
Mart ayının serin ama güneşli bir sabahıydı. Hastane odasının penceresinden içeri süzülen ışık, Umay’ın yüzüne hafifçe vuruyordu. Yorgun ama huzurlu bir uykudaydı.
Ben ise onun yanında uyanmış, bir süre sadece nefes alışlarını dinlemiştim.
Dün geceyi düşününce, içimde bir huzur vardı. Umay burada, benimleydi. Aybars güvendeydi. Tim arkamdaydı. Daha ne isteyebilirdim?
Ama bir yanım da her an bir şeyler ters gidecekmiş gibi tetikteydi.
Tam o sırada, telefonum titreşti.
İlteriş.
Kaşlarımı hafifçe çattım, sabahın bu saatinde neden arıyordu?
Sessizce yerimden kalktım, Umay’ı uyandırmamaya özen göstererek pencerenin önüne yürüdüm ve telefonu açtım.
"Söyle kardeşim."
İlteriş’in sesi, her zamanki gibi sakindi ama arka planda hafif bir gerginlik sezdim.
"Altay, hastaneden biraz ayrılman gerekebilir."
Bir an kalbim hızlandı. "Neden?"
"Timin seni görmek istiyor. Halil Komutan da seninle konuşmak için çağırdı."
Gözlerimi kıstım. Halil Komutan’la yapacağımız konuşma belliydi. Eğitim subayı olarak yeni görevim, sahada olmak ile olmamak arasındaki ince çizgi, timin buna nasıl tepki vereceği…
Bir iç çektim, camdan dışarı bakarken derin bir nefes aldım.
Umay burada, hastanedeydi. O iyileşene kadar sahaya dönemeyeceğimi biliyordum ama içimdeki asker, bunu hâlâ kabullenemiyordu.
"Ne zaman gitmem gerekiyor?" diye sordum kısık bir sesle.
"Mümkünse şimdi," dedi İlteriş. "Ama bu sadece bir konuşma değil, Altay. Bence senin için daha fazlası olacak."
Kaşlarımı çatıp döndüğümde, Umay’ın uyanmış ve beni izlediğini fark ettim.
"Neler oluyor, Altay?" diye sordu, sesi hâlâ uykuluydu ama içinde endişe vardı.
Telefonu kapattım ve ona doğru yürüdüm.
"Beni tim çağırıyor, Umay."
O an, bakışlarında hem korku hem de anlayış gördüm.
Ve ben, bu yeni savaşın tam olarak ne olduğunu bilmesem de, onun desteğiyle her şeye hazır olduğumu hissettim.
Umay’a yaklaşıp elini tuttum. Gözlerinde hâlâ uykunun ağırlığı vardı ama beni dikkatle izliyordu.
"Burada güvendesin," dedim yumuşak bir sesle. "Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, şu butondan hemşireyi çağırabilirsin."
Elimi butona götürüp hafifçe gösterdim, gülümsemeye çalıştım.
Umay başını yastığa yasladı, gözlerini benden ayırmadan hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Beni bırakıp gitmek zorunda olmasan da böyle mi derdin, Altay?" diye sordu kısık bir sesle.
İçimde bir şeyler düğümlendi. Onu bırakmıyordum. Ama gitmek zorundaydım.
Elini hafifçe sıktım. "Bu uzun sürmeyecek. Söz veriyorum."
O, beni ne kadar iyi tanıyorsa, ben de onu o kadar iyi tanıyordum. Gözlerinde, bana olan güvenin yanı sıra bir endişe gölgesi de vardı.
Ama beni durdurmayacağını biliyordum. O, beni her zaman destekleyen kadındı.
Usulca alnına eğildim, sterilizasyon takıntımı bile unutup hafifçe öptüm.
Sonra, odadan çıktım.
Koridora adım attığım an, askeri modum devreye girdi.
Önümde bir görev vardı. Timin beni neden çağırdığını öğrenecektim.
Ve belki de, bir kez daha eski ben ile yeni ben arasında seçim yapmak zorunda kalacaktım.
Karargaha vardığımda, ellerimin titrediğini fark ettim.
Bu titreme korkudan değil, kontrol edemediğim bir gerilimden geliyordu. Bunca yıl ölümle burun buruna gelmiş bir adamdım, ama şimdi içimdeki savaş bambaşkaydı.
Derin bir nefes aldım. Duraksadım.
Bedenimi dikleştirdim, ellerimi sıktım ve kontrolü geri aldım.
Sonra, adımlarımı sağlamlaştırarak içeri girdim.
Tim tam takım hâlinde Halil Komutan’ın karşısında dimdik duruyordu.
O an odadaki hava değişti. Sanki herkes bir saniyeliğine nefesini tuttu.
Beni görmeleriyle, içlerinden bir şeylerin kırıldığını hissettim.
Ben onların yanında olmalıydım.
Ama şimdi, onların karşısındaydım.
Halil Komutan gözlerini bana dikti.
"Hoş geldin, Altay."
Sesi her zamanki gibi sertti. Ama içinde alışılmadık bir şey vardı bir ağırlık, belki de bir karar.
Başımı dikleştirdim.
"Emrinizdeyim, komutanım."
Ve biliyordum…
Bu konuşma, sadece bir emir meselesi değildi.
Bu, benim kim olduğumu ve bundan sonra ne olacağımı belirleyecek savaştı.
Odaya girdiğimde, timin bakışları bir an bile üzerimden ayrılmadı.
Halil Komutan, masasının arkasında dimdik duruyordu. Yüzü her zamanki gibi ifadesizdi ama havadaki gerginlik, odadaki herkesin fark ettiği bir şeydi.
"Altay, hoş geldin."
"Emrinizdeyim, komutanım."
Halil Komutan, birkaç saniye sessiz kaldı. Gözleri beni baştan aşağı süzüyor, karargaha gelen bir misafir mi, yoksa hâlâ buraya ait biri mi olduğuma karar veriyor gibiydi.
Sonra derin bir nefes aldı ve her zamanki sert, otoriter sesiyle konuşmaya başladı.
"Beni dikkatle dinle, Yüzbaşı Altay."
Tüm tim, nefes bile almadan bekliyordu. Ben ise bir an bile gözlerimi ondan ayırmadım.
"Biliyorsun, seni sahadan çektik. Umay iyileşene kadar aktif görevde olmayacaksın. Eğitim komutanlığına alındın ve Milli Savunma Üniversitesi’ne bağlı eğitim subayı olarak görevlendirildin."
"Evet, komutanım." Sesim netti ama içimde fırtınalar kopuyordu.
"Ama ortada bir sorun var, Altay."
Kaşlarımı hafifçe çattım. "Sorun nedir, komutanım?"
Halil Komutan kısa bir sessizlikten sonra konuştu:
"Timinin sana ihtiyacı var."
O an, odadaki hava değişti.
Tim, yıllardır alıştığım o soğukkanlılıklarıyla sessiz dursa da, gözlerindeki kıvılcımı hissettim.
Burak, dişlerini sıkmıştı. İlteriş, bana doğrudan bakıyordu. Ulaş, her zamanki gibi yüz ifadesini koruyordu ama o bile sabırsızlanıyordu.
"Bu ne anlama geliyor, komutanım?" diye sordum.
Halil Komutan masaya yaslandı, gözlerini bana dikti.
"Senden sahada olmaman istendi. Ama bazen kurallar, sahadaki gerçeklikle çelişir. Senin yerini kimse dolduramaz, Altay. O yüzden bir karar vermek zorundasın."
İçimdeki fırtına büyüdü.
Bunu yapamazlardı.
Beni buraya geri mi çağırıyorlardı?
Timinin başına Halil Komutan geçmişti. Ben ayrıldığımda herkes bu kararı kabul etmek zorunda kalmıştı. Ama şimdi... Şimdi bana başka bir seçenek mi sunuluyordu?
Derin bir nefes aldım.
"Benden ne yapmamı istiyorsunuz, komutanım?"
Halil Komutan gözlerini kıstı. "Bu karar senin, Altay. Aileni mi, timini mi seçeceksin?"
O an, içimdeki fırtına koptu.
Bu, savaş alanından daha zor bir savaştı.
O an her şey sustu.
Beynimin içinde yankılanan iki ses vardı. Bir tarafta Umay ve Aybars, onları yalnız bırakmayacağıma dair kendime verdiğim söz. Diğer tarafta, bunca yıl omuz omuza savaştığım kardeşlerim, timim.
Derin bir nefes aldım. Kararım belliydi ama bunu sesli söylemek, kurşun yemekten bile daha zordu.
Başımı kaldırdım, gözlerim Halil Komutan’ın gözlerine kilitlendi.
"Eğitim subaylığı görevini kabul ediyorum, komutanım. Timi size devrediyorum."
Bu sözleri söyledikten sonra, içimde bir şeyler kırıldı.
Arkamdan yükselen sesler ise, kırılan şeyin sadece bende olmadığını gösteriyordu.
"Ne?!"
"Bu şaka mı, Altay?"
"Bizi burada bırakıyor musun?"
"Altay, bu sen olamazsın!"
Burak, birkaç adım öne çıktı. Gözleri öfkeyle açılmıştı. "Bizi böyle bırakıp gidemezsin!" diye neredeyse bağırdı.
İlteriş, her zamanki gibi sessizdi ama gözleri bir bıçak kadar keskindi. "Gerçekten bunu mu istiyorsun?" diye sordu.
Ulaş, başını iki yana salladı. "Biliyorum, ailen önemli. Ama Altay, sen sahada doğmuş birisin. Buradan nasıl kopacaksın?"
Boğazım kurudu. Elimi yumruk yaptım.
Bunu bekliyordum. Ama yüzlerine bakınca, içimdeki utanç daha da büyüdü.
Bu adamları ölüme götürmüş, ölümden çıkarmıştım. Onlara arkalarını dönmeyecek bir lider olacağıma söz vermiştim.
Ve şimdi, ilk kez bir karar verirken kendimi bir ihanetin içinde gibi hissediyordum.
Ama Umay’ın o hastane yatağında yatarkenki hâli gözümün önüne geldi.
Aybars’ın “Annemi bırakma, baba” diyen sesi kulaklarımda yankılandı.
Yutkundum.
"Bu kolay bir karar değil," dedim, sesim her zamanki gibi sert ama içten geliyordu. "Ama benim savaşım artık başka bir yerde."
"Savaş alanı burası, Altay!" diye kükredi Burak. "Sen bizim liderimizsin! Bunu nasıl bırakıp gidersin?"
"Siz sahada savaşıyorsunuz, evet," dedim, gözlerimi tek tek her birine dikerek. "Ama benim savaşım artık ailem için. Umay hâlâ hastanede. Oğlum beni bekliyor. Eğer burada olursam, onlara ihanet etmiş olurum."
Derin bir sessizlik oldu.
Tim, beni anlıyordu. Ama bu, affettikleri anlamına gelmiyordu.
Başımı çevirdim, Halil Komutan’a tekrar selam verdim.
"Kararım kesin, komutanım. Artık sahada değilim."
O an, yıllardır taşıdığım bir kimliği, bir unvanı, bir geçmişi geride bırakmış gibi hissettim.
Ve bu, bana düşman kurşunundan bile ağır geliyordu.
Timin yüzlerindeki hayal kırıklığını görmek, göğsüme oturan bir kaya gibi ağırdı.
Onlara ne kadar açıklamaya çalışsam da, hiçbiri şu an beni tam anlamıyla anlamayacaktı.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım ve başımı hafifçe salladım.
Sonra, kendi içimde hâlâ yankılanan sessizliği bozarak gülümsedim.
"Evlenince beni anlayacaksınız."
Sözlerim o kadar netti ki, odada kısa bir an sessizlik oldu.
Bazıları kaşlarını çattı, bazıları gözlerini devirdi. Burak alaycı bir kahkaha attı, İlteriş başını hafifçe iki yana salladı.
Ama hiçbiri itiraz etmedi. Çünkü biliyorlardı.
Sevdiğin biri için savaşı bırakmak değil, farklı bir cephede savaşmak zorunda kalmak başka bir şeydi.
Kim bilir, belki bir gün onlardan biri aynı şeyi yaşadığında, gerçekten anlayacaklardı.
Timi son kez süzdüm. Her biri benim için birer kardeşti. Ama bu, benim savaşım değildi artık.
Kapıyı açtım.
Ve ardımda, hayatımın en büyük bölümünü bırakarak dışarı adım attım.
Kapıdan çıktığımda derin bir nefes aldım, ama göğsümdeki ağırlık geçmedi.
Timin yüzleri, hayal kırıklıkları, sessiz tepkileri hâlâ aklımdaydı.
Başımı hafifçe öne eğdim, kalbimi tuttuğumu fark ettim.
"Umarım beni anlamak zorunda kalmazsınız, hiçbir zaman," diye fısıldadım kendi kendime.
Çünkü eğer beni gerçekten anlarlarsa, bu demekti ki bir gün onlar da aynı acının eşiğinde olacaklardı.
Ve ben, bunu kimseye dilemezdim.
Bu karargahta işim bitmişti.
Tim artık Halil Komutan’a emanetti. Benim cephem değişmişti.
Derin bir nefes aldım, sırtımı düzelttim ve son kez koridor boyunca yürüdüm.
Kara Harp Okulu’na geçecektim. Artık eğitim subayıydım.
Adımlarım sertti ama içim paramparçaydı.
Odamın kapısını açtım.
Yıllardır burada yaşamıştım. Bu oda, aldığım ilk emirlerden kazandığım ilk zaferlere kadar her anıma tanıklık etmişti.
Ama şimdi, gidecektim.
Dolabı açıp eşyalarımı toplamaya başladım. Her katladığım üniforma, her topladığım eşya, bir hatıraydı.
Ve ben, geçmişimi kutulara koyarak yeni bir hayata hazırlanıyordum.
Tam eşyalarımı toplarken kapı hızla açıldı.
İlteriş içeri sinirle daldı.
Gözleri öfkeyle parlıyordu, nefesi düzensizdi. Yıllardır onu tanıyordum, bu adam kolay kolay sinirine yenilmezdi. Ama şimdi, kontrolünü kaybettiği her hâlinden belliydi.
Bir an konuşmasını bekledim ama o sadece yumruklarını sıkıyor, dişlerini sıkarak bana bakıyordu.
"Altay!" diye patladı sonunda. "Sen ne yaptığının farkında mısın?! Kendini bir kenara atıyorsun!"
Sesi titriyordu, sadece öfkeden değil, içinde saklamaya çalıştığı hayal kırıklığından da.
Tim sessiz kalmıştı. Ama İlteriş kalamadı.
Onun için bu, sadece bir liderin sahayı terk etmesi değildi.
Bu, bir kardeşin, savaş meydanından çekilmesiydi.
İleri adım attım, hiç tereddüt etmeden ona sıkıca sarıldım.
İlk başta kıpırdamadı. Tüm bedeni gergindi, nefes alışları bile düzensizdi.
Sonra, elleri istemsizce omzumdan tuttu, ama beni itmedi.
Sadece, yutkundu.
Sessizce öfkesini dışarı atmaya çalışıyordu.
Birkaç saniye böyle kaldık. Sonunda, kasılmış omuzları hafifçe gevşedi.
"Seni anlayamıyorum, Altay," dedi kısık ama kırgın bir sesle.
"Anlamak zorunda kalmanı istemem zaten, kardeşim," diye fısıldadım. "Ama inan bana, bu savaştan kaçtığım anlamına gelmiyor."
Bir süre daha sustu. Sonra, derin bir nefes aldı.
Yavaşça geri çekildi, ama gözleri hâlâ öfke ve kabullenemeyişle doluydu.
"Senin yerin saha, biziz," dedi, dişlerini sıkarak. "Ama artık bizimle savaşmayacağını kabul etmemi mi bekliyorsun?"
"Hayır," dedim, içimdeki sızıyı saklamaya çalışarak. "Ama şunu bilmeni istiyorum… Ne olursa olsun, siz hâlâ benim kardeşlerimsiniz.
"Ve bu savaşta, sizin yanınızda olamasam da, hiçbir zaman sizden kopmayacağım."
İlteriş başını eğdi, gözlerini kaçırdı. Ama biliyordum… O da en az benim kadar bu vedanın ne anlama geldiğini hissediyordu.
İlteriş derin bir nefes aldı, hâlâ sakinleşmeye çalışıyordu. Gözleri hâlâ öfkeliydi ama içinde bir kabullenme de vardı.
Ben ise gergin havayı biraz olsun dağıtmak için hafifçe gülümsemeye çalışarak konuştum.
"Yine aynı binada oturacağız. Her ne kadar ilk haftalar hastanede kalmak zorunda olsam da…"
Kaşlarını kaldırıp bana baktı. Söylediklerimin nereye varacağını anlamaya çalışıyordu.
"Siz zaten sık sık ziyarete geleceksiniz," diye ekledim. "Beni yalnız bırakmayacağınızı biliyorum."
İlteriş hafifçe başını salladı ama yüzündeki sertlik hâlâ tam olarak geçmemişti.
"Yaseminka’dan Allah razı olsun," dedim iç geçirerek. "Aybars’a o bakıyor. Oğlum güvende ama… Ben yine de her şeyin yolunda olup olmadığını gözlerimle görmek istiyorum."
İlteriş gözlerini hafifçe kıstı. "Bunu biliyorum, Altay," dedi sessizce. "Ama şunu da unutma… Biz de seni yalnız bırakmayacağız."
Gözlerimi ona diktim.
"Bunu biliyorum, kardeşim."
Ve o an, içimde biraz da olsa huzur hissettim.
Çünkü ne olursa olsun, benim sırtımı dayayabileceğim adamlar hâlâ burada, yanımdaydı.
Tam İlteriş biraz olsun sakinleşmişken, kapı büyük bir gürültüyle açıldı.
Tim, patır patır içeri daldı.
Ne olduysa bir anda herkes üzerime çullandı.
"Komutanım!" diye bağırarak üstüme atladılar. Burak, Ulaş, Yavuz, Fatih, Kerim, Onur, Eren, Mustafa Kemal…
Her biri sanki yıllardır görmedikleri birini bulmuş gibi bana sarıldılar.
İçimde bir şeyler yine kırıldı. Ama bu sefer acıdan değil, ağırlığından.
Burak, sırtıma sert bir yumruk attı ama sesi titriyordu. "Bunu yapamazsın, Altay abim! Biz sensiz ne yapacağız?!"
Yavuz, gözleri yaşlı bir şekilde, "Sen olmadan o sahaya çıkmak nasıl olacak?!" diye ekledi.
Beni bırakacakları falan yoktu. Herkes ağlıyordu ama bir yandan da sanki benim gitmemi engellemek istiyorlardı.
Oğlum, kalkın lan üstümden, ölmedim! Sadece görev yerim değişti!" dedim sertçe.
Ama bu sefer daha da kötü oldu. Hüngür hüngür ağlamaya başladılar.
"Komutanım bunu diyerek bizi daha çok üzüyor olabilirsin," dedi Ulaş, gözlerini silerek.
Mustafa Kemal, "Altay Komutan olmadan tim, tim olmaz," diye mırıldandı.
İlteriş hafifçe başını sallayıp, "Bize bunu yaşatmaya hakkın yoktu, Altay," dedi. "Ama senin kararın bizim kararımızdır."
İç çektim, ellerimle adamlarımdan bazılarını yavaşça itip üzerimden kalkmalarını sağladım.
"Siz benim kardeşlerimsiniz," dedim, gözlerimi tek tek hepsine dikerek. "Ve kardeşlik, sadece aynı cephede savaşmaktan ibaret değildir."
Beni anlamalarını istiyordum. Ama biliyordum ki onlar da benim gibi savaş meydanında olmanın ne demek olduğunu biliyorlardı.
"Bu bir veda değil," dedim, "Bu sadece bir yol ayrımı. Ama nereye gidersem gideyim, hep yanınızda olacağım."
Bir süre sessizlik oldu.
Sonra, Burak gözlerini kırpıştırarak burnunu çekti.
"Bari bize daha önce söyleseydin be, Altay…"
Gülümsedim, "Siz de beni böyle tim halinde boğazlayarak ağlamasaydınız," dedim.
Ve o an, herkes güldü ama gözleri hâlâ doluydu.
Çünkü hepimiz biliyorduk…
Bu, bir vedadan çok daha fazlasıydı.
Herkesin yüzünde buruk bir tebessüm vardı. Tim, gözleri dolu dolu ama gülümseyerek birbirine bakıyordu. Duygularımızı gizlemeye çalışmanın artık bir anlamı yoktu. Hepimiz aynı şeyi hissediyorduk: Bir şeyler eksilecekti.
Bir süre kimse konuşmadı. Sadece birbirimizin varlığını hissederek o anın tadını çıkardık. Sonra Mustafa Kemal, derin bir nefes alıp ileri bir adım attı.
"O zaman komutanım, siz gitmeden önce son bir şey yapmamız lazım," dedi.
"Nedir?" diye sordum, merakla.
Yavuz, Burak ve Ulaş bir anlığına göz göze geldiler ve aniden omuzlarıma yapıştılar. Ne olduğunu anlamadan kendimi havada buldum.
"Bırakın lan!" diye bağırdım ama tim çoktan tezahürata başlamıştı.
"Altay Komutan, Altay Komutan!"
Havaya kaldırıp birkaç kez yukarı fırlattılar. Kahkahalar, bağırışlar ve gözyaşları birbirine karıştı. O anın, hayatımın en değerli anlarından biri olduğunu hissettim.
Sonunda beni yere indirdiklerinde nefes nefese kalmıştım ama gözlerim parlıyordu. İçimde bir sıcaklık vardı. Ayrılığın hüznü elbette vardı ama o an, birlikte yaşadığımız her şeyin sonsuza kadar bizimle kalacağını biliyordum.
"Size minnettarım," dedim, sesim biraz titreyerek. "Sizin gibi adamlarla aynı cephede savaşmak bir onurdu."
Timden birkaç kişi burnunu çekti, diğerleri başını salladı. Kimsenin fazla bir şey söylemesine gerek yoktu. Her şey ortadaydı.
Sonunda, ağır adımlarla çantamı alıp kapıya yöneldim. Tam çıkarken bir kez daha arkamı döndüm.
"Sakın ha, bana ihtiyacınız olursa tereddüt etmeyin," dedim. "Her zaman burada olacağım."
Ulaş, gülümseyerek selam verdi. Diğerleri de onu takip etti. Ben de son bir kez selam durdum.
Kapıyı açtım, dışarı adımımı attım ve ardımdan kapı kapandı. Ama arkamda bıraktığım bağ, hiçbir zaman kopmayacaktı.
Mustafa Kemal sessizce yanıma yaklaşıp elini omzuma koydu. Gözleri ciddiydi, ama içinde yanan ateşi görebiliyordum. "Altay komutanım, nereye gidersen git, unutma… Bu tim her zaman senin ailen olacak."
Başımı salladım. Boğazıma bir şeyler düğümleniyordu ama bunu göstermek istemiyordum. Askerlikte veda hep vardı, ama bazıları diğerlerinden daha ağırdı.
Ulaş derin bir nefes aldı, gözlerini yere dikti. "Yine de söylemeliyim komutanım… Keşke kalabilseydin."
Fatih hemen araya girdi. "Belki de bu onun için en doğru karardır, Ulaş komutanım."
Yavuz başını salladı. "Evet… Ama biz onsuz nasıl devam edeceğiz?"
Baktım, hepsi sırasıyla bana gözlerini dikmişti. Onlara cevabımı en güçlü şekilde vermeliydim.
"Şimdiye kadar nasıl savaştıysanız, öyle devam edeceksiniz." Sesim sağlam çıktı. "Ben size sadece komutanlık yapmadım. Hepinizi tek tek yetiştirdim. Ben yokken de bu tim, dimdik ayakta kalacak."
Burak hafifçe gülümsedi. "Bize öğrettiklerin her zaman bizimle olacak, değil mi?"
Gülümsedim. "Evet, Burak. Tıpkı benim de her zaman sizinle olacağım gibi."
Herkes derin bir nefes aldı. Bu bir veda mıydı? Belki evet. Ama her veda bir son değildi.
Mustafa Kemal başını kaldırdı ve sert bir selam çaktı. Mavi gözleri ateş gibiydi. Diğerleri de ona katıldı.
İçim burkulsa da selamlarını karşılıksız bırakmadım.
"Bu son görüşmemiz değil," dedim. "Bunu unutmayın."
Ve ardından kapıya yöneldim.
Arkamdan gelen sesler, nefesler, titreyen yürekler… Hepsini hissediyordum. Ama adımımı attım.
Bazı yollar, yalnız yürünürdü.
Son raporları teslim ettikten sonra, çantamı sırtıma vurup Kara Harp Akademisi’ne doğru yola çıktım. Aracın camından dışarı bakarken içimde garip bir his vardı. Bir yanım geride bıraktığım timimi düşünüyordu, diğer yanım ise önümdeki yeni yolculuğa odaklanmaya çalışıyordu.
Kara Harp Akademisi… Buraya yıllar önce genç bir teğmen adayı olarak adım atmıştım. Şimdi ise bambaşka bir görevle geri dönüyordum. Sahada geçen yıllarımın ardından akademide eğitim vermek, bildiklerimi gelecek nesillere aktarmak… Kulağa kolay geliyordu ama içimde savaş meydanının ateşini hâlâ hissediyordum.
Araç akademinin kapısından içeri girerken derin bir nefes aldım. Burası, disiplinin, bilginin ve savaş sanatının yuvasıydı. İçimde hafif bir gerginlik vardı ama yüzüme belli etmedim. Ne de olsa ben Altay’dım. Komutanlık, sadece emir vermek değil, bulunduğun her ortamda sağlam durabilmekti.
Araç durduğunda, beni karşılamak için bekleyen bir teğmen selam çaktı.
"Hoş geldiniz, komutanım!"
Selamı aldım ve başımı salladım.
"Beni direkt yerleşeceğim yere götür, teğmen. Sonra akademi komutanına rapor vereceğim."
"Emredersiniz, komutanım!"
Adımlarımı akademinin taş koridorlarında yankılanırken, içimde garip bir his büyüyordu. Burada yeni bir sayfa açılıyordu ama bazı savaşlar sadece sahada verilmezdi.
Ve ben, savaşmayı bırakmaya hiç niyetli değildim.
Akademiye vardığımda, resmi işlemleri halledip akademi komutanına rapor verdim. Beklediğim gibi, beni sıcak bir karşılamayla değil, askeri disiplinin gerektirdiği soğukkanlılıkla karşıladılar. Burada artık öğrenci değil, bir eğitmendim.
Komutan, kısa bir hoş geldiniz konuşmasının ardından doğrudan konuya girdi. "Altay, sahadaki tecrübelerini burada genç subay adaylarına aktarmanı istiyoruz. Ders programın belli, ama özellikle taktik ve liderlik konularında senden ekstra eğitim vermeni bekliyoruz."
Başımı salladım. "Anlaşıldı, komutanım."
"Şimdilik serbestsin. Yarın sabah brifing var. İstersen sınıfları ve eğitim alanlarını gezebilirsin."
"Öyle yapacağım, komutanım."
Selam verip odadan çıktım. Akademinin koridorlarında ilerlerken, geçmiş yıllarım gözümün önüne geldi. Burada sayısız eğitim almış, ter dökmüş, uykusuz geceler geçirmiştim. Şimdi ise aynı koridorlarda bambaşka bir sıfatla yürüyordum.
Gün sonunda akademiden ayrıldım. Kalıcı olarak burada olmayacağım için lojmanda yatılı kalmam gerekmiyordu. Arabama atlayıp şehrin yolunu tuttum.
Eve vardığımda içimde garip bir yorgunluk vardı. Ne fiziksel ne de zihinsel bir yorgunluk… Daha çok, alışma sürecinin getirdiği bir ağırlık. Mutfağa geçip kendime bir kahve koydum, balkona çıkıp şehir manzarasına baktım.
Bu yeni hayat nasıl olacaktı? Sahadaki adrenalin olmadan, her gün masa başında plan yapmak, genç subaylara eğitim vermek… Bunları yapabileceğimi biliyordum ama bir şeyler eksik hissediliyordu.
Telefon masanın üzerinde titredi. Elime aldım, ekrana baktım.
Burak arıyor…
İçimden hafifçe gülümsedim. Daha bir gün bile geçmeden özlemeye başlamışlardı. Açtım telefonu.
"Ne var lan, özlediniz mi hemen?"
Karşıdan Burak’ın sesi geldi, gülerek ama hafif de ciddi bir tonla: "Komutanım, ne yaptın, yerleştin mi?"
"Beni tanıyorsun, Burak. Her yere yerleşirim."
Telefonun diğer ucunda birkaç ses daha duyuluyordu. Ulaş’ın sesi karıştı. "Altay, senden bir şey isteyeceğiz…"
Kaşlarımı çattım. "Siz hayırdır? Daha bir gün geçti."
Burak hafifçe öksürdü. "Şey… Biz haftaya ufak bir toplanma yapıyoruz. Timin diğer üyeleri de geliyor. Sen de geliyorsun, değil mi?"
Bir an durdum. Sahadaki hayatımı bırakmış olabilirdim ama kardeşliği bırakmamıştım.
Gözlerimi kısarak gülümsedim. "Beni çağırmanız mı gerekiyor? Tabii ki geliyorum."
Telefonu kapattığımda ekran tekrar aydınlandı. Umay arıyor…
Derin bir nefes aldım. Görüntülü konuşmaya mecali olmayan bendim ama reddetmek de istemedim. Açtım.
Karşımdaki ekranda Umay’ın yüzü belirdi. Gözleri her zamanki gibi dikkatliydi ama yorgun görünüyordu. Muhtemelen o da uzun bir gün geçirmişti. Bir şeyler söylemesini bekledim ama konuşmadı. Sadece baktı.
O an anladım. Bazen sessizlik, kelimelerden daha güçlüydü.
Kendimi toparlayıp anlatmaya başladım. Akademide nasıl karşılandığımı, ne görev verildiğini, eski günleri hatırlayarak koridorlarda dolaşırken hissettiklerimi… Arada duraksadım ama o tek kelime etmeden dinledi.
Umay hep böyleydi. Konuşmak zorunda bırakmazdı insanı. Bir şeyleri anlatmaya hazır olana kadar beklerdi. Ve şimdi de bekliyordu.
En son Burak ve ekibin beni hemen aradığını, haftaya buluşma planı yaptıklarını söyledim. Hafifçe gülümsedi ama bir şey demedi.
Bir süre sessizlik oldu. Sonunda dayanamayıp sordum.
"Hiçbir şey demeyecek misin?"
Umay başını yana eğdi, sanki düşünüyor gibiydi. Sonra hafifçe gülümsedi. "Ne söylememi istersin, Altay?"
Omuz silktim. "Bilmiyorum. Belki ‘Alışacaksın’ falan diyebilirsin."
Gözlerini kırptı. "Bunu zaten biliyorsun."
İç çektim. Evet, biliyordum. Ama duymak istiyordum.
O an anladım ki Umay’ın varlığı bile yetiyordu. Konuşmasa da, sadece orada olması bile…
Başımı salladım. "İyi ki aradın."
Gülümsedi. "Biliyorum."
Sonra bir şey demeden kapattı.
Ekrana bir süre boş boş baktım. Umay buydu işte. Ne eksik ne fazla.
Ve bazen, insanın tam da böyle birine ihtiyacı oluyordu.
Sabah erken kalkmıştım ama dinlenmiş hissetmiyordum. Umay’ın ikinci kemoterapi seansı yarındı. Yanında olacaktım, en azından aklım kalmayacaktı. Ney Pazartesi derslerim başlıyordu ve artık tam anlamıyla yeni düzenime adapte olmam gerekiyordu. Ama bugün Cuma’ydı.
Dolabımdan sade bir gömlek çıkarıp giydim, abdestimi aldım ve camiye doğru yola çıktım. Sokaklar henüz çok kalabalık değildi. Hafif bir esinti vardı, havada kışın yaklaştığını hissettiren bir serinlik hâkimdi.
Camiye vardığımda avluda toplanan kalabalığı izledim bir süre. Her yaştan insan vardı. Kimi yaşlı, bastonuna dayanarak ilerliyor, kimi gençler aceleyle safa giriyordu. İnsan burada aynı safta durduğunda, rütbelerin, mevkilerin, unvanların bir anlamı kalmadığını hissediyordu.
İçeri girip safımı aldım. İçimden dua ettim. Kendim için değil, Umay için. Zor bir süreçten geçiyordu ve onun güçlü olduğunu biliyordum. Ama bazen en güçlüler bile destek isterdi.
Namazdan sonra bir süre daha camide kaldım. İçimde bir huzur vardı. Hayat değişiyordu, yollar ayrılıyor, yeni başlangıçlar yapılıyordu. Ama bazı şeyler hep aynı kalıyordu. İnanç gibi, kardeşlik gibi, sevdiğin insanın yanında olmak gibi…
Cami çıkışında telefonumu kontrol ettim. Umay’dan mesaj vardı:
"Bugün ne yapıyorsun?"
Gülümsedim ve cevap yazdım:
"Yanına geliyorum."
Arabaya atlayıp hızla hastaneye doğru yola çıktım. Umay hastane ortamına alışmıştı, doktorlarla ve hemşirelerle artık rahatça konuşuyordu ama Aybars için durum farklıydı. Henüz 14 aylıktı ve annesinden uzun süre ayrı kalmaya alışık değildi. Onu da yanıma almaya karar verdim. Umay için de iyi olacaktı, Aybars için de.
Eve vardığımda zile bastım. Kapıyı Yaseminka açtı ve kucağında Aybars’ı taşıyarak bana döndü. Küçük oğlum beni görünce heyecanla kıpırdandı, kollarını bana uzattı.
Gülümseyerek onu kucağıma aldım. "Ne haber, küçük adam?"
Aybars kıkırdadı ama sonra yüzü ciddileşti, eliyle kapıyı işaret etti. ''babaaa!'' dedi mutlulukla "Hadi gidelim, anneme gidelim," der gibiydi.
"Tamam, gidiyoruz," dedim yumuşak bir sesle. Montunu düzelttim, battaniyesini de yanıma aldım ve onu arabaya yerleştirdim.
Yolda bir süre dışarıyı izledi, sonra gözleri dalmaya başladı. Küçük bedeni yorgundu ama uyumamaya çalışıyordu. Muhtemelen hastane ortamına girerken annesini göreceği için uyanık kalmak istiyordu.
Hastaneye vardığımızda onu kucağıma alıp içeri girdim. Umay yatağında oturuyordu, bizi görünce yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı.
Aybars, kollarını açarak annesine doğru uzandı. Umay hemen onu kucağına aldı, sıkıca sarıldı.
"Benim minik aslanım," diye fısıldadı. "Seni çok özledim."
Aybars annesinin boynuna küçük elleriyle sarıldı, başını göğsüne yasladı. Bir şey demedi. Ama hissettirdiği her şey fazlasıyla gerçekti.
O an, bu küçük anın ne kadar kıymetli olduğunu düşündüm. Zaman, bazen en büyük savaş alanıydı ve bazı savaşlar sevdiğin insanlara sarılarak kazanılırdı.
Umay, Aybars’ı sımsıkı sararken gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı.
"Seni çok özledim," diye fısıldadı.
Aybars, annesinin göğsüne yaslanmıştı, küçük bedeni tamamen Umay’ın kolları arasında kaybolmuş gibiydi. Ne ağladı, ne konuştu. Sadece orada, annesinin kucağında olmanın huzurunu yaşadı.
Ben ise, bu anı izlerken içimde bir şeylerin yerine oturduğunu hissettim.
Bu savaşın tam ortasında, işte bize güç veren şey buydu.
Aybars biraz sakinleşince başını kaldırdı ve küçük elleriyle Umay’ın yüzünü okşamaya başladı.
"Anne," dedi minik sesiyle. Sonra bir anda başını bana çevirdi, sanki bir şey hatırlamış gibi.
Elini bana doğru uzattı. "Baba, anne hediye var," dedi ciddi bir ifadeyle.
Kaşlarımı kaldırdım. "Öyle mi, küçük adam? Nerede peki hediyen?"
Aybars bir an düşündü, sonra kıkırdayarak cebine elini soktu. Yaseminka’nın ona verdiği, minicik, buruşuk bir kâğıt parçasını çıkardı.
Umay gülümseyerek aldı, açtı ve gözlerini kırpıştırdı. Kâğıdın üzerine çocukça çizilmiş bir kalp vardı. İçinde ise Aybars’ın minicik el izi.
Umay bir an nefesini tuttu.
Gözleri dolmuştu ama ağlamadı. Sadece Aybars’ı daha sıkı sardı, alnından öptü.
"Bu şimdiye kadar aldığım en güzel hediye," dedi.
Aybars gururla gülümsedi, sonra esneyerek başını annesinin göğsüne koydu. Gözleri yavaşça kapanmaya başladı.
Ben ise yatağın kenarına oturdum, Umay’ın elini tuttum. Sıcak, narin ama güçlüydü.
"Nasıl hissediyorsun?" diye sordum fısıltıyla.
Umay başını bana çevirdi, gözlerinde hâlâ yorgunluk vardı ama bu sefer bir şey daha eklenmişti: Huzur.
"İyiyim," dedi. "Beni hayatta tutan iki adam yanımda."
Elini daha sıkı tuttum, "Ve hep yanında olacağız," dedim kararlılıkla.
Dışarıda savaş devam ediyordu, hayat zorluklarını önümüze çıkarmaya devam ediyordu.
Ama biz buradaydık. Birlikteydik.
Ve bu savaşı kazanacağımızı artık kesin olarak biliyordum.
Hemşireler odaya sessizce girip Umay’ın serumunu ve diğer kontrollerini yapmaya başladılar.
Ben, Aybars’ı kucağında uyuyan Umay’ın yanında oturmuş, bu anın huzurunu izliyordum.
Serumun seviyesini kontrol eden hemşirelerden biri bize anlayışlı bir gülümsemeyle baktı.
"Oğlunuz size çok iyi geliyor, Umay Hanım," dedi nazikçe. "Bugün çok daha iyi görünüyorsunuz."
Umay hafifçe başını salladı, elini Aybars’ın sırtına koyarak küçük bedenini daha da sardı.
"O, benim en büyük ilacım," diye fısıldadı.
Ben ise hemşireye dönerek ciddi bir şekilde sordum: "Durumu nasıl?"
Hemşire, raporları hızlıca gözden geçirip serum hattını düzeltti. "Doktorunuz birazdan detaylı bilgi verecek ama değerler stabil görünüyor. Bu çok iyi bir haber," dedi içten bir gülümsemeyle.
İçimde bir nebze de olsa rahatlama hissettim. Her ne kadar tam anlamıyla güvende olduğunu bilmek istesem de, en azından şu an durumunun kötüye gitmediğini duymak bile bir nefes almamı sağladı.
Hemşireler işlerini bitirip odadan çıkarken, Umay başını bana çevirdi.
"Sen hâlâ burada mısın?" diye sordu hafifçe gülümseyerek.
"Tabii ki buradayım," dedim gülerek. "Beni kovmayı mı düşünüyorsun?"
"Sen gitmeden ben rahatça uyuyamıyorum," dedi gözlerini kapatarak. "Çünkü biliyorum, kapıdan çıktığın an yine bir yerlere dalıp kendini harap edeceksin."
Gülümsedim ama o kadar da haksız sayılmazdı.
Elini tuttum, "Ben senin yanındayken her şey yolunda," dedim sessizce.
O da yorgun gözleriyle bana baktı, sonra Aybars’ın sırtını okşayarak derin bir nefes aldı.
Bu gece burada kalacaktım.
Çünkü onların yanında olmaktan daha önemli hiçbir şey yoktu.
Hastane odasında zaman durmuş gibiydi.
Umay, Aybars’ı sımsıkı sararak gözlerini kapamıştı. Küçük oğlumuz, annesinin kalp atışlarını duyarak huzurla uyuyordu.
Ben ise yatak başında oturmuş, elim hâlâ Umay’ın elinin üzerindeyken nefes alışlarını dinliyordum.
Burası hastane olmasına rağmen, ilk defa gerçek bir ev sıcaklığı hissediyordum.
Ama içimde hâlâ huzursuz bir taraf vardı. Aklım, dışarıdaki dünyaya kayıyordu.
Timin hâlâ orada olduğunu biliyordum. Silah sesleri, telsiz anonsları, operasyon sesleri…
Ama şimdi buradaydım. Başka bir savaşın tam ortasında.
Tam dalıp gitmişken, kapı hafifçe aralandı.
Başımı çevirdiğimde Yaseminka içeriye girmişti.
Elinde bir termos ve küçük bir çanta vardı. Yavaşça bana yaklaşıp termosu uzattı.
"Biliyorum, burada sabahlayacaksın. Kahvesiz dayanamazsın," dedi hafifçe gülümseyerek.
Gülümsedim, termosu aldım. "Beni benden iyi tanıyorsun, Yaseminka."
O da hafifçe omzunu silkti. "Sen Umay’ı iyileştirmek için her şeyi yapıyorsun. Biri de sana göz kulak olmalı, değil mi?"
Termostan bir yudum aldım, sıcak kahve boğazımdan geçerken yorgunluğumu bir an olsun unutturdu.
Yaseminka, Umay’a ve Aybars’a sevgiyle baktı. "Aybars’ı alayım mı? Sen de biraz dinlenirsin."
Ama Umay, gözlerini hafifçe açıp başını iki yana salladı. "Hayır," diye fısıldadı. "Bırak burada kalsın. Oğlumun kokusunu hissetmek istiyorum."
Yaseminka, gözleri dolu dolu bir şekilde başını salladı. "Tamam, canım. O zaman ben yan odada bekliyorum, bir şeye ihtiyacınız olursa çağırın."
Başımı salladım, o sessizce odadan çıktı.
Gözlerimi Umay’a çevirdiğimde, o hâlâ Aybars’ı kokluyordu.
"Sen uyumayacak mısın?" diye sordum fısıltıyla.
Göz kapakları ağırlaşmıştı ama bana bakarak hafifçe gülümsedi.
"Sen buradaysan, ben uyuyabilirim."
Elini biraz daha sıktım.
"O zaman gözlerini kapat, Umay. Ben hiçbir yere gitmiyorum."
Ve o an, hastane odasında savaşların ve kavgaların çok ötesinde, sadece sevgiyle dolu bir sessizlik kaldı.
Doktor odaya girdiğinde, Umay ve Aybars hâlâ uyuyordu.
Ayağa kalktım ve sessizce selam verdim. Doktor, kâğıtlarını gözden geçirerek yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.
"Altay Bey, Umay Hanım’ın durumu stabil. Ama bu gece ikinci kemoterapi seansı var. İlk seansta vücudu biraz zorlandı, bu yüzden ekstra dikkatli olacağız."
Başımı salladım, "Yanında olacağım," dedim kararlı bir şekilde.
Doktor hafifçe gülümsedi. "Biliyorum. Ama sizin de güçlü olmanız gerek. Kemoterapi sürecinde hastalar kadar yakınları da yoruluyor."
Tam cevap verecekken, Umay’ın sesi duyuldu.
"Bu gece ikinci kemoterapi gecesi, değil mi?"
Doktor ve ben ona döndük. Gözlerini yeni açmıştı ama ifadesi netti.
O, hastalığına karşı ne olacağını bilmek isteyen bir savaşçıydı.
Doktor hafifçe başını salladı. "Evet, Umay Hanım. Bugün biraz daha zor geçebilir ama biz yanınızdayız."
Umay, derin bir nefes aldı ve kollarındaki Aybars’a baktı. Küçük oğlu hâlâ huzur içinde uyuyordu. Onu bırakmak istemediği her hâlinden belliydi.
"Ne kadar sürecek?" diye sordu kısık sesle.
Doktor saatine baktı. "Gece yarısına doğru başlayacağız. Etkileri sabaha kadar sürebilir."
Umay gözlerini kapattı, birkaç saniye nefesini düzenledi. Sonra, beni buldu bakışlarıyla.
"O zaman bu akşamı en güzel şekilde geçirelim, Altay. Aybars’la, seninle… Sıradan bir gün gibi."
İçim titredi. Ne kadar güçlü durmaya çalışırsa çalışsın, bu onun için kolay değildi.
Elini tuttum. "Bu gece de yanındayım, Umay. Her anında."
Doktor gülümsedi. "İşte ihtiyacınız olan şey bu. Birlikte olmak."
Sonra birkaç not alarak odadan çıktı.
Umay, hâlâ Aybars’ın sırtını okşuyordu. Başını bana yasladı.
"Bugün güzel bir gün olsun, Altay."
Gözlerimi kapattım, alnını öptüm.
"Sana söz veriyorum, güzel olacak."
Umay’ın alnına hafif bir öpücük kondurduğum an, beynimde alarm çaldı.
“Lanet olsun, Altay!” diye içimden geçirdim.
Steril değildi!
Hızla doğrulup steril pamuk kaplı bir mendili aldım ve alnını dikkatlice sildim.
Umay, gözlerini hafifçe aralayıp bana baktı. Kaşlarını kaldırmış, yorgun ama eğlenmiş bir ifadeyle gülümsüyordu.
"Gerçekten mi, Altay?" dedi, sesi kısık ama alaycıydı.
"Gerçekten," dedim ciddiyetle. "Senin bağışıklığın şu an bir cam kadar kırılgan. Ben senin için savaşırken bir öpücük yüzünden seni riske atamam."
Gözlerini devirdi. "Sen benim için savaşıyorsun ama en büyük düşmanın bakteriler oldu."
"Şu an evet," dedim kararlılıkla. "Sen iyileşene kadar en büyük cephem dezenfektan şişeleri ve steril pamuklar olacak."
Umay hafifçe güldü ama yorgunluğu her hâlinden belliydi.
Elini uzatıp parmaklarımı tuttu. "Tamam, hijyen savaşçısı, bu gece seninle aynı cephede savaşacağız. Ama önce, bana söz ver."
Gözlerine baktım. "Ne olursa olsun, yanımda olacaksın."
Elini biraz daha sıktım, yüzümde hafif bir gülümsemeyle başımı salladım.
"Söz veriyorum, Umay.
"Bu savaşı birlikte kazanacağız."
Umay’ın elini sımsıkı tutarken, içimdeki tüm duyguların ağırlaştığını hissettim. Ama bunu ona hissettirmemeliydim. Hafif bir gülümsemeyle konuyu şakaya vurdum.
"Umay," dedim ona dönüp, "Kızım ben senin için geberirim ya! Ne kadar bağladın beni kendine, vicdansız!"
Gözlerini kırpıştırdı, yorgun ama şaşkın bir şekilde bana baktı.
Sonra hafifçe gülümsedi.
"Evet, fark ettim Altay. Resmen hayatını bana adadın."
Kollarımı iki yana açtım, abartılı bir hareketle başımı salladım. "Öyle tabii! Önce gönlümü çaldın, sonra hayatımı. Bu nasıl bir güç, Umay Hanım?!"
Gözlerini devirdi ama dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı.
"Benimle olmak kolay değil, Altay. Bunu en başında biliyordun."
Kollarımı göğsümde bağladım. "Biliyordum. Ama bu kadar da bağlanacağımı bilmiyordum. Resmen ben seninle birlikte sen oldum."
Bir süre sessizce bana baktı. Sonra elimi sıktı, başını hafifçe eğdi.
"O zaman savaşçı Altay, ben de seninle birlikte sen oldum."
O an içimde bir şeyler daha oturdu. Bu savaş ne kadar zor olursa olsun, birbirimize tutunarak kazanacaktık.
Ve ben, Umay'ın elini bırakmaya asla niyetli değildim.
"Altay…" dedi sessizce.
Başımı ona çevirdim. "Efendim?"
Ama bu sefer gülümsemesi silinmişti.
Gözleri hafifçe dolmuş, sesi kırılganlaşmıştı.
"Babam da, annem için dağlardan vazgeçip masa başında binbaşı olmuştu," dedi fısıltıyla. "Ama annem yine de vefat etti."
Boğazım düğümlendi.
Umay gözlerini kaçırdı, duvara dalarak devam etti.
"Bende ölürsem…"
Elimi sıkmaya başladı. Tırnakları avucuma hafifçe battı ama onu durdurmadım.
"Babam gibi güçlü kal, Altay."
"Aybars için."
O an içimde bir şeyler paramparça oldu.
Ama ona bunu göstermedim.
"Kes o saçmalıkları, Umay," dedim sertçe ama sesimi yumuşatmaya çalışarak. "Sen ölmeyeceksin."
Gözlerini bana çevirdi. Gözyaşları kirpiklerinde birikmişti ama akmasına izin vermemişti.
Elini kaldırdım, avuç içimi yanağına koydum.
"Bana bak," dedim. "Sen bu savaşı kazanacaksın. Benim gibi inatçı bir adamı hayatına aldıysan, ölmek gibi bir seçeneğin yok."
Güçlü kalmaya çalışıyordu. Ama korkuyordu.
Ve ben de korkuyordum.
Ama bunu ona asla hissettirmeyecektim.
"Beni ve Aybars'ı bırakmak gibi bir hakkın yok, Umay."
"Bu savaşı kazanacağız. Çünkü biz bir aileyiz."
Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı.
Sonra, avuç içini elime bastırdı.
"Tamam," dedi kısık bir sesle. "Pes etmeyeceğim."
Ve o an, bütün dünyam yeniden yerine oturdu.
"Umay," dedim, sesi titremeyen ama içimde fırtınalar koparan bir kararlılıkla.
"Gitmeyeceksin buradan. İyileşip döneceğiz, tamam mı?"
Gözleri hâlâ doluydu ama o tanıdık savaşçı bakış geri dönmüştü.
Bir an yüzüne baktım, ne kadar yorgun olsa da pes etmeyen kadını gördüm.
Hemen yanımdaki dezenfektan şişesini aldım, ellerimi steril ettim.
O an hafifçe kıkırdadı. "Gerçekten mi Altay?"
"Evet, gerçekten." dedim ciddiyetle. "Hijyen takıntım bile iyileşmen için."
Sonra steril ettiğim ellerimle yüzünü sevdim.
Parmaklarım, yanaklarına hafifçe dokundu. Teninin ne kadar sıcak olduğunu hissetmek istedim ama yine de dikkatliydim.
"Bizi bırakmayacaksın, Umay."
"Sen iyileşeceksin."
Gözlerini kapattı, avuç içime yaslandı.
"Tamam, Altay." diye fısıldadı.
O an, ikimiz de kaybetmeyeceğimizi biliyorduk.
Odanın kapısı hafifçe aralandı. Bir hemşire içeri girerek elinde bir zarf tuttu.
Bana uzattığında, içimde bir şeylerin düğümlendiğini hissettim.
Tunahan’ın resmi.
Umay’a döndüm, yüzümde zoraki bir gülümsemeyle, "Görmek ister misin?" diye sordum.
Sesi çıkmadı önce. Gözleri dalgınlaştı.
Sonra başını yavaşça salladı. "Evet."
Zarfı açtım, fotoğrafı titreyen ellerimle çıkardım.
Tunahan, küçücük bedeniyle objektife bakıyordu.
Gözleri, yaşayamadığı bir hayatın gölgesini taşıyordu.
Umay fotoğrafa bakarken, gözlerine düşen bir damla yaş sessizce süzüldü.
"Ne güzel çocukmuş…" dedi kısık bir sesle.
"Evet," dedim, boğazımdaki düğümü yutkunarak. "Ama yalnız uyudu."
O an Umay gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı ama içindeki acıyı saklayamadı.
Elini fotoğrafın üzerine koydu. Sanki küçük bedeni hissetmek istermiş gibi.
"Artık yalnız değil," dedi fısıldayarak. "Sahipsiz kalmadı."
Ben de gözlerimi fotoğrafa diktim. Güçlü durmaya çalışıyordum ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Elimi Umay’ın elinin üzerine koydum. Birlikte tuttuk o fotoğrafı.
Ve birlikte sessizce yas tuttuk.
Umay, Tunahan’ın fotoğrafına bakarken sessizce gözyaşlarını içine akıtıyordu.
Ona baktım, o an ne kadar kırılgan ama bir o kadar da güçlü olduğunu gördüm.
Elimi, elinin üzerine koydum. "Biliyor musun?" dedim yumuşak bir sesle. "Bence Tunahan senin iyileşmeni isterdi."
Başını hafifçe kaldırdı, gözleri kocaman açıldı.
"O yüzden bir an önce sağlığına kavuşacaksın," diye devam ettim. "Hem bizi hem de Tunahan’ı mutlu edeceksin."
Umay’ın dudakları hafifçe titredi. Gözlerini fotoğraftan ayırıp bana baktı.
"Gerçekten öyle mi dersin, Altay?" diye fısıldadı.
Başımı salladım. "Biliyorum. Çünkü o da, bizim gibi güçlü bir çocuktu. Ve sen güçlü kaldıkça, onun ruhu da huzur bulacak."
Umay derin bir nefes aldı. Titreyen elini, fotoğrafın üzerine bastırdı.
"Tamam," dedi gözlerinde kararlılıkla. "O zaman iyileşeceğim. Tunahan için, Aybars için, senin için."
Elimi daha sıkı tuttu.
Ve o an biliyordum.
Umay bu savaşı bırakmayacaktı.
Ve ben de onunla sonuna kadar savaşacaktım.
Kapı hafifçe tıklatıldı. Başımı kaldırdım, Yaseminka içeri girdi.
"Altay abi, İlteriş geldi. Aybars’ı alayım artık, biz eve gidelim," dedi yumuşak bir sesle.
Umay, Aybars’ı daha sıkı sardı. Gözlerinde, oğlunu bırakmak istemeyen bir annenin çaresizliği vardı. Ama o da biliyordu, Aybars’ın eve gidip dinlenmesi gerekiyordu.
"Bırakmak istemiyorsun, değil mi?" diye sordum fısıltıyla.
Umay, başını hafifçe iki yana salladı ama sonra derin bir nefes alarak Aybars’ın saçlarını kokladı.
"Ama gitmesi gerek," dedi kısık bir sesle. "Burada hepimizi düşünürken en çok yıpranan o oldu."
Başımı salladım, Aybars’ı yavaşça Umay’ın kollarından aldım. Küçük adam hâlâ uykuluydu, başını omzuma yasladı.
Yaseminka yanıma gelip battaniyesini düzeltti. "Merak etme, Umay. Ben yanındayım. Onu gözüm gibi bakarım."
Umay gözlerini sıkıca kapattı, sonra açıp zorla gülümsedi. "Biliyorum."
Aybars’ı İlteriş’e teslim etmek için odadan çıkmadan önce, Umay’a son kez döndüm.
"Birkaç saat sonra seni görüntülü ararız. Küçük adamın seni özlemesine izin vermeyeceğim."
Gözleri doldu ama başını salladı. "Tamam, Altay."
Aybars’ı son kez öptü, sonra onu Yaseminka’ya uzattım.
İlteriş kapının önünde bekliyordu, göz göze geldik. "Endişelenme kardeşim, Aybars bende."
Başımı salladım. "Biliyorum."
O an içimde tuhaf bir boşluk oldu. Ama Umay’ın yanında olmam gerekiyordu.
Kapı kapanırken derin bir nefes aldım, ona döndüm ve yatağın kenarına oturdum.
"Tamam, küçük prens ikinci babasıyla gitti. Şimdi sıra sende, kraliçem." dedim.
Umay, hafifçe gülümseyerek elini uzattı.
"O zaman bu gece savaşı kazanmaya devam edelim, Altay."
Ve ben, bu savaşı kazanmaktan başka bir şey düşünmüyordum.
Umay’ın yanına döndüğümde, doktor da odaya girmişti.
"Şimdi hazırsanız, sizi ikinci kemoterapi seansı için hazırlayalım," dedi. Sesi sakin ve kontrollüydü, ama sürecin zorluğunu hepimiz biliyorduk.
Hemşireler hızla odaya girip gerekli hazırlıkları yapmaya başladılar.
İlk olarak, vital bulgularını ölçtüler.
Kan basıncı: Normale yakın ama hafif düşük seyrediyordu.
Nabız: Biraz hızlanmıştı, hafif bir stres belirtisi.
Oksijen satürasyonu: Stabildi, endişelenecek bir durum yoktu.
Ardından, kan değerlerinin kemoterapi için uygun olup olmadığını kontrol etmek amacıyla bir tüp kan alındı. Bu test, beyaz kan hücreleri (lökositler), kırmızı kan hücreleri (eritrositler) ve trombosit seviyelerinin yeterli olup olmadığını görmek için yapılıyordu.
Umay, iğne girerken hafifçe irkildi ama tepki vermedi. Sadece gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.
Hemşire, santral venöz kateter hattını (port kateter) kontrol etti. Bu, ilaçların doğrudan büyük bir damara verilmesini sağlıyordu.
Kateter hattı temizlendi, antiseptik solüsyonla dezenfekte edildi ve steril bir bandaj ile sabitlendi.
Ardından, kemoterapi öncesi destekleyici ilaçları içeren serum başlandı:
Antiemetik ilaçlar: Mide bulantısını önlemek için.
Kortikosteroidler: Bağışıklık sistemini dengelemek ve iltihaplanmayı önlemek için.
Hidrasyon sıvıları: Böbrekleri korumak ve vücudu desteklemek için.
Umay’ın elini tuttum, parmaklarını sıktım. Gözlerini bana çevirdi, bakışları yorgun ama kararlıydı.
"Hazır mısın?" diye fısıldadım.
Derin bir nefes aldı ve başını salladı.
Doktor, "Kemoterapi ilacı az sonra hazırlanıp verilecek," dedi. "Bu seans biraz daha uzun sürebilir ama yan etkileri kontrol altına almak için buradayız."
"Ben de buradayım," dedim doktorun ardından, "Sonuna kadar."
Umay gözlerini kapattı, avuç içimi sıkarak yavaşça nefes verdi.
Ve biz, bu gecenin savaşına başlamaya hazırdık.
Hastabakıcılar, Umay’ın sedyesini harekete geçirip onu kemoterapi odasına götürdüler.
Ona son bir kez baktım, gözlerinde hafif bir korku ama daha çok bir savaşçının kararlılığı vardı.
"Ben buradayım," dedim arkasından, elimi hafifçe kaldırarak. "Sen savaşını ver, ben seni burada bekliyorum."
Başını hafifçe salladı, yorgun ama umutlu bir gülümsemeyle.
Kapılar kapanırken içimde kocaman bir boşluk oluştu.
O an, gerçekten elimden hiçbir şey gelmediğini hissettim.
İçimdeki gerilim giderek artarken, ellerimi cebime attım ve çıkardığım şeyi görünce kendim bile şaşırdım.
Çubuk kraker.
Kim bilir ne zaman koymuştum cebime ama şu an o kadar stres altındaydım ki, düşünmeden açıp yemeye başladım.
Hızlı hızlı çiğniyordum, ama ne tadını alıyor ne de gerçekten aç olup olmadığımı düşünüyordum.
Sadece bir şeylerle oyalanmam gerekiyordu.
Birkaç hemşire önümden geçti, biri bana hafifçe baktı ama sonra kafasını çevirip yürümeye devam etti. Muhtemelen stresten bir şeyler atıştıran kaç refakatçi görmüşlerdi ki?
Saatime baktım. Zaman geçmiyordu.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bu gece uzun olacaktı.
Ama Umay için burada olmaya devam edecektim.
Çubuk kraker poşetini cebime sıkıştırıp ellerimi ovuşturdum. Stres bedenime iyice yerleşmişti, içimdeki huzursuzluğu atamıyordum.
Saat geçmek bilmiyordu.
Hastane koridoru sessizdi ama içimde bir savaş kopuyordu. Beklemek, hiçbir şey yapamamak, dışarıda oturup sadece zamanı izlemek—bu, şimdiye kadar yaşadığım en zorlu operasyonlardan bile daha kötüydü.
Derin bir nefes alıp telefonumu çıkardım.
Parmağım otomatik olarak galeriye gitti.
Umay’la olan fotoğraflarımızı tek tek açmaya başladım.
Gözlerim ekranda dolaşırken, her fotoğrafta ayrı bir anıya takıldım.
— İlk tatilimizde, sahilde kumlara isimlerimizi yazarken çektiğimiz fotoğraf…
— Evde, Umay’ın mutfağı savaş alanına çevirdiği ama gururla gülümsediği bir kare…
Her bir karede, onun enerjisini, gülüşünü, gözlerindeki ışığı görüyordum.
Ama şimdi… Şimdi o ışık biraz sönmüştü.
Telefon ekranına uzun uzun baktım. İçimde bir yerlerde korku vardı.
Ama ona bunu belli etmeyecektim.
Bu savaşı kazanacağız, Umay. diye geçirdim içimden. Bunu başaracağız.
Ekranı kapatıp başımı arkaya yasladım. Saat hâlâ ilerlemiyordu.
Ve ben, hayatımda ilk kez zamanın bu kadar ağır aktığını hissediyordum.
Saat, benim hissetmesem de aktı geçti. Beklemek, zamanın içinden çekilip alınmış gibi hissettirse de, sonunda kemoterapi odasının kapısı açıldı ve Umay dışarı çıkarıldı.
Yan etkiler, bedenine ağır bir yük gibi çökmüştü.
— Yüzü solgun, hatta hipotonik bir görünümdeydi.
— Cildi hafif terlemiş, vücut ısısı düşmüştü. (Kemoterapi sonrası hipotermi riski nedeniyle hemen battaniyeye sarıldı.)
Bulantı ve mide krampları gözle görülür bir hâlde yüzüne yansımıştı.
Periferik nöropatiye bağlı olarak parmaklarını hafifçe açıp kapıyor, dokunma hassasiyetinde azalma hissediyordu. Dudakları kuruydu, ağız mukozasında belirgin bir kuruluk vardı. Muhtemelen kemoterapinin neden olduğu mukozit gelişimi başlamıştı.
Gözlerini yavaşça açıp bana baktı. Ses çıkarmadan, sadece gözlerime bakarak ne kadar yorgun olduğunu anlattı.
"Bu gece yanıma girmeyin, Altay."
Sesi titrek ama kararlıydı.
"Eve git. Dinlen. Burada bekleme."
Bir an duraksadım. Gitmek mi? Onu böyle bırakıp?
Başımı hafifçe iki yana salladım. "Beni tanıyorsun, Umay."
Derin bir nefes aldı, başını hafifçe yastığa yasladı.
"İnatçısın."
"Sana söz verdim, Umay. Gitmem."
Gözlerini kapattı ama elimi hâlâ bırakmadı.
Ben de gitmedim.
Koridordaki sandalyeye oturdum, başımı duvara yasladım. Saatin nasıl geçtiğini yine hissetmedim.
Ama bu kez, hissetmek de istemiyordum. Çünkü burada olmak, onun yanında olmak, her şeyden önemliydi.
Koridorda beklerken doktor yanıma geldi. Gözlerindeki sakin ifadeden, en azından kötü bir şey olmadığını anladım.
"İlk seferki kadar hırpalamadı ama yine de hassas bir durumda," dedi. "Bugün yanına girme. Vücudu toparlanmalı. Yarın öğlene doğru izin veriyorum."
Derin bir nefes aldım, başımı salladım. "Tamam, komutanım."
Doktor hafifçe gülümsedi. "Ama camdan görebilirsin."
İşte bu, tam ihtiyacım olan şeydi.
Hemen odanın yanındaki gözlem camına doğru ilerledim. Umay, yatağında gözleri kapalı dinleniyordu. Ama ben onun gözlerini açmasını istiyordum. Moralini yerine getirecek bir şey yapmalıydım.
Başladım şebeklik yapmaya.
Önce ellerimi yana açıp komik bir selam verdim. Sonra abartılı bir şekilde yana doğru yürüyüp, camın önünde sanki görünmez bir duvara çarpmış gibi geri savruldum.
Hiç tepki yok.
Kaşlarımı çattım. Tamam, demek ki daha fazlası gerekiyor.
Camın önünde kollarımı sallayarak uçan bir kuş taklidi yapmaya başladım. Beni gören birkaç hemşire kahkahayı patlattı ama Umay hâlâ tepkisizdi.
Pes etmeyecektim.
Ellerimi yüzüme koyup "Görünmez oldum!" gibi anlamsız hareketler yaparken, Umay gözlerini araladı.
Birkaç saniye anlamaya çalışır gibi bana baktı.
Sonra, yorgun ama içten bir gülümsemeyle başını iki yana salladı.
Camın ardından dudaklarını okuyabiliyordum.
"Sen delisin, Altay."
Elimi göğsüme koyup ağır çekimde başımı salladım. "Evet, ama sadece senin için."
O an, yorgunluğu ne kadar derin olursa olsun, gözlerindeki o sıcaklığı görmek yetti bana.
Bu savaşın içinde küçücük bir gülümseme bile bir zaferdi.
Umay’ın yorgun ama sıcak gülümsemesini görünce içimde bir şeyler yerine oturdu.
Camın ardından dudaklarımı yavaşça oynatarak, "Sana deliyim, kızım," dedim.
Gözlerini devirdi ama o gülümseme kaybolmadı.
Tam üzerine gitme, Altay… dedim içimden ama kendimi tutamadım.
Ellerimi kaldırıp kocaman bir kalp yaptım.
Umay gözlerini kısarak bana baktı.
Bir saniyeliğine gerçekten yapmadığımı umdu.
Ama ben çoktan ellerimle abartılı bir şekilde camın önünde sevgi pıtırcığı gibi durmuş, kalp yapmıştım.
Ve… O an, beklediğim şey oldu.
Kahkaha attı.
Küçük, yorgun bir kahkaha… Ama gerçekti.
"Beni utandırıyorsun," diye dudaklarını oynattı camın ardından.
Göz kırptım. "Sen benim kraliçemsin, utanmak yok."
Başını hafifçe yana yasladı, gözlerini yavaşça kapattı ama o gülümseme yüzünden silinmedi.
Ve ben o an anladım…
Umay ne kadar savaşın içindeyse, ben de onunla aynı savaşın içindeydim.
Ve onu güldürebildiğim sürece, biz kazanmaya devam edecektik.
Umay gözlerini kapatmış, gülümsemesi hâlâ yüzündeyken derin bir nefes aldı.
Ben ise camın önünde bir süre daha bekledim. Onun huzurla dinlenmesini izlemek bile içimi rahatlatıyordu.
Ama burada boş boş duramazdım.
Hemen telefonumu çıkarıp Yaseminka’ya mesaj attım:
Altay: "Aybars nasıl? Uyumaya geçti mi?"
Birkaç saniye içinde cevap geldi.
Yaseminka: "Az önce biberonunu bitirdi ve kollarımda uykuya daldı. İlteriş de burada, merak etme."
İçim biraz daha rahatladı. Aybars güvendeydi.
Tam mesajı kapatacakken, bir hemşirenin bana doğru yaklaştığını fark ettim.
"Altay Bey, eşiniz uyudu. Bence siz de biraz dinlenin."
Başımla onayladım ama yerimden kıpırdamadım. Gitmek istemiyordum.
Koridordaki sandalyeye oturdum, başımı duvara yasladım. Buradan ayrılmamı isteseler de, gitmeyeceğimi herkes biliyordu.
Saat gece yarısını geçmişti. Hastane sessizdi ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Telefonumu tekrar açıp Umay’la çekildiğimiz eski bir fotoğrafa baktım.
Aybars henüz doğmamıştı, hastane koridorlarında değil, deniz kenarında yürüyorduk.
O fotoğraftaki Umay sağlıklıydı, gülümsüyordu, enerjikti…
İşte tam da bu yüzden yeniden o hâle gelmesini sağlayacaktım.
Bu savaşı kazanmaya kararlıydım.
Umay içerde uyuyordu ama ben sabaha kadar buradaydım.
Çünkü onu iyileşene kadar asla yalnız bırakmayacaktım.
Yan tarafta konuşan hemşirelerin sesiyle uyandım.
Gözlerimi açmadan önce bir an nerede olduğumu unuttum, ama sert hastane koltuğunda oturduğumu hissedince gerçek hızla yüzüme çarptı.
"Vay be, adamdaki ne büyük aşk," dedi biri hafifçe fısıldayarak. "Odayı cennet bahçesine çevirdi, yetmedi bir de başında sabahlara kadar bekliyor."
Diğer hemşire kıkırdadı. "Ne şanslı kadın!"
İçimden gülümsemek geldi ama belli etmedim. Başımı yavaşça kaldırdım, kasılmış boynumu ovuşturdum.
Saat sabahın erkeniydi. Koridor hâlâ sessizdi, hastanenin o soğuk ama dingin havası hissediliyordu.
Hemşireler beni fark edince hafifçe sustular. Göz ucuyla bana bakıp kıkırdayarak uzaklaştılar.
Ben ise gözlerimi ovalayıp camın diğer tarafındaki Umay’a döndüm.
Hâlâ uyuyordu.
Yüzü solgundu ama nefes alışları sakindi.
Demek ki bu geceyi daha iyi geçirmişti.
İçimden derin bir nefes aldım. Bunu birlikte atlatıyorduk.
Ayağa kalktım, üzerimi düzelttim ve o güne Umay için daha güçlü başlamak için kendimi toparladım.
Çünkü bu sadece bir hastane süreci değil, kazanmamız gereken bir savaştı.
Umay’ı rahatsız etmemek için sessizce erkekler tuvaletine gittim.
Musluğu açıp ellerimi, yüzümü iyice yıkadım. Sonra her zamanki gibi kendimi steril ettim.
Bu artık sadece bir alışkanlık değil, bir ritüeldi. Onu korumak için yapmam gereken her şeyin küçük bir parçası.
Hazır olduğuma emin olunca, sessizce odasına geri döndüm.
Yatağında melekler gibi uyuyordu.
Solgun ama huzurlu bir ifadeyle, başını hafif yana çevirmiş, derin bir uykudaydı.
Bir an rahatladım. En azından bu geceyi rahat geçirmişti.
Ama sonra… gözlerim Umay’ın yastığına kaydı.
Ve içimde bir şeyler koptu.
Saçları…
Yastığın üzerinde, küçük tutamlar hâlinde dökülmüştü.
Boğazım kurudu.
Başımın içinde bir sancı patladı, keskin bir ağrı alnıma yayıldı.
Ne diyecektim ona?
Ne yapacaktım?
Umay, saçlarına her zaman değer verirdi. Farklı yağlar kullanır, özenle bakım yapardı.
Bunları hobi olarak değil, kendi kimliğinin bir parçası olarak görürdü.
Ve şimdi… bu parçası, ellerimin arasından kayıp gidiyordu.
Ona nasıl söyleyecektim?
Ya zaten fark ettiyse?
Ya içi parçalanıyorsa ama bunu bana belli etmiyorsa?
Derin bir nefes aldım. Yanına oturdum, bir an gözlerimi kapattım.
Bu, onun için daha zor olacak.
Ama ben buradaydım. Ve her ne olursa olsun, yanındaydım.
Başımı kaldırdım, gözlerimi ona diktim.
Ve ne olursa olsun, ona her zaman güzel olduğunu hissettireceğime yemin ettim.
Umay hafifçe kıpırdandı.
Önce gözlerini araladı, birkaç saniye nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra ellerini yavaşça yüzüne götürdü, gözlerini ovuşturdu.
Ben ise hâlâ yerimde donmuş gibi oturuyordum. Ne yapacağımı, nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum.
Sonra o da fark etti.
Yastığının üzerindeki saçlarını.
Bir saniye boyunca gözleri yastığa kilitlendi.
Sanki beyninin ne olduğunu anlaması zaman aldı. Sonra birden soluk soluğa nefes almaya başladı.
"Altay…" diye fısıldadı. Eli titreyerek yavaşça yastığın üzerine düştü.
Ve sonra, çığlık attı.
"HAYIR!"
Bir anda doğrulmaya çalıştı, elleriyle yastığın üzerindeki saçları kavradı, avuçlarına aldı.
"Altay, hayır! Hayır, hayır, hayır!" diye bağıra çağıra ağlamaya başladı.
Sesindeki çaresizlik, bütün vücudumu dondurdu.
Gözyaşları sel gibi yanaklarından süzülüyordu. Avuçlarındaki saç tellerine bakıyor, sonra boşluğa bakıyor, tekrar saçlarına bakıyordu.
"Bunlar benim saçlarım! Bunlar benim saçlarım, Altay!" diye inledi.
Ben yerimden fırladım, ona doğru eğildim. "Umay, sakin ol! Bak, ben buradayım."
Ama beni duymuyordu.
Bir anda nefesi düzensizleşti, midesi bulanmaya başladı. Ellerini ağzına götürdü, gözleri dehşetle açıldı.
"Altay… MİDEM!"
Hızla yattığı yerden doğruldu, ama vücudu o kadar zayıftı ki tam kalkamadan yere diz çöktü.
Koşarak önündeki küçük çöp kutusunu çektim.
Ve o an, bütün vücudu kasılarak kusmaya başladı.
Ellerim titredi ama onu sıkıca tuttum, sırtını ovaladım. "Tamam, tamam, bırak gitsin Umay, ben buradayım." "Sakin ol, derin nefes al."
Ama o sadece kusuyordu. Bedeni zaten bitkin haldeydi, boş mideyle kusmak daha da acı veriyordu.
Omuzları titriyor, her öğürdüğünde tüm bedeni sarsılıyordu.
Birkaç dakika sonra, nefesi kesildi, gözyaşları içinde çöp kutusunun kenarına tutundu.
Ben, Umay’ın şimdiye kadar bu kadar paramparça olduğunu hiç görmemiştim.
Saçlarını kaybetmek, ona hastalığını en acımasız şekilde hatırlatmıştı.
Başını yavaşça bana çevirdi, gözleri yaşlarla dolu, sesi titrek ve kırılmıştı.
"Ben artık güzel değilim, Altay."
Ve o cümle, bıçak gibi içime saplandı.
dizlerimin üzerine çöküp Umay’ı kollarımın arasına aldım. Küçücük kalmış bedenini sardım, omuzlarını kavradım, sırtını okşadım ama içimde bir şeyler parçalandı, döküldü, yerle bir oldu. Benim güçlü Umay’ım, benim savaşçı kadınım, şimdi kendi yıkıntılarının içinde kalmış gibi ağlıyordu. Ellerim sıcaktı, teni ise soğuk, sanki o saç telleriyle birlikte ruhundan da bir parça kopmuştu. Küçücük, ama devasa bir çöküş gibiydi bu.
"Ben artık güzel değilim, Altay."
İşte, o cümle beni delip geçti. Sanki göğsümün ortasına bir kurşun yedim. O kadar yakından, o kadar sert, o kadar tanıdık bir acıydı ki, nefes almak için zorladım kendimi. Bir kadın ne zaman böyle söylerdi? Ne zaman kendini kaybederdi? Bunu bilemedim. Ama bildiğim tek şey vardı: Umay’ın ruhunda açılan bu yara, bu düşüş, öyle basit bir şey değildi.
Başını avuçlarımın içine aldım, yüzüne baktım, gözyaşları yanaklarını ıslatmış, dudakları titriyor, nefesi düzensiz, bana bakıyor ama bir şey göremiyor gibiydi.
"Umay," dedim, sesim belki de ilk kez bu kadar çatallıydı. "Saçların senin güzelliğin değildi."
İrkildi, dudaklarını sıktı, gözlerini kaçırdı. İnanmadı.
"Senin güzelliğin bakışlarında, gülüşünde, kelimelerinde, bana her baktığında içimi ısıtan o şeydeydi."
"Ben seni saçların için sevmedim."
"Seni Umay olduğun için sevdim."
Omuzları çöktü, titredi. Daha fazla ağlamamak için kendini sıktı ama ben biliyordum, bu savaşın en zor anlarından birindeydik.
İçinde bir şeyler devrilmişti.
Ve ben o devrilen şeyleri tek tek yerine koymak zorundaydım.
Elimi uzattım, titreyen parmaklarını tuttum. "Beni dinle, Umay," dedim. "Bu savaş senin vücudunu yıpratabilir ama senin içindeki seni asla yok edemez."
Bir anda sustu. Başını eğdi, gözlerinden iki damla yaş daha düştü.
Ben nefes aldım, ağır, derin, içime çekerek.
Ve sonra onu biraz daha sıkı sardım.
Ona, hiçbir şeyin bitmediğini hissettirmeliydim.
Çünkü o hâlâ buradaydı. Ve ben, ne olursa olsun, onu her haliyle sevecektim.
Umay hâlâ titriyordu, hıçkırıkları arada kesiliyor, sonra yeniden yükseliyordu. Bütün gücünü tüketmiş gibiydi, gözleri boşluğa bakıyordu, saçlarını kaybetmekle beraber sanki kendi varlığından da bir şeyler kaybetmişti.
Ama ben onun neyi kaybettiğini değil, neyi hâlâ taşıdığını görüyordum.
Elini tuttum, avucumun içine sığan küçücük ama dünyaları taşıyan elini.
Başını kaldırıp bana baktı, gözleri hâlâ yaşlı, ama içinde bir umut kırıntısı arıyordu sanki.
"Ayrıca," dedim, sesimi olabildiğince yumuşatıp gözlerine derin derin bakarak, "Hâlâ nefesimi kesecek kadar güzelsin."
Gözleri kocaman açıldı, kaşları hafifçe çatıldı. İnanmadı, inanmak istemedi.
Ama ben her kelimemi en derinden hissediyordum.
Onu saçları için sevmedim.
Onu bu dünyada gördüğüm en güzel kadın olduğu için sevmedim.
Onu Umay olduğu için, bana kendimi tamamlanmış hissettirdiği için, gözlerime her baktığında hayatı anlamlı kıldığı için sevdim.
Bunu anlaması gerekiyordu.
Bir şey diyemedi, sadece gözlerini kaçırdı. Ama ben kaçmasına izin vermedim.
Elini nazikçe tuttum, onu yavaşça yatağına yatırdım. Battaniyesini çektim, omuzlarına kadar örttüm. Titreyen vücudunun sıcaklığa ihtiyacı vardı.
O ise hâlâ bana bakıyordu. Sessiz, düşünceli.
"Beni sevdiğin için mi böyle söylüyorsun?" diye fısıldadı sonunda.
Başımı hafifçe iki yana salladım. "Seni sevdiğim için hiçbir zaman yalan söylemem, Umay."
Gözlerini kapattı, birkaç saniye hiçbir şey demedi. Ama ben onun içindeki fırtınayı hissedebiliyordum.
Sonra, çok kısık bir sesle fısıldadı:
"O zaman inanıyorum, Altay."
O an, içimde bir şeyler yerli yerine oturdu.
Bu savaş henüz bitmemişti. Ama en azından bir gece daha kazandığımızı biliyordum.
Umay, yastığa başını koymuş, gözlerini tavana dikmişti.
"Ama böyle dökülürse, benim canım daha çok yanacak," diye fısıldadı. Sesi titriyordu.
Bunu bekliyordum. Saçlarının tutam tutam dökülmesi, her an ona hastalığını hatırlatıyordu. Ve o, kontrolünü kaybetmekten nefret ederdi.
"İstersen keselim," dedim, elini nazikçe sıkarak. "Karar senin, Umay."
Bana döndü, gözlerinde karmaşık duygular vardı.
Özgürlüğünü kaybetmekten korkan bir kadın mıydı, yoksa artık savaşı kabullenen bir savaşçı mıydı?
Birkaç saniye sessiz kaldı, sonra gözlerini bana dikip masum bir sesle sordu:
"Kel kalsam da beni sevecek misin, Altay?"
O an, içim sızladı. Ama bir yandan da gülümsedim.
Ellerimi iki yana açtım, başımı hafifçe eğdim.
"Umay, sen nefes almasan bile ben seni severim. Saçın, kaşın, kirpiğin… Bunların hiçbir önemi yok. Sen benim dünyamsın. Sen, sen olduğun sürece… Her hâlinle nefesimi kesecek kadar güzelsin."
Kaşları hafifçe çatıldı, gözleri doldu ama bu sefer ağlamadı.
"Bunu gerçekten hissediyor musun?" diye fısıldadı.
Yavaşça başımı salladım. "Hissediyorum. Ve sen de hissedeceksin. Çünkü sen bu savaşı kazanacaksın, Umay."
Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı.
Ve o an, bir karar verdiğini hissettim.
Derin bir nefes aldı ve gözlerini bana dikti.
"Kazıtalım, Altay."
Sesi güçlü çıkmaya çalışıyordu ama içindeki kırılganlığı görebiliyordum.
Sonra hafifçe yutkundu, "Ama bu anı kameraya çekelim, olur mu?" diye fısıldadı.
Gözlerimi kırpıştırdım.
Bu, onun savaşı resmîleştirme şekliydi.
Güçlü kalma şekli.
Başımı salladım, "Olur bebeğim, tabi ki." dedim.
Hemen hemşirelerden gerekli malzemeleri istedim. Makineyi ve steril tıraş setini getirttim.
Sonra telefonumu duvara sabitledim. Kamerayı açıp kayda bastım.
"Bugün 17 Mart 2026," dedim. Sesim net ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Umay, tarihi duyunca derin bir nefes aldı. Bu, hayatında dönüm noktalarından biri olacaktı.
Makineyi elime aldım. Ama ilk düğmeye bastığım anda çıkan o mekanik tıraş sesi…
Umay ürperdi.
Ve o an, gözümden bir damla yaş düştü.
Hemen toparlandım, çaktırmadan elimin tersiyle sildim ve yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim.
"Bebeğim, bundan sonra sen tam bir savaşçı kraliçesin. Ve savaşçılar, yara izlerini onur madalyası gibi taşır."
Gözleri dolu dolu kameraya baktı. Ama kaçmadı. Ağlamadı.
O an o kadar güçlüydü ki…
Makineyi yavaşça saçlarına dokundurdum, ipek kahverengi saç telleri birer birer yere düşmeye başladı.
Ama Umay’ın gözleri sadece ileriye bakıyordu.
Ve ben, bu kadının sadece güzelliğine değil, ruhuna âşık olduğumu bir kez daha anladım.
Umay’ın tıraşı bitmişti.
Saçları artık yoktu ama o hâlâ Umay’dı.
Aynaya uzun uzun baktı, elini başına götürüp tenini hafifçe okşadı. Gözlerindeki yaşları tutmaya çalışıyordu ama ben onun her duygusunu görebiliyordum.
Sonra makineyi tekrar elime aldım.
Ve hiç tereddüt etmeden kendi saçlarıma dokundurdum.
Makinenin sesi odada yankılanırken, Umay gözlerini kocaman açtı.
"Altay, hayır!" dedi hızla.
Ama çoktan başlamıştım. Zaten asker olduğum için kısa olan saçlarım, şimdi tamamen sıfıra iniyordu.
Umay ellerini kaldırdı, bana engel olmaya çalıştı.
Ama başımı hafifçe geri çektim, makineyi durdurmadım.
"Hayır, Umay," dedim, hıçkırıklarımı gizlemeye çalışarak.
Gözleri doldu.
"Bunu yapmana gerek yoktu, Altay."
"Gerek yoktu ama yapmak istedim," dedim, başımı dikleştirerek. "Sen bu savaşta yalnız değilsin."
Son bir hareketle makineyi kapattım. Şimdi tamamen kel olmuştum.
Umay bana baktı, gözlerinden yaşlar süzülürken dudaklarını sıktı.
Sonra başını eğdi, avuçlarının içine gömdü yüzünü.
Biliyordum.
Bu, sadece bir saç meselesi değildi.
Bu, ona tek başına olmadığını hatırlatma meselesiydi.
Elimi yavaşça kaldırıp, başıma dokundum.
Gülümsedim.
"Yakıştı mı?" diye sordum.
Umay, gözleri hâlâ yaşlı, ama gülümseyerek başını kaldırdı.
"Deli misin sen?" diye fısıldadı.
"Senin için deli olduğumu daha kaç kere kanıtlamam gerekiyor?"
Ve işte o an, yeni bir savaşın başlangıcı değil, kazandığımız bir zaferdi...
"Altay…" dedi Umay, sesi kırılgan ve titrek. Gözleri hâlâ aynada, ama sanki orada gördüğü kişi kendisi değilmiş gibi.
Sonra başını eğdi, parmaklarını başının üzerinde gezdirdi.
"Aybars ya beni böyle beğenmezse?" diye fısıldadı.
Göğsümde bir şeyler parçalandı.
Yavaşça ona yaklaştım, başını ellerimin arasına aldım. Yüzünü hafifçe yukarı kaldırdım ama gözlerini benden kaçırıyordu.
Eğildim, boynuna küçük bir öpücük kondurdum.
Sonra hızla bir mendil çıkarıp steril ettim.
O an küçük bir kahkaha attı ama sesi hıçkırıklarla kesildi.
"Ciddisin değil mi?" diye mırıldandı, gözlerini kırpıştırarak.
"Hem de ölümüne," dedim gülümseyerek. "Benim Umay’ım savaşıyor, ben de hijyen kurallarına uyuyorum."
Ama sonra ciddileştim.
"Umay, Aybars’a bak. O senin oğlun."
Gözlerini bana dikti.
"Sen hiç annenden korktun mu? Onu hiç beğenmedin mi?" diye sordum, sesimi yumuşatarak.
Bir an nefesi kesildi. Gözleri doldu, dudakları titredi.
Ve sonra, hiç düşünmeden boynuma sarıldı.
Hıçkırarak.
Tüm bedeni titreyerek.
Onu kollarıma aldım, sımsıkı sardım.
"Aybars seni her hâlinle sevecek, Umay. Çünkü sen onun annesisin. Ve ben seni her hâlinle seviyorum. Çünkü sen, sensin."
O an, bütün savaşları bir kenara bırakıp, sadece sarıldık.
Çünkü bazen, en büyük zaferler kelimelerle değil, kollarınla kazanılır.
Umay boynuma sarıldığında, bedeni hafif hafif titriyordu. Hıçkırıkları boynuma vuruyor, nefesi kesik kesik içime çarpıyordu.
Ben ise onu daha da sıkı sardım.
Bu savaşta ne kadar güçlü olursa olsun, şu an Umay sadece kendini kaybetmekten korkan bir kadındı.
"Bırak içinden ne geçiyorsa, Umay," dedim kısık bir sesle. "Saklama, tutma içinde."
Ellerini sırtıma bastırdı, bütün acısını, korkusunu, kırılganlığını bırakıyormuş gibi.
"Ya bir gün Aybars beni böyle hatırlarsa?" diye fısıldadı. "Hep böyle kel, solgun, yorgun bir anne olarak..."
Gözlerimi kapattım. Bu onun en büyük korkusuydu.
Onu, hastalığıyla hatırlamalarından korkuyordu.
Ellerini omuzlarımdan tutup yüzüne baktım. İçinde fırtınalar kopuyordu ama ben ona yalnız olmadığını hissettirmeliydim.
"Aybars seni nasıl hatırlayacak biliyor musun?"
Gözlerini kocaman açtı, sessizce bana baktı.
"O seni, ona en çok sarılan kişi olarak hatırlayacak."
"Sıcak ellerin, kokun, o uyuduğunda başını okşayışın... Bunlar aklında kalacak."
"Sen kel olsan da, saçların olmasa da, kaşların dökülse de... O seni sadece annesi olarak görecek."
Gözlerinden yaşlar süzüldü. Ama bu sefer, o korkunç panik ağlamalarından değildi.
Bu sefer kendi içindeki gerçeği kabulleniyordu.
Başını göğsüme yasladı.
"Sana inanıyorum, Altay."
Elleri hâlâ üzerimdeydi, parmakları hafifçe sırtıma bastı.
"Ben iyileşeceğim, değil mi?" diye fısıldadı.
Elini tuttum, sımsıkı. "Sen zaten iyileşmeye başladın, Umay."
O an, dışarıda fırtına kopsa da, bizim dünyamızda huzurlu bir sessizlik vardı.
Ve ben, o huzurun içinde kaybolmaya hazırdım.
Umay hâlâ bana sarılmışken, derin bir nefes aldım ve yavaşça geri çekildim.
Gözleri hâlâ yaşlı, ama içinde bir parça huzur vardı artık. Emin olmaya ihtiyacı vardı.
Ona gülümsedim, sonra hiç düşünmeden elimi kaldırıp kel kafama vurdum.
"Bak," dedim, sesimi biraz daha neşeli çıkarmaya çalışarak. "Beni de böyle görecek. Kel kaldım diye beğenmeyecek mi yani?"
Umay önce kaşlarını kaldırdı, sonra gözleri şaşkınlıkla açıldı.
"Altay, yapma!" dedi ama sesi titrek bir kahkahayla karıştı.
Ama ben durmadım. Biraz daha kel kafama vurdum.
"Ne yani, Aybars artık 'Bu adam benim babam değil, ben bunu tanımıyorum' mu diyecek?" dedim abartılı bir ses tonuyla.
Umay istemsizce güldü. İlk başta küçük bir kahkahaydı ama sonra daha da büyüdü.
O an içimde bir şey rahatladı. Gözyaşlarının yerini kahkaha alıyordu.
Elini kaldırıp başımı okşadı, gözleri hâlâ doluydu ama artık gülümsemeyi başarmıştı.
"Ben seni her hâlinle seviyorum ama kel kafanı gerçekten garipsedim," dedi, gözlerini kırpıştırarak.
"O zaman şuna alışsan iyi olur, çünkü artık ikimiz de keliz," dedim gülerek. "Ve bence kel çiftler kesinlikle havalıdır."
Umay başını iki yana salladı, ama gülümsemesi artık yüzünden silinmiyordu.
"Delisin, Altay."
"Sana deliyim, Umay."
Ve o an, bu savaşı kazanacağımıza bir kez daha emin oldum.
Umay gözlerini bana dikti, yorgun ama huzurlu bir ifadeyle.
Az önce gözyaşlarına boğulan kadın, şimdi gülümsüyordu. İçinde hâlâ fırtınalar kopuyordu belki ama en azından yalnız olmadığını biliyordu.
Ben de biliyordum.
O benimle olduğu sürece, her savaşın bir kazananı vardı.
Elini tuttum, parmakları hâlâ ince, hâlâ sıcaktı.
"Hadi artık biraz dinlen," dedim yumuşak bir sesle. "Bütün bu kaosu yarın da düşünebiliriz."
Gözlerini kapadı, ama elimi bırakmadı.
Bense başımı yatağın kenarına yasladım, içimden saymaya başladım. Onun nefes alışlarını, odadaki sessizliği, kalp atışlarımı…
Saat kaçtı, zaman nasıl akıyordu bilmiyordum.
Ama biliyordum ki, o burada nefes aldığı sürece, benim için dünya hâlâ dönüyordu.
Ve bu bana yeterdi...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |