareket, rezilliğin en ince detayına kadar!
Yatağa geri çöküp başımı tuttum. Allah kahretsin. Ben düğüne giden yolda ilerleyen bir damat mıydım, yoksa kendi ayağına sıkıp infazını bekleyen bir mahkûm mu?
Ve asıl soru…
UMAY ŞU AN NEREDE VE NE KADAR SİNİRLİYDİ?
Odadan çıktığımda baş ağrım hâlâ beynimi zonklatıyordu. Gözlerimi kısarak salona ilerledim ve orada İlteriş’i elinde bir kahveyle beklerken buldum.
Sinsice sırıtarak bana bakıyordu.
Bir an durup ona baktım, o hâlâ kahvesini yudumlarken gülümsemeye devam ediyordu.
“Ne bakıyon lan?” dedim huysuzca, elimi başıma götürerek.
İlteriş kahkahasını daha fazla tutamadı. “Ulan Altay,” dedi, "Senin gibisini ne gördüm ne duydum!"
Tam ben başımı kaşıyıp ne demek istediğini çözmeye çalışırken, Burak birden banyodan fırladı.
Üzerinde hâlâ pijama gibi bir şey vardı, saçları darmadağınıktı ama yüzünde tipik o Burak sırıtışı vardı.
“Lan!” diye bağırdı heyecanla. "Dün bir rüya gördüm… Altay abi zil zurna sarhoştu ve…"
Tam cümlesine devam edecekti ki beni gördü.
Bir anda gözleri açıldı, ağzı yarım kaldı. Birkaç saniye duraksadı, sonra Eren’e dönüp anlam dolu bir bakış attı.
Eren de gülümseyerek başını salladı.
Burak bir saniye bekledi… ve sonra kahkahayı patlattı!
Ellerini dizlerine vurdu, güle güle yere çökmek üzereydi.
“Dün harbiden yaşandı değil mi lan?!” diye bağırdı, gözlerinden yaş gelene kadar gülerek.
İlteriş kahvesini bırakıp Burak’a eşlik etti.
Ben ise hâlâ afallamış halde başımı tutuyordum.
Dudaklarımı kurulayarak, “Oğlum, dün tam olarak neler yaşandı?” diye sordum.
Burak "Abi, biz anlatmayalım… Gel, sana videoları izletelim!" dedi.
Ve o an… bittim ben. Ve telefonumu hızla elime aldım.
Altay: Aşkııımmm günaydın ❤️
Umay: Altay, günaydın değil. Kıyamet sabahı. Ne istiyorsun?
Altay: Şey… Dün birazcık… azıcık… çok minnak sarhoş olmuş olabilirim…
Umay: Minnak mı? Altay, geceyi “O YUNANLILAR DENİZE DÖKÜLECEK!” diye bağırarak açtın ve benim OMZUMDA SIZDIN!
Altay: Aşkım amaaa… Çok güzelsin…
Umay: Altay, bunu dün gece de 58 kez söyledin. 59. kez beni yumuşatacağını mı sanıyorsun?
Altay: Evet 🥺
Umay: Yanılıyorsun.
Altay: Benim güzel, tatlı, zarif, kraliçem…
Umay: Altay, lafı uzatma. Ne istiyorsun?
Altay: Düğüne kadar barışsak mı acaba ya? Hani… Affetme paketi var mı?
Umay: Şu an bende “Altay’a Kahve İçirip Yüzüne Gerçekleri Çarparak Ayıltma” paketi var. İlgilenir misin?
Altay: 🥲 Şey… Kahveyi dün gece zaten içtim. Çok sertti ya…
Umay: Benim sinirim kadar sert olamaz.
Altay: Öyle deme aşkımmm. Beni düğünden önce affet ki mutlu bir yuva kuralım…
Umay: Altay, affederim ama bir şartla.
Altay: Neymiş? Her şey kabul!
Umay: Bundan sonra içkiyi bırakıyorsun. Tek damla bile yok!
Altay: Tamam, tamam! Zaten içince de her şeyi hatırlıyorum, hiç mantıklı değilmiş.
Umay: Aferin. Şimdi git, bir aspirin iç ve yüzünü buz gibi suyla yıka. Gece kulübü triplerinden sonra reset atman lazım.
Altay: Peki, aşkım. En güzel gelin seni seviyorum ❤️
Umay: Hadi kapat, Burak’la video izlemene izin vermiyorum. Sil onları!
Altay: BURAĞA ULAŞMAM LAZIM! BURAĞI DURDURAMAYIZ!
Umay: Geçmiş olsun. 🚪💨
Burak kahkahalar atarak koltuğa yayılmış, telefonu iki eliyle tutmuş, sanki dünya kupası finalini izliyormuş gibi keyifle kayıtları oynatıyordu.
Ben mesajı okur okumaz “LAN!” diye bağırarak ona doğru fırladım.
Burak hâlâ gülüyordu, gözlerinden yaş gelmişti. “Abi! Altay! Efsanesin ya! Şunu bir daha izleyelim, bak bak bak, şurada ‘O Yunanlılar denize dökülecek!’ diye bağırırken suratın efsane!”
Daha fazla dayanamadım. Jet hızıyla yanına koştum, Burak’ın tam kahkaha attığı anda kafasına şap şap vurarak telefonu kapmaya çalıştım.
“SİL ONU LAN!” diye bağırdım, ama Burak direniyordu.
“Altay, hayır! Bu tarih! BU BİR BELGE!” diye bağırarak telefonu göğsüne yapıştırdı.
Ben de daha sert vurmaya başladım. Şap! Şap! Şap!
“Ulan Burak, Sİ-LE-CEK-SİN! Düğünüm var oğlum, BİTİRME BENİ!”
Burak gülmekten nefessiz kaldı. Eren ve Kerim kenardan izliyor, kahkahalarına hâkim olamıyordu. İlteriş kahvesini içip başını iki yana sallıyordu.
Burak telefonu iki eliyle tuttu, son bir kahkaha attı.
“Altay, vallahi kıyamam ya! Ama bir şartım var.”
Gözlerimi kıstım. “Ne istiyorsun Burak?”
Sırıttı. “Beni düğünde özel locaya aldırıyorsun, sınırsız tatlı istiyorum, ayrıca düğün dansından sonra halaya girmek zorundasın.”
Nefesimi tuttum.
Halaya girmek mi?
Halaya.
Ama düşünmeye vaktim yoktu. Umay’ın siniri hâlâ aktifti ve eğer bu videolar ona ulaşırsa, beni halay değil, tabut taşırdı.
Derin bir nefes aldım. “Tamam, lan. Kabul.”
Burak sevinçle “İŞTE BU!” diye bağırdı ve telefonu bana uzattı.
Telefonu aldığım gibi açtım, kayıtları buldum ve TEK TEK SİLDİM.
Sildikçe başımın ağrısı azaldı, sildikçe ruhum temizlendi.
Sonunda son videoyu da sildim ve telefonu kaldırarak “GÖREV TAMAM!” diye bağırdım.
Tim alkışladı. Eren, “Düğünde Altay halay başı olursa işte o zaman her şey tamam olacak,” diye mırıldandı.
Ben ise derin bir nefes alıp kanepede arkama yaslandım.
Bu sefer kurtulmuştum.
Ama bir daha Burak’ın elinde asla zayıf noktamı bırakmayacaktım… (Halay hariç.)
Bugün yapılacak işleri düşündüm. Düğüne sadece birkaç gün kalmıştı ve sanki her şey hazır gibiydi.
Sonunda biraz rahatlayabileceğimi düşündüm ki…
Kapı çaldı.
Başımı kaldırdım, “Kim lan bu saatte?” diye homurdandım.
Kapıya yürüdüm, tam elimi uzatıyordum ki Ulaş arkamdan sinsice yaklaşıp, “Altay?” dedi, yüzünde her zamanki gibi şeytani bir sırıtış vardı.
Bir kaşımı kaldırdım. “Ne var Ulaş?”
“Sana süpriiiz var!” dedi neşeyle.
“Burak’a bulaşan herkes bana sürpriz yapmaya başladı, bu iyiye işaret değil,” diye düşündüm ama yine de kapıyı açtım.
Ve karşımda, genç, spor kıyafetler içinde bir adam duruyordu.
Eşofmanlı. Gayet enerjik. Ve kesinlikle kargo şirketi görevlisine benzemiyordu.
Şaşkınlıkla “Buyrun, kime baktınız?” dedim.
Adam yüzünde hafif bir gülümsemeyle “Dans hocasıyım, kareografi için geldim. Ulaş Bey bize ulaştı,” dedi.
O an beynimde cümlenin saçmalığını tartmaya başladım.
Ulaş + Bey + Kareografi + Bana Ulaşmak = FELAKET!
Gözlerimi kıstım, kapının yanından Ulaş’a baktım.
Ulaş, sinsice yanıma yaklaştı ve omzuma kolunu attı.
“Ulan sen… Senin bu işte parmağın var değil mi?” dedim, gözlerimi kısarak.
Ulaş omuz silkti, “Altay, sen şimdi M. Kemal’le Yavuz’u mu kıracaksın? Gel hadi, öğrenelim şu zeybeği. Umay yengeye de sürpriz olur hem.”
Beynime kan gitmeyi bıraktı.
Zeybek mi?!
Ben mi?!
O an “Düğün dansı olarak şu an halay bile daha mantıklı” diye düşündüm ama Ulaş çoktan beni içeri çekmişti.
Burak arkamızdan bağırdı, “Altay, hadi be! Bir Yunanlıları denize dökmek kaldı, bir de sahnede zeybek!”
Tim kahkahayı bastı.
Ben ise “Bu düğün bitsin, Burak’ı halayın ortasında bırakacağım,” diye içimden yemin ettim.
Ve o gün… Bir asker edasıyla ama içten içe çırpınarak Zeybek öğrenmeye başladım.
Dansı öğrendikçe içten içe hoşuma gitmeye başlamıştı. Başta "Bu ne lan? Ben ne yapıyorum?" modundaydım ama adımları öğrendikçe, ritme girdikçe olay değişti.
Gururlu, ağır ve güçlü bir duruş…
Yere sağlam basan adımlar…
Ve finalde dimdik duruş!
İlginçtir ki, bu iş hoşuma gitmeye başlamıştı.
Tam kendimi kaptırmışken, Burak sinsice yanıma sokuldu.
"Abi," dedi sırıtarak. "Ben yengeden lafı aldım."
Başımı ona çevirdim. "Ne lafı?"
Burak kahkahayı bastı. "Yenge bize uyum sağlarmış! Zaten biliyormuş zeybek oynamayı."
Beynimde bir şimşek çaktı.
Umay.
Zeybek.
Dans.
Düğün.
Gözlerim büyüdü. “LAN! O ZAMAN KOREOGRAFİ YAPALIM!” diye bağırdım.
Tim anında gaza geldi. M. Kemal, Yavuz, Kerim ve Eren ayaklandı.
Ulaş kollarını sıvadı. "Beyler, bu iş ciddi! Bir düğün tarihi yazıyoruz!"
Ve o an, bir düğün dansı değil, bir tim harekâtı başlıyordu.
Tam da böyle bir şey yapmalıydık!
Burak ve Ulaş telefonu açıp videoyu gösterdiğinde gözlerimiz ışıldadı.
M. Kemal kollarını kavuşturdu. “Bu harbi destansı olur.”
Yavuz başını salladı. “Bunu yaparsak, düğüne gelen herkes unutamayacak.”
Kerim iç çekti. “Altay, sen bu timi harekâta değil, sanatsal bir devrime sürüklüyorsun.”
Ama işin en bomba kısmı Burak’tan geldi.
“Abi, yenge zaten biliyormuş ya! Sen bir düşün, düğünde önce sen sahneye çıkıyorsun, zeybeğe başlıyorsun. Sonra bir anda Umay da geliyor ve beraber oynamaya başlıyorsunuz! ROMANTİK DESTAN!”
Ben bir saniye durdum. Gözlerim kısıldı. Beynim bu fikri tarttı. Sonra tek bir şey düşündüm:
"OHA. MÜ-KEM-MEL."
Ve o an, düğün dansı olarak Zeybek harekâtını resmen başlattık.
Hemen koreografiyi planlamaya başladık:
🔥 İlk sahne: Ben sahneye tek başıma çıkacağım, ağır ve gururlu bir başlangıç.
🔥 İkinci aşama: Tim arkadan gelecek, ritme eşlik edecek.
🔥 Büyük sürpriz: Bir anda Umay sahneye çıkacak ve ben onunla devam edeceğim!
Burak kahkahalar atarak “Abi, düğünden sonra herkes bu düğünü konuşacak!” dedi.
Ve ben, belki de hayatımda ilk defa düğüne bu kadar heyecanlandım.
Düğüne kadar her gün 2 saat antrenman yaparak zeybeği öğrendik. Adım adım, ritim ritim… İlk başta biraz odun gibi dursak da, zamanla gerçek bir koreografi çıkarmayı başardık.
Ve böylelikle kına gecesi geldi.
Kına gecesi tamamen kız tarafının organizasyonuydu, bu yüzden biz “damat tarafı” olarak sonradan dahil olacaktık. Ama… Burak, Mustafa Kemal ve Fatih kız tarafında oldukları için organizasyona yardım etmek için gitmişlerdi.
Bunlar nasıl kız tarafı oldu?
Evet, Burak’ın “Ben kız tarafıyım” iddiası yüzünden gittiğini biliyordum. Ama Mustafa Kemal ve Fatih de “Burak’ı tek bırakmayalım” diyerek gitmişlerdi. (Bu kesin Burak’ın başını yakacağı anlamına geliyordu.)
Plan şuydu:
Onlar kız kınasında içeride takılacak, yardımcı olacaklar, sonra biz içeri gireceğiz.
Sonra damat tarafı olarak, kına ritüeli bitince kına gecesine dahil olacağız.
Bunları düşünürken…
Elimdeki takım elbiseye baktım, henüz giyinmek için erkendi. Kına biraz uzun sürecekti ve ben gecenin ilerleyen saatlerinde dahil olacaktım.
Takım elbisemi sandalyeye bırakıp derin bir nefes aldım. “Umarım Burak fazla saçmalamaz” diye içimden dua ettim.
Ama içimden bir ses, bu gecenin “sakin” geçmeyeceğini söylüyordu…
Umay’a mesaj atmayı düşündüm ama cevap vermeyeceğini çok iyi bildiğim için vazgeçtim. Muhtemelen şu an kına ritüelleriyle meşguldü ya da Burak’ın başını yakmasını engellemekle uğraşıyordu.
Derin bir nefes alıp kanepeye oturdum. Tam biraz kafamı toparlamaya çalışırken İlteriş yanıma geldi.
“Naber damat bey? Ne düşünüyorsun kara kara?” dedi gülerek, elinde kahvesiyle koltuğa yayıldı.
Kafamı sallayıp “Oğlum, resmen evleniyorum lan YARIN!” dedim, kendi sözlerime bile şaşırarak.
İlteriş kahkahayı patlattı. “Valla Altay, bende de hâlâ oturmadı o gerçek. Sen… SEN! Düğün yapıyorsun! Damatsın! Aile kuruyorsun!”
Gözlerimi kısarak ona baktım. “Ne demeye çalışıyorsun lan?”
Omzunu silkerek hafifçe yana eğildi. “Şunu demeye çalışıyorum… Sen değil miydin ‘Ben aşka inanmıyorum! Aşk zayıflıktır!’ diye bağıran?”
Kaşlarımı çattım. “Hadi lan ordan!” dedim, ama o an düşündüm.
Evet, gerçekten de bir zamanlar böyle konuşuyordum. Ama işin komik yanı? Umay geldi, hayatıma daldı, beni darmadağın etti ve ben resmen aşka yenik düştüm.
İlteriş kahvesinden bir yudum alıp, kaşlarını kaldırarak “Altay, düğünde nikah memuruna ‘Evet’ dediğin an, resmen bitmişsin demektir.” dedi.
Gözlerimi devirdim. “Oğlum, sanki idam mangasına götürüyorlar!”
İlteriş güldü. “Hayır lan, ama Burak büyük ihtimalle düğün esnasında bir halt yiyecek ve nikah anında bir kaos çıkacak. Ona hazırlan diyorum.”
Derin bir nefes alıp arkama yaslandım. Evet, düğün yarındı.
Ama asıl hayatta kalma mücadelesi, Burak’ı düğünden sağ salim geçirmek olacaktı.
İlteriş kahvesini yudumlarken ben de başımı iki yana salladım.
"Burak'ın düğünde bir halt yememe ihtimali var mı?" diye sordum iç çekerek.
İlteriş kahkaha attı. "Yüzde sıfır."
Tam o sırada kapı aniden açıldı ve Burak içeri daldı.
“BEYLER! FELAKET!” diye bağırdı, nefes nefese kalmıştı.
İlteriş ve ben anında yerimizden doğrulduk.
“Ne oldu lan?! Kına mı yandı? Umay mı kaçtı?! Elif mi düğünü iptal etti?!” diye panikle sordum.
Burak ellerini havaya kaldırıp “Hayır, hayır! Daha kötü bir şey oldu!” dedi ve beni süzdü.
"Damat halay başı olacakmış!"
Bir saniye odada sessizlik oldu.
Ben gözlerimi kırptım. İlteriş kahvesini masaya bıraktı.
Sonra…
“NE?!” diye bağırdım. “KİM DEDİ LAN ONU?!”
Burak ellerini iki yana açtı. “Yenge dedi abi! Umay bizzat söyledi! ‘Altay halaya girecek, hem de başı çekecek’ dedi!”
Beynime kan gitmeyi bıraktı. "Umay... Bunu… Planladı mı?"
İlteriş kahkahayı bastı. “Altay, dostum… Oyun içinde oyun var. Umay düğünden önce seni nasıl bitireceğini planlamış!”
Burak sırtıma pat pat vurdu. “Abi, üzülme. Ben de halaya giriyorum, yalnız değilsin.”
Başımı ellerimin arasına aldım.
Zeybek tamam.
Düğün tamam.
Nikah tamam.
Ama HALAY!
İlteriş gözlerini kısarak "Ya Altay, bu kadar büyütme. Sonuçta sen de bir halk oyununa dahil oluyorsun işte. Zeybekten halaya geçiş. Bir çeşit kültürel yolculuk." dedi alayla.
Burak sırıtarak ekledi. "Abi, senin gibi sert, askeri adamın halay başı olması... Efsane olacak!"
Ben ise şimdiden nikah masasında değil, halay başında Evet! diye bağıracağımı düşünmeye başlamıştım.
Hızla üzerime takım elbisemi geçirip aynada son bir kez kendime baktım. Artık kına gecesi için hazırdım. Derin bir nefes alıp kapıyı açtım ve timin yanına geçtim. O anda odada bir uğultu yükseldi, ardından hep bir ağızdan gelen “Oooooo!” sesleri yankılandı. Yavuz kollarını göğsünde bağlayarak bana süzdü, "Vay vay vay! Damat bey geliyor!" diye sırıttı. Kerim başını sallayarak, "Allah’ım, bu Altay mı?! Resmen damat olmuşsun be!" diye ekledi. Eren kaşlarını kaldırıp alaycı bir ifadeyle "Çocuk resmen büyüdü ya!" diye mırıldandı.
Burak her zamanki dramatik hareketlerinden birini yaparak şapkasını çıkartıp göğsüne koydu, yüzüne sahte bir duygu yükleyerek gözlerini yaşarttı. "Vay be… Dün gece Yunanlıları denize dökmek isteyen adam, bugün halay başı olmaya gidiyor. Ne günler gördük arkadaşlar…” diye iç geçirdi. Tim kahkahaları patlatırken Mustafa Kemal omzuma vurdu, "Nasıl hissediyorsun Altay? Son bekarlık akşamı." dedi gülerek.
O sırada İlteriş, gözlerini hafifçe kısarak beni dikkatlice süzdü. Hafifçe sırıttı ve "Altay, şu an düşündüğün şeyleri söyleyeyim mi?" dedi. Kaşlarımı kaldırıp "Deneyelim bakalım." dedim merakla. İlteriş, sanki aklımın içini okurmuş gibi sıralamaya başladı: "1- Umay ne yapıyor? 2- Burak kesin bir halt yemiştir, ne olduğunu daha bilmiyorsun. 3- Allah kahretsin, halay başı olacağım!" dediğinde tim tekrar kahkahayı bastı. Başımı iki yana sallayarak "Ulan, sanki savaş meydanına gidiyoruz. Bir kına gecesine katılacağız, düğüne değil!" diye güldüm.
Burak omzuma yaslanarak “Ama damat olduğun için ilk kurban sensin abi. Bunu kabullen artık.” dedi sırıtarak. Derin bir nefes alıp “Tamam ulan, hadi gidiyoruz!” dedim ve hep beraber Umay’ın kına gecesine doğru yola koyulduk. İçimden bir his diyordu ki… Bu gece tahmin ettiğimden çok daha olaylı geçecekti.
İçeri girdiğimizde kına çoktan başlamıştı. Salonu hafif bir loşluk kaplamış, ortama mistik bir hava sinmişti. Tam o anda müzik aniden kesildi ve sunucu heyecanla mikrofona konuştu. “İşte şimdi damadımızı içeri alıyoruz efendim, büyük bir coşkuyla!” dedi. Etraftan alkış sesleri yükselirken tim hızla yerlerine geçerken ben gözlerimi Umay’dan alamadan sahnenin ortasına doğru ilerledim.
Umay, ortadaki kırmızı pufa oturmuştu. Üzerindeki yeşil bindallı, işlemeleriyle ışıklar altında parlıyordu. Yüzü her zamanki gibi güzeldi ama bu sefer başka bir şey vardı… Gözlerinde hem heyecan hem de hüzün vardı. İçeri girerken ondan gözlerimi ayıramadan yanına oturdum. O ise gözlerini kaçırarak hafifçe yere bakıyordu.
Tam o sırada kına türküsü başladı.
Kınayı getir aney
Parmağın batır aney
Bu gece misafirem
Koynunda yatır aney
Kızlar etrafımızda dönerek ağır adımlarla dans etmeye başladılar. Ortamdaki duygu yoğunluğu her geçen saniye artıyordu.
Kalada var çeperler
Çepere su seperler
Irak yoldan geleni
Terli terli öperler
Elimi Umay’ın elinin üzerine koydum. İçimi bir an için derin bir hüzün kapladı. Ne onun ailesi vardı, ne benim… Bu anlarda insanın en çok yanında olmasını istediği kişilerden yoksunduk. Ama birbirimize sahiptik. Elini sıktığımda, o da aynı güçle sıktı ve başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
Tam o anda Burak elinde kına tepsisiyle ortaya daldı.
Ve olan oldu.
Umay aniden elini ağzına götürerek kıkırdamaya başladı. “NE DEMEK KINAYI BURAK YAKACAK?!” diye kahkahayı patlattı.
Salondan anında gülüşmeler yükseldi, timden bazıları gözlerini devirdi, ben ise şok içinde Burak’a baktım.
Burak, sırıtarak “Valla yenge, bana bu görevi verdiler! Gelin tarafı olarak kınanı bizzat yakmaya geldim!” dedi ve tepsiyi havaya kaldırdı.
İlteriş başını ellerinin arasına aldı, Mustafa Kemal iç çekerek “İşte, rezalet tam şimdi başlıyor.” diye mırıldandı.
Umay gözlerini devirdi, bana dönüp “Altay, bunu düğüne kadar sağ çıkarmayalım mı?” diye sordu.
Ben ise hâlâ olayın şokunu atlatamamış halde “OĞLUM, BU NE?! BURAK NASIL KINA YAKACAK?!” diye bağırıyordum.
Ve o an anladım ki… Bu gece asla sıradan bir kına gecesi olmayacaktı.
Burak, sahnenin ortasında zeybek oynar gibi süzülerek dans ede ede yanımıza geldi. Tepsi elindeydi, yüzünde her zamanki sırıtışı vardı. Bir ona baktım, bir de tepsiye. İçimden “Allah’ım, beni bu sınavdan sağ çıkar” diye dua ettim.
Burak, tepsiyi Umay’ın önüne doğru uzattı. “Abla, ver avcunu.” dedi kendinden emin bir şekilde.
Ama Umay, inatla avcunu açmadı. Dudaklarını büzerek gözlerini kıstı ve “Sana kolay lokma yok Burak.” dedi sinsice.
Burak, birkaç saniye düşündü, sonra “Hah! Bir çözümüm var!” diyerek aniden “Gelin avcunu açmıyor beyler, HELP!” diye salonun ortasında bağırdı.
Tam o anda, köşeden ağır adımlarla biri çıktı.
Halil Komutanım.
Bütün salon bir anda sessizleşti.
Halil Komutan, sahneye ilerlerken önünü düğmeledi, ciddi bir ifadeyle yürüdü. Burak’ın o saniye ayağa kalkması bir oldu. Ciddiyetten eser kalmadı, neredeyse selam duracak hale geldi.
Halil Komutan, tepsinin içindeki minik keseyi açıp içinden bir tam altın çıkardı. Umay’ın gözleri hafifçe parladı, belli ki biraz yumuşamıştı. Tereddütle ellerini açtığında, Burak hızla harekete geçti, önce kınayı yaktı, sonra altını avcunun ortasına koydu.
Tam içimden “Oh, bitti, kurtulduk” diyecektim ki, Burak kafasını çevirip sırıtarak bana baktı.
“Sıra sende, Altay abi!” dedi ve elini uzattı.
Kaşlarımı çattım. “Ne?”
Burak göz kırptı. “Açmak zorundasın ama... Sana altın yok!” dedi kahkahalarla.
Bütün tim gülmeye başladı. Salondan uğultular yükseldi. Umay bile hafifçe gülümseyerek bana bakıyordu.
“Ulan Burak!” diye homurdandım ve serçe parmağımı uzattım.
Burak, zafer kazanmış komutan edasıyla, kınayı parmağıma yaktı. Hem de büyük bir keyifle.
Ve o an anladım ki… Bu gece, tarihe “Damat Burak Tarafından Kınalandı” olarak geçecekti.
Ankara havasının coşkusu sürerken, birden ritim değişti. Davul sesi ağırlaştı, müzik yavaşladı ve ortamda farklı bir hava esti. O an herkes geri çekildi, pistin ortasında yalnızca ben ve Umay kalmıştık.
“Akşamlar sensiz geçmez Dilara,
Sabahlar sensiz olmaz Dilara…”
Göz göze geldik. Umay, bindallısının eteklerini hafifçe kaldırarak adım attı, ben de ritme uygun şekilde ona karşılık verdim.
“Dilara gazel düştü dağlara,
Dilara karlar yağdı bağlara…”
Oyun bir anda başka bir şeye dönüşmüştü. Bir meydan okuma, bir aşk dansı. Umay cilveli cilveli kıvrılarak oynuyor, göz ucuyla bana bakıyordu. Ne tam kaçıyor, ne de tam yaklaşıyordu.
Ben ise adım adım ona yaklaşırken hafifçe eğilip sırıttım.
"Yarın akşam görüşeceğiz."
Umay, başını hafif yana eğip gözlerini kıstı, bana anlam dolu bir bakış attı.
Ve o an, düğüne yalnızca bir gün kaldığını iliklerime kadar hissettim.
Umay gülümsedi, başını hafif yana eğerek gözlerini kısmıştı. “He Altay, he…” dedi sırıtarak. Sesi alaycıydı ama içinde tatlı bir sıcaklık vardı.
Göz göze gelerek bir kahkaha patlattık ve müzik hızlanınca yeniden oynamaya başladık. Pistte coşku doruktaydı, herkes birbirine karışmış, düğün öncesi son büyük eğlenceyi yaşıyorduk.
Ama bir süre sonra yorulduk ve kendimizi bir masaya attık. Önümüzde koca bir tepsi kuru pasta ve sürahiler dolusu limonata vardı. Tim masaya dizilmiş, herkes nefesini toparlamaya çalışıyordu.
Ben ise hâlâ içimde bir gerginlik hissediyordum. Yarın evleniyordum, bütün düğün detayları, Umay’ın ailesiz oluşu, benim geçmişim, yeni hayatın heyecanı… Hepsi içimde kaynayan bir kazan gibiydi.
Tam gözlerimi kısıp düşüncelere dalmıştım ki, İlteriş sessizce yanıma eğildi.
“Altay,” dedi kısık sesle. “Geriliyorsan, limonatana azıcık ateş suyu ekle. Biliyorsun, rahatlamak iyidir.”
Gözlerimi kıstım, “Siz benim içkimi bozmayın,” diye mırıldandım ama elim, farkında olmadan İlteriş’in uzattığı cep şişesine gitti.
Bardağıma azıcık ekledim, sonra hafifçe karıştırıp bir yudum aldım. Limonatanın ferahlığıyla alkolün sıcaklığı birleşince içim hafiften gevşedi.
"Yoksa gerginlikten ölecektim."
Burak, karşımdan kıkırdayarak bana baktı. “Damat bey, yanlış anlamam ama az önce kahramanca halay çekip Ankara havası oynadın. Niye gerginsin?”
Derin bir nefes aldım, gözüm Umay’a kaydı. O da yorgun ama mutlu bir şekilde oturuyordu, kınalı elini inceliyordu.
Başımı iki yana salladım. “Bilmiyorum lan… Sanırım her şey gerçek oluyor.”
İlteriş omzuma hafifçe vurdu. “Gerçek oluyor Altay. Ve bundan kaçışın yok.”
Limonatamdan bir yudum daha aldım. Evet, gerçek oluyordu. Yarın, gerçekten evleniyordum.
Umay’ı kollarıma aldım, sımsıkı sardım. Kalbimin her atışı, onun tenine dokunduğum anın sıcaklığıyla hızlanıyordu. Yarın… Yarın artık benim karım olacaktı. Hem resmi nikahımız hem de dini nikahımız kıyılacak, birbirimize sonsuza kadar “evet” diyecektik.
Onu kokusunu içime çekerken, hayatımda ilk defa bu kadar eksiksiz ve tamamlanmış hissettim. Umay, benim en büyük mucizemdi. Şimdi kollarımın arasında, yarın ömrümün sonuna kadar tutmaya yemin edeceğim kadını seviyordum.
“Umay,” dedim gülümseyerek. Gözleri ışıldadı, bana baktı. O an, dünyadaki her şey önemsizdi.
“Bebeğim, yarın resmen karım olacaksın ve biz balayına gideceğiz,” dedim heyecanla. Sonra hafifçe sırıtıp ekledim, “Acaba diyorum, evde mi geçirsek yoksa hemen yola mı çıkalım?”
Umay başını hafifçe yana eğip bana döndü. O tatlı, yaramaz gülümsemesi yüzünde belirdi. “Bence bu kadar dayandın, bir 3-4 saat kadar daha dayanabilirsin, bebeğim,” dedi sırıtarak.
Kahkaha attım. Onu daha çok sevmem mümkün müydü? Sanırım, her saniye biraz daha fazla seviyordum.
Umay bana öyle bir baktı ki, zaman bir anlığına durdu sandım. Gözlerinde, içine çekildiğim bir uçurum, sıcağıyla beni sarıp sarmalayan bir bahar vardı. Ellerini avuçlarımın arasına aldım, parmak uçlarını dudaklarıma götürdüm. Yarın artık soyadım da, hayatım da onunla tamamlanacaktı. Bir insanın bir insana ait olması ne demekse, biz işte öyle olacaktık.
"Dayanırım," dedim fısıltıyla, "ama nasıl dayanırım bilmiyorum." Gülümsedi. O gülümsedikçe içimde bir yerler aydınlandı. Bir evi akşam ışığı sarar ya hani, bir sokağı usul usul yağmur kokusu kaplar ya, işte öyle bir şeydi Umay’ın gülüşü. Yarın onun gözlerine bakıp ‘karım’ diyecektim. Kelimenin sıcaklığı daha şimdiden içimi ısıtıyordu.
"Balayı," diye düşündüm, "bizim için bir yer mi, bir zaman mı?" Umay nereye gitsek orası ev olurdu. Bir otel odasında da olsak, bir sahil kasabasına da varsak, ya da hiç çıkmasak bu şehirden… Fark etmezdi. Çünkü ben onu her sabah yanımda uyandıracaktım. Çünkü ben onu her akşam, gün batarken tekrar sevecektim.
Bana baktı, ellerimi tuttu. "Bak," dedi, "sana söz veriyorum. Biz, her gittiğimiz yerde kendimizi de götüreceğiz." Başımı salladım, gülümsedim. Yarın bir imza atılacaktı belki ama biz, birbirimize çoktan mühürlenmiştik.
Balayı için Nevşehir Kapadokya’yı seçmiştik, iki gece üç gün boyunca kendimizi rüya gibi bir atmosferin içine bırakacaktık. Yarın düğün biter bitmez yola çıkacaktık, evde oyalanmanın bir anlamı yoktu. Zaten Umay’ı bir saniye bile bekletmek istemiyordum. Dört saatlik yolu, onun heyecan dolu bakışları için üç saate indirecektim. Kapadokya’da gün doğarken balonların altında, el ele yürüyeceğimizi hayal ettikçe içimde garip bir telaş büyüyordu.
Tam bunları düşünürken, salonun diğer ucundan Burak’ın sesi yükseldi:
“Altay abi! Gel de horon tepelim ya! Nasıl Karadenizliyiz biz?” dedi, kahkahalarla.
Gülerek yerimden kalktım. Düğün öncesi dostlarla atılan bir horon, kanı hızlandırır, ruhu iyice ısıtırdı. Ama aklımın bir köşesinde hâlâ Umay vardı. Onun gülüşü, onun heyecanı, yarın hayatımızın en güzel günü olacağı gerçeği…
Ayağımı yere sağlam basıp horona katıldım. Kemençe sesi kalbimin ritmiyle yarışırken, gözlerim çoktan düğünden sonraki yeni hayatımıza çevrilmişti.
Kına bittiğinde saat gece yarısına yaklaşıyordu. Yorgunluk bedenime çökse de zihnim uyanıktı, heyecan damarlarımda dolaşıyordu. Arabaya bindiğimizde içimi tuhaf bir huzursuzluk sardı; her şeyin mükemmel olması gerekiyordu. Yarın hayatımın en önemli günüydü. Umay’ı Halil Komutan’ın evinden, tüm gelenekleriyle, törenle alacaktık. Çocukluğumdan beri izlediğim o sahne, artık benim için yaşanacaktı. Davullar, zurnalar, kırmızı duvak… Umay’ın kapının eşiğinde durup gözleriyle beni arayışı… O anı şimdiden gözümün önüne getiriyor, nefesimin sıklaştığını hissediyordum.
Burak ise bambaşka bir havadaydı. Umay, kırmızı kurdele bağlama işini ona verdiğinden beri adeta göğe yükselmişti. “Bundan sonra beni Umay’ın ağabeyi olarak tanıtın!” diyerek sağa sola caka satıyor, düğünün asıl kahramanı kendisiymiş gibi geziyordu. Arada gülüp geçiyordum ama içten içe hoşuma da gidiyordu. Umay’ı bu kadar sahiplendiği için mi, yoksa Burak’ın içtenliği her şeyi daha sıcak ve samimi kıldığı için mi bilmiyorum, ama iyi hissettiriyordu.
Eve vardığımızda içimdeki tüm bu düşüncelerle doğruca odama geçtim. Ellerim gömleğimin düğmelerine giderken aynaya gözüm ilişti. Gözlerimin içi gülüyordu. Uzun zamandır ilk defa kendime böyle baktığımı fark ettim. Hayatın bana sunduğu en güzel şeydi Umay. Onunla geçen her saniye, bir mucizenin içinde olduğumu hatırlatıyordu. Bir an durup derin bir nefes aldım. Odanın sessizliğinde kalbimin sesini dinledim. Uyuyabilecek miydim? Sanmıyorum. Ama yarın… Yarın her şey değişecekti. Yarın, Umay’la başlayacak sonsuzluğa adım atacaktım.
Sabah gözlerimi açtığımda Burak’ın yatakta zıpladığını fark ettim. Daha kendime bile gelemeden, dışarıdan gelen tencere tava sesleriyle irkildim. İlteriş, Mustafa Kemal ve diğerleri ellerinde ne buldularsa birbirine vurarak odama dalmışlardı. Normalde hep ben onları uyandırırdım, ama bugün iş tersine dönmüştü. Başımı yastığa gömüp gözlerimi kısmaya çalıştım ama nafile…
“Taş mı düştü lan başınıza?” diye homurdandım. “Saat kaç oğlum?”
Gözüm saate kaydı. Daha beşti. Altıda kalkmayı planlıyordum ama bizim tim sabırsızlanmış, bir saat erken harekete geçmişti. İçlerinden birinin kahkahası duyuldu, muhtemelen Mustafa Kemal’di. Uykulu bir şekilde doğrulup elimle saçımı karıştırdım. Madem uyandırıldım, artık güne başlamanın vaktiydi.
Derin bir nefes alıp gözlerimi ovuşturduktan sonra kalktım. “Günaydın lan hayırsızlar!” dedim gülerek. Hepsi kahkahalarla karşılık verdi.
Beraber salona doğru yürürken mis gibi kahvaltı kokusu burnuma çarptı. Ulaş, her zamanki gibi döktürmüştü. Sofrada kuş sütü eksikti, gerisi tamamdı. Masadaki çeşitliliği görünce içten içe gülümsedim. “Adam her seferinde şaşırtıyor,” diye düşündüm.
Herkese bakıp gülümsedim. “Günaydın arkadaşlar,” dedim yüksek sesle. Onlar da aynı coşkuyla karşılık verdi. Bugün uzun bir gün olacaktı ama bu adamlarla başladığı sürece her şey yolunda gidecekti.
Kahvaltıyı ederken Ulaş gözlerini bana dikmiş, garip garip bakıyordu. Bir lokma aldım, çayımdan bir yudum içtim ama o hâlâ aynı ifadeyle bana bakmaya devam ediyordu. Kaşlarımı kaldırıp başımı yana eğdim.
“Ne oldu Ulaş?” dedim. “Pek bir baktın.”
Çatalını tabağa bıraktı, yüzünde hafif bir sırıtış vardı. “Altay,” dedi ciddi bir sesle, “senin acil maskeye ihtiyacın var.”
Kafamı karıştıran bu cümleye ne tepki vereceğimi bilemedim. “Ne maskesi lan?” diye sorarken Burak kahkahayı patlattı. O sırada Ulaş devam etti:
“Berbere gitmen lazım oğlum. Şu surata bak, düğüne damat mı gidiyor, gece operasyona mı çıkıyor belli değil!”
Herkes bir anda gülmeye başladı. O an anladım ki adam haksız değildi. Sabahın köründe tencerelerle uyandırılmış, yüzümü bile tam yıkamadan kahvaltıya oturmuştum. Ellerimle yüzümü ovuşturup iç çektim.
“Tamam lan, gideriz berbere,” dedim gülerek. “Ama önce şu kahvaltıyı bitirelim. Adam düğün günü damadı aç bırakacak!”
Herkes kahkahayı bastı. Kahvaltıya devam ederken bir yandan da bugünün temposunu düşündüm. Önce berber, sonra Umay’ı almaya gidiş, ardından düğün… Gün uzun olacaktı, ama en güzel günlerimden biri olacağını da biliyordum.
Ulaş sırıtarak, “Ben kremlerimi ve kağıt maskemi de alırım, merak etme. Seni bebek gibi yollarız karının kollarına,” dediğinde ister istemez ben de gülümsedim. Harbiden de karıma kavuşacaktım. Birkaç saat sonra Umay, gözleri ışıldayarak bana bakacak, biz artık resmen birbirimizin olacaktık.
“Ulan Ulaş,” dedim gülerek, ardından odama geçtim. Günlük bir şeyler giyip damatlığımın olduğu çantayı aldım. Tim de hazırdı, hep beraber berbere doğru yola çıktık.
Berbere vardığımızda önce saçlarıma şekil verildi, ardından sinekkaydı tıraş yapıldı. Aynada kendime baktım, tazelenmiş hissediyordum ama Ulaş için bu yeterli değildi. Çantasını açtı, içinden kağıt maskeyi çıkardı ve yüzüme yapıştırdı. “10 dakika bekle,” dedi ciddi bir ifadeyle. Tim’in geri kalanı merakla olan biteni izliyordu, hatta Burak kıkırdamaya başlamıştı.
Maske çıkarıldıktan sonra Ulaş titizlikle yüzüme tonik sürdü, ardından nemlendirici kremi elleriyle her yerime yedirdi. İşini bitirip ellerini beline koydu, “Hah, şöyle!” dedi memnuniyetle.
O an fark ettim ki tüm tim, Ulaş’ı pür dikkat izliyordu. Hiçbiri böyle bir şey beklemiyordu ve gözlerinde hem merak hem de şaşkınlık vardı. Ulaş bana dönüp dikkatlice baktı, sonra başını iki yana sallayarak konuştu:
“Abi, senin cildinde güneş lekeleri olmuş.”
Berbere dönüp, “Sende fondöten var mı?” diye sorduğunda yerimde doğrulup, “O ne lan?!” diyerek kalkmaya yeltendim. Ama Ulaş çenesini işaret ederek beni yerine oturtmaya zorladı ve el çabukluğuyla yüzüme ince bir fondöten sürdü.
“Tamam, şimdi oldun,” dedi son dokunuşları yaparken.
Sonunda damatlığımı giydim ve bileğime Bvlgari Man Terrae Essence edp sıktım. Kabinden çıkarken aynaya göz attım. Tam anlamıyla hazırım. O an timin de çoktan hazırlanmış olduğunu fark ettim. Hepimiz şık, temiz ve düğüne hazırdık. Birbirimize bakıp gülümsedik. Bugün büyük gündü, artık vakit gelmişti.
Halil Komutan’ın evinin önüne vardığımızda davul ve zurnanın coşkusu sokağı inletiyordu. Kalabalığın enerjisi yükselmişti, ritme ayak uyduranlar çoktan oynamaya başlamıştı. İçimde hem tatlı bir heyecan hem de garip bir gerginlik vardı. Bugün her şey tam da hayal ettiğimiz gibi olmalıydı. Umay içerideydi, birazdan onu almaya girecektik.
İlteriş etrafına saf saf bakarken, belli ki bu geleneksel curcunanın içine nasıl dahil olacağını kestiremiyordu. Burak ise elindeki kırmızı kurdeleyi gururla tutuyor, her görenin dikkatini çekmek için sürekli bir el hareketiyle düzeltiyordu. “Öyle bir taşıyorsun ki sanki madalya takacaklar,” dedim yanına yanaşıp. Bana göz kırpıp, “O da olur abi, acele etme,” diye sırıttı.
Artık vakit gelmişti. Davulun sesi bir ritim daha yükseldi, kalbim ona eşlik edercesine hızlandı. Derin bir nefes alıp yüzüme en güzel gülümsememi yerleştirdim. Bugün benim günüm, bizim günümüzdü. Umay’ı almaya hazırdım.
Burak içeri daldığı gibi kapının koluna asıldı, ama kapı yerinden kıpırdamıyordu. Kaşlarını çatıp, yüzüne koca bir şaşkınlık ifadesi yerleştirerek geri döndü.
“Komutanım, kapı açılmıyor yav!” dedi, sesi neşeli ama ciddi bir tonlamayla.
Benim için zaman durmuş gibiydi, ama bu geleneğin hakkını vermek gerekiyordu. Hemen cüzdanımı çıkardım, içinden Umay’ın fotoğrafını bulup önce dudaklarıma götürdüm, sonra özenle yerine yerleştirdim. Ardından 500 TL çıkarıp Burak’a uzattım.
Yetinmeyip başını iki yana salladı. “Yetmez Altay abi,” dedi, gözlerinde kurnaz bir pırıltı vardı.
Derin bir nefes aldım, başımı iki yana sallayıp gülümsedim. “Ulan Burak,” diyerek bir 500 TL daha çıkardım ve eline sıkıştırdım. Paraları aldıktan sonra sanki mühürlü kapıyı açmanın sırrını yeni keşfetmiş gibi kocaman sırıttı ve kapıyı açtı.
Ve o an…
Karşımda, annesinin gelinliğini giymiş Umay duruyordu.
Her şey silindi gözümde. Sanki tüm sesler sustu, kalabalık kayboldu, zaman durdu. Bütün dünya, kırmızı duvağın ardından bana bakan o güzel gözlerin içindeydi. Umay... Benim mucizem, benim kaderim...
Burak hemen yanına gitti, elindeki kırmızı kurdeleyi titizlikle üç kez doladı. Her seferinde biraz daha sıkı çekip sonuncuda gururla düğümledi. Sonra bir adım geri çekilip Umay’a gururla baktı ve sımsıkı sarıldı. O an Burak’ı her zamankinden daha ciddi gördüm. Gözlerinde bir hüzün, derinlerinde saklanmış bir duygu vardı. Belki rahmetli kız kardeşine bu kurdeleyi hiç takamamıştı ama şimdi Umay’a takıyordu. O koca adamın gözleri dolmuştu, ama tek kelime etmeden bir adım geri çekildi.
Tam o sırada Halil Komutan ve eşi Meltem Hanım yanımıza geldiler. Komutan dik duruşuyla ama gözlerindeki babacan sıcaklıkla nasihat etmeye başladı. Birlikte yürümek, birbirine omuz vermek, zorluklara karşı kenetlenmek… Meltem Hanım, Umay’ın elini sevgiyle sıkarak kendi nasihatlerini fısıldıyordu.
Kapıdan çıkmadan önce Umay’ın elini tuttum. Kırmızı duvağın ardından gülümsüyordu. O an dünyada başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Biz vardık, biz oluyorduk. Bir ömür boyu sürecek hikâyemiz işte burada başlıyordu.
“Umay,” dedim gelin arabasına bindiğimizde, gözlerim ondan bir an olsun ayrılmadan. Elini tuttum, sıcaklığı avuçlarıma yayıldı.
“Ben çok heyecanlıyım, karıcığım. Yüreğim pır pır ediyor,” dedim içimdeki coşkuyu saklamadan.
O an kıkırdayıp başını hafifçe yana eğdi. Gülüşü o kadar güzeldi ki, yemin ederim kalbim yerinden çıkacak sandım. “Altay ya,” dedi tatlı bir mahcubiyetle, ama gözleri pırıl pırıldı.
Ona bakarken, her şeyin ne kadar gerçek olduğunu bir kez daha hissettim. Yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu, elini biraz daha sıktım. “Senin güzelliğine kurban olsun Altay’ın,” dedim, gözlerinden bir an olsun ayrılmadan.
Umay hafifçe başını öne eğdi, yanaklarına tatlı bir kızarıklık yayıldı. Benim için bu, dünyadaki en güzel manzaraydı. Birbirimize bakarken zaman durmuştu sanki, ama dışarıda düğün devam ediyordu, hayat bizden heyecanla bir adım bekliyordu.
Ve sonunda düğün salonuna giriş yaptık. İçeri adım attığımız an, müzik coşkuyla çaldı, alkışlar salonu doldurdu. Herkes bizi bekliyordu ama ben yalnızca Umay’ı görüyordum. Elini sımsıkı tutarken içimden tek bir şey geçiyordu: "Bu kadın artık benim karım."
İlk dansımızı yapmak üzere piste geçtiğimizde kalbim, müziğin ritminden bağımsız bir hızla çarpıyordu. Açık hava düğünü yapmanın büyüsüyle, üstümüzde yıldızlar gibi parlayan ışıklar yanmıştı. Hafif bir esinti vardı, ama Umay’ın ellerini tuttuğumda içimi saran sıcaklık her şeyi unutturuyordu. Saat 19:16… Hayatımın en güzel saatlerinden biri.
Müzik çalmaya başladığında, Umay’ın gözlerine daldım. O kahverengi gözlerin derinliğinde kayboldum, benim yeşil gözlerimde parlayan ışığı gördüm. Sanki zaman durdu, dünya sessizleşti ve biz sadece birbirimize bakarak anın içinde kaybolduk.
“Sevdan kuşlar misali / Gelip kalbime kondu
Ömrüm kışlar gibiydi / Sonsuz bir bahar oldu…”
Şarkının sözleri ruhuma işliyordu. Umay, bir adım attı, ben de ona eşlik ettim. Dans ederken elimi sıkı sıkı tutuyordu, sanki bırakırsa rüya bitecekmiş gibi. Oysa bu rüya bizim gerçeğimizdi.
“Dünyanın yükünü yazsalar payıma / Dost düşman bir olup çıksa da yoluma
Vazgeçmem senden yine de / Ben aşkla yürürüm ateşe
Yeter ki sen ellerimden tut…”
Umay başını omzuma yasladı, gözlerimi kapattım. O an, dünya üzerimize yıkılsa umrumda olmazdı. Bütün kalabalık, bütün alkışlar, bütün bakışlar… Hiçbiri yoktu. Sadece Umay ve ben vardık.
Dansımız devam ederken, yıllardır beklediğim, hayalini kurduğum şeyin tam içinde olduğumu fark ettim. Umay yanımdaydı. Ellerim onun ellerindeydi. Ve biz, artık iki kişi değil, tek bir ruhtuk.
Umay’a bakıp, dudaklarımı hafifçe ona yaklaştırarak fısıldadım: “Hayatıma hoş geldin, sevgili eşim.”
O an, gözleri doldu. Kahverengi gözleri, ışıkların altında daha da parlıyordu. Dudakları titredi ama yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesi vardı. Sonra fısıltıyla, tıpkı benim gibi, ama sesi sevgiyle titreyerek, “Sana aşığım, sevgili eşim,” dedi.
İşte o an, içimde tarif edemediğim bir his yükseldi. Umay’ı burada, düğünümüzün tam ortasından kaçırmak, onu alıp sessiz bir yere götürmek, saatlerce sadece onun gözlerine bakmak istedim. Düğün, insanlar, müzik… Hepsi bir anlığına silindi zihnimde. Ama sadece ona baktım, ona dokundum ve bir şey yapmadan dans etmeye devam ettim.
Tam o sırada Burak, nereden bulduysa avuç dolusu kırmızı gül yaprağını başımızdan aşağı serpti. Yapraklar, ışıkların altında havada süzülürken, Umay kıkırdadı. O ses… O kıkırtı… Dünyadaki en güzel melodi gibiydi.
Gözlerimi kapattım, o anı içime kazıdım. Çünkü biliyordum… Bu an, ömrümün en güzel anılarından biri olacaktı.
İlk dansımız bittiğinde tam oturacakken aniden Ankara havası çalmaya başladı. Daha sandalyeye dokunmadan, bir baktım ki tim sahneye fırlamış, deliler gibi oynamaya başlamıştı. Burak, Mustafa Kemal, İlteriş ve diğerleri öyle bir coşkuyla girmişlerdi ki, bütün salonun enerjisi bir anda yükseldi.
Bağırışlar, alkışlar, ritme uyan ayak sesleri… Ama benim için bütün o kalabalık, bütün o gürültü bir fon gibiydi. Çünkü gözlerim yalnızca Umay’daydı.
O da piste çıkmıştı, belini hafifçe kıvırarak ritme uyuyordu. Elini havaya kaldırıp dönerken gelinliği ışıkların altında parladı. Kahkahası, Ankara havasının içine karıştı ve ben o an ne düğünü, ne kalabalığı, ne de başka bir şeyi düşündüm.
Cidden çok güzeldi.
Hayatımda birçok an gördüm, birçok anı yaşadım. Ama Umay’ın o ışıkların altında dans edişi, gözlerindeki mutluluk, yüzüne yayılan o tarifsiz güzellik… İşte o, en özeli oldu.
Oynamak mı? Bırak oynamayı, olduğum yerde büyülenmiş gibi bakakaldım. Tim’in çılgın oyununa rağmen, benim dünyamda sadece Umay ve o an vardı.
Herkes yerine oturduğunda, Umay’ın yanına döndüm. Elini tuttum, parmaklarımı nazikçe avucuna yerleştirdim ve gözlerinin içine bakarak fısıldadım:
"İzninle, hayatım."
Gözleri kocaman açıldı, gülümsemesi derinleşti. Elimi sıkmadan önce, “Tabii ki,” dedi o tatlı sesiyle. Hafifçe çekerek ayağa kaldırdım ve yavaş adımlarla pistin ortasına yürüdüm.
Tam yerimize geçtiğimizde, tim de tek tek dizildi. Zeybek müziği çalmaya başladığında salon sessizleşti, herkes nefesini tutmuş bizi izliyordu. Bir an başımı kaldırıp Umay’a baktım. Gözleri mutlulukla parlıyordu. Onu böyle görmek, içimi tarifi imkânsız bir huzur ve gururla doldurdu.
İlk adımı attık, sonra diğerleri geldi. Omuzlarımız dik, bakışlarımız güçlüydü. Adım adım, vuruş vuruş, her hareketimiz sanki bize yazılmış gibiydi. Zeybek ağırdı, vakurdu, asildi. Ve biz, en özel anımızda, bu anı zamana kazıyorduk.
Bir süre sonra Umay yerinde duramadı. Göz göze geldik, hafifçe başını salladı ve bir adım attı. Gelinliğiyle pistin kenarına çıktı ve ince zarif hareketlerle bize eşlik etmeye başladı.
O an, o düğün salonunda değil, başka bir zamanda, başka bir dünyadaydık. Umay ve ben… Ve sevdamızın ritmi.
Zeybek bittiğinde tam nefesimizi toplarken Umay, ellerini beline koyup hafifçe başını yana eğdi ve gülümseyerek, “Siz erkekler yerinize geçin hele bakayım,” dedi.
Ne yapacağını tahmin ediyordum ama bu kadar iddialı bir giriş beklemiyordum. Kız arkadaşları sahneye çıktığında, yüzündeki o muzip ifadeyle bize bakıp, “Tek siz hazırlanmadınız,” der gibi güldü.
Sonra horon başladı.
Ve ben… Ben sadece izledim. Umay ve horon kelimelerini bir cümlede kullanmak bile şahane hissettirirken, onun sahnedeki duruşuna, kıvraklığına, enerjisine hayran kalmıştım. Gelinliğiyle bir Karadenizli gibi oynuyordu. Ayakları ritme kusursuz uyum sağlıyor, kolları su gibi akıyordu. Bir saniye bile durmadan, coşkuyla, tutkuyla tepiyordu horonu.
Gözlerimi ondan alamıyordum. Sanki bu düğün, bu gece, bu an sırf onu izleyeyim diye yaratılmıştı. Onun mutluluğunu görmek, bu oyunun içinde kaybolduğunu fark etmek… İşte en büyük zaferim buydu.
Horon bittiğinde tüm salon neşeyle alkışlarken, kapının açılmasıyla içerisi bir anda daha da hareketlendi. Nikah memuru nihayet gelmişti. Salondaki uğultu, yerini hafif bir heyecana bıraktı. Düğünün en önemli anına gelmiştik.
Benim şahidim İlteriş, Umay’ın şahidi ise Halil Komutanım olmuştu. İkisi de yerlerini alırken, Halil Komutan’ın vakur ama mutlu ifadesini görmek beni ayrıca gururlandırdı. İlteriş ise her zamanki gibi kendinden emin bir duruşla yerini aldı.
Nikah masasına geçtiğimizde Umay’la göz göze geldim. Heyecandan elleri hafifçe titriyordu ama yüzündeki gülümseme hiçbir şeye değişilmezdi. Onun için ne kadar özel bir an olduğunu biliyordum. Çocukluk hayalleri, gençlik umutları ve şu an yaşadığı mutluluk… Hepsi gözlerinde parlıyordu.
Memur belgeleri önüne koydu, kısa bir sessizlik oldu. Sonra gülümseyerek konuşmaya başladı:
“Sayın konuklar, bugün burada Altay ve Umay çiftinin nikâhını kıymak için toplandık. Kendilerini bu özel günlerinde yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ediyorum.”
Salon alkışlarla yankılandı. Göz ucuyla Umay’a baktım, heyecanla parmaklarını birbirine kenetlemişti. Hafifçe ona doğru eğilip fısıldadım:
“Hazır mısın, karıcığım?”
Gözlerini bana çevirdi, hafifçe başını salladı ve fısıltıyla “Çok hazırım,” dedi.
Memur, prosedürleri tek tek açıkladıktan sonra asıl soruya geçti. Önce bana döndü.
“Altay Bey, hiçbir baskı altında kalmadan, kendi hür iradenizle Umay Hanım’ı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?”
İçimde bir coşku, bir heyecan yükseldi. Sesim kararlı ve yüksek çıktı:
“Evet!”
Salondan alkışlar ve tezahüratlar yükseldi. Ardından memur, Umay’a döndü. O sırada Burak aradan fısıldadı, “Kaçacak zamanı kalmadı artık.” Göz ucuyla ona bakıp hafifçe başımı salladım ama dikkatim yine Umay’daydı.
“Umay Hanım, hiçbir baskı altında kalmadan, kendi hür iradenizle Altay Bey’i eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?”
Bir anlık duraksama oldu. Umay hafifçe dudağını ısırdı, gözleriyle benimkileri buldu. Sonra derin bir nefes aldı ve…
“Eveeet!” diye yanıtladı, sesi tüm salona yayıldı.
O an salon alkışlarla inledi. Burak havaya bir "Helal be yengeee!" diye bağırınca kahkahalar yükseldi. Halil Komutan, gülümseyerek Umay’a baktı, memur ise tebessümle başını sallayıp son sözleri söylemeye hazırlandı.
“Şahitlerimiz, sizler de bu evliliğe şahit misiniz?”
İlteriş ve Halil Komutan aynı anda, tok bir sesle “Şahidiz!” dediler.
Memur, resmi belgeleri mühürleyip imzaları atarken gözlerimi Umay’dan bir saniye bile ayırmadım. O da bana bakıyordu, sanki zaman bizim için durmuştu. Sonunda memur kalemi bırakıp belgeyi kaldırdı ve gülümseyerek yüksek sesle ilan etti:
“Bundan böyle, resmî olarak karı koca ilan edildiniz! Tebrikler!”
Alkışlar, tezahüratlar, müzik… Her şey bir anda patladı. Umay heyecanla elimi tuttu, gözleri parlıyordu. Ben de dayanamayıp onu kollarımın arasına çektim.
Artık resmen karı-kocaydık.
Duvağını usulca kaldırdım, gözlerinin içine baktım. O an, dünyada hiçbir şeyin önemi yoktu. Bütün sesler, bütün görüntüler bulanıklaştı. Sadece Umay ve ben vardık. Büyük bir gurur ve sevgiyle alnına bir öpücük kondurdum. "Benim eşim," diye geçirdim içimden. Artık sonsuza kadar yanımda olacaktı.
Tam o sırada Burak her zamanki gibi ortalığı karıştırdı.
“Umay abla, ayağına bas! Asıl komutan kimmiş görsün!” diye bağırdı kahkahalar içinde.
Umay başını bana çevirip muzur bir gülümsemeyle kaşlarını kaldırdı. Ben de hafifçe gülümseyip, “Yapmazsın sen,” der gibi baktım ama… Yapmıştı. Hem de serçe parmağıma!
Üstelik ince topuğuyla!
Acı bir anda beynime sıçradı. Gözlerim büyüdü, refleksle dizimi büküp hafifçe iki büklüm oldum. O an tim kahkahalarla kırılırken Umay paniğe kapıldı.
“Aşkım, özür dilerim! Vallahi yanlışlıkla oldu!” diyerek elimi tuttu, gözleri kocaman açılmıştı.
Acıya rağmen gülümseyerek nefesimi tuttum ve doğrulmaya çalıştım. “Sorun değil… Sadece… Küçük bir darbe…” dedim ama yüzümdeki şekilden tim çoktan dalgasını geçmeye başlamıştı.
Burak ise fırsatı kaçırmadı, “Komutanım devrildi beyler! İlk görevinde kaybetti!” diyerek kahkahayı bastı.
Umay hala pişmanlıkla elimi tutuyordu ama ben ona gülümseyerek göz kırptım. “Ne yapalım, baştan kaybettik ama… Senin yanında kaybetmek bile güzel, karıcığım.”
Umay kıkırdayarak başını eğdi, bu sefer nazikçe ayağımı okşadı. Artık resmen evliydik ve bu gece hatırladıkça gülümseyeceğimiz bir anı daha kazanmıştık.
Salon kahkahalarla yankılanırken, ben hâlâ serçe parmağımın acısını hissetmeye çalışıyordum ama Umay’ın yüzündeki pişmanlık ve tatlı telaş o kadar güzeldi ki, acıyı bile unutturuyordu. Gözlerindeki o mahcup ifade, dudaklarını hafifçe ısırışı… İçimdeki sevgi daha da büyüdü.
“Tamam, tamam, iyi misin?” diye sordu Umay, hala endişeyle elimi sıkarken.
Derin bir nefes aldım, eğilip hafifçe topuğumun üzerine bastım ve abartılı bir tavırla doğruldum. “Sanırım yürüyebilirim,” dedim sahte bir ciddiyetle. “Ama sanırım hayatım boyunca aksayarak yürüyeceğim, doktorlar bir şey yapamaz diyor.”
Umay önce gözlerini kocaman açtı, sonra gülerek koluma hafifçe vurdu. “Altay ya! Dalga geçme! Vallahi istemeden oldu!”
Burak yine durmadı. “Yenge, tam yerinde müdahale ettin! Daha ilk günden adamı hizaya çektin.” diyerek masadan koptu. Tim’den de kahkahalar yükseldi.
Tam o sırada nikah memuru mikrofonu aldı ve "Evet, nikah cüzdanını takdim etme vakti geldi." dedi.
Umay’la birbirimize baktık. O an, az önceki kahkahaların içinde süzülen bir anlık ciddiyet vardı. Artık resmen karı-kocaydık ve bunu belgeleyen o küçük defter, büyük anlamlar taşıyordu.
Nikah memuru hafifçe gülümseyerek elimde tuttuğu cüzdanı önce bana doğru uzattı, ama sonra elini geri çekip “Ama biz biliyoruz ki yuvayı dişi kuş yapar,” diyerek Umay’a verdi. Salon alkışlarla inledi, Burak ise “İşte budur!” diye bağırarak yine ortalığı karıştırdı.
Umay gözlerini kısarak bana baktı, hafifçe cüzdanı salladı. “Kazandım,” der gibi bir gülümsemeyle. Ben de gülerek başımı iki yana salladım, ellerimi havaya kaldırıp “Teslim oldum,” der gibi bir hareket yaptım.
Sonra elini tuttum, usulca dudaklarıma götürdüm ve hafifçe öptüm. “Kimin kazandığının bir önemi yok,” dedim. “Önemli olan, artık sonsuza kadar biz varız.”
UmaUmay’la el ele, salondan ayrılmak için yürürken bir anda timin etrafımı sardığını fark ettim. Daha ne olduğunu anlamadan kollarımdan yakaladılar.
“Durun lan!” diye bağırdım ama sözüm havada kaldı, çünkü ben de havadaydım!
204 cm boyundaki adamı havaya attılar!
Ve tutup tekrar attılar!
Bütün salon kahkahalarla yankılanırken ben çaresizce “Ulan düşürmeyin bak!” diye bağırıyordum. Ama tim keyfinden ödün vermedi, birkaç kez daha havaya fırlatıp sonunda yere bıraktılar. Ayaklarım yere sağlam basar basmaz hızla Umay’a döndüm. Elini tekrar tuttum, yüzüne baktığımda kahkahalarla eğildiğini gördüm.
“Çok eğlendiniz değil mi?” diye sırıtarak sordum.
Gözlerinden yaş gelecek kadar gülerek başını salladı. “Bayağı,” dedi.
Derin bir nefes alıp elini sıktım. “Hadi gidelim, balayı bizi bekliyor.”
Arabaya bindik ve ben direksiyonu hemen havalimanına kırdım. Saat daha erkendi ama zaman su gibi akıp gidiyordu. Umay yan koltukta saçlarını düzeltiyor, gözleriyle dışarıyı izliyordu. Dönüp ona baktım, bu gece onun için ne kadar özeldi, biliyordum. Onunla geçecek her anın değerini bilecektim.
Saat 02:00’de uçağımız vardı, yaklaşık bir saat içinde havalimanına varacaktık. 03:00 gibi Kapadokya’da olacaktık. Yıldızların altında, başka bir dünyaya adım atacak, yeni hayatımıza orada başlayacaktık.
Ama bir gerçek vardı… Muhtemelen yorgunluktan ölecektik.
Yan gözle Umay’a baktım. “Karıcığım, ben oraya varır varmaz bayılırsam sakın şaşırma.”
Kıkırdadı. “Sen bayıl, ben seni kendime yastık yaparım.”
Gülümseyerek direksiyona odaklandım. Hayatım boyunca duyduğum en güzel cümlelerden biriydi. "Seni kendime yastık yaparım."
Bu kadına her gün, yeniden aşık olacaktım.
Umay’ın gözleri ışıldadı, elimi daha sıkı tuttu. Artık gerçekten beraberdik. Sonsuza kadar.
Direksiyonu sıkı sıkı tutarken aklımdan bin bir düşünce geçiyordu. Yorgunluk, mutluluk, heyecan… Hepsi birbirine karışmıştı. Havalimanına doğru ilerlerken bir an takı kutusu aklıma geldi. Ulaş’taydı, güvendeydi.
Bunu bildiğim halde yine de emin olmak istedim. "Takı kutusu Ulaş’ta, güvende… Üstümüze taktırmadığımız iyi oldu, değil mi?" diye sordum.
Umay başını bana çevirdi, kaşlarını hafifçe kaldırarak “Altay, gerçekten mi?” diye sordu.
Bir an düşündüm. Evet, gerçekten saçma bir soru sormuştum. Heyecandan ne dediğimi bilmiyordum artık. Umay kıkırdadı, sonra gülüşünü bastırmaya çalışarak “Evet hayatım, çok iyi oldu,” dedi ve elini elime koydu.
Gülümsedim, ama içimden “Ulan, saçmalamaya başladım resmen,” diye geçirdim. Demek ki artık beynim yavaş yavaş iflas ediyordu. Yorgunluktan ne dediğimi bilmiyordum ama Umay’ın yanımda olması her şeyi yoluna koyuyordu.
Elimi sıktı. “Rahat ol, her şey yolunda. Artık karı-kocayız ve balayına gidiyoruz. Düşünecek hiçbir şey yok.”
Derin bir nefes aldım, gözlerimi yoldan ayırmadan hafifçe gülümsedim. "Haklısın, karıcığım. Zaten sen varken başka neyi düşünebilirim ki?"
Umay yan koltukta mutlulukla bana bakarken ben de içimden “Bu kadın benim şansım,” diye geçirdim.
Havalimanına adım attığımız anda, insanların bakışlarını üzerimizde hissettim. Gelin ve damat olarak içeri girince herkes ister istemez dönüp bizi süzüyordu. Kimi gülümseyerek bakıyor, kimi ise hafif şaşkınlıkla bizi inceliyordu. Bir çiftin düğünden çıkıp doğrudan havalimanına gelmesi ne kadar sık görülebilirdi ki?
Ama benim tüm dikkatimi çeken tek bir kişi vardı: Umay.
Düğünde giydiği gelinliği değiştirmişti, daha rahat ama bir o kadar da zarif bir gelinlik giymişti. açık omuzları, dalgalı saçları ve yorgunluğa rağmen yüzünden eksilmeyen o büyüleyici gülümsemesiyle yanımda yürüyordu. Ama etraftaki bakışları fark edince daha da sıkı sarıldım ona. Koruma içgüdüsüyle, sanki onu kendime daha yakın tutarsam her şey daha iyi olacakmış gibi.
“İnsanlar düğün bitmeden kaçtığımızı sanacak,” diye fısıldadı gülümseyerek.
Göz kırptım. “Aslında doğru tahmin ediyorlar.”
Gülerek başını bana yasladı ve biz bilet kontrol noktasına geldik. Business sınıfı biletlerimizi uzattım, görevli nazikçe gülümsedi. “Tebrikler,” dedi.
Teşekkür edip içeri doğru ilerledik. Business yerlerimize geçtik, rahat koltuklara oturduğumuzda Umay derin bir nefes aldı ve bana döndü. “Sanırım ilk defa şu an gerçekten rahatladım.”
Onun elini tuttum, parmaklarını avuçlarımın arasına aldım. “Hâlâ enerjin var mı, yoksa uçakta bayılacak mısın?” diye sordum.
Kıkırdayarak başını iki yana salladı. “Enerjim var ama gözlerimi kapatırsam direk uyuyakalırım.”
Gözlerimi kısmış halde ona baktım. “O zaman birbirimizi uyandırmadan Kapadokya’ya varacağız demektir.”
İkimiz de güldük. Gerçekten yorgunluktan ölecektik, ama en güzel yorgunluk buydu. Yanımda Umay vardı. Ve bu yolculuk, hayatımızın en güzel yolculuklarından biri olacaktı.
Önünde duran sudan bir yudum alıp içen karımı izledim. Yavaşça bardağı yerine koyarken bile zarifti. Gözleri yorgun ama mutlu parlıyordu. O an, içimden geçenleri tutamadım.
"Gidince…" dedim, hafif sırıtarak.
Umay hemen başını kaldırdı, gözlerini kısarak bana baktı. Beni artık iyi tanıyordu, devamını tahmin etti. O muzur gülümsemesiyle dudaklarını aralayıp "Ee?" dedi, gözlerinde parlayan bir kıvılcımla.
Ben de sırıttım. "Otele gider gitmez uyuyacak mıyız, yoksa balayına yakışır bir başlangıç mı yapacağız?"
Umay önce kaşlarını kaldırdı, sonra kıkırdayarak başını öne eğdi. "Altay ya!" dedi, hafifçe kolumu dürterek.
Gülerek başımı koltuğa yasladım. "Ne yani, yanlış mı söyledim?"
Omuz silkerek hafifçe bana sokuldu. "Göreceğiz bakalım, yorgunluğa kim önce yenik düşecek."
Bunu bir meydan okuma gibi söyledi. Gözlerimi kıstım, elini tuttum. "Kabul. Ama kazananın ödülü ne olacak?"
Gözlerini devirdi, tatlı bir gülümsemeyle "Bunu Kapadokya'ya varınca konuşuruz," dedi.
Gülümsedim, çünkü biliyordum: Bu kadınla her şey güzel olacak.
Uçaktan yine el ele indik. Umay’ın gelinliğini hafifçe kaldırarak merdivenlerden inerken ona destek oldum. Yorgunluk gözlerinden okunuyordu ama yüzündeki mutluluk her şeye bedeldi. Kapadokya’nın serin havası yüzümüze çarparken, buraya gerçekten geldiğimizi fark ettim. Düğün gecesinin telaşı geride kalmış, artık sadece biz vardık.
Terminalden çıkınca bekleyen taksilerden birine bindik ve taş otele doğru yola çıktık. Umay başını camdan dışarı çevirip gece manzarasına dalmıştı. Yol boyunca uzanan peribacaları, loş ışıkların altında bir masal diyarı gibi görünüyordu. Burası bizim balayımızın başlangıcıydı.
Ama bir anda fark ettim ki, Umay’ın eli titriyordu.
Hemen eline uzanıp sıkıca tuttum. Hafifçe başını çevirdi, yüzünde hem heyecan hem de bilinmezliğin getirdiği bir duygu vardı.
“Karıcığım, iyi misin?” diye fısıldadım.
Derin bir nefes aldı, sonra gülümsemeye çalışarak “Bilmiyorum… Garip bir his. Mutluyum ama içimde değişik bir heyecan var,” dedi.
Elini daha sıkı tuttum, parmaklarını avuçlarımın içine aldım. “Bence bu, yeni hayatımıza attığımız adımların heyecanı. Ama korkma, buradayım. Her an, her saniye yanındayım.”
Gözleri gözlerime kilitlendi. Sonra hafifçe başını salladı ve elimi daha sıkı tuttu.
“Biliyorum,” dedi yumuşak bir sesle. “Ve sanırım bu yüzden içim bu kadar rahat.”
O an, Umay’ın ellerini tuttuğum gibi, hayatını da tuttuğumu hissettim. Bu yolculuk, sadece balayına değil, ömür boyu sürecek bir sevdaya çıkıyordu.
Odaya adım attığımızda içimde yanmaya başlayan ateşin, asla sönmeyecek bir yangına dönüştüğünü hissettim. Umay kapıdan içeri girerken hafifçe arkasına döndü, gözlerimiz buluştu. O an, gözlerindeki ışık, dudaklarındaki belirsiz gülümseme, içimde sabır namına ne varsa yakıp geçti.
Kapıyı ayağımla kapattığımda, oda sadece bize ait oldu. Bütün dünya dışarıda kalmış, zamansa bizim için durmuştu. Umay tam arkasını dönüp gelinliğinin düğmelerine uzanırken, elim çoktan beline kaymıştı. Teni sıcaktı, ellerim bileğini kavradığında kalp atışları hızlandı.
"Bırak," dedim, sesi titreyen bir sabırla. "Ben çözeceğim."
Umay gözlerini kapadı, dudakları arasından hafif bir nefes kaçtı. Parmaklarım, gelinliğin düğmelerini ağır ağır çözerken, aramızdaki mesafe neredeyse yok olmuştu. Teninin sıcaklığı, nefesinin tenime çarpışı, içimdeki sabrı her geçen saniye eritiyordu. Umay başını hafifçe omzuma yasladığında, boynuna usulca bir öpücük kondurdum. Sadece bir öpücük… ama tüm vücudunun hafifçe titrediğini hissedebiliyordum.
Gelinliği omuzlarından kayıp yere düştüğünde, Umay bir an ürperdi. Ellerini göğsüme koydu, hafifçe parmaklarını kaslarıma gezdirirken gözlerime baktı. O bakışta, kendini tamamen bana teslim edişinin farkındalığı vardı.
Onu kollarıma aldığımda hafif bir çığlık attı ama o çığlığın içinde kahkaha da vardı. Kendini bana bırakışında saf bir güven, saf bir teslimiyet hissettim. Yatağa bıraktığımda, parmaklarını bileklerime doladı, sanki bırakmamdan korkuyormuş gibi. Ama bırakmaya hiç niyetim yoktu. O, benimdi. Şu an, burada, tamamen benim.
Dudaklarını bulduğum an, içimde yanmaya başlayan ateşin tüm vücuduma yayıldığını hissettim. Öpücüğüm önce nazikti ama sabrım tükendikçe daha aç, daha talepkâr hale geldi. Ellerim belinden yukarı kayarken, teninin sıcaklığı, vücudunun bana verdiği her tepki, dokunduğum her yerinde beni hissetmesi… Hepsi beni delirtmeye yetiyordu.
Fısıltılarımız, hızlanan nefeslerimiz, odamızın içinde yankılanıyordu. Dudaklarım boynundan aşağı kayarken, vücudunun hafifçe kıvrıldığını hissettim. Elleri saçlarıma gömüldü, tırnakları sırtımda hafif izler bırakıyordu. Nefes alıp verişi hızlandıkça, ben daha da derine çekiliyordum.
Saatler boyunca, birbirimize doyamadık. Her an daha fazla istedik, her saniye biraz daha birbirimize karıştık. Onun teninin kokusu, titreyen sesi, benim adımı fısıldayışı… Her şey, zihnime kazındı.
Sabaha karşı, göğsüme yaslanmış, yorgun ama huzurlu gözlerle bana bakıyordu. Parmakları tenimde yavaşça geziniyordu, sanki hâlâ yetinmiyormuş gibi. Ben de yetinmiyordum. Ona doymam mümkün değildi.
"Beni hep böyle sev," dedi fısıldayarak, sesi uykulu ama tatlı bir arzuyla doluydu.
Alnına uzun bir öpücük kondurdum. "Ömrüm boyunca, karıcığım."
Ve o an anladım ki, bu gece sadece bir başlangıçtı. Umay benim sonsuzluğumdu.
Saate baktığımda 7.00’ydi. Umay, çıplak bedenini pikeye sarmış, bana bakıyordu. Hafifçe kendime çekip dudaklarını öptüm, nefesi hâlâ uykunun sıcaklığını taşıyordu. "Kahvaltı mı yapalım, yoksa uyuyalım mı?" diye sordum. Gözlerindeki yorgunluk okunuyordu ama tatlı bir gülümsemeyle bana ceylan gözleriyle baktı.
"Çok yorgunum… Uyuyalım hadi," dedi usulca, bana sarılarak. Kollarımı sıkıca etrafına doladım, başını göğsüme yasladığında nefesi tenime sıcak bir huzur gibi yayıldı. Gözlerini kapattı, ben de usulca saçlarını okşayarak birlikte yeni bir güne, birlikte yeni bir hayata uykuya daldık.
Uyandığımızda saat 12’yi geçmişti. Umay hâlâ uyuyordu, pikeye sarılmış bedeninden omuzları açıktaydı. Onu izlemeye doyamadım. Yüzündeki huzurlu ifade, nefesinin ritmik yükselişi, içimde tarif edilemez bir sevgi uyandırıyordu. Usulca eğildim, açıkta kalan omzuna küçük bir öpücük kondurdum. Hafifçe kıkırdadı, uykulu gözlerini aralayarak bana baktı.
"Günaydın, güzel karıcığım," dedim fısıldayarak.
Umay gözlerini ovuşturup hafifçe gülümsedi, sesi hâlâ uykunun sıcaklığını taşıyordu. "Günaydın…" diye fısıldadı, sonra başını yastığa gömerek tekrar gözlerini kapattı.
"Kalkacak mısın, yoksa biraz daha seni izleyebilir miyim?" diye sordum muzipçe.
Gözlerini açmadan hafifçe gülümsedi. "Beni izlemekten hiç sıkılmıyorsun, değil mi?"
Başımla onayladım, dudaklarını hafifçe öptüm. "Asla. Ve sanırım hiç sıkılmayacağım."
Umay, gözlerini açmadan başını yastığa daha da gömdü, yüzüne yayılan tebessümle mırıldandı. “O zaman sen izlerken ben biraz daha uyuyayım…”
Gülerek yanına uzandım, elimi saçlarının arasından geçirdim. "Olmaz, kalkman lazım. Saat çoktan öğleni geçti."
Gözlerini aralayıp dudaklarını büzerek mızmızlandı. “Ama çok güzel uyuyordum…”
“Evet, fark ettim.” dedim gülerek. “Hatta seni kıskanıp ben de geri uyumayı düşündüm ama kahve içmeden güne başlayamıyorum.”
Umay hafifçe doğrulup bir esneme eşliğinde gerindi. “Kahve mi dedin?”
Göz kırparak başımı salladım. “Evet, taptaze, mis gibi kahve…”
Bir anda gözleri tamamen açıldı, yorganı üzerinden atarak hızla doğruldu. "O zaman hadi, önce kahve!" dedi neşeyle.
Gülerek yatağı terk ettik. Mutfaktan gelen kahve kokusu, güne başlamak için en güzel bahaneydi.
Umay yumuşak bir kahkaha attı, ama gözlerindeki duygusallık o anın sadece bir anlık şakalaşmadan ibaret olmadığını gösteriyordu. Ellerini kaslarımın üzerinde gezdirirken, parmaklarının sıcaklığı tenimi yakıyordu. Onu hızla yatağa çektiğimde, gözleri derin ve davetkâr bir ifadeyle bana kilitlendi.
“Dört gün çok kısa,” diye fısıldadım, yüzünü ellerimin arasına alarak.
Umay parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi, nefesini dudaklarıma yakın bir yerde bıraktı. “O zaman her saniyeyi özel yapalım,” dedi, sesi alçak ama kararlıydı.
Göz göze geldiğimizde tüm dünya sustu. Dışarıda Kapadokya’nın manzarası tüm görkemiyle uzanıyordu, ama bizim için o an sadece birbirimiz vardık. Dokunuşlarımız, nefeslerimiz, hissettiklerimiz… Her şey zamanın ötesine geçmişti.
O an, sadece anı yaşamaya odaklandık. Çünkü bazen en güzel yolculuk, birlikte paylaşılan bir andan ibaretti.
Öpücüklerimi zar zor durdurup derin bir nefes aldım, kalbimin ritmini dengelemeye çalışarak Umay’ın yüzüne baktım. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu, dudaklarında hafif bir gülümseme vardı. Ona daha fazla dokunma isteğimi bastırıp kendimi toparladım ve gülümseyerek, “Güç toplamamız lazım,” dedim. “Dışarıdan yemek söyleyeceğim, canın ne istiyor?” Telefonuma uzanırken bir yandan onu izliyordum. Umay başını hafif yana eğerek düşünceli bir ifade takındı, dudaklarını büzüp gözlerini kısarak, “Hmm… kuzu şiş fena olmazdı,” dedi. Yüzündeki o sevimli ifadeye gülerek, “Tamam,” dedim, yanağından hızlıca bir makas aldım. Teninin sıcaklığı dudaklarımda hafif bir iz bırakırken, o yumuşak kahkahalarından birini attı ve battaniyesine daha da sarıldı.
Telefonumu açıp restoranın numarasını çevirdim, siparişi verdikten sonra yatağa oturup derin bir nefes aldım. Umay hâlâ camın önünde duruyor, hafifçe esneyerek kollarını yukarı kaldırıyordu. Kapadokya’nın büyüleyici manzarası karşısında, onun silueti sanki zamanın içinde donmuş gibiydi. Elimde olmadan bir anlığına ona bakakaldım. Saçları dağınık ama bir o kadar güzel, üzerindeki sabahlık omzundan hafifçe kaymış, tenine vuran sabah ışığıyla adeta parlıyordu. İçimde ona karşı hissettiğim sevgi ve hayranlık kelimelerle tarif edilemezdi. Yavaşça yanıma dönüp gözlerini kısıp gülümseyerek, “Yemek ne zaman gelir?” diye sordu.
Telefonuma göz attım, ardından başımı kaldırıp ona baktım. “Yaklaşık yarım saate burada olur,” dedim. Umay yatağa doğru yürüyüp battaniyenin içine gömüldü, başını yastığa yaslayarak bana göz kırptı. “O zaman yemek gelene kadar biraz daha tembellik yapabiliriz, değil mi?” diye sordu muzipçe. Gülerek yanına uzandım, elimi beline doladım ve onu kendime çektim. “Seninle ne yaparsam yapayım güzel olur,” dedim usulca. O da başını göğsüme yaslayıp gözlerini kapattı. Dışarıda Kapadokya’nın eşsiz manzarası uzanıyor, balonlar gökyüzüne yükseliyor, güneş yavaşça dağların ardından süzülüyordu. Ama o an, dünyanın en güzel yerinde bile olsak, en büyüleyici manzara sadece kollarımın arasındaki kadındı.
Umay, sözlerimi duyunca gözlerini hafifçe açtı ve bana gülümseyerek baktı. Gözlerinin içinde binlerce yıldız gibi parlayan o sıcaklık, içimde tarifsiz bir huzur uyandırıyordu. Elimi saçlarının arasına geçirip yüzünü avuçlarıma aldım, parmaklarım yanağındaki yumuşak teninde gezindi. Gülümseyerek, “Umay…” dedim fısıltıyla. “Benim güzel karım… Seni çok seviyorum, bunu zaten biliyorsun.”
Umay başını hafifçe yana eğip, gözlerini derinlerime kilitleyerek dudaklarını kıpırdattı ama bir şey söylemedi. Sadece beni dinliyordu, tüm dikkatiyle, tüm kalbiyle. Devam ettim, “Aşkın benim kapımı çalmayacağını sanırdım. Hatta, hiç inanmazdım aşka. Zayıflık derdim ona, bir insanın kendini en savunmasız bıraktığı şey olduğunu düşünürdüm.” Derin bir nefes aldım, gözlerimi ondan ayırmadan konuştum. “Ama yanılmışım. Eşeklik etmişim. Meğer aşk, beni zayıflatmak yerine çok daha güçlü kılıyormuş. Seninle öğrendim bunu. Seninle birlikte, aşkın bir insanın içini nasıl ısıttığını, ruhuna nasıl dokunduğunu anladım.”
Sözlerim karşısında Umay’ın gözleri nemlendi, dudakları titredi ama hâlâ o güzel gülümsemesi yüzünden eksik olmadı. Elimi tuttu, parmaklarını avuçlarımın arasına sıkıştırdı. “Sevgili eşim, güzel sevgilim… İyi ki benimsin. İyi ki hayatıma geldin.” diyerek onu kendime daha sıkı sardım. Vücudunun sıcaklığı tenime işlerken, o anın büyüsünde kaybolduk. Umay başını göğsüme yasladı, kalp atışımı dinleyerek fısıldadı: “Ben de seni çok seviyorum. Ve bilmeni isterim ki, senin yanın benim en güvenli limanım.”
Zaman durmuştu. Dışarıdaki dünya nasıl akıyordu bilmiyordum ama şu an önemli olan tek şey, onun kollarımda olmasıydı. Bu an sonsuza kadar sürse, bir saniyesini bile değiştirmezdim.
Umay’ı kendime sıkıca sararken içimde derin bir huzur hissettim. Sanki tüm dünya susmuş, zaman bizim için duraklamıştı. Kollarımın arasında nefes alışlarını hissediyordum, kalbinin ritmi benimkine karışıyordu. Saçları yüzüme değdikçe teninde kalan kahve kokusunu içime çektim, o tanıdık sıcaklık ruhuma işledi.
“Biliyor musun,” diye fısıldadım, parmaklarımı sırtında gezdirirken. “Sen bana aşkı öğrettin. Beni ben olmaktan çıkaran, yeniden var eden, başka birine dönüştüren bir şeymiş meğer aşk… Zayıflık değilmiş, tam tersi. Beni benden güçlü yapan bir devrimmiş. Gözlerini her kapattığında içinde beni görecek kadar derinmiş. Bir insanı sevmenin, ona ait olmanın, onun içinde kendini bulmanın bambaşka bir dili varmış. Ve ben o dili seninle öğrendim, Umay.”
Gözlerini kapadı, iç çekerek daha da sokuldu bana. “Konuş, ne olur konuş…” dedi fısıltıyla. “Sesin en güzel şiir gibi geliyor kulağıma.”
Gülümsedim, onu biraz daha sıkı sarıp saçlarının arasına dudaklarımı bıraktım. “Senin yanındayken cümleler bile kendiliğinden dökülüyor dilimden. Çünkü ben seni anlatmaktan yorulmam, sana bakmaktan, seni düşünmekten, seni sevmekten yorulmam.”
Umay başını kaldırıp gözlerini gözlerime dikti. “Aşk ne garip bir şey, değil mi?” dedi fısıltıyla. “İnsan birinin içinde kendini bu kadar bulunca, kaybolmaktan korkmuyor.”
Başımı hafifçe salladım, gülümsedim. “Evet, aşk garip bir şey. Eskiden biri bana bu hisleri anlatsa gülerdim, inanmazdım. Ama şimdi seninle aynı yastığa baş koyarken, saçlarının her teline ezber olmuşken, gözlerinle gözlerimi her buluşturduğunda içime bir bahar serinliği dolarken, inanıyorum. Hem de sonsuz inanıyorum.”
Elini uzattı, yüzümü avuçlarının arasına aldı. “Benim kocam…” dedi usulca. “Seninle her şey o kadar güzel ki. Beni denizlerin ötesine götüremesen de fark etmez. Çünkü sen yanımdayken her yer cennet gibi geliyor.”
Gözlerimi kapattım, içimde tarifsiz bir sıcaklık yayıldı. Onu kendime çekip sıkıca sarıldım, vücudu benimle bütünleşti. “Biliyor musun Umay,” dedim usulca. “Eğer aşkın bir evi varsa, benimki sensin.”
O an dışarıda Kapadokya’nın büyülü manzarası, gökyüzünde süzülen sıcak hava balonları, güneşin sarı ışıkları odanın içine doluyordu. Ama bizim için en güzel manzara birbirimizin gözlerindeydi. Ve aşk, hiç bitmeyecek bir şiirdi.
Yemeğimiz geldiğinde yataktan doğrulup üzerime bir tişört geçirdim, saçlarımı hızlıca ellerimle düzelttim ve kapıya yöneldim. Umay hâlâ yatakta, battaniyenin içinde kaybolmuş halde bana bakıyordu. Kapıyı açtığımda dışarıdan gelen sıcak hava yüzüme vurdu, Kapadokya’nın kendine özgü kokusunu içime çektim. Siparişleri teslim alıp borcu ödedim, garsona hafifçe teşekkür ettikten sonra kapıyı kapattım ve elimde yemek torbalarıyla odaya döndüm. Umay, yavaşça doğrulup bana göz kırptı. “Kahramanım geldi!” diye neşeyle fısıldadı.
Gülerek yatağın yanındaki küçük masaya yiyecekleri koydum. “Beni yemekle sevmen biraz kalbimi kırıyor ama neyse,” dedim muzipçe. Umay kıkırdayarak battaniyeden sıyrılıp yanıma geldi, saçlarını geriye atarken gözlerindeki ışıltı kaybolmadan bana baktı. “Seni yemekle sevdiğim falan yok. Seni seviyorum, yemekleri de seviyorum. İkisini aynı anda elde etmek güzel bir ayrıcalık.”
Kahkahalar atarak masaya geçtik. Yavaşça kutuları açtım, sıcak kuzu şişin kokusu odaya yayıldı. Umay gözlerini kapatarak iç geçirdi. “Tam da canımın çektiği gibi,” dedi, gözlerini açıp bana bakarak. “Beni ne kadar iyi tanıdığını bir kez daha anlamış oldum.”
Bir süre sessizce yemeğimizi yedik, ama o sessizlik bile içimizi ısıtan bir huzura sahipti. Birbirimizin varlığını hissetmek yetiyordu. Arada sırada Umay’ın gözleri bana kayıyor, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme beliriyordu. Kaşığını tabağına bıraktığında derin bir nefes alarak arkasına yaslandı. “Şimdi dışarı çıkma zamanı, değil mi?” dedi usulca.
Ona göz ucuyla baktım. “Yorgun musun? Biraz daha dinlenebiliriz.”
Başını iki yana salladı. “Hayır, hayır. Şimdi çıkmazsak, seni burada yatakta tekrar esir alabilirim. Ki bu hiç de fena bir fikir değil.”
Gülerek başımı eğdim. “Senin esirin olmak dünyanın en güzel şeylerinden biri olabilir.”
Umay kahkaha attı, sonra sandalyesinden kalkıp yanıma geldi. Ellerini yüzüme koyarak gözlerimin içine baktı. “Dışarıda bir dünya var,” dedi fısıltıyla. “Ve ben o dünyayı seninle keşfetmek istiyorum.”
Elimi beline doladım, onu kendime çektim. “O zaman keşfedelim,” dedim. “Ama bil ki, benim dünyam zaten sensin.”
Umay gülümsedi, sonra hızla geriye çekilip neşeyle ellerini çırptı. “Hadi o zaman, hazırlan!”
Ben de onun heyecanına kapılıp ayağa kalktım. Tişörtümü düzelttim. Umay’ın sabırsızlıkla gözlerini bana diktiğini gördüm. Dışarıda Kapadokya’nın büyüleyici atmosferi bizi bekliyordu. Ama ben zaten en büyük mucizeyi yanımda taşıyordum.
O an anladım ki, önemli olan nereye gittiğimiz değil, kiminle yürüdüğümüzdü. Ve ben bu yolculuğu sonsuza kadar onunla yapmaya razıydım.
Haziran ayındaydık. Kapadokya’nın o büyüleyici, altın sarısı güneşi odanın içine süzülüyordu. Umay elimi tuttuğunda gözlerine baktım, derinlerinde dans eden ışıkları izledim bir an. Teninin sıcaklığı avucuma işlediğinde hafifçe gülümsedim. “Hava biraz fazla sıcakmış, klimadan fark etmemişiz,” dedim gülerek.
Umay başını yana eğip dudaklarını büzdü. “Evet, ama şimdi fark ettim. Senden bile daha sıcak,” dedi, gözlerini kısarak muzipçe.
Gülerek başımı iki yana salladım. “O kadar da değil,” dedim ama aslında haklıydı. Dışarıda hava sıcaktı, ama onun dokunuşu daha da yakıcıydı. Avucumu onun avucunda sıkıca kapattım, hafifçe kendime çekerek, “Dışarı çıkıp biraz serinlemeye ne dersin?” diye sordum.
Umay hafifçe kaşlarını kaldırdı, gözlerini kısıp düşündü. “Serinlemek için mi, yoksa sıcak havada beni yürütüp iyice eritmek için mi?”
Gülerek omuz silktim. “Belki ikisi de?”
Kıkırdayarak başını iki yana salladı, sonra elimi daha sıkı tuttu. “Pekâlâ, o zaman biraz keşif zamanı,” dedi.
Dışarı çıktığımızda, sıcak rüzgâr yüzümüze çarptı. Kapadokya’nın dar taş sokaklarında ilerlerken, üzerimizden geçen balonlara baktık. Güneşin altında yürürken Umay bazen hızla gölgeye kaçıyor, sonra tekrar güneşe çıkıp yüzünü buruşturuyordu.
“El ele yürüyelim, o zaman daha az sıcak gelir,” dedim usulca.
Umay gülerek kolunu benim koluma doladı, yanağıma hafifçe sokulup fısıldadı, “Senin yanındayken mevsimlerin bir anlamı kalmıyor.”
O an anladım ki, haziranın sıcağı da kışın soğuğu da, yağmurlu günler de, yıldızlı geceler de onunla güzeldi. Çünkü Umay yanımdayken, hangi mevsimde olduğumuzun hiçbir önemi yoktu.
Yanıma çekip gülümseyerek, “Ee Umay hocam,” dedim muzipçe. “Boşuna arkeoloji okumadınız ya, sizi rehberim ilan ediyorum. Beni aydınlatacak mısınız?” Gözlerimi gözlerine kilitleyip dudaklarına kaydırdığımda, Umay hafifçe kızardı ve refleks olarak biraz geri çekildi. O utangaç hali beni hem güldürüyor hem de daha da kendine çekiyordu. Kaşlarımı kaldırarak, “Ne var ya?” dedim, hafifçe gülerek. “Nikahlı karımsın, utanacak ne var?”
Umay başını öne eğip dudaklarını ısırdı, yanaklarındaki pembe gölgenin nasıl belirginleştiğini izledim. Bu hali, ilk günkü gibi saf ve tatlıydı. Ona hafifçe yaklaşıp yanağına sıcak bir öpücük kondurdum. “Hem artık benden kaçamazsın, resmi olarak kaderime yazıldın,” diye fısıldadım gülerek.
Umay gözlerini kaçırarak iç geçirdi. “Ne yapayım, alışamadım işte,” dedi, sesi yumuşak ama mahçuptu.
Gözlerimi devirdim, onu biraz daha kendime çektim. “O zaman sana bol bol sarılıp öperek alıştırırım, ne dersin?”
Umay kahkaha attı, omzumdan hafifçe iterek gözlerini bana devirdi. “Seninle başa çıkmak gerçekten zor,” dedi ama gözlerindeki ışıltı, bu durumdan aslında memnun olduğunu gösteriyordu.
Başımı yana eğerek, “Ee hocam, o zaman tarih anlatmaya ne zaman başlıyorsunuz?” diye sordum, onu daha da neşelendirmek için.
Umay derin bir nefes alıp toparlandı, gözlerini kısıp sahte bir ciddiyetle konuşmaya başladı. “Öyleyse başlayalım! Kapadokya’nın tarihi milyonlarca yıl önceye dayanıyor, volkanik patlamalarla oluşan bu topraklar…”
Onu hayranlıkla dinlerken, aslında hiçbir yerin büyüleyici tarihi beni bu kadar etkilemezdi. Ama Umay anlatıyorsa, dünyanın en ilginç hikâyeleri bile onun sesiyle daha büyülü hale gelirdi. O an içimden geçen tek şey şuydu: Bu kadına her geçen gün daha çok âşık oluyordum ve bu aşk, tarih kadar eski ama her anı yepyeni bir keşifti.
Umay’ın elini tutup dar taş sokaklarda yürümeye başladık. Güneş tepede parlıyordu, ama arada esen hafif rüzgâr bizi serinletiyordu. Etrafımız, tarihin içinden çıkıp gelmiş gibi duran kayadan oyulmuş evlerle doluydu. Kapadokya’nın mistik havası, yüzyıllardır ayakta duran bu yapıların arasında dolaşırken daha da hissedilir hâle geliyordu. Umay yüzüme dönüp gülümseyerek, “Hazır mısın? O zaman başlıyoruz,” dedi ve diğer elini havaya kaldırarak etrafı işaret etti.
“Burası Göreme,” diye başladı anlatmaya. “Aslında Göreme’nin geçmişi çok eski, Hititler’e kadar dayanıyor. Ama en bilinen tarihi Bizans döneminden. Biliyorsun, Hristiyanlık ilk yayıldığında Roma zulmünden kaçanlar güvenli yerler arıyordu. İşte Kapadokya da onların sığınağı oldu. Rahipler, keşişler, burada kendilerine bir dünya kurdular. Kaya kiliselerini oyup içlerine freskler yaptılar. İleride Göreme Açık Hava Müzesi’ne gittiğimizde o freskleri göreceğiz.”
Büyülenmiş gibi gözlerimi etraftaki kaya oluşumlarına diktim. “Demek buralar bir zamanlar insanlarla doluydu,” dedim düşünceli bir sesle. “Şimdi sessiz ama o zamanlar hayat vardı, dualar ediliyordu, ayinler yapılıyordu…”
Umay başını salladı. “Aynen öyle. Düşünsene, senin şu anda ayakta durduğun yerde belki yüzyıllar önce bir rahip diz çöküp dua ediyordu.”
Bu düşünce beni derinden etkiledi. Umay’ın elini daha sıkı tuttum ve yürümeye devam ettik. Yokuş yukarı ilerlediğimizde, önümüze Üç Güzeller çıktı. Kapadokya’nın en ünlü peri bacalarından oluşan bu doğal güzellik, doğanın ustaca bir sanat eseri gibi şekillendirdiği üç büyük kaya sütundan oluşuyordu. Umay durup hafifçe başını yana eğdi. “Biliyor musun, buranın bir efsanesi var?” dedi gözleri parlayarak.
“Anlat bakalım, Umay hocam,” dedim gülerek.
Umay hafifçe gülümsedi ve anlatmaya başladı: “Efsaneye göre, Kapadokya’nın bir zamanlar çok güçlü bir kralı varmış. Ama kızı, fakir bir çobana âşık olmuş. Tabii ki kral buna karşı çıkmış, ama onlar aşkları uğruna her şeyi göze alıp kaçmışlar. Bir süre sonra bir çocukları olmuş, ama ne yazık ki kral onları affetmemiş ve askerleriyle peşlerine düşmüş. Kaçacak yerleri kalmayınca, prenses Tanrı’ya yalvarmış: ‘Bizi ya taş yap ya da görünmez yap, ama ne olur bizi ayırma…’ Ve işte tam burada, Tanrı onları üç büyük taşa dönüştürmüş. Büyük olan prensesi, yanındaki çobanı ve onların küçük çocuklarını temsil ediyor.”
Bir süre sessiz kaldım, gözlerimi peri bacalarına diktim. “Trajik ama bir o kadar da güzel,” dedim yavaşça.
Umay başını salladı. “Efsaneler hep böyle değil midir zaten? Hem hüzünlü hem de etkileyici.”
Yolumuza devam ederken, Derinkuyu Yeraltı Şehri’ne doğru ilerledik. Girişe vardığımızda içeriye doğru inen dar taş tünelleri gördüm. Umay heyecanla bana döndü. “Şimdi biraz yer altına inmeye hazır ol,” dedi gülümseyerek.
Basamaklardan aşağı inerken serin hava yüzümüze vurdu. “Bu şehir neden yerin altına inşa edilmiş?” diye sordum merakla.
Umay, “Kapadokya’nın en büyük yer altı şehirlerinden biri burası,” dedi. “Derinkuyu tam sekiz katlı ve binlerce insanı barındırabilecek kadar büyük. Burayı ilk yapanların Hititler olduğu düşünülüyor, ama asıl genişletenler Bizanslılar. Dışarıdan gelen istilalara karşı burası bir sığınak görevi görüyordu. Düşünsene, yukarıda savaş varken, binlerce insan bu tünellerin içinde aylarca saklanıyordu.”
Başımı iki yana salladım, etrafı dikkatle inceledim. “Gerçekten inanılmaz… İnsanlar burada nasıl yaşayabiliyordu?”
Umay elini duvara koydu, taşın soğukluğunu hissetti. “Su kuyuları, erzak depoları, hatta ahırlar bile var. Bu şehrin o kadar iyi bir havalandırma sistemi var ki, içeride nefes almak hiç zor değil. Ve bak, şu büyük taşları görüyor musun?” Parmaklarıyla yuvarlak dev taşları gösterdi. “Bunlara sürgü taşı deniyor. Düşmanlar geldiğinde, bu ağır taşları yuvarlayarak girişleri kapatıyorlarmış.”
İçim ürperdi, dar tünellerde yürürken geçmişin izlerini hayal etmeye çalıştım. Burada bir zamanlar insanların yaşadığını, belki çocukların koşuşturduğunu, kadınların yemek pişirdiğini düşündüm. Tüylerim diken diken olmuştu.
Tekrar gün ışığına çıktığımızda, Umay derin bir nefes aldı. “Kapadokya’nın yer altını gördük, şimdi de en güzel kısmı için yukarı çıkıyoruz,” dedi heyecanla.
Kızıl Vadi’ye vardığımızda güneş batmak üzereydi. Gökyüzü turuncu, pembe ve kırmızıya bürünmüştü. Uzakta göğe yükselen sıcak hava balonları, bu manzaraya eşsiz bir güzellik katıyordu. Umay yanımda durup elimi tuttu. “Bence günün en büyüleyici anı bu,” dedi fısıldayarak.
Ona döndüm, gözlerindeki hayranlığı izledim. Manzara gerçekten nefes kesiciydi, ama benim için en büyüleyici şey Umay’ın yüzündeki mutluluktu. Onunla bu anları paylaşmak, dünyanın en güzel yerlerini gezmekten daha değerliydi.
Hafifçe eğilip saçlarını öptüm. “Bu gün, unutamayacağım bir gün oldu,” dedim usulca.
Umay başını omzuma yasladı. “Daha nice böyle günümüz olacak,” dedi içten bir gülümsemeyle.
Kapadokya’nın rüzgârı saçlarımızı hafifçe savururken, gün batımı gökyüzüne son fırça darbelerini bırakıyordu. Ve biz, tarihin içinde kaybolmuş bu büyülü coğrafyada, kendi hikâyemizi yazmaya devam ediyorduk.
Odaya girdiğimizde içerisi loş bir ışıkla aydınlanıyordu. Yorgun ama mutlu bir gün geçirmiştik, Kapadokya’nın büyüleyici atmosferinde dolaşmış, tarihin içinde kaybolmuş, birbirimize daha da yakınlaşmıştık. Kapıyı kapattığımda Umay usulca yanıma sokuldu, başını göğsüme yasladı. Ellerini belime dolarken, yüzünü boynuma gömüp derin bir nefes aldı.
“Bugün harikaydı,” dedi fısıltıyla. “Ama en güzel kısmı, günün seninle bitmesi…”
Gülümseyerek saçlarını okşadım, onun sıcaklığı tenime işlerken içimde tarifsiz bir huzur hissettim. “Ve daha güzel hale getirebiliriz,” dedim usulca, yüzünü avuçlarımın arasına alarak gözlerine baktım. O an gözlerinde bir parıltı gördüm, yüzüne yayılan hafif kızarıklık, göz bebeklerinin büyümesi…
Dudaklarına yavaşça eğildim, önce hafif bir öpücük bıraktım. Sonra daha derin, daha tutkulu… Umay hafifçe iç çekti, ellerini sırtıma kaydırırken tenimde bıraktığı dokunuşlar ateş gibi yanıyordu. Aramızdaki mesafeyi kapatıp kendini tamamen bana bıraktığında, artık zamanın ve mekânın hiçbir önemi kalmamıştı.
Ellerim tişörtünün ince kumaşını kaydırırken, teninin sıcaklığı parmak uçlarıma işledi. Dudaklarımız birbirini bulmaya devam ederken, odanın içindeki loş ışık bedenlerimizin siluetini duvara yansıtıyordu. Nefesi hızlanmıştı, parmakları saçlarımın arasına karışmış, vücudunu tamamen bana yaslamıştı.
Kapadokya’nın rüzgârı pencerenin aralığından içeri süzülüyordu ama o an bizim için sadece birbirimizin sıcaklığı vardı. Öpücüklerimiz tenimize iz bırakırken, odanın içinde yalnızca fısıltılar ve derin nefesler yankılanıyordu. Zaman durmuş, dünya sadece ikimiz için var olmuştu.
Sabah uyandığımda saat 9’u gösteriyordu. Gözlerimi açtığımda Umay’ın bana sarılmış, sessizce yüzümü izlediğini fark ettim. Gözlerinde huzurlu bir parıltı vardı, dudaklarının kenarında ise hafif bir gülümseme… Onu böyle görünce istemsizce ben de gülümsedim.
“Kaç dakikadır bana bakıyorsun, güzelim?” dedim mahmur bir sesle, gözlerimi ovuşturarak.
Umay başını yastığa yaslayıp dudaklarını büzdü, gözleriyle beni süzdü. “Vallahi…” dedi hafifçe kıkırdayarak, “yarım saat olmuştur, aşkım.”
Gülerek kolumu boynuna doladım ve onu kendime çektim. “Yarım saat boyunca uyuyan bir adamı izlemek sıkıcı olmuyor mu?” diye sordum, kaşlarımı kaldırarak.
Umay gözlerini devirdi, ellerini göğsüme koyarak hafifçe sıktı. “Senin gibi bir adamı izlemek sıkıcı olabilir mi? Çok huzurlu görünüyordun, izlerken bile içim ısındı,” dedi tatlı bir edayla.
Gözlerini benden kaçırmadan, “Kahvaltı yapalım mı? Aşağı inelim mi?” diye sordu, o neşeli gülümsemesiyle.
Başımı hafifçe yana eğip, onu biraz daha kendime çekerek mırıldandım. “Bence burası da gayet güzel bir kahvaltı alanı olabilir.”
Umay kahkaha attı, ama sonra gözlerini kısıp şüpheyle baktı. “Senin planın kahvaltı mı, yoksa beni burada biraz daha oyalamak mı?”
Gülerek göz kırptım. “İkisi de olabilir…”
Umay başını iki yana sallayıp dudaklarını ısırdı. “Hadi ama, açım! Eğer aşağıya inersek mis gibi menemen, taze sıkılmış portakal suyu ve sıcacık simit bizi bekliyor olacak.”
Bu sözlerle bir an tereddüt ettim. Sonunda iç geçirerek, “Pekâlâ, kazandın,” dedim gülerek.
Yatağımızdan ağır hareketlerle kalkarken Umay’ın hala beni izlediğini fark ettim. Gözlerini benden ayırmadan, “Ama kahvaltıdan sonra bütün gün benimlesin, anlaştık mı?” diye ekledim.
Göz kırpıp gülümsedi. “Seninleyken zaten başka bir plan yapmam mümkün mü?” dedi ve elimi tutarak aşağıya inmek için kapıya yöneldi.
Dışarıda güneş ışıl ışıl parlıyordu, Kapadokya’nın taş sokakları sabahın serin havasıyla doluydu. Ve ben, bugünü de onunla geçirecek olmanın verdiği huzurla, elimdeki tek servetin bu anlar olduğunu hissediyordum.
Umay hazırlanırken onu izledim, yatağın içinde hâlâ uzanmış halde, gözlerimi ondan ayıramadan… Sabah ışıkları tenine vuruyor, odanın içinde hafif bir serinlik dolaşıyordu. İkimiz de çırılçıplaktık, ama bu anın içinde öyle doğal, öyle gerçek bir şey vardı ki… Gözlerimin içindeki hayranlığı fark etmiş olacak ki, hafifçe dönüp bana baktı, dudaklarının kenarında o bildiğim muzip gülümsemesiyle.
Giyinirken, usulca gözlerimi ona diktim ve keyifli bir ses tonuyla mırıldandım, “Hatırlıyor musun? Sana bir gün yine böyle izleyeceğimi söylemiştim… Ama farklı bir şekilde.”
Umay, üzerindeki gömleğin düğmelerini iliklerken başını hafifçe yana eğdi, dudaklarını büzüp gözlerini kısıp düşündü. “Ne zaman söyledin?” dedi merakla.
Göz kırparak yatağın içinde doğruldum, dirseğimi yatağa dayayıp ona iyice baktım. “Çok önce… Belki bir akşamüstü, belki bir gece yarısı… Ama tam olarak bunu kastediyordum.”
Umay hafifçe başını iki yana salladı, gözlerinde hem şaşkın hem de hafif utanmış bir ifade vardı. Yüzünü aynaya çevirip saçlarını toparlamaya çalışırken, “Sen gerçekten her şeyi planlıyor musun, yoksa doğaçlama mı gidiyorsun?” diye sordu gülerek.
Yatağın kenarına doğru eğilip ellerimi beline doladım, onu kendime çekerek ensesine sıcak bir öpücük kondurdum. “Seninleyken her şey kendiliğinden gelişiyor,” diye fısıldadım kulağına. “Ama bazı anları hayal etmekten de kendimi alamıyorum.”
Umay gözlerini devirip hafifçe güldü, ama yanaklarına yayılan sıcaklığı görmezden gelemezdi. Elini saçlarımın arasına geçirip yüzüme baktı. “O zaman bu sabahı da hayal ettiğin gibi mi geçiriyoruz, yoksa kahvaltıya yetişiyor muyuz?”
Gülerek, “Benim tercihim belli, ama kahvaltıyı kaçırırsak aç kalacağız,” dedim usulca.
Umay kahkaha atarak ellerini belime koyup beni hafifçe geriye itti. “O zaman önce kahvaltı, sonra bakarız,” dedi, göz kırparak.
O hâlâ hazırlanırken, ben yatağın kenarında oturup onu izlemeye devam ettim. Bu anın içindeki sadeliği, huzuru, onun hareketlerindeki doğallığı içime çektim. Çünkü her anı güzelleştiren şey, onun varlığıydı. Ve ben, bu anları sonsuza kadar hatırlamak istiyordum.
Altıma dizlere kadar uzanan rahat bir şort ve basic bir tişört giydim. Aynada kendime son bir kez göz attıktan sonra Umay’a döndüm. O da çoktan hazırlanmış, hafif dalgalı saçlarını toplayıp yüzüne doğal bir tazelik kazandırmıştı. Üzerinde ince askılı bir bluz ve tiril tiril bir etek vardı. Ona her baktığımda içimde tanımlayamadığım bir hayranlık oluşuyordu. O ise farkında olmadan, en sıradan anlarında bile beni kendine hayran bırakıyordu.
Gözleri gözlerime kilitlendiğinde elini tuttum, avucunun sıcaklığı içime işledi. “Hadi gidelim,” dedim gülümseyerek. Birlikte kapıdan çıkıp, ahşap merdivenleri ağır adımlarla indik. Otele yayılan hafif kahve kokusu burnuma geldiğinde karnımın açlığını daha da fazla hissettim.
Kahvaltı salonuna indiğimizde birkaç masa doluydu. Otelin taş duvarları ve geniş pencerelerinden içeri süzülen sabah güneşi, loş ama huzurlu bir atmosfer yaratıyordu. Kendimize pencere kenarında bir masa seçtik. Umay sandalyesine oturduğunda, ben de karşısına geçip ona göz kırptım. “Bugün kahvaltı kraliçemiz sensin, menüyü seçmek sana ait,” dedim muzipçe.
Umay gülerek etrafa göz gezdirdi, ardından garsonu çağırdı. “Bence yöresel bir kahvaltı yapalım,” dedi. “Sıcacık bazlama, tulum peyniri, reçeller, sahanda yumurta… Ve tabii ki mis gibi çay!”
Garson siparişi alıp gittiğinde, Umay bana dönüp başını yana eğerek gözlerini kıstı. “Bugün ne yapıyoruz, gezi planımız var mı?”
Masaya yaslanıp onu izledim. “Dünkü tempolu geziden sonra biraz daha sakin bir gün geçirebiliriz. Mesela Uçhisar’a gidip kaleye çıkabiliriz, manzara harikaymış. Sonra biraz çömlek atölyelerini gezebiliriz. Hem el yapımı bir şeyler alırız, belki birlikte bir çömlek bile yaparız.”
Umay heyecanla ellerini birleştirip gülümsedi. “Harika fikir! Çömlek yapmayı denemek isterim. Ama kaleye çıkarken sen beni sırtında taşıyacaksın, anlaştık mı?”
Kahkaha attım. “Ben seni her zaman taşırım, ama yukarıda manzarayı izlerken yanımda durup bana sarılman şart!”
Umay gülerek elini masanın üzerine koydu, ben de onun elini tuttum. O an kahvaltının gelmesini bile umursamadım. Çünkü en güzel başlangıç, onun gülümsemesiyle başlıyordu.
Balon gökyüzüne yükseldikçe Umay heyecanla etrafına bakıyordu. Gözlerindeki ışıltıyı izlemek bile benim için dünyalara bedeldi. Rüzgâr saçlarını hafifçe savururken, yüzüne düşen birkaç tutamı eliyle geriye attı ve bana döndü.
Gülümsedim, gözlerimi gözlerine kilitleyip ona doğru bir adım attım. "Aç kollarını, sevgili eşim," dedim yumuşak bir sesle.
Umay önce şaşkınlıkla bana baktı, sonra ne demek istediğimi anladığında gülümseyerek kollarını iki yana açtı. Gökyüzüne yükselirken, Kapadokya’nın sonsuz vadileri ayaklarımızın altına serilmişken, rüzgârın serinliği tenimize dokunurken, o anın büyüsüyle kollarımı ona doladım.
“Sana kocaman sarılmak için daha iyi bir yer olamazdı,” diye fısıldadım boynuna, kokusunu içime çekerken.
Umay başını omzuma yasladı, elleri sırtımda gezindi. “Burası cennet gibi…” dedi usulca. “Ama biliyor musun? Benim için cennet, nerede olduğumuz değil, kiminle olduğumuz.”
Derin bir nefes aldım, içimde hissettiğim sevgiyi kelimelere dökmek zorlaşıyordu. Umay’a biraz daha sarılıp gözlerini yüzümde gezdirmesine izin verdim.
“İlk tanıştığımız günü hatırlıyor musun?” diye sordu aniden.
Gülümseyerek başımı salladım. “Nasıl unuturum? O gün hayatımın değiştiği gündü.”
Umay parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi. “Ben o gün hiç tahmin etmezdim. Bir gün, gökyüzünde senin kollarında olacağımı…”
Gözlerine bakarak usulca, “Ve daha niceleri olacak,” dedim. “Sonsuza kadar.”
Umay hafifçe gözlerini kapattı, dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. Balon gökyüzünde süzülmeye devam ederken, ben çok iyi biliyordum: En yüksek nokta burası değildi. Bizim için en büyük yolculuk, birlikte yaşlanacağımız zamandı.
Balon gökyüzünde süzülürken Umay’ın arkasına geçip kollarımı beline doladım, sıcacık bedenini kendime yasladım. Saçları hafif rüzgârda uçuşuyor, gözlerini kocaman açmış heyecanla etrafı izliyordu. Kapadokya, ayaklarımızın altında büyüleyici bir tablo gibi uzanıyordu. Ama benim için en güzel manzara, kollarımın arasındaki kadındı.
Bir anda içimde tarifi imkânsız bir coşku yükseldi. Tüm dünyaya haykırmak istedim, içimde tutamadığım o büyük sevgiyi. Gökyüzüne, rüzgâra, sonsuzluğa…
Nefesimi toplayıp avazım çıktığı kadar bağırdım: "ALTAY, UMAY’A DELİLER GİBİ AŞIK!!"
Umay irkilip hızla bana döndü, önce şaşkın, sonra gözleri parlayan bir ifadeyle yüzüme baktı. Dudakları titredi, gülümsedi. Birkaç saniye içinde ne yapacağını düşündüğünü görebiliyordum. Sonra gözlerini kısarak derin bir nefes aldı ve başını geriye atıp aynı güçle bağırdı:
"UMAY DA ALTAY’A DELİLER GİBİ AŞIK!!"
O an içimde tarifsiz bir mutluluk patladı. Güldüm, gözlerine baktım, kalbim deli gibi atıyordu. Daha fazla dayanamayarak onu belinden kavradım, hafifçe döndürüp dudaklarına yapıştım.
Öpücüğümüz rüzgârın içinde kayboldu, ama hissettiğimiz şey sonsuzdu. Gökyüzü şahit oldu, rüzgâr şahit oldu, Kapadokya’nın vadileri, peri bacaları, güneş, tüm dünya…
Biz, gökyüzünde birbirimize aşkımızı haykıran iki deli âşıktık. Ve o an, evren sadece ikimiz için vardı...



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |