
Mücevher tüccarı mı? Gerçekten mi? Karargâhta görev dosyasını açıp bu “parlak” kılıfı gördüğümde İlteriş’e dönüp sadece bir kelime söyledim: “Ciddisin, değil mi?”
O da her zamanki o rahat havasıyla, elindeki çay bardağını kaldırarak cevap verdi: “Altay, sana yakışır bu iş. Kıvırcık saçlarınla mücevher satıcısı tam sensin. Bak, yakut gibi parlıyorsun!”
Bir süre sessiz kaldım. Çünkü haklıydı. Ama o cümlenin ardından ciddiyetimi koruyup koruyamayacağımdan emin değildim. “Peki, benim tüccar ismim ne olacak?” dedim.
İlteriş, ellerini çırparak masaya yaklaştı. “Altay Öztürk diye bir tüccar olmaz. Sana bir isim lazım. Mesela... Ali Hilmi! Ne dersin? Kulağa zengin gibi geliyor.”
Bir an düşündüm. “Ali Hilmi mi? İsim tamam da, bir de bana takım elbise lazım. Şu saçlarımı düzeltmek de şart. Mücevher tüccarıyım sonuçta, pazarda karpuz satan değil.”
“Merak etme,” dedi İlteriş, bir kahkaha atarak. “Benim bir smokinim var. Biraz dar gelebilir ama halledersin.”
Görev detaylarını okurken anladım ki Halid El-Karim, sınır ötesinde bir villada, lüks bir parti düzenliyordu. Oraya bir şekilde sızmamız gerekiyordu ve “mücevher tüccarları” kılıfı en iyi seçenekti. Tabii, İlteriş bu görevi o kadar ciddiye alıyordu ki bir noktada ulaşıp, ulaşamayacağımızı bile sorguladım.
“Bu Halid,” dedi İlteriş, kravatını düğümleyip aynaya bakarken, “Partilerle gizleniyor. Bu kez bizi parlatan adamlar olarak gireceğiz. Mücevherlerden bahsettiğimizi düşünürken, biz onların boynundaki zincirleri kıracağız.”
Görev hazırlıkları sırasında kendimi bir anda smokin içinde buldum. Aynanın karşısında, kıvırcık saçlarımı düzleştirmeye çalışırken, İlteriş arkamdan seslendi: “Bence vazgeç. O kıvırcıklarla en azından egzotik bir hava yaratıyorsun. Ama o papyonunu düzgün tak, lütfen. Mücevher tüccarına benzemekten çok düğün salonu fotoğrafçısına benzedin.”
“Sen de o smokinle beşinci sınıf bir mafya dizisinin figüranısın,” diye karşılık verdim.
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra ulaşla birlikte buluştuğumuzda, onun durumu daha vahimdi. Yeleği o kadar daralmıştı ki düğmeleri fırlamak üzereydi. “Hareket ederken derin nefes almayın,” dedim. “Sonra biri yaralanır.”
Ve böylece, Halid’in lüks partisine sızmaya hazırdık. Ama bir yandan da içimden, “Altay Öztürk’ün bu hikâyeden nasıl sağ çıkacağını kim bilir?” diye geçirmeden edemedim.
Dinlenme salonuna girdiğimizde gözler önce bana, sonra İlteriş ve ulaşa kaydı. Odadaki sessizlik, beklediğimden daha uzundu. Sessizlik mi? Hadi oradan. Umay, o kendine has gülümsemesiyle hemen yanıma geldi:
“Aşkım, çok yakışıklı olmuşsun ama…” dedi, beni tepeden tırnağa süzerken. “…partiye böyle giderseniz hemen anlaşılır. Neyse ki babamın vizyonu var. ‘Bunlar giyinmeyi beceremez, rezil olurlar,’ dedi. Ben de gittim, üçünüz için kıyafet aldım. Çok zengin görüneceksiniz!”
Bu arada, benimle dalga geçiyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Gerçekten “çok zengin” kısmına vurgu yapıyordu. Ulaş gözlerini devirdi:
“Ya senin baban ne alem adammış, her detayı düşünüyor!” dedi, sırıtarak.
Umay, ilterişe ve ulaşa dönüp iki poşet uzattı. Bizim ilteriş, kıyafet paketini açarken hayretle bağırdı:
“Lan, bu takım Valentino mu?!”
Ulaşın paketi açmasıyla oda bir kahkaha tufanına döndü. Onunki Ermenegildo Zegna’ydı. Bana gelince, Gucci’den bir takım elbise çıkarınca gözler bir anda bana çevrildi.
“Vay be, Gucci ha?” dedi ilteriş, gözlerini kıstı. “Altay, sen zaten fazla havalısın, bir de bu kıyafetle… Bak, dikkat çekmek yasak, tamam mı?”
Umay, bana dönüp göz kırptı:
“Aşkım, seni özellikle seçtim. Zengin tüccar havasını bir başka taşırsın diye düşündüm.”
İçimden “Zengin tüccar değil, düpedüz bir holding patronu gibi oldum,” diye geçirirken, ilteriş ve ulaş hâlâ yeni kıyafetlerini inceliyordu. Ulaş, kendine yakışan kesimi beğenmiş olacak ki, aynaya bakarak şöyle dedi:
“Tamam, bu iş tamam. Bizi kimse fakir sanmaz artık!”
Benim işim ciddiydi. Takım elbisemi dikkatlice yerleştirip, “Beyler, kıyafetlerinizde en ufak bir buruşukluk istemiyorum. Sahada olsak sizi böyle titiz görmezdim,” diyerek onları susturdum. Ama Umay’ın bakışlarını yakalayınca içimden, “Bu kız başıma dert olacak,” diye geçirmeden edemedim.
İlk defa… Evet, ilk defa biri beni bekliyordu. Bu düşünceyi zihnimde döndürüp dururken, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Kalbim çatlayacak gibi çarpıyordu, ama o gülümseme her şeyi maskeledi.
Son bir kez, o hasret kalacağım dolgun dudaklara kapandım. Onun nefesi benim nefesime karışırken, tüm dünyayı unuttum. Çekildiğimde gözlerinin derinliğinde kaybolmuş bir adamdım. “Umay,” dedim, adını bir dua gibi fısıldadım. “Umay’ım… Leydim…”
Sesim titriyordu ama sözlerim kararlıydı:
“Döneceğim sana. Bize… Evimize…”
O cümle, hayatımın en büyük yeminlerinden biri oldu. Söylerken ne kadar inanıyorsam, o da o kadar inanıyordu. Umay’ın dudaklarında zorlama bir gülümseme belirdi. Kırılgan, ama yine de güçlüydü. Gözlerimin içine baktı ve fısıldadı:
“Bekleyeceğim seni, aşkım. Sana ve bize… Bekleyeceğim.”
Sesi öyle bir yerime dokundu ki, ne zaman düşsem beni kaldıracak o sözü içimde taşıyacağımı biliyordum.
Parmaklarını kıvırcık saçlarımın arasında gezdirdi. Bir an beni kendine doğru çekti ve tekrar öptü. Bu kez daha uzun, daha derin bir öpücüktü. Ayrıldığımızda, alnımı onun alnına yasladım, nefes nefeseydik.
“Beni hep böyle sev, Umay. Hep böyle…”
O sadece gülümsedi, ama o gülümseme tüm korkularımı aldı, yerine sarsılmaz bir huzur bıraktı. Şimdi ne olursa olsun, bu kadın için savaşacak bir adamdım. Bu dünya beni Umay’a borçlu bırakmazdı.
Odamın ortasındaki siyah deri koltuğa oturup, Umay’ı kucağıma aldım. Bir elimi beline doladım, diğerini saçlarının arasına bıraktım. Yumuşacık saçları, parmaklarımın arasından kayarken bir yandan gözlerine baktım. O derin, çikolata rengi gözlerde hüzün vardı, ama hala bana ait bir umut ışığı da saklıydı.
“Üç ay…” dedim, sesim çatallıydı. “Üç ayda ne yapacaksın, leydim?”
Umay derin bir nefes aldı, ama o nefes bile sanki içinde bir fırtınayı bastırmaya çalışıyordu. Gözlerini kaçırmadan, bana bakarak konuştu. “Seni bekleyeceğim…” dedi önce, ardından sesi biraz daha kısık ama daha kararlı çıktı: “Bulduğumuz bulguları raporlayacağım… Seni bekleyeceğim… Ve seni bekleyeceğim.”
Son cümlesini hıçkırarak bitirdiğinde, gözyaşları sessizce yanaklarından süzülmeye başladı. Umay’ın bu hali, içimde bir şeyi kırdı. Sanki onun her damla gözyaşı, benim kalbime düşüyordu.
Kollarımı biraz daha sıkıca sardım etrafına. Sırtını yavaşça sıvazlarken saçlarını öptüm, sonra yanaklarına uzandım. Tuzlu yaşlar dudaklarıma değdiğinde bile bu kadının ağrısını paylaşmaya hazırdım.
“Leydim…” dedim, alçak bir sesle. “Hıçkırıklarını bile seviyorum. Ama ağlama, ne olur… Dayanamayacağım.”
Başını göğsüme yasladı, küçük bir çocuk gibi sokuldu bana. Ellerim beline, sırtına dokunurken sanki onun acısını ellerimle alıp yok etmek istiyordum.
“Ben hep seninleyim, Umay,” dedim, sesim biraz daha yumuşak çıkıyordu. “Hep yanında olacağım. Kalbinde, aklında, nefes aldığın her yerde…”
Umay, göğsüme yaslanarak biraz daha sakinleşti. Gözyaşları dindiğinde, yüzünü ellerimle tutup ona baktım. Gözlerindeki ışıltı yeniden yerine gelmişti. Onu alnından öptüm, ardından burun ucuna, en sonunda da dudaklarına.
“Beni bekle, tamam mı?” dedim. “Bekle ki, döndüğümde seni sevmenin hakkını vereyim.”
O sadece başını salladı, ama o baş sallayışta dünyanın en güzel sözü saklıydı: “Sonsuza kadar…”
Gitme vakti geldiğinde, Umay’ı yavaşça kaldırdım. O an, dünyanın tüm yükü omuzlarımdaymış gibi hissettim. Elini tutarken, sanki onun sıcaklığını hafızama kazımaya çalışıyordum. Dışarıda sarılamayacağımı biliyordum, bu yüzden burada, odamda, son kez sımsıkı sarıldım. Kokusu ciğerlerime dolarken içimden bir parça daha koptu.
Onun yüzüne baktım, her bir ayrıntısını zihnime kazırcasına. O güzel gözleri, küçük burnu, dudaklarının kıvrımı… Her yerine öpücükler kondurdum. Son bir kez daha… Sanki her öpücükle içimde biriken hasreti hafifletmeye çalışıyordum. Ama nafile…
Dışarı çıktığımızda, ilteriş’in park ettiği lüks Bugatti dikkatimi çekti. Görev için bu aracı ayarlamışlardı, Halid’in dünyasına uygun görünmemiz gerekiyordu. Umay’ın elini son bir kez sıktım, gözlerinin içine baktım ve ardından onu bırakıp araca yöneldim.
El sallayarak bizi uğurluyordu. Bense araca binmeden önce dönüp ona bir kez daha baktım. Her zamankinden güzel, her zamankinden hüzünlüydü. “Gözden kaybolana kadar bak, leydim,” dedim kendi kendime. Ve o da öyle yaptı.
Yan koltuğa geçtiğimde kafamı cama yaslayıp derin bir nefes aldım. Bu görev… Bu ayrılık… İçimde bir düğüm bırakmıştı. Ama o sessizliği bozan ilteriş’in o lanet olası esprisi oldu:
“Dudakların şişmiş vakum Altay!”
O an bir yandan utanıp bir yandan sinirlenmek arasında kaldım. Ulaş’ın arkadan gelen “Tövbe estağfurullah,” lafıyla kahkahalar kopunca sinir katsayım iyice yükseldi.
“Oğlum siz ciddi misiniz? Harbiden ciddi misiniz? derdim var burada, siz geyik peşindesiniz!” diye bağırdım, ama nafile. İkisi de gülmekten nefes alamıyordu.
Kendi kendime homurdanırken bir kez daha cama yaslandım. Umay’ın yüzü gözlerimin önündeydi. Gülüşü, bakışı… Ve ardından o son el sallayışı.
“Leydim,” diye fısıldadım, içimden bir dua gibi. “Beni bekle…”
Arabada planları gözden geçirirken bir yandan da üzerimdeki kıyafetlerin rahatsızlığını hissediyordum. Şirket yöneticisi gibi görünmek için bu pahalı takım elbiseler ve parlak ayakkabılar şarttı, biliyorum, ama rahat mıydı? Kesinlikle hayır. Pantolonun bel kısmını hafifçe çekiştirip düzelttim. İlteriş aynadan bana baktı, sırıtarak:
“Altay, kravatınla oynamayı bırak. Bak Halid’in karşısında böyle yaparsan adam seni ikinci günden vurur.”
Gözlerimi devirdim. “Beni değil, seni vurur İlteriş. O saçları her gün böyle mi tarıyorsun diye sorar, sonra da seni kazık gibi dikerler oraya.”
Ulaş arka koltuktan kahkahayı bastı. “İkinizi de kazığa oturtsalar kim daha çok bağırır acaba? Altay mı, İlteriş mi?”
Başımı çevirip Ulaş’a dik dik baktım. “Ulaş, dua et arkadasın. Yoksa o şaka yaptığın kazığa önce seni oturturdum.”
Arabayı kullanan İlteriş, hafifçe güldü ve direksiyonu bir sağa bir sola oynattı. “Hadi beyler, kavga etmeyin. Şimdi sigara molası verelim, biraz nefes alın. Hem Altay'ın stres katsayısını azaltalım, yoksa bu görev daha başlamadan bitirecek kendini.”
Benzin istasyonuna geldiğimizde, arabadan indim ve pantolonumu bir kez daha düzelttim. İlteriş bunu fark etti, yanımdan geçerken sırtıma vurdu. “Pantolonla değil planla ilgilen Altay. Halid’e pantolonunu satacak değilsin ya.”
Bir sigara çıkarıp yaktım. İlteriş de kendi sigarasını çıkardı, yakmadan önce bana döndü:
“Altay, şunu bir netleştirelim. İlk izlenim çok önemli. Halid bizi test ederken her şeyine bakar. Yani konuşmalarımız, tavrımız, hatta birbirimizle olan ilişkimiz bile.”
Başımı salladım, dumanı yavaşça dışarı üfledim. “Biliyorum İlteriş. Her şey plana uygun olacak. Biz Halid’in adamları değil, iş ortağıyız. Mücevher tüccarlarıyız. Herkes kartına sadık kalacak.”
Ulaş, yanımızda şaka yapmaya başlamıştı. “Ya Halid bana inanmazsa? Tipim serseriye benziyor diyecek olursa?”
“Haklı. Tipin serseriye benziyor,” dedim sigaramı yere atarken. “Ama korkma, seni çok konuşturmayız. Zaten adamlar senin sesini duysa iş ortağı yerine kahveci zanneder.”
İlteriş gülerek Ulaş’ın omzuna vurdu. “Hadi hadi, muhabbet bitti. Arabaya dönelim. Daha Halid’in sarayına varmadan birbirimizi bitireceğiz.”
Sigaralar söndü, ayakkabılarla taşlı zeminde tıkır tıkır yürüyerek arabaya bindik. Camı açıp temiz havayı içime çekerken düşündüm: Halid’e varınca iş ciddi olacaktı. Ama şimdilik, bu ekiple güvende hissetmek bile yeterdi.
Arabaya biner binmez İlteriş torpidodan sahte kimlikleri çıkarıp herkese uzattı. Elime geçen kartta ismimi görünce kaşlarımı çattım, sonra yüksek sesle okudum:
“Bay Ahmed Hassan... Allah aşkına kim buldu bu ismi?”
İlteriş direksiyonu çevirdi, bir yandan kahkaha atıyordu. “Ahmed kulağa sağlam geliyor Altay. Hem bak, soyadın Hassan. Güçlü bir adam izlenimi yaratıyor. Halid etkilenir.”
Başımı sallayıp iç çektim. “Bari ‘Ahmed’ yerine başka bir şey koysaydınız. Ahmed... Ya arkadaş, ben 33 yaşında bir adamım. Bu isimle 63 gibi hissediyorum.”
Ulaş kendi kartını çıkarıp okudu. “Hadi ben de okuyorum: Bay Zayed Fıqri. Güzelmiş. Şimdi düşünün, Bay Zayed mücevher işinden çok anlar gibi durmuyor mu? Tipime yakışmış.”
Başımı çevirip Ulaş’a baktım. “Zayed mi? Sana ‘Zayed Bey’ desek ciddiyetten ölürüz Ulaş. Hadi bakalım, Halid seni iş ortağı değil de stajyer zannederse şaşırmam.”
İlteriş kendi kartını okuyunca ses tonunu bir anda değiştirip ciddi bir havaya büründü. “Benimki de Ali Zaim. Ağır abi havası var değil mi? Bu isimle mafya babası bile olurum.”
“Mafya babası mı?” dedim, gülmekten kendimi zor tutarak. “İlteriş, şu sarı saçlarınla ancak manavda çalışan tatlı bir amca olabilirsin. Cemal Bey, Halid’i etkilemek sana düşerse işimiz bitti.”
Ulaş kıkırdadı. “Komutanım, bence Ali Zaim fena değil. Hem bak, Halid’in yanında İlteriş değil, Cemal diyeceğiz. Belki daha az göze batarsın.”
“Sus Ulaş,” dedi İlteriş, gözlerini devirerek. “Adımı beğenmeseniz de kartınıza alışın. Ali Zaim, Ahmed Hassan ve Zayed Fıqri. Yeni hayatlarımız bunlar. İşimizi yapalım, sonra Altay yine kendi kıvırcık Ahmedliği ile dalga geçsin.”
Kartı ceketimin cebine koyarken kafamı salladım. “Ahmed Hassan... Neyse, alışacağız artık. Ama Halid beni böyle çağırınca suratımda gülümseme belirirse, anlayın ki hâlâ Altay Öztürk’üm.”
Ulaş patladı: “Ahmed Hassan diye Halid’in önünde kıkırdarsan seni gerçekten kazığa oturturlar komutanım!”
Herkes kahkahayı bastı. Ama biliyordum ki birkaç saat sonra bu şakalar bitecek, ciddi maskelerimizi takıp Halid’in dünyasına adım atacaktık. Şimdi biraz gülelim, sonra savaşa hazırız.
Eve geldiğimizde her zamanki disiplinle valizleri hızla içeri taşıdık. Fazla eşya yoktu; sadece görev için gereken kıyafetler ve ekipmanlar. Gereksiz hiçbir şey almadık. Ama bir saniye bile gevşemeden çantaları yerleştirip arabaya geri döndük. Halid el Karim’in düzenlediği partiye geç kalmak, planın daha başlamadan çökmesi demekti.
Yolda giderken her detayı bir kez daha gözden geçirdim. Ulaş’la Arapça konuşacaktık. İngilizce bilmesine rağmen aksanını saklayamayan İlteriş ise “İngiltere’ye kaçmış vatan hainleri” profilini oynayacaktı. Sahte kimliklerimizde bile vatan haini damgası vardı. Detaylara bu kadar önem verilmesi, Halid gibi paranoyak bir adamın güvenini kazanmak için şarttı. Adamın, altın ve zenginlik dışında kimseye inancı yoktu. İşte o yüzden çantalar dolusu altını da yanımıza almıştık.
Arabayı malikânenin önüne park ettiğimizde etrafı kolaçan ettim. Şoförleri, korumaları ve lüks arabalarıyla davetliler birer birer içeri giriyordu. Halid’in dünyası tam da beklediğim gibiydi: zenginlik ve yozlaşma iç içe.
Ceketimin kolunu sıyırıp saatime baktım. Rolex Submariner. Bu saati özellikle seçmiştim; Halid’in dikkatini çekmek için yeterince pahalı ve gösterişliydi. Ulaş ise ince zevkini konuşturmuştu. Parmağında, Osmanlı döneminden kalma görünümlü pahalı bir yüzük vardı.
“Bu gece,” dedim, ciddi bir sesle, “Halid’in dikkatini çekeceğiz. Sakin, kararlı ve zengin bir tüccar gibi davranacağız. Unutmayın, bu adamın güvenini kazanmak için en ufak bir hata bile yapamayız.”
İlteriş, arka koltukta kendine çekidüzen verirken sırıttı. “Zaten altınlarımız var. Gerekirse şov yaparız. Halid gibi adamlar şov sever.”
Başımı salladım. “Sadece şov değil. Dürüst bir şekilde aptallık yapıyormuş gibi davranmayı da severler. O yüzden boş konuşma, İlteriş. Bizim İngiltere’ye kaçmış vatan hainleri olduğumuza inanması lazım.”
Arabadan inmeden önce çantaları bir kez daha kontrol ettim. Her şey tamamdı. “Hazır mısınız?” diye sordum.
Ulaş, yüzüğünü göstererek sırıttı. “Hazırız komutanım. Ama Halid altınları değil de Rolex’inizi isterse ne yapacaksınız?”
Gülümsemedim. “Halid’in altınlarla mutlu olacağına eminim. Şimdi dikkatli olun ve söylediklerime sadık kalın.”
Arabanın kapısını açıp dışarı çıktım. Davetlilerin arasına karışmadan önce derin bir nefes aldım. Malikâne devasa ve ihtişamlıydı, ama bu gece bizim için bir savaş alanından farksızdı. Planımız basitti: Halid’in dikkatini çekecek, güvenini kazanacak ve bu çemberin içine girecektik. Ancak bunun için her detayı kusursuz oynamamız gerekiyordu.
Su içmek için mutfağa geçerken her adımımı tartıyordum. Bu görev, hataya yer olmayan bir görevdi. Halid el Karim’in güvenini kazanacaktık, başka yolu yoktu.
Mutfakta musluğu açıp bardağıma su doldurdum. Bir yudum aldım, buz gibi su boğazımdan geçerken düşüncelerimi berraklaştırmaya çalıştım. Halid el Karim’in güvenini kazanmak bir kumar değil, bir satranç maçıydı. Her hamle dikkatle hesaplanmalıydı.
Bir yudum daha aldım. Arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Ulaş ve İlteriş içeri girdiler. Ulaş, çantayı işaret ederek, “Altay, çantaları bırakıp biraz da Halid’i anlatır mısın? Adamı gözümüzde canlandıralım.” dedi.
Bardağı tezgâha koyup döndüm. “Halid, altına tapan bir adam. Zenginlik onun dini, altın da kitabı. Gücünü bundan alıyor. Ama en büyük zaafı da bu. Kendini dev aynasında görüyor, herkesten üstün sanıyor. İşte bu yüzden biz onun gözünde ‘altıncı sınıf tüccarlarız.’ Bizi küçük görmesini sağlamamız gerekiyor.”
İlteriş kolunu masaya dayayıp sırıtıyordu. “Küçük görünmekte sorun yok da sen o Rolex’i nasıl saklayacaksın Altay? Adam gözünü dikerse saat gider.”
Gözlerimi devirdim. “Bu saat burada işimize yarayacak. Halid, gösterişli ama kontrol edilebilir insanlardan hoşlanır. Fazla dikkat çekmeden zenginliğimizi göstermeliyiz. O yüzden aptalca esprilerini bir kenara bırak, İlteriş.”
Ulaş, çantaları kontrol ederken alaycı bir şekilde ekledi. “Tamam komutanım, peki ya İngiltere’ye kaçmış hain hikâyemiz? Orası biraz eğlenceli, kabul edelim.”
Derin bir nefes aldım. “Hikâye basit. Ülkeden kaçarken yanımızda sadece altınlarımızı alabildik. Şimdi burada ticaret yaparak kendimize yeni bir hayat kurmaya çalışıyoruz. Halid, böyle insanları sever. Parası olan ama çaresiz durumda olanları. Unutmayın, konuşurken göz teması kurun, kendinize güvenin. Ve asla, asla fazladan bilgi vermeyin.”
İlteriş başını salladı. “Anladık komutanım. Peki ya sen? Umay’ın bakışlarını unutabilecek misin? Gözlerin hâlâ sevgi dolu parlıyor da...”
Sırıttım, ama cevap vermedim. Bu konuyu burada konuşacak durumda değildim. Saatime baktım ve ciddileştim. “Hadi artık çıkalım. Halid’i bekletmeyelim. Herkes hazır mı?”
İlteriş ve Ulaş başlarını salladılar. Çantalarımızı alıp malikânenin yolunu tuttuk. Arabanın içinde sessizlik hâkimdi. Yolda planları kafamda bir kez daha tartarken, gözlerim bir an camdan dışarı kaydı. Dışarısı karanlıktı, ama içimdeki kararlılık her zamankinden daha parlaktı.
Bu gece Halid el Karim’in dünyasına adım atıyorduk. Ama unuttuğu bir şey vardı: Biz, onun oyununa değil, kendi oyunumuzu oynamaya gidiyorduk.
Araba malikânenin önünde durduğunda, ortamın görkemi gözlerimizin önüne serildi. Halid el Karim, bir kale gibi tasarlanmış, yüksek duvarlarla çevrili, altın varaklı kapılarla süslenmiş bir malikânede yaşıyordu. Girişte uzun boylu, sert bakışlı iki koruma bizi karşıladı. Ellerinde AK-47’ler vardı; her adımımızı gözleriyle takip ediyorlardı.
Ulaş, çantasını sımsıkı tutarken aramızda kısık bir sesle mırıldandı: “Altay, bunlar adam öldürmekten zevk alan tipler. Tam mafya dizisinden fırlamış gibiler.”
İlteriş sırıtarak cevap verdi: “Sen de fazla izliyorsun o dizileri, Ulaş. Gerçek hayatta bu kadar kasıntı olmuyorlar.”
“Susun,” dedim sert bir tonla. “Şimdi tiyatro zamanı. Sahneye çıkıyoruz.”
Kapıya yaklaştığımızda, korumalardan biri bizi durdurdu. Derin bir sesle, “Kimlik,” dedi. Ceketimin iç cebinden Halid’in ekibine teslim edilmek üzere hazırlanmış sahte kimlik kartımı çıkardım. İlteriş ve Ulaş da aynı şekilde davrandı. Koruma kartları dikkatle inceledikten sonra telsizine bir şeyler mırıldandı.
“Bay Ahmed, Bay Ali, Bay Zayed,” dedi sırasıyla isimlerimizi okurken. “Geçebilirsiniz.”
Malikânenin içi, dışından bile daha gösterişliydi. Mermer zemin, avizelerden süzülen ışıkla parlıyor, duvarlarda altın çerçeveli tablolar asılı duruyordu. Halid el Karim, gücünü göstermek için her şeyi abartmıştı. Gösterişin dozu o kadar fazlaydı ki, Ulaş yanımdan eğilip fısıldadı: “Burası müze mi, yoksa malikâne mi? Altay, burada yürürken ayakkabılarımızın sesinden bile utanıyorum.”
“Sessiz ol,” diye karşılık verdim. “Burada ayakta kalmak istiyorsan dikkat çekmeyeceksin. Ama gerektiğinde de fark edilmesini bileceksin. Şimdi duruşunu düzelt.”
Salona vardığımızda, Halid el Karim karşımızda duruyordu. Gözleri bizi baştan aşağı tararken yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. İri yapılı, sakallı bir adamdı. Parlak bir takım elbise giymişti, bileğindeki altın Rolex ışıl ışıl parlıyordu.
Halid’in yanında sağ kolu olduğu belli olan, ince yapılı bir adam duruyordu. Gözleri sürekli etrafı tarıyordu. O, bizim gibi insanları anında çözebilecek türden biriydi. Onun güvenini kazanmak, Halid’i kazanmanın ilk adımıydı.
Halid elini uzattı. Tokalaşırken avucunun sertliğini hissettim. Bu adamın dünyası kaba güç üzerine kuruluydu. “Ahmed,” dedi sahte ismimi kullanarak. “Hoş geldiniz. Umarım altınlarınız benim için özel bir şeyler sunar.”
Gülümsedim, ama abartmadan. “Altınlarımız sizin zevkinize hitap etmeyecekse, kimseye hitap etmez, Bay Halid.”
Halid kahkaha attı. “Cesursunuz, Ahmed. Bu iyi bir şey. Ama cesaret burada tek başına yetmez. Sadakat ve güven de isterim.”
“Bunu fazlasıyla kanıtlayacağız,” dedim. “Bize bir şans verin.”
Halid, yanındaki adama bir bakış attı. “Şimdi eğlenme vakti,” dedi. “Altınlarınızı daha sonra konuşacağız. Önce, partimin tadını çıkarın.”
Başımı eğerek teşekkür ettim. İlteriş ve Ulaş’la birlikte kalabalığa karıştık. İçimden, “Bu adamı alt edeceğiz,” diye geçiriyordum.
Bu sadece bir başlangıçtı. Şimdi doğru hamlelerle Halid el Karim’in güvenini kazanma zamanıydı.
Halid el Karim, partinin orta yerinde etrafındaki misafirleri süzerken bakışlarını yeniden bize çevirdi. Yavaş adımlarla yaklaşıp yanımıza oturdu. Elindeki kristal kadehi salladı, içinde parlayan içeceği sanki bir mücevhermiş gibi sergiliyordu.
“Ahmed,” dedi bana dönerek. “Altınlarınız kadar hikayeleriniz de ilgi çekici mi?”
Bu, tuzak bir soruydu. Çok fazla bilgi verirsen güvenilmez görünürsün, az verirsen de ilgisiz. Dengeyi tutturmak gerekiyordu. Hafifçe gülümsedim.
“Bay Halid,” dedim, sesime hafif bir merak tonu katarak. “Altın ticaretiyle uğraşan birinin hikayesi genelde sıkıcıdır. Ama madem sordunuz, biraz anlatayım.”
İlteriş ve Ulaş da dikkatle dinliyordu. Planımız belliydi: Herkes kendine düşeni anlatacak ama detaya girmeyecekti.
“Ben Ahmed,” dedim, sahte ismimi kullanarak. “Körfez ülkelerinden birinde başladım bu işe. Babam kuyumcuydu. Ben de onun işini büyütmek istedim. Altın sadece bir ticaret değil, bir tutku benim için.”
Halid’in gözleri hafifçe parladı. Bu adam altına aşıktı ve bunu göstermekten çekinmiyordu.
“Altın tutku işi,” diye mırıldandı. “Devam et.”
Ulaş söze girdi, yüzündeki sakin ifadesini koruyarak. “Ben Ali. Osmanlı’dan kalma antik mücevherlerin ticaretine odaklandım. Yıllarca Avrupa’da açık artırmalara katıldım. Ancak işler istediğim gibi gitmeyince burada şansımı denemeye karar verdim.”
Halid başını salladı, ilgileniyor gibiydi. “Osmanlı antikaları…” diye tekrarladı. “Peki, neden Avrupa’yı bırakıp buraya geldiniz?”
Ulaş, önceden planladığımız gibi omuz silkti. “Batı pazarı doydu. Ama burası hâlâ fırsatlarla dolu. Sizin gibi işini bilenlerle çalışmak istiyorum.”
Halid’in yanındaki sağ kolu, gözlerini kısmış bizi süzüyordu. En küçük detayı kaçırmayacak kadar dikkatliydi.
Son olarak İlteriş devreye girdi. Hafif bir tebessümle, ama İngilizce konuşarak: “Ben Zayed. Londra’da başladım bu işe. Orada kuyumculuk yapıyordum, ama asıl ilgim büyük yatırımlarda. Burada Ahmed ve Ali ile bir ortaklık kurduk. Daha fazla kazanmak için buradayız.”
Halid, her birimizin hikayesini tarttıktan sonra hafifçe gülümsedi. “Anlaşılan, burada sadece altın ticareti yapmak değil, aynı zamanda kök salmak istiyorsunuz.”
“Kesinlikle,” dedim. “Ama bunun için önce sizin güveninizi kazanmalıyız, Bay Halid.”
Halid bir süre sustu, kadehini masaya bıraktı. “Güven… kazanılması zor, kaybedilmesi kolaydır. Neyse, şimdilik tadını çıkarın. Hikayeleriniz ilginç. Ama gerçek mi, onu zaman gösterecek.”
Bu bir meydan okumaydı. Halid bizi test ediyordu. Başımı eğip saygıyla cevap verdim: “Bize bir fırsat verin. Size pişman olmayacağınızı kanıtlayacağız.”
Halid’in gülümsemesi derinleşti. “Göreceğiz, Ahmed. Göreceğiz.”
Planımızın ilk aşaması tamamlanmıştı. Şimdi Halid’in güvenini kazanmaya bir adım daha yakındık. Ama bu işin ne kadar tehlikeli olduğunu hepimiz biliyorduk.
İlk gün, evet, başarıyla geçmişti ama sinirlerim tepemdeydi. Eve girer girmez papyonu yırtarcasına boynumdan çıkarıp bir köşeye fırlattım. “Sikeyim böyle herifleri,” diye homurdandım kendi kendime. Bu Halid denilen adamın o ukala bakışları, sürekli bir şeyleri test eden tavrı… Tüm gün içimde tuttuğum gerginliği bir şekilde dışarı atmam gerekiyordu.
Adımlarım hızlıydı. Doğrudan odama çıktım. Takım elbisemi çıkarırken kendimi zincirlerinden kurtulan bir köle gibi hissettim. Rahat bir tişört ve eşofman giydim, saçımı geriye doğru karıştırıp derin bir nefes aldım. Bu kadar yeter, dedim kendime. Şimdi biraz gevşemeliyim.
Mutfaktan gelen sesler dikkatimi çekti. Tıkırtılar ve tanıdık bir mırıldanma. Ulaş yemek yapıyordu. İnsanın içinde imamlıkla birlikte aşçılık yeteneği de olur mu, olurmuş işte.
Mutfak kapısından içeri süzüldüm. Ulaş, tezgâhta bir şeylerle uğraşıyordu. Omzunda mutfak havlusu, yüzünde ise rahat bir ifade vardı. “Ne yapıyorsun bakayım?” diye sordum.
Başını çevirip sırıttı. “Yemek yapıyorum komutanım. Yoksa buzdolabındaki ekmekle peynir mi yiyeyim? Gel yardım et.”
İçeri girdim, tezgâhın bir ucundan birkaç malzeme aldım. “Beni böyle şeylere bulaştırma, Ulaş. Az önce altın ticareti yapan sahte bir tüccardım, şimdi de mutfak çıraklığı mı yapacağım?”
Gülerek kafasını salladı. “Altın ticareti de yaparsın, soğan da doğrar, patates de soyarsın. Bizden aşçı olmaz diyordunuz, bak şimdi.”
“Ben dedim mi öyle bir şey?” dedim, gözlerimi devirerek. Tezgâhtaki bıçağı kaptım ve patateslere girişmeye başladım. “Ama şunu söyleyeyim, Halid denilen herif midemi bulandırdı. Bütün gün şu sahte kimlikle uğraştım, her cümlemi iki kez tarttım. Sinirden patlamak üzereydim.”
Ulaş başını salladı. “Ben de o altın takıntısını çözemedim. Herif sanki servetini kasada değil, damarlarında taşıyor.”
Bir süre sessizce çalıştık. Soğanları doğrarken gözlerim yanmaya başladı, ama bu acı, Halid’in yüzüne tahammül etmekten daha iyiydi. “Ne yapıyorsun şimdi?” dedim, onun tezgâhtaki tencerede karıştırdığı şeye bakarak.
“Kıymalı makarna,” dedi. “Basit ama doyurucu.”
“Daha önce hiç bu kadar basit bir şeyin bu kadar iyi koktuğunu hatırlamıyorum,” dedim.
Ulaş gülerek omzuma vurdu. “Kıymetimi bil, komutanım. Halid seni sinir krizine sokar ama ben her zaman burada, mutfaktayım.”
Bir an için güldüm, sonra ciddileştim. “Ulaş,” dedim, bıçağı tezgâha koyarak. “Beni mutfakta kurtaramazsın ama bu görevi sağ salim bitirebilirsek, senin kıymetini bilmezsem adam değilim.”
O an mutfağın sıcaklığında biraz olsun rahatladım. Görev zordu, sinir bozucuydu ama biz bir ekiptik. Bu tür anlar, insana ne için savaştığını hatırlatıyordu.
Yemek masasında herkes sessizdi. Çatal-bıçak sesleri dışında bir ses duyulmuyordu. Tabaklarımızdaki makarnayı yavaşça yiyor, kimse konuşmaya pek yanaşmıyordu. Telefonlar yoktu, görevdeydik. Teknolojiden ve iletişimden bu kadar izole olunca insan, sessizlik daha da ağır basıyordu. İçimden “Bu ne biçim yemek faslı?” diye geçirirken, Ulaş’ın o tanıdık enerjik sesi masayı doldurdu.
“Komutanım, bende kağıt kalem var. İsim-şehir-hayvan oynayalım mı?”
Kaşığımı durdurup başımı kaldırdım. Yüzümde istemsiz bir küçümseme vardı. “Ulaş, isim-şehir-hayvan mı? Biz bu masada bir operasyon planlamıyoruz da çocuk oyunu mu oynuyoruz şimdi?”
O, gülümseyerek başını salladı. “Komutanım, planlamadığımız ne kaldı ki? Bak, herkes yorgun. Eğlenelim biraz. Hem ben çok iyiyim bu oyunda, sizi yenince havanız sönecek. Söyleyeyim.”
Masadaki diğerleri birer birer ilgilenmeye başladı. İlteriş kaşlarını kaldırıp bana baktı. “Bence deneyelim. Senin nasıl döküldüğünü görmek eğlenceli olacak, Altay.”
Bir iç çekip omuz silktim. “Tamam, Ulaş. Ama çok ciddiye alma. Bizi burada yenmekle övünürsen, görev raporlarına eklerim.”
Ulaş hemen cebinden kağıt ve kalem çıkardı. “Başlıyoruz o zaman!” dedi, yüzünde bir zafer gülümsemesiyle.
Kağıtları hızla dağıttı. Herkes kalemlerini eline aldı. “Tamam,” dedim, gözlerimi masadakilere gezdirerek. “Ama hile yaparsan yakarım seni, Ulaş.”
“Komutanım, oyun hilesiz olmaz,” dedi, gülerek.
Harf seçimi için İlteriş parmağını şıklattı. “Ben başlıyorum. ‘M’ harfiyle.”
Hemen yazmaya başladık:
İsim: Mehmet.
Şehir: Mardin.
Hayvan: Manda.
Ulaş’ın yüzündeki gülümsemeyi görünce bir terslik olduğunu hissettim. Kağıdı gösterdiğinde, yazdıklarıma gülüyordu. “Komutanım, manda mı? Cidden manda mı?”
“Ne var? Gayet geçerli bir hayvan.”
“Tamam da, bu kadar kolay bir hayvanı seçmek nedir? İlteriş, sen ne yazdın?”
İlteriş kağıdını gösterdi. “Makak maymunu.”
Gözlerimi devirip kağıdımı masaya koydum. “İşte bununla uğraşmak istemiyorum. Bu oyun bana göre değilmiş.”
Ama tabii ki kalkmama izin vermediler. Herkes oyuna ısınmıştı. Sonraki harf için Ulaş yine bir liderlik havasına büründü. “Peki, şimdi de ‘K’ harfiyle yazıyoruz. Hazır mısınız?”
Kalemi elime aldım ve yazmaya başladım:
İsim: Kerem.
Şehir: Konya.
Hayvan: Kaplumbağa.
Ulaş yine güldü. “Kaplumbağa mı? Komutanım, niye hep bu kadar basit hayvanlar yazıyorsunuz?”
Gülmemek için dudaklarımı sıktım. “Ben basit hayvanları seviyorum, tamam mı? Sade ve net. Sana karışık hayvan mı lazım? Tamam, bir dahakine su aygırı yazarım.”
İlteriş masayı yumruklayarak gülüyordu. “Altay, şu oyun ciddiyetine bir bak ya. Sanki operasyon yapıyoruz!”
Bir süre daha oynadık. Oyunun sonunda, tahmin ettiğim gibi Ulaş kazandı. Ama keyifler yerindeydi. Masadan kalkarken İlteriş koluma dokunup alaycı bir şekilde “Manda komutan, hadi bakalım. Bir dahakine daha yaratıcı olursun.” dedi.
“Yaratıcılığıma laf edene bak. Oyunda beni yenenlerin hepsi revire gitmişti, İlteriş. Ulaş, senin için de bir C-4 hazırlamıştım ama oyun iyi geçtiği için vazgeçtim,” diye karşılık verdim.
Sonuç olarak, gülerek dağıldık. İşte, böyle anlar bile görev baskısının arasında bir nefes aldırıyordu. Ama yine de, bir daha isim-şehir-hayvan oynar mıyım? Hiç sanmam.
Yatak odama girdiğimde, kapıyı usulca kapatıp derin bir nefes aldım. Umay’ı ne kadar özlediğimi düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. O gözler, o gülüş… Sesini bile duymak şu anda imkansızdı. Ama hissettiklerimi ona bir şekilde anlatmalıydım. Telefon yetmiyordu, kelimeler ekranlarda anlamını kaybediyordu.
O an bir karar verdim. Çalışma masama geçip çekmeceden kâğıt ve dolma kalemimi çıkardım. Masanın üzerindeki mumlardan birini yaktım; loş ışık, düşüncelerimi daha da berraklaştırıyordu. Umay’ın her zaman beğendiği, özenli el yazımla duygularımı dökmeye başladım:
Leydim,
Bu satırları yazarken, içimde sana kavuşmanın verdiği huzurla, ayrı kalmanın ağırlığını bir arada taşıyorum. Her harfi, her kelimeyi senin için bir nakış gibi işliyorum. Sana bu kağıttan daha fazlasını verebilmeyi isterdim, ama şimdilik kalbimin ritmi ve hislerimden ibaretim.
Sen yokken odam ne kadar soğuk, biliyor musun? Mum ışığında yazıyorum, ama ısınamıyorum. Sıcaklık dediğim şey, senin ellerinin avuçlarımda olmasıymış meğer. Burada ne kadar düzenli, ne kadar disiplinli olsam da, aklım hep sende. Sadece gözlerin değil, sesin bile kulağımda yankılanıyor.
Biliyor musun, bugün senin gülüşünü hatırlarken fark ettim; bu dünyada seni mutlu etmekten daha büyük bir görevim yokmuş. Her görev dönüşümde seni yeniden görmek için sabırsızlanıyorum. Ve her gidişimde, içimde bir korku var. Ya bir gün dönemezsem? Ama seni bekleyen bir adamın kalbini taşıyorum, bunu unutma.
Leydim, sana dokunmak, gözlerinin içine bakmak, kokunu içime çekmek... Bunlar benim nefes alma şeklim olmuş. Sensiz her şey yarım, her şey eksik. Ama bil ki, burada, seninle dolu bir hayal dünyası kurdum. Bu hayal beni her gün ayakta tutuyor.
Sana söz veriyorum, döneceğim. Sana, bize, o hayalini kurduğumuz eve… Birlikte yaşayacağımız günlerin hatırına, döneceğim. Şimdi, gözlerini kapat ve bu kelimelerin seni sardığını hisset.
Seni çok seven,
Altay’ın
Mektubu yazmayı bitirdiğimde kalemimi yavaşça bırakıp kağıdı dikkatlice katladım. Umay’ın yüzü gözümde canlanırken bir kez daha gülümsedim. Bu mektubu, döndüğümde ona verecektim. Şimdi tek yapmam gereken sabretmek ve o günü beklemekti.
Sabah gözlerimi açtığımda, bir an nerede olduğumu hatırlamakta zorlandım. Bu tür görevlerde her gün aynı belirsizlikle başlıyorsunuz. Hızla kalkıp elimi yüzümü yıkadım ve mutfağa geçtiğimde ulaş, kahvaltı için birkaç hurma ve kuru ekmek çıkarmış, sessizce oturuyordu. İlteriş ise hala uyuyordu, her zamanki gibi.
“Ulaş,” dedim, sandalyeye oturup hurmalardan birini ağzıma atarken, “Bugün ne yapıyoruz? Halid hâlâ aramadı.”
Ulaş gülümsedi. “Komutanım, ben bir çarşıyı dolaşmak istiyorum. Belki bir iki ipucu toplarız. Ortalıkta dolanalım, fazla göze batmadan.”
Fazla göze batmadan... Evet, tabii. Bizim timin göze batmama ihtimali bir devekuşunun uçma ihtimaliyle aynıydı. Ama yine de fikir mantıklıydı. İlteriş’i uyandırıp hızlıca toparlandık. Yanımıza tuşlu görev telefonlarımızı aldık. Akıllı cihazlar burada hem güvenlik riskiydi hem de fazla dikkat çekerdi.
Pazar yerine vardığımızda tam anlamıyla bir Ortadoğu klasiğiyle karşılaştık. Baharat kokuları, tezgahlarda sergilenen parlak kumaşlar, narlar, hurmalar… Ve her şeyin ortasında bağıran pazarcılar. Ulaş, doğal olarak bir imam havasında geziniyordu. Bembeyaz kıyafeti ve yüzündeki sakin ifade, ona yerel halk arasında bir çeşit ağırlık katıyordu.
İlteriş ve ben ise sıradan birer tüccar gibi görünmeye çalışıyorduk. Ama İlteriş’in çekik gözleri ve açık teni, benim ise her adımda çevreyi süzen bakışlarım, istediğimiz kadar sıradan görünmemizi zorlaştırıyordu. İlteriş bir kumaş tezgahında durdu, dokunarak incelemeye başladı. Pazarcı hemen atıldı:
“Efendi, bu kumaş İran ipeğidir, dokunuşu cennettendir!”
İlteriş bir şey demedi, ama bana döndü ve alçak sesle, “Bu adam satıcı değil, tiyatrocu olmalı,” dedi. Ulaş ise az ileride bir baharat tezgahında durup safran fiyatlarını soruyordu.
Birkaç dakika sonra bir şeylerin ters gittiğini hissettim. Pazarın daha önce sakin olan atmosferi, bizim orada bulunmamızla bir şekilde değişmişti. Satıcılar birer birer bize dönüp bakmaya başlamıştı. İlteriş’e döndüm.
“Buradan gitmemiz lazım,” dedim alçak bir sesle.
O da aynı şeyi fark etmiş olacak ki, kumaşı hemen bırakıp, “Haklısın,” diye mırıldandı. Ulaş’a el ettik. O da hızla yanımıza geldi ve fazla oyalanmadan pazarın çıkışına yöneldik.
Eve döndüğümüzde üçümüz de sessizdik. Ulaş, “Bizi burada hemen tanımıyorlar ama göz önünde olmak tehlikeli. Halid’in aramasını bekleyelim,” dedi. İlteriş, “Bence pazar yerine dönüp bir daha tiyatro sahnesi yaratmayalım,” diyerek bir yastığa gömüldü.
Ben ise sessizce balkona çıktım. Gökyüzüne bakıp derin bir nefes aldım. Burada işler tahmin ettiğimden daha hassastı. Ve daha yolun başındaydık. Ama içimden bir his, bu oyunun en tehlikeli kısmının yaklaştığını söylüyordu.
Evin balkonundan çarşının ufukta kalan siluetine baktım. Ortadoğu’nun kendine has bir sessizliği vardı. Bu, fırtınadan önceki sessizlik gibiydi. Huzursuzluk hissi insanın tenine yapışıyordu. Sokaklardan gelen ezan sesi, sessizliğe derinlik katıyordu. Bu sesi duymak, bir yandan içime huzur serpiyor, diğer yandan neler olacağını bilmediğim için tetikte olmam gerektiğini hatırlatıyordu.
Ulaş içerden seslendi:
“Komutanım, çay yaptım. Gelsenize.”
Derin bir nefes alıp içeri döndüm. İlteriş koltukta ayaklarını uzatmış, bir tabakta hurma yiyor, Ulaş ise çaydanlıkla uğraşıyordu.
“Bir şey soracağım,” dedim, çay bardağımı alırken. “Bugün pazarda bizi fark ettiler mi sizce?”
Ulaş başını kaldırdı. “Bence fark ettiler. Ama tam olarak kim olduğumuzu çözemediler. Yine de Halid’in ekibi bu kadar hassasken bir hata yapma lüksümüz yok.”
İlteriş kaşlarını çattı. “Bu adamlar yıllardır burada. Köpek gibi her şeyden haberdarlar. Ama Halid’in en zayıf noktası ne biliyor musunuz? Gururu. Biz ona ihtiyacı olan altınları ve bağlantıları sağladığımız sürece burnumuzun dibine kadar yaklaşabiliriz.”
Kafamı salladım. İlteriş haklıydı. Halid, güç ve paraya tapıyordu. Bu tapınma onun hem zayıflığı hem de gücüydü. Onun güvenini kazanmak için ilk adımı atmıştık, ama daha fazlası gerekiyordu.
Planımızın detaylarını bir kez daha gözden geçirdik. Halid’in ağına girmek, bir yılan yuvasına adım atmaktan farksızdı. Her hareketimizi tartmaları gerekiyordu. Yanlış bir kelime, yanlış bir jest bizi ele verebilirdi.
Ulaş: “Yarın, Halid bizi tekrar çağırırsa altınlarla ilgili bir hikaye uyduracağım. Mesela Osmanlı hanedanından kalma, saraydan çalınmış bir koleksiyon olduğunu söyleyeceğim. Böyle şeylere zaafı var.”
İlteriş: “Bunu nasıl destekleyeceğiz? Sadece hikaye yetmez.”
“Belgeler,” dedim. “MİT, her şey için sahte belgeler hazırladı. Osmanlı mührüyle mühürlenmiş, tarihçilere danışılmış belgeler. Halid’in eline geçirdiği anda kandırılacağından eminim.”
Ulaş gülümsedi. “Bu kadar detaylı bir planla bizi fark etmemesi imkansız. Ama ya fark ederse?”
İlteriş sertçe karşılık verdi: “Fark ederse buradan ceset torbasında çıkarsın. O yüzden fark etmeyecek.”
Gece ilerlerken sessizlik çöktü. Herkes kendi odasına çekildi. Görevlerin en zoru bu bekleme anlarıydı. Her şeyin planlandığı, ama harekete geçmek için doğru anı beklediğiniz zamanlar... O anlarda insan ister istemez düşünmeye başlar.
Masamda oturup, elimdeki sahte belgeleri bir kez daha inceledim. Her biri öyle detaylı hazırlanmıştı ki gerçek zannetmek işten bile değildi. Ama bunlar, bir hataya yer bırakmamak içindi.
Yatağa uzandım ve gözlerimi kapattım. Umay’ın gözleri gözlerimin önüne geldi. Onun için bu görevi sağ salim tamamlamak zorundaydım. Gözlerim kapanırken tek düşündüğüm şey buydu: “Bize dönmek için buradan çıkmam lazım.” Tam dalacakken gözlerimi açıp masama yürüdüm yazmaya başladım..
Leydim,
Az önce gözlerimi kapatmış, seni düşünüyordum. Sonra birden irkildim. Bugün mektup yazmayı unuttuğumu fark ettim. Oysa her gün sana yazacağım diye kendime söz vermiştim. Geceyi bitirmeden, zihnimde dolanan tüm kelimeleri sana ulaştırmak istedim.
Bugün yine Ortadoğu’nun sıcak, tozlu havasını soluduk. Burada her şey başka bir dünya gibi, her şey farklı kokuyor. Çarşıya indik mesela. Bir yanda baharat kokuları, bir yanda hurma tezgâhları, bir yanda da gözleriyle sizi izleyen insanlar… Ama her şey bir tiyatro sahnesi gibi. Bize biçilen roller var ve biz bu rollerden bir an bile sapmadan ilerliyoruz. Her adımda dikkatliyim. Çünkü seni bekleyen bir adamın hataya düşmeye hakkı yok.
Bir an, pazardaki bir hurma satıcısının gülümsemesini görünce seni hatırladım. İnsan burada gülümsemeyi bile unutur sanırdım. Ama senin yüzün gözümde öyle bir belirdi ki o an tüm bu toz ve karmaşa kayboldu. Ne garip değil mi, insan sevdiği birini düşününce dünyanın en karanlık yerinde bile bir ışık buluyor.
Bu akşam görev belgelerini inceledik. İlteriş hâlâ sinir bozucu espriler yapıyor, Ulaş ise yemek pişirip beni güldürüyor. Ama seninle bir anı paylaşmak varken bu insanlar arasında olmaktan pek keyif aldığımı söyleyemem. Keşke şimdi senin yanındaydım. Ellerini tutabilseydim, bana huzur veren sesini duyabilseydim.
Burada hayat, sürekli tetikte olmak demek. Ama yine de seninle ilgili hayaller kurmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Bir gün döneceğim. O gün geldiğinde bu görev sadece bir anı olacak. Şimdilik, buradaki her zorluğu göğüslerken bana güç veren tek şey, sana döneceğim günü düşünmek.
Beni merak etme. Güvendeyim. Sana kavuşma fikri, en büyük kalkanım. Ve şunu bil ki her nefesimde, her adımımda sen varsın.
Altay’ın
Seni sonsuz seven kalbinden birkaç kelime…
Sabahın ilk ışıkları odaya süzülürken, sessizce doğruldum yataktan. Namazımı kıldıktan sonra, televizyonu açıp Arap haber kanallarından birine ayarladım. Ekranda akan başlıkları ve çat-pat anlayabildiğim hızlı Arapçayı dinlerken, bir yandan da aklımda günün planlarını tartıyordum. Ulaş da kısa süre sonra namazını kılıp yanıma geldi. Elinde misvakla dişlerini temizlerken, “Komutanım, bu sabah kahvaltıyı ben hazırlayayım, hem raporu yazarken sizi oyalamam,” dedi. Bu çocuk tam bir görev adamıydı, itiraf etmeliyim. Ama ne yalan söyleyeyim, teklif hoşuma gitmedi değil.
“Peki, madem öyle,” dedim, gülümseyerek. Birlikte mutfağa geçtik. Çaydanlık ocağa koyulmuştu bile. Ben bir yandan zeytinleri kaseye dizerken, Ulaş sahanda yumurta yapmaya girişti. O kadar işinin gücünün arasında, kahvaltıyı şölene çevirme huyunu da hiç kaybetmiyordu.
Tam sofrayı kurmaya başlamıştık ki ilteriş, saçı başı dağınık bir şekilde, yarı kapalı gözlerle mutfağın kapısında belirdi. “Oh be, bugün kahvaltı krallara layık olmuş,” dedi, ama elini yüzünü yıkamadan doğruca sofraya oturacak kadar da tembeldi.
Başımı çevirip, bir kaşımı kaldırarak baktım. “İlteriş, kalk o sandalyeden,” dedim sakin bir sesle.
Ama umursamadı, sahanda yumurtaya çatal uzatırken ağzında bir mırıldanmayla, “Komutanım, yemin ederim sıcak sıcak yiyeceğim,” dedi. İşte o an, sabır ipim koptu. Sandalyenin arkasına geçip hafif bir hızla, hedefi belli bir tekme kondurdum.
“Defol banyoya, İlteriş! Elini yüzünü yıkamadan o sofraya oturmak yok! Yemin ediyorum, halı yıkama sopasına çeviririm seni!” dedim.
Ulaş, tavanı izliyormuş gibi yaparak gülmesini zor tutuyordu. İlteriş sandalyesinden kalkıp banyoya doğru yürürken, “Allah’ım ya... Daha kahvaltı başlamadan karizma çizildi,” diye homurdandı. Arkasından seslendim:
“Karizma falan yok burada, temizlik var! Banyo! Çabuk!”
O banyoya giderken Ulaş masanın başına oturdu. “Komutanım, valla her sabah böyle aksiyon görsem, günüm neşe içinde geçer,” dedi. Gözlerini kısıp, elindeki çayı üfleyerek bir yudum aldı.
Ben de sofraya oturdum, rapor yazmayı kahvaltıdan sonraya bırakmaya karar vererek. İlteriş banyodan dönüp temizlenmiş bir şekilde sofraya oturduğunda, sanki üç saat banyo yapmış gibi yüzü parlıyordu. Ama yüzündeki “sen kazandın” ifadesi beni daha çok mutlu etti.
“Kalktım, yıkandım, geldim. Tamam mı? Şimdi o yumurtayı yerken rahatsız edilmek istemiyorum,” dedi, biraz alıngan bir sesle.
Ulaş kaşlarını kaldırarak, “Bak alnın bile parlıyor İlteriş, abdestli sofraya oturmuş gibisin,” dedi. Hepimiz bir kahkaha patlattık.
O günün sabahı, Ortadoğu’nun tozlu havasında, en azından soframızda huzur ve keyif vardı. Ama içimde hep aynı düşünce yankılanıyordu: Görev. Her an, her saniye tetikte olmak zorundayız.
Düşüncelere dalıp elimdeki çayı unuttuğumu fark ettim. Göz ucuyla Ulaş’a baktım, hâlâ çayın üzerine limon sıkma derdindeydi. İlteriş ise önündeki ekmeğe tüm dikkatini vermişti. Onları izlerken bir an için gülümsedim. Bazen böyle basit anlar, insanı hayatta tutan şey oluyordu.
Kahvaltı masasına oturduğumuzda, görev zihniyeti çoktan devreye girmişti. Her lokmada bir plan yapıyorduk. Etrafımızdaki her şeyden bağımsız, tamamen işimize odaklanmıştık. İlk olarak çay bardaklarımızın arkasına yaslanıp, günün detaylarını konuşmaya başladık.
“Komutanım,” dedi Ulaş, sesinde hafif bir merak. “Bugün Halid El Karim’le tekrar irtibata geçeceğimiz kesinleşti mi? Yoksa sahada bağımsız hareket mi edeceğiz?”
Elimdeki çayı yavaşça masaya koydum. Gözlerimden Ulaş’a doğru bir çizgi çektim. “Halid’in bu sabah saat 10:00’da malikânesinde olacağı bilgisi teyit edildi. Ama asıl temasımız, onun akşam düzenleyeceği özel poker oyununda olacak. Bugün yalnızca çevresini tanıyacağız. Hedefi anlamadan önce etrafındaki ağına bakmamız lazım. Bu yüzden sokakta dikkat çekmeden, ancak bilgi toplayarak hareket edeceğiz.”
İlteriş, tabağındaki zeytine çatalla dalarken hafif bir homurtuyla, “Sokak devriyesi mi? Gölgelerde dolaşmak bana göre değil. Beni biri fark ederse, direk silah çekip mevzi alırım,” dedi.
Başımı hafifçe iki yana salladım. “Hayır, İlteriş. Bugün sessizce gölgelerde kalıyoruz. Sokakta yürüyen sıradan adamlar gibi. Ne bir tartışmaya gireceğiz ne de dikkat çekeceğiz. Ulaş, sen öncelikli olarak istihbarat toplayacaksın. Gözlem yeteneğini kullan. İnsanların konuşmalarını, vücut dillerini analiz et. Bu bizim sahadaki gözümüz olacak.”
Ulaş başını salladı. “Anlaşıldı, komutanım. Gizlilik önceliğimiz. Gölgede hareket edeceğim. Bugün gözüm kulağım tamamen sahada olacak.”
İlteriş’in sesi tekrar yükseldi, bu kez biraz daha ciddi bir tonla: “Peki, komutanım. Eğer sahada beklenmedik bir çatışma çıkarsa? Silah kullanımı tamamen yasak mı?”
Bir an durup düşündüm, sonra kesin bir sesle yanıt verdim: “Kesinlikle yasak. Ateş etmek son çare. Eğer kendimizi açık edersek, Halid’in güvenini kazanmamız imkânsız hale gelir. Sahada yakalanırsak, silahlarımızın üzerinde de parmak izi bulunursa, bu operasyon başlamadan biter. Şifreli telsizleri yalnızca acil durumlarda kullanacağız. Kendi aramızda iletişim sessiz sinyallerle olacak. Hepiniz kod işaretlerinizi aklınızda tutun.”
Masadaki herkes sessizce başını salladı. Artık sahada nasıl davranacağımızı hepimiz biliyorduk.
Son olarak ekledim: “Eve döndüğümüzde bugünün her detayını raporlayacağız. Hiçbir şey gözden kaçmayacak. Unutmayın, Halid gibi bir adamın güvenini kazanmak için sadece plan yapmak yetmez. Bizim, onun her hamlesini önceden tahmin eden bir ekip olduğumuzu göstermemiz gerekiyor.”
Herkes tabaklarını bitirdiğinde, kısa ama etkili bir planlamanın huzuru içimize işlemişti. Görevimiz açık ve netti: Halid’in dünyasına sızmak, dikkat çekmeden bilgi toplamak ve uygun zamanda darbe indirmek.
Saatime baktım. “Tamam, beyler. 15 dakikanız var. Ekipmanlarınızı hazırlayın. Hedefimiz 09:00’da çarşıya inmek. Geç kalan, bugünkü tüm masrafları karşılar!” dedim.
İlteriş hafif bir gülümsemeyle, “Ben zaten para harcamıyorum, Ulaş düşünsün,” dedi.
Ulaş kaşlarını kaldırarak, “Eğer çarşıdan sağlam bilgi getirirsem, çayı da siz ısmarlarsınız!” diye yanıtladı.
Kahkahalar eşliğinde kalkıp görev hazırlığına başladık. Bugün sıradan bir gün gibi görünse de bu tozlu sokaklarda yürürken neyle karşılaşacağımızı kimse bilmiyordu. Tetikte olmak, hayatta kalmanın birinci kuralıydı.
Görev ciddiyeti, kahvaltı masasından kalktığımız anda üzerimize çökmüştü. Hızla odalarımıza dağılıp sahada kullanacağımız ekipmanlarımızı kontrol ettik. Bugün, çarşıya sızarak bilgi toplamak gibi basit bir işimiz vardı ama hiçbir görev gerçekten basit değildi. Hele ki, Halid El Karim gibi bir adamın etrafında dolanıyorsanız.
Çıkmadan önce son kontrolleri yaptım:
Yan silahım Glock 19, belimde güvenli şekilde yerleştirilmişti.
Yedek mühimmat Fazla dikkat çekmemek için yalnızca iki şarjör aldım.
Dinleme cihazı Ceketimin iç cebine yerleştirdim. Gerekirse bir konuşmayı kaydetmek için kullanacaktım.
Telsiz cihazı Küçük, kulak içine takılan bir model. Dışarıdan fark edilmesi zor. Sadece ekiple sessiz iletişim kurmak için.
Şifreli not defteri Sahada topladığım bilgileri hızlıca not almak için özel kodlarla işaretlediğim bir defter.
Çıkış anında ekibi gözden geçirdim.
İlteriş’in Yanında yalnızca Glock 17 taşıyordu. Silahını beline yerleştirmiş, üzerindeki ceketiyle silahını ustalıkla gizlemişti. Hantal durmamaya dikkat etmişti. Bugün, gerekirse hızlıca savunma yapacak kişi oydu.
Ulaş ise Hafif ekipman tercih etmişti. Yalnızca bir SIG Sauer P226 yan silah ve dinleme cihazı taşıyordu. Asıl görevi, ortamı gözlemlemek ve bilgi toplamak olduğu için ağırlıktan kaçınmıştı.
Aracımızın yanına yürürken sessizliğimizi koruduk. Sadece birkaç kelimeyle birbirimize direktifler verdik. Görev sırasında disiplin, her şeyin önündeydi.
Çarşıya ulaştığımızda, adımlarımızı bilinçli olarak yavaşlattık. Buradaki her hareket dikkatlice planlanmalıydı. Gözlem yapmak için önce insan kalabalığının arasına karıştık. İlteriş birkaç adım gerimizde, görünmez bir gölge gibi bizi izliyordu. Ulaş ise önümüzde yürüyerek halkın arasına karışmıştı.
Çarşıda, birkaç dükkânın önünden geçerken bir yandan da insanların konuşmalarına kulak kabartıyorduk.
Ulaş Hızla, kalabalık içinde kaybolmuştu. Kafasındaki şapka ve Arapça konuşma yeteneğiyle bir tüccar gibi davranıyordu. Zaman zaman, tezgahlardaki ürünleri inceliyor, satıcılarla sohbet ediyordu.
İlteriş Köşede durup bir sigara yaktı. Gözü sürekli üzerimizdeydi. Eğer biri bizi takip ederse, onu fark eden ilk kişi o olurdu.
Ben Kalabalığın içinde yürürken etrafımdaki yüzleri hafızama kazıyordum. Halid’in adamlarının burada olma ihtimali vardı. Onları önceden tanımak, ilerideki hamlelerimizi kolaylaştırabilirdi.
Bir süre sonra, küçük bir dükkânın önünde durdum. İçeri girmeden önce Ulaş’a telsizden sessiz bir sinyal gönderdim. Hızla yanımıza geldi.
“Rapor ver,” dedim, alçak bir sesle.
“Komutanım,” dedi Ulaş. “Halid’in adamlarından biri, doğrudan pazarın doğu köşesindeki baharatçıda görülmüş. Ancak şu an burada değiller. Muhtemelen malikâneye dönmüş olabilirler.”
Başımı salladım. “Anlaşıldı. Gözümüzü açık tutalım. Şüpheli hareketler görürseniz, hemen rapor edin.”
Çarşıdaki işlerimizi tamamladıktan sonra hızla bölgeden ayrıldık. Halid’in adamlarıyla karşılaşmamış olmamız, bir yandan avantajdı. Ancak bu durum, bizi daha dikkatli olmaya zorluyordu. Görev asıl şimdi başlıyordu.
Eve dönerken, araç içinde sessiz bir analiz yaptık. Bugünkü bilgileri raporlamak, yarınki hamlelerimizi planlamak için önemliydi. İlteriş ve Ulaş, dikkatlerini tamamen yolculuğa vermişti. Ben ise zihnimde bir sonraki adımı tasarlıyordum.
Bu topraklarda her an tetikte olmak zorundaydık. Her bakış, her adım, her kelime bir tehdidi gizliyor olabilirdi. Görev basitti: Bilgi toplamak ve görünmez kalmak. Ama bu basit görevler bile hayatın iplerini sıkıca tutmamızı gerektiriyordu.
12:00 – Eve Dönüş ve Beklenmeyen Misafir
Görevimizi başarıyla tamamlamış, çarşıdaki gözlemlerimizden notlar almıştık. Eve döndüğümüzde her şey olması gerektiği gibiydi. İlteriş, çantasını yere bıraktı ve mutfağa yöneldi. Ulaş ise sessizce dinleme cihazındaki kayıtları incelemeye başladı. Ben de oturma odasına geçip not defterimi çıkardım. Herkesin görevi belliydi.
Tam ortamın sessizliğine alışmışken, dış kapıdan gelen hafif bir tıklama sesini duydum. İlk başta önemsemedim. Ancak ikinci tıklama biraz daha sert geldi. Kaşlarımı çatarak İlteriş’e döndüm.
“Kapıyı bekliyor muydun?” diye sordum.
İlteriş başını iki yana salladı. “Hayır komutanım. Kimse bizi burada bulamaz. Halid’in adamları dışında kimse adresimizi bilmiyor.”
Bu söz, bir alarm gibiydi. Silahımı sessizce çekip, yanımdaki duvara yaslandım. İlteriş de Glock 17’sini çıkardı. Ulaş, bir an için paniklemiş görünse de hızla toparlandı ve çantasından SIG Sauer’ini çıkardı.
Kapıya doğru yavaş adımlarla ilerledim. Ayak seslerim neredeyse duyulmayacak kadar hafifti. İlteriş, arkamdan tam bir gölge gibi hareket ediyordu. Kapının yanına vardığımda derin bir nefes aldım. Gözlerimle İlteriş’e hazır mısın diye sordum, o da başını salladı.
Kapıyı hızla açtığımda, karşımda genç bir çocuk buldum. Üzerinde yıpranmış kıyafetler vardı ve elleri titriyordu. İlk bakışta tehlikeli görünmüyordu ama bu topraklarda hiçbir şeyi hafife alamazdık.
“Kim olduğunu ve burada ne yaptığını söyle,” dedim, sesimdeki otoriteyi kaybetmeden.
Çocuk, korkuyla geriye çekildi. Arapça bir şeyler mırıldandı. Yavaşça silahımı indirdim ama tetikte kalmaya devam ettim.
“Komutanım,” dedi Ulaş, yanıma gelerek. “Sanırım yiyecek veya para istemeye gelmiş olabilir. Üzerinde silah görünmüyor.”
Bir an düşündüm. Çocuğun masum görünmesi, masum olduğu anlamına gelmiyordu. Gözlerimi çocuğun ellerine ve cebine çevirdim. Yavaşça konuşmaya devam ettim.
“Eğer yardım istiyorsan, doğru bir kapıyı çaldığını sanmıyorum,” dedim.
Tam o sırada, çocuğun gözleri büyüdü ve panikle yere eğildi. “KAÇIN!” diye bağırdı.
Kapının hemen dışında, hafif bir tıkırtı duyuldu. İlteriş, refleksle beni geriye çekti. Ulaş, hızla yere yattı. Bir saniye bile geçmeden, kapının hemen yanında bir patlama oldu. Evin duvarları sarsıldı, camlar paramparça oldu. Şarapnel parçaları her yere saçıldı.
Kulaklarım uğuldayarak ayağa kalkmaya çalıştım. İlteriş’in bana bağırdığını görebiliyordum ama söylediklerini duyamıyordum. Ulaş, hemen çocuğun üzerine atlamış ve onu korumaya çalışıyordu.
“HERKES İYİ Mİ?” diye bağırdım, kulaklarım hala çınlarken.
“Komutanım!” dedi İlteriş, hızla yanıma gelip beni yerden kaldırdı. “Bir pusu! Halid’in adamları olabilir!”
Ulaş, çocuğu yerden kaldırırken onun hala titrediğini fark ettim. Gözleri yaş doluydu. “Beni zorladılar,” diye fısıldadı. “Eğer gelmezsem, ailemi öldüreceklerini söylediler.”
“Silahlarınızı alın,” dedim, sesim hala yankılanıyordu. “Bu bir testti. Halid, güvenimizi ölçmeye çalışıyor. Ama biz, onun beklentilerinin çok üstündeyiz.”
İlteriş ve Ulaş, hızla silahlarını kuşandı. Ben ise çocuğu yere oturtup göz hizasında baktım. “Eğer doğru söylüyorsan, burada güvendesin. Ama yalan söylüyorsan, seni koruyacak kimse kalmaz.”
Başını salladı, gözleri umutla parlıyordu.
“Plan şu,” dedim, sakin bir şekilde ekibime. “Halid’e, bu saldırının bizi korkutmadığını göstereceğiz. Ama önce kim olduğunu ve ne kadar ileri gitmeye hazır olduğunu öğrenmeliyiz. Ulaş, çocuğu sorgula. İlteriş, güvenliğimizi sağla. Ben de bölgedeki hareketleri analiz edeceğim.”
Bu görev, planladığımızdan daha tehlikeli hale gelmişti. Ama bu, bizim geri çekileceğimiz anlamına gelmiyordu. Halid El Karim, bizi tanıyacaktı. Ve bu tanışma, onun son hatası olacaktı.
19:00 – Partiye Hazırlık
Güven testinden başarıyla geçmiştik. Halid’in adamları, sabah yaşananları tamamen bir “yol kazası” gibi göstermişti. Biz de öyle davranmıştık. Ama işin aslı, bu kazanın tam merkezinde Halid’in bizi sınama çabası olduğunu hepimiz biliyorduk. Yine de sonuç istediğimiz gibiydi.
“Bay Ahmed, Bay Ali, Bay Zayed,” dedi Halid’in adamlarından biri, malikanemize geldiğinde. “Halid Bey sizi bu akşam villasında ağırlamak istiyor. VIP konuklarımızsınız.”
Bunu duyduğumda bir yandan rahatlamış, bir yandan da içimdeki tetikte olma hali biraz daha artmıştı. Çünkü bu bir davet değil, daha derin bir teste giriştiğimiz anlamına geliyordu.
“Teşekkür ederiz,” dedim, hafifçe başımı eğerek. “Halid Bey’in nezaketine layık olmaya çalışacağız.”
Adamlar ayrıldıktan sonra içeri döndüm. İlteriş kanepeye yayılmış, telefonunda olmayan internetle oyun oynuyormuş gibi yapıyordu. Ulaş ise mutfakta, kahvesini yudumluyordu.
“Toplanın beyler,” dedim ciddi bir sesle. “Bu akşam Halid’in villasında VIP konuklarız. O yüzden şu yorgun görüntünüzü silkeleyip adam gibi hazırlanın.”
Dolabı açtım. İçerideki takım elbiseler hala dün akşamki kadar şık ve pahalı görünüyordu. Benim takımım: Gucci, siyah, ince kesim. Beyaz gömlekle kombinleyip, kırmızı bir kravat taktım. Ayakkabılarım, parlatılmış siyah deri bir çift Salvatore Ferragamo.
İlteriş, takım elbisesini kontrol ederken homurdanıyordu. Onun tercihi: Hugo Boss. Koyu lacivert, çift düğmeli ceket ve gri bir kravat. Ulaş ise Armani’nin gri tonlarında bir takımını seçmişti. Ulaş, gömleğinin yakasını iliklerken hafifçe sırıttı.
“Komutanım, şu giydiğimiz kıyafetlerin parasını hesaplasak var ya, üç köy doyururuz.”
“Üç köyü doyurmak mı?” dedim, ceketimin düğmelerini iliklerken. “Bu kıyafetler bizi doyuracak. Halid’in güvenini alırsak, elimizde daha büyük bir lokma olacak.”
İlteriş, aynada saçlarını kontrol ederken gülümsedi. “Komutanım, Halid bizim bu kadar yakışıklı olduğumuzu bilmiyordu herhalde. Bu adam VIP davet diye bizi mankenlik için çağırmış olabilir.”
“Sus lan,” dedim hafifçe gülerek. “Hazır olun, çünkü bu akşam sahneye çıkıyoruz.”
Malikaneye vardığımızda, lüks ve debdebenin ne demek olduğunu bir kez daha anladık. Villanın önünde sıra sıra park etmiş pahalı arabalar, içerideki partinin ne kadar üst düzey olduğunu gösteriyordu. Bizim bindiğimiz Mercedes-Maybach, ortamda sırıtmıyordu.
Kapıya geldiğimizde Halid’in adamlarından biri bizi karşıladı. “Bay Ahmed, Bay Ali, Bay Zayed. Hoş geldiniz. Halid Bey sizi bekliyor.”
Villanın içine girdiğimizde gözlerim her detayı kaydetmeye başladı. Tavandaki devasa avize, altın kaplama merdiven korkulukları, duvarlardaki tablolar… Halid, zenginliğini göstermek için hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Ama bu gösterişin arkasında bir güvenceye duyulan ihtiyaç vardı. Halid, parasıyla kendini güvende hissetmek istiyordu.
Halid bizi görünce kollarını açtı. “Bay Ahmed! Bay Ali! Bay Zayed! Nihayet geldiniz.”
El sıkıştık, gülümsedik. İlteriş ve Ulaş, tam bir profesyonel gibi davranıyordu. Ben ise Halid’in gözlerine bakarak bir adım öne çıktım.
“Sizin gibi bir ev sahibinin misafiri olmak bizim için büyük bir onur,” dedim, sesimdeki samimiyeti abartmadan.
Halid gülümsedi. “Bu akşam, iş konuşmak yok. Sadece keyif. Buyurun, size eşlik edeceğim.”
Villanın büyük salonunda bir masaya oturduk. Halid, yanımıza gelip oturdu. Gözleri etrafı tarıyordu ama bize dönük yüzünde bir memnuniyet vardı.
“Bay Ahmed,” dedi bana. “Sizden bir ricam var. Misafirlerime birkaç hikaye anlatın. Eminim geçmişinizde ilginç anılarınız vardır.”
İçimden küfrettim ama yüzümde bir gülümsemeyle cevap verdim. “Tabii ki. Herkesin ilgi duyduğu şeylere göre bir hikaye anlatabilirim. Sizin için ne uygun olur, Halid Bey?”
“Bir tüccar olarak zenginliğe giden yolda yaşadığınız zorluklar,” dedi. “Herkes böyle şeyleri duymaktan hoşlanır.”
Hafifçe gülümsedim ve planladığımız hikayelerden birini seçerek konuşmaya başladım. “Her şey bir kum fırtınası sırasında başladı…”
O akşam, Halid’in güvenini daha da kazanmak için tüm yeteneklerimizi sergileyecektik. Bu, bizi daha büyük bir adım atmaya hazırlayan bir geceydi.
Halid’in ilgisi bizim masada yoğunlaşmıştı. Çevredeki misafirler müzik, dans ve yemekle meşgulken, Halid sorularıyla bizi tartıyordu. Bu gece, her şeyin kusursuz gitmesi gerekiyordu.
Halid, elindeki kristal kadehi masaya bıraktı ve gözlerini doğrudan bana dikti.
“Bay Ahmed,” dedi, sesi sakin ama dikkatle seçilmiş bir tonla. “Siz ve kardeşleriniz... Yani Bay Ali ve Bay Zayed... İngiltere’de mi büyüdünüz?”
Kafamda planladığımız geçmiş hikayesi hızla aklımdan geçti. Hafifçe gülümseyerek, omuzlarımı gevşetip cevap verdim.
“Evet, Halid Bey. Çocukken ailemizi kaybettik. İngiltere’de büyümek zorunda kaldık. Bir akrabamızın yardımıyla hayatta kaldık ama hayat bize pek merhametli davranmadı.”
Halid başını salladı, sanki anlamış gibi.
“Hayatta kalmayı başarmak bazen en büyük başarıdır,” dedi, gözlerinde hafif bir takdir ifadesiyle. “Ama söyleyin, zenginlik yolunda en büyük dersiniz ne oldu?”
Bu tür bir soru bekliyordum. Hafifçe öne eğilip, sanki bir sır veriyormuş gibi konuştum.
“Güven, Halid Bey,” dedim. “İnsanlar size paradan daha değerli bir şey sunmaz. Güven kazanmak zorundasınız, çünkü para bir gün tükenir. Ama güvenle her şeyi yeniden inşa edebilirsiniz.”
Halid’in yüzünde bir tebessüm belirdi. “İlginç bir bakış açısı. Peki ya para? Parayı güvenin önüne koyanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Ulaş, bu tür durumlarda bir şey söylememem gerektiğini biliyordu ama yine de sessizce göz ucuyla bana baktı. Cevabı ben verecektim.
“Para bir araçtır,” dedim, sanki bir filozofmuşum gibi. “Güç kazandırır, kapıları açar. Ama kontrol edemezseniz sizi köleleştirir. Paranın hizmetkarı olmaktansa, onun efendisi olmak daha iyidir.”
Halid, cevaplarımdan memnun olmuş gibi başını salladı. İlteriş’e dönerek hafifçe gülümsedi.
“Peki ya siz, Bay Ali?” diye sordu. “Siz bu dünyada paranın yerini nasıl görüyorsunuz?”
İlteriş hemen devreye girdi, sakin ve kendinden emin bir şekilde.
“Ben her şeyin pazarlık edilebilir olduğuna inanırım, Halid Bey,” dedi. “Hatta güven bile.”
Bu cümle bir anda ortamı biraz gerdi. Halid’in yüzü ciddileşti ama hemen ardından gülümseyerek başını salladı.
“Güzel bir bakış açısı. Ama umarım bana olan güveniniz pazarlık konusu değildir,” dedi hafifçe gülerek.
“Tabii ki değil,” dedi İlteriş, hemen gülümseyerek. “Sizin gibi bir liderin güvenini kazandığımız için onur duyuyoruz.”
Halid bir kahkaha attı ve kadehini kaldırdı.
“Bu gece, bu güzel sohbet için şerefe!” dedi.
Biz de kadehlerimizi kaldırdık. Göz ucuyla Ulaş’a baktım; onun da bu küçük testi geçtiğimizden emin olduğunu görebiliyordum. Ama işimiz henüz bitmemişti.
Halid’in bu soruları, sadece bir başlangıçtı. Partinin ilerleyen saatlerinde, daha zorlayıcı soruların gelmesini bekliyordum. Ancak şu an için güveni bizden yana gibi görünüyordu.
Halid’in ince ince işlenmiş soruları ve yaptığı çarpık esprilerle baş etmek zorundaydık. İnsanı gerim gerim geren bir zekâya sahipti, bunu anlamıştım. Elinde tuttuğu kadehi hafifçe sallayıp bize doğru eğildi.
“Bay Ahmed, İngiltere’deyken Türklerin ne kadar geri kafalı olduğunu anlamışsınızdır, değil mi? Hâlâ o eski, köhne geleneklerine tutunmaya çalışıyorlar. Hani şu, keçilerini çayıra salıp kendileri nargile içenlerden bahsediyorum,” dedi ve kendi esprisine kahkaha attı.
Gülmem gerektiğini biliyordum. İçimde küfürler havada uçuşuyordu ama yüzümdeki gülümsemeyi koruyarak başımı hafifçe eğdim.
“Ne diyebilirim ki, Halid Bey,” dedim, sanki keyif alıyormuşum gibi. “Her toplumun bir evrim süreci var. Bazıları daha hızlı ilerler, bazıları biraz geriden gelir.”
İlteriş’in gözlerinin anlık bir öfkeyle kısıldığını fark ettim ama o da belli etmedi. Yanındaki kadehi kaldırıp Halid’e doğru gülümseyerek, “İngiltere’de yaşamak bize bu farkı net bir şekilde gösterdi,” dedi.
Halid keyifle gülerken, yanımızda oturan Ulaş birden izin isteyerek kalktı. “Bay Zayed, müsaadenizle,” dedi nazik bir şekilde. Halid elini sallayarak izin verdi.
Ulaş’ın neden kalktığını biliyordum. Hızlı bir bakışla birbirimizi anladık. Birileri peşindeydi ve durumu netleştirmesi gerekiyordu.
Halid bir yudum daha alıp bize döndü.
“Ah, Bay Ahmed, İngilizler size iyi davranmıştır eminim. Ama yine de Türk kanınız yüzünden horlanmadığınız oldu mu?”
Kendimi sakinleştirmeye çalışarak kahkaha attım.
“Halid Bey,” dedim, sanki içtenlikle konuşuyormuşum gibi. “Hayat bir satranç tahtası gibi. Bazen siyah taşlarla başlarsınız, bazen beyaz taşlarla. Ama önemli olan hamlelerinizi doğru yapmak. Ayrıca ailemizin yarısı Türkiye’de olsa da bizde Arap kökenliyiz.”
Halid kadehini bana doğru kaldırıp gülümsedi.
“Bay Ahmed, siz tam bir diplomat gibisiniz. Bir gün siyasete atılmayı düşünmelisiniz.”
“Kim bilir,” dedim gülerek. İçimden ise, ‘Siyaset değil, bu işi bitirip seni ait olduğun yere göndermeyi düşünüyorum,’ diye geçiriyordum.
İlteriş ise soğukkanlı bir şekilde Halid’e döndü.
“Bay Halid,” dedi. “Belki de bu tür soruları başka bir sefere bırakmalıyız. İş konuşmayı çok sevdiğinizi biliyoruz ama biraz da şu partinin tadını çıkarmalısınız.”
Halid bir kahkaha daha attı ve konuyu değiştirdi. Ama biz orada otururken, kafamın bir köşesinde hep Ulaş vardı. Neler olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Halid’in konuşmalarını sürdürürken fark ettim ki, buradaki her anımız bizi hem hedefe hem de tehlikeye bir adım daha yaklaştırıyordu.
00:15 – Halid’in Kirli Dünyası ve Derinleşen Rol
Halid’in ağzından çıkan her kelimeyle, zihnimde onun dünyasının daha net bir tablosu çiziliyordu. Gözlerini kısarak konuştuğunda, sanki hayatında ne kadar yozlaşmışsa o kadar gurur duyuyormuş gibiydi. Elindeki tespihi sürekli döndürerek masadakilere dönüp sordu:
“Bay Ahmed, ailenizden bahsedin biraz. İngiltere’ye gitmeden önce nasıl bir hayatınız vardı?”
Sesi sanki bir avcının avını sorguya çekişi gibiydi. Kendimi boğazlanmış gibi hissetsem de belli etmedim. Hafifçe gülümseyip, “Babamın üç eşi vardı,” dedim. “Bu yüzden kardeşlerimin birbirine pek benzediğini söyleyemem. Çocukken hep bu çeşitliliğin bizim için bir zenginlik olduğunu düşünürdüm.”
Halid’in yüzü keyifle aydınlandı.
“Ahmed, Ahmed,” dedi kahkahalarla. “Sizin kanınızda gerçekten asil bir damar var. Bak, ben de dört eş sahibiyim. Hepsi birbirinden güzel. Ama tabii, bu işin en güzel yanı cariyeler. Onların keyfi bambaşka.”
Gözlerimin önünde bir an Umay’ın yüzü belirdi. Midemde bir düğüm oluştu, ama dudaklarımdan hâlâ profesyonel bir gülümseme eksik olmadı.
“Gerçekten öyle, Halid Bey,” dedim, sanki onaylıyormuş gibi. “Bazı şeyler var ki, onların keyfi ancak bu coğrafyada yaşanır.”
Halid başını sallayıp tespihini daha hızlı çevirdi. “Ahmed, sen tam benim adamımsın,” dedi. “Sana bir şey göstermek istiyorum.”
Elini kaldırıp, masaya getirilen küçük şeffaf torbaları işaret etti. İçlerinde parlak beyaz şeker kristallerine benzeyen bir madde vardı. Halid bir torbayı eline alıp dikkatlice inceledi.
“Bu,” dedi gururla. “Sadece şeker gibi görünür. Ama bir tadına bak, Ahmed. Beyninde bir cennet bahçesi açılacak.”
İlteriş yanımda oturmuş, suskun bir şekilde olan biteni izliyordu. Ulaş ise, tam zamanında rolünü oynadı. Masaya hafifçe eğilip torbalardan birini işaret etti.
“Bay Halid, bu gerçekten bu kadar iyi mi?” diye sordu merakla.
Halid keyifle güldü. “Denemeden bilemezsin, Bay Zayed. Ama sen benim misafirimsin. İlk tadımı hediye ediyorum.”
Ulaş torbayı aldı ve cebine koydu. Sanki gerçekten ilgileniyormuş gibi bir bakış attı. “Bunu kesinlikle değerlendireceğim,” dedi, nazik bir şekilde.
Ama biz ne olduğunu biliyorduk. Bu, basit bir uyuşturucu değil, Halid’in kirli ağının bir parçasıydı. Halid kadınları sadece cariye olarak kullanmıyor, aynı zamanda ticaretlerini yapıyor ve uyuşturucu trafiğiyle bu pis düzeni finanse ediyordu.
Halid’in yüzündeki kibirli gülümsemeye bakarken içimden geçeni belli etmemek için kendimi zor tuttum. Bu adamın maskesini düşürmek, artık sadece bir görev değil, bir sorumluluktu.
Masadan kalkarken, Halid’in son bir cümlesi aklımın bir köşesine kazındı:
“Ahmed, sizinle iş yapmayı çok isterim. Ama bu işte güven her şeydir. Göreceğiz bakalım, güvenilir misiniz.”
Güvenilir miyiz? Emin ol, Halid, güvenimizi bir kez kazanırsan o güveni kullanarak seni tarihe gömeceğiz.
Halid, bizi bir sonraki adım için test etmek istercesine, çevresine bakıp keyifli bir kahkaha attı. “Ahmed, Ali, Zayed,” dedi. “Bu gece benim malikanemde düzenlediğim küçük bir partide sizi görmek istiyorum. Orada bazı değerli dostlarımla tanışacaksınız. Belki sizin de işinize yarayacak bağlantılar kurarız.”
Davet ettiği bir parti değildi; bu bir meydan okumaydı. Kabul etmemek, güvenilirliğimizi zedelerdi. İlteriş hemen söze girdi. “Bay Halid, davetiniz bizim için bir onurdur. Orada olacağız.”
Halid başını sallayıp memnuniyetle gülümsedi. “O zaman sizi orada göreceğim. Ve şunu unutmayın,” dedi, gözleri parıldarken. “Orası benim dünyam. Kim olduğunuzu, ne yaptığınızı bilirim. Ama bu gece kim olduğunuzu göstereceksiniz.”
Villaya döndüğümüzde hava ağır bir sessizliğe bürünmüştü. Ama içeride işler harıl harıl devam ediyordu. İlteriş hemen kapıdan içeri girerken ceketini çıkardı ve “Ulaş, bana çabuk bir kahve yap,” dedi. “Gece uzun olacak.”
Ben ise banyoya yönelip yüzüme soğuk su çarptım. Aynada kendi yansımaza bakarken derin bir nefes aldım. “Halid bizi test ediyor,” dedim kendi kendime. “Ama bu gece sadece testi geçmeyeceğiz. Onun güvenini de kazanacağız.”
Gardırobumdaki en pahalı takım elbiseyi seçtim. Umay’ın hazırlattığı Versace gri takım elbiseyi giyip kravatımı bağladım. Ayakkabılarımı parlattıktan sonra saçımı düzelttim. Aynada gördüğüm adam tanıdık geliyordu, ama gözlerinde bambaşka bir kararlılık vardı.
Ulaş yanıma geldi. O da takım elbisesini giymiş, boynuna bir Osmanlı yüzüğü takmıştı. “Komutanım,” dedi. “Halid bizi sadece test etmiyor. O adamlara bizi satmaya çalışabilir. Dikkatli olmalıyız.”
“Biliyorum, Ulaş,” dedim. “Ama önce kendimizi satabilirsek, Halid’i masaya oturtabiliriz. Onun oyununda ustalaşmalıyız.”
İlteriş arkamızdan içeri girdi. Elinde bir fincan kahve vardı ve Gucci siyah takım elbisesiyle tamamen hazır görünüyordu. “Eğer Halid bir yanlış yaparsa,” dedi, fincanı masaya koyarken. “O gün onun son günü olur.”
Halid’in malikanesine girdiğimizde gözler üzerimizdeydi. Altın kaplamalı mobilyalar, şatafatlı avizeler, ortada dönen Arapça müzik... Ortam tamamen Halid’in gücünü göstermek için düzenlenmişti.
Halid bizi kapıda karşıladı. “Bay Ahmed, Bay Ali, Bay Zayed!” dedi gülerek. “Hoş geldiniz. Bakıyorum da, siz gerçekten tarzınızı konuşturuyorsunuz.”
“Sayenizde,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
Halid’in yanında bir grup adam vardı. Bazıları Arapça konuşuyordu, bazıları ise İngilizce. Ama yüzlerinde aynı kibirli ifade vardı. Halid, bizi adamlarına tanıttı.
“Ahmed,” dedi, bana dönerek. “Babandan bahsetmiştin. Üç eş... Bu çok ilginç. Aileni yönetmek zor olmadı mı?”
Gözlerim bir an parladı. “Ailemi yönetmek mi?” dedim, gülümseyerek. “Bizim ailede yönetmek diye bir şey yoktu. Herkes kendi yolunda yürürdü. Ben de kendi yolumda yürüdüm. Ama bir şey öğrendim, Halid Bey. Yönetmek değil, güven inşa etmek önemli.”
Halid, söylediklerimden memnun görünüyordu. “Güzel bir bakış açısı,” dedi. “Bu gece çok eğleneceğiz.”
Ulaş, adamların arasına karıştı ve tuvalet bahanesiyle dikkatlice etrafı kolaçan etmeye başladı. İlteriş, elinde içki bardağıyla ortamı izliyor, her detayı aklına kazıyordu. Ben ise Halid’in dikkatini dağıtmak için sohbeti sürdürdüm.
Ama bir şey belliydi: Bu gece, Halid’in sırlarını öğrenmek için büyük bir fırsattı. Ve biz o sırları alacaktık.
Halid’in dikkatini üzerimde tutmak için konuşmaya devam ediyordum. Ulaş ise etrafta dolaşıyor, Halid’in adamlarının arasına karışıyordu. Herkesin dikkatini çekmeden bir köşede duran masa üzerinde yer alan uyuşturucu torbalarına göz ucuyla bakarken, adamların konuşmalarını dinlediğini fark ettim.
Halid, bana doğru eğilip alaycı bir gülümsemeyle konuştu:
“Ahmed, senin bu güven inşa etme işini sevdim. Ama söyle bakalım, bu kadar güvene layık olduğunu nasıl ispatlayacaksın? Benimle iş yapmak kolay değil. Zekânı, cesaretini ve bağlılığını kanıtlaman lazım.”
O an Halid’in beni test etmeye devam ettiğini anladım. Sakin kalmalıydım. “Bay Halid,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Cesaret ve bağlılık bir adamın cebinde taşıdığı şeyler değildir. Ama fırsat verildiğinde, göstermek için hiçbir tereddüt yaşamam.”
Halid, söylediklerimden etkilenmiş gibi başını salladı. “Göreceğiz, Ahmed,” dedi. “Bu gece birkaç dostumla tanışacaksınız. Onların güvenini kazanmanız da önemli.”
Ulaş, tuvalet bahanesiyle binanın arka taraflarına doğru yöneldi. Duvarlarda asılı ağır perdelerin arkasında gizli geçitler olduğunu fark etti. Birinin ardında büyük bir oda vardı; içeri sızdığında masaların üstünde torbalara doldurulmuş beyaz bir madde ve mühimmat yığını gördü. Uyuşturucu ve silah ticareti yapıldığı artık kesinleşmişti.
Yanındaki gizli cihazla hızlıca fotoğraflar çekti. Ardından odayı terk ederken arkasında birinin olduğunu fark etti. Bir adam onu izliyordu. Hemen Halid’in adamlarından biriyle ayaküstü sohbet ederek durumu toparladı.
“Bu malikâne çok etkileyici,” dedi Ulaş, Arapça aksanıyla konuşarak. “Sizin işinizde detaylar her şeydir, değil mi?”
Adam şüpheli bakışlarını geri çekti ve omuz silkti. “Halid Bey, detayları sever,” dedi ve başka bir yöne doğru uzaklaştı.
İlteriş ve ben, Halid’in “dostları” olarak tanıttığı birkaç kişiyle tanışmaya başladık. Bu kişiler genellikle zengin görünümlü, ama yüzlerinde sinsi bir ifade taşıyan adamlardı. Her biri Halid’e bağlılığını kanıtlamış, onun karanlık ağında yer alan figürlerdi.
Halid, elini bir adamın omzuna koydu. “Ahmed, bu Bay Rafiq,” dedi. “O, iş dünyasında bir dehadır. Finansal işlerimizi o yönetir. Ondan öğreneceğiniz çok şey var.”
Bay Rafiq bana bakarak alaycı bir şekilde gülümsedi. “Bay Ahmed,” dedi. “İş dünyasında sadakat ve kâr arasında denge kurmayı öğrenmek zorundasınız. Siz bu dengeyi nasıl kurarsınız?”
Sakin bir şekilde cevap verdim. “Sadakat ve kâr arasında bir denge kurmak, insanları doğru yerde konumlandırmaktan geçer,” dedim. “Kâr için sadakatinizi kaybederseniz, sonunda her ikisini de kaybedersiniz. Ama sadakati sağlam temellere oturtursanız, kâr zaten gelir.”
Rafiq, bu cevabımdan memnun kalmış gibi başını salladı. “İlginç bir bakış açısı,” dedi. “Göreceğiz, Bay Ahmed.”
Partinin ilerleyen saatlerinde Halid bizi bir kenara çekti. “Bugün beni etkilediniz,” dedi. “Ama bu sadece başlangıç. Daha büyük işlerde nasıl performans göstereceğinizi görmek istiyorum. Yarın sabah size yeni bir görev vereceğim.”
Bu sözler, Halid’in güvenini kazanmaya başladığımızın işaretiydi. Ama aynı zamanda tehlikenin de büyüdüğünü gösteriyordu.
Eve dönerken, Ulaş keşfettiği bilgileri bizimle paylaştı. Halid’in uyuşturucu ve silah ticaretindeki rolü artık netleşmişti. Ancak onun ağına daha fazla sızmamız gerekiyordu.
Gece boyunca, kafamda yeni planlar kurarken bir yandan da Halid’in verdiği yeni görevi düşünüyordum. O gece, bir adım daha ilerlemiştik. Ama yolumuz hala uzundu.
Malikâneden eve döndüğümüzde üzerimde Halid’in söylediklerinin ve o iğrenç kahkahalarının ağırlığı vardı. O herifin kadınları bir meta gibi anlatışı, insanları aşağılayışı, yaptığı o iğrenç ticaret... Midem bulandıkça bulandı.
Kapıyı sertçe kapatıp, ceketimi çıkararak kanepeye fırlattım. "Bu kadar alçak, bu kadar mide bulandırıcı bir herif nasıl hâlâ nefes alabiliyor?!" diye bağırdım. Öfkemden elimdeki bardağı duvara fırlattım, parçalanan camlar zemine dağıldı.
Ulaş ve İlteriş, beni o hâlde görünce sessizce yanıma yaklaştılar. İlteriş omzuma elini koydu. "Altay, sakin ol," dedi. "Bu görevin amacı zaten o pisliği ortaya çıkarmak. Sen sinirlenirsen oyunu kaybederiz."
Ulaş da yere eğilip cam parçalarını toplamaya başladı. "Komutanım, sinirlenme hakkımız yok," dedi, sakin ama kararlı bir sesle. "Biz görevdeyiz. Halid gibilerden tiksinmek bizim işimiz değil; onları devirmek bizim işimiz."
Nefesimi kontrol etmeye çalışarak kanepeye oturdum. Ellerimi yüzüme kapattım. Haklıydılar, ama sinirimi kontrol etmek zordu. “Tamam,” dedim sonunda, derin bir nefes alarak. “Haklısınız. Ama Allah şahidim olsun, o adamın yaptıklarının hesabını vereceği günü göreceğim.”
İlteriş başıyla onayladı. “O günü görmek için soğukkanlı olmalısın, Altay. Şimdi biraz uyu. Yarın bizi daha zorlu bir gün bekliyor.”
Herkes odasına çekildikten sonra, yatakta dönüp durdum. Uyuyamıyordum. Aklım Halid’in yüzündeki o sinsi ifadede ve umaydaydı. Kendimi biraz olsun rahatlatmak için mektup yazmaya karar verdim. Çalışma masama oturup, mumu yaktım. Kâğıdı önüme alıp, dolmakalemimi mürekkebe batırdım. Derin bir nefes alarak yazmaya başladım.
Sevgili Leydim,
Bugün ne kadar yorucu bir gün olduğunu anlatamam. Ruhumun en derin yerlerine kadar yorulduğumu hissettim. Halid denen o mahlukun her sözü, her kahkahası mideme bir yumruk gibi indi. Ama biliyorum, bu pisliğin içinde debelenenlerin cezasını görmek için sabretmem gerek.
Seni düşünmeden tek bir an geçirmiyorum. Ellerini tutmayı, gözlerinde huzuru bulmayı o kadar özledim ki. Bugün Halid’in o pis dünyasında dolaşırken tek tesellim, bir gün bu görev bittiğinde sana dönecek olmamdı.
Leydim, sen benim sabrımın sebebisin. Sen benim en güzel bahanemsin. Bir gün Halid gibiler yok olacak, ama senin gibi iyilik taşıyan insanlar hep parlayacak. İşte bu inançla dayanıyorum.
Bugün bir yıldız kaydı ve dileğim sensiz hiçbir geceye uyanmamak oldu. Sen benim yıldızım oldun, gökyüzümü aydınlatan ışığım.
Benim için dua et, leydim. Çünkü senin duaların beni ayakta tutuyor.
Her zamanki gibi özlemle ve aşkla,
Senin Altay’ın
Mektubu katlayıp göğüs cebime koydum. Belki de bir gün gerçekten okuma fırsatı olur diye içimden geçirdim. Mum ışığını üfleyip yatağa uzandım. Umay’ın gözleriyle dolu bir hayal dünyasında, sessizce uykuya daldım.
Sabahın Erken Saatleri
Sabah ezanıyla uyandım. İlk işim, bir gece önce yazdığım mektubu güvenli alana, diğer mektupların arasına koymak oldu. Bu mektuplar benim için hem bir teselli hem de bir gün umay’a ulaştıracağım sözlerin birer hatırasıydı. Mektupları yerine yerleştirdikten sonra geçen günün raporunu yazmaya koyuldum. Halid’in malikânesinde yaşananları detaylıca aktardım; hem keşfettiğimiz bilgiler hem de dikkat çeken anekdotlar, raporda yerini buldu.
Namazımı kılıp duamı ettikten sonra mutfağa geçtim. Biraz kahvaltı hazırlamaya başladım. Sofrayı kurarken mutfağın kapısı açıldı. Ulaş içeri girdi, yüzünden yorgunluk akıyordu. Sabahın erken saatlerinde uyumadan istihbarat toplamaya gitmişti. Bir elinde dosyalar, diğer elinde gözlerini ovuşturuyordu.
"Sabah şerifleriniz hayrolsun, komutanım," dedi, hafifçe gülümseyerek. Ama gözlerinden uyku akıyordu.
"Hayırdır Ulaş, bu ne hal?" dedim, çaydanlığı ocağa koyarken.
Gülerek omuz silkti. "Sahada olmayı özlemişim, komutanım. Gece birkaç bilgiye ulaştım. Önemli detaylar var. Ama önce..." Kendine kahve yaptı, sert bir yudum aldı ve ardından yanağına sertçe bir tokat attı. "Uykuyu açmanın en etkili yolu."
Başıyla sofraya işaret ettim. "Otur Ulaş, kahvaltını yap. Sonra detayları konuşuruz."
Oturdu, ama çay yerine kahveyle yetindi. Ben ve ilteriş sofrada yemek yerken, Ulaş’ın anlattıklarını dinliyorduk. "Halid’in ağında sadece kadın ticareti yok, komutanım," dedi Ulaş, sesinde tedirgin bir tonla. "Uyuşturucu rotası geniş bir ağın parçası. Avrupa’ya kadar uzanıyor. Bu ağın içinde daha önce duymadığımız isimler de var."
Kafamı salladım. “Güzel iş çıkarmışsın. Ama artık dinlenme vakti. Git biraz uyu, Ulaş. Yorgunlukla dikkatin dağılmasın.”
Yorgun bir gülümsemeyle başını salladı. "Emredersiniz, komutanım."
Ulaş odasına çekildikten sonra, ilteriş karşıma oturdu. Yüzü her zamanki gibi uykudan şişmişti ama bu kez elini yüzünü yıkamış olarak gelmişti. Bir süre sessizlik içinde kahvaltımıza devam ettik. Dünü düşünüyorduk. Halid’in o kahrolası kahkahaları, planladığımız bir sonraki adım, her şey aklımızın bir köşesindeydi.
İlteriş bir dilim ekmeği tereyağına banarken birden bana döndü. "Komutanım," dedi ciddi bir ifadeyle. "Halid’in ipini çekmek için sabırlı olmamız lazım. Ama bir gün... O herifin suratındaki o alaycı ifadeyi silme günümüz gelecek."
Kafamı salladım. “Gelecek. Ama bugün değil. Bugün biz sabırlı olacağız. O güne kadar bizden hiçbir şey sezmemesi lazım.”
Göz göze gelip, birbirimizi anladığımızı bildiren bir bakış attık. Kahvaltının geri kalanı sessizlik içinde geçti. Altında ise derin bir azim vardı; bu görevi bitirip, bu pisliği temizlemek için bir gün daha mücadeleye hazırdık.
Kahvaltıyı bitirip sofrayı topladıktan sonra odama geçtim. Bugün Halid’in yanına, altın ve mücevher ticareti için gitmemiz gerekiyordu. Masamın üzerindeki Umay’ın bizim için özenle seçtiği takım elbiselere göz attım. Hepsi inanılmaz pahalı ve şıktı. Kendi takımımı aldım; koyu lacivert bir Hugo Boss, içinde ince çizgilerle detaylandırılmış. Altına parlak siyah bir ayakkabı ve kol düğmeleri ekledim. Saatimi takmayı da ihmal etmedim; markası bir statü göstergesiydi: Audemars Piguet.
Son dokunuş olarak, dolabımdaki en ağırbaşlı, ama etkileyici kokuyu seçtim. Creed Aventus… Bir damlası bile yeterliydi.
Tam düğmeleri iliklerken kapıdan İlteriş’in sesi geldi. "Komutanım, Ulaş hâlâ uyuyor. Kalkmıyor bu herif."
Derin bir nefes alıp gömleğimin yakasını düzelttim. “Git, uyandır onu. Giyinmesini söyle. İşimiz var,” dedim. İlteriş omuz silkerek çıktı.
Son hazırlıklarımı tamamladıktan sonra yanlarına gittim. Ulaş, İlteriş’in dürtüklemesiyle sonunda uyanmış ve hazırlığını tamamlamıştı. Giydiklerini görünce onaylar bir şekilde başımı salladım. İlteriş, bordo bir Zegna takım giymişti; kesimi ona gayet yakışmıştı. Ulaş ise gri bir Brioni tercih etmişti. Parlak bir yelekle kombini tamamlamıştı ve tabii ki parmağındaki devasa Osmanlı tarzı yüzük göz kamaştırıyordu.
"Yakışıklılar ordusu," dedim hafifçe gülerek. "Ama unutmayın, şıklık kadar rol yapmak da önemli."
İlteriş sırıttı. “Endişe etme komutanım, o kısmı bana bırak.”
Ulaş elinde tuttuğu altın ve mücevher dolu çantayı gösterdi. “Bunlar şimdiden bile ağır geliyor. Halid görse elleri titrer.”
“Görsün,” dedim soğukkanlılıkla. “Ama en ufak bir açık vermek yok. Bize güvenene kadar elimizde sadece bu gösteriş var.”
Kapıyı kilitleyip dışarı çıktık. Sokakta yürürken herkes dönüp bize bakıyordu. İki gündür bulunduğumuz bu yerde şıklığımızla fazla dikkat çektiğimizin farkındaydık, ama yapacak bir şey yoktu. Bu, Halid’in güvenini kazanmanın bir parçasıydı.
Arabaya binip yola çıktık. İlteriş direksiyondaydı, ben yan koltukta oturuyordum. Ulaş ise arkada, çantayı sıkıca tutmuştu. Gözüm yan aynadan ona kaydı. “O çantayı sakın gözünün önünden ayırma. O bizim biletimiz.”
“Merak etme komutanım, gözüm gibi bakıyorum,” dedi Ulaş, çantasını bir kez daha sıkıca kavrarken.
Yolda sessizlik hakimdi, ama herkesin zihni çalışıyordu. Halid’in evine yaklaşırken içimde bir gerginlik vardı. Bu görevin her detayı önemliydi. En küçük bir hata her şeyi mahvedebilirdi. Ama gözümde bir an için Umay’ın yüzü canlandı. Kendime söz verdim: Bu işi bitirip döneceğim. Umay’a verdiğim sözü tutacağım.
Arabayı Halid’in malikânesinin önüne park ettik. Kapıda bizi karşılayan adamlar her zamanki gibi bizi baştan aşağı süzdü. İlteriş kapıyı kapatırken dönüp bana baktı.
"Komutanım," dedi hafif bir tebessümle, "sen bu lüks takım elbiseyle bu işin içine fazlasıyla yakışıyorsun."
"Takım elbise kurtarırsa, mesele yok," dedim hafif bir alayla. “Hadi, oyunu oynayalım.”
Ve Halid’in malikânesine doğru yürümeye başladık.
Halid’in Malikânesinde
Güvenlik kontrolünden geçmek beklediğimden kolay olmuştu. Tabii, üzerimizde taşıdığımız çantalar ve dış görünüşümüz, her adımda rolümüzü pekiştiriyordu. Halid’in adamları bizi süzerken ne çantaların içeriğini sorguladılar ne de üzerimizdeki takıları. Yine de, o bakışlar… Hiçbir şeyi kaçırmayan gözler.
Malikânenin devasa kapıları açıldığında, içerideki ihtişam adeta yüzümüze çarptı. Halid, malikânesini kendi krallığı gibi kurmuştu. Yüksek tavanlı odalar, altın kaplamalı mobilyalar ve duvarları süsleyen devasa tablolar… Her şey "ben paradan yapılmışım" diye bağırıyordu.
Bir adam bizi Halid’in özel odasına götürdü. Oda, malikânenin geri kalanından bile daha gösterişliydi. Tavanda devasa bir avize asılıydı; cam kristalleri ışıkta dans eder gibiydi. Halid, deri koltuğuna yayılmış bir şekilde bizi bekliyordu. Yüzünde, insanı rahatsız eden o kendinden emin sırıtışı vardı.
“Bay Ahmed, Bay Ali, Bay Zayed…” dedi, bizi selamlayarak. "Hoş geldiniz. Bugün sizinle özel bir iş konuşacağız. Mücevher ticaretinin inceliklerini öğrenmek istiyorum.”
Ellerimizdeki çantaları masanın üzerine bıraktık. İlteriş ve Ulaş sessizce oturdu, rol gereği Halid’le konuşmayı ben üstlenecektim.
“Bay Halid,” dedim, sesimde tam kararında bir özgüvenle. “Bugün size getirdiğimiz parçalar, ticaretimizin ne kadar seçkin olduğunu gösterecek. Her biri özel tasarım, her biri eşsiz.”
Halid, çantalardan birini açtı. İçindeki mücevherlere bir süre hayranlıkla baktı. Özellikle büyük pırlantalı bir kolye ilgisini çekmişti. Kolye, dikkatlice incelemek için ellerine aldığında, yüzündeki memnuniyet ifadesi derinleşti.
"Bu güzellikleri nereden buluyorsunuz?” diye sordu, gözlerini kolyeden ayırmadan.
"Bay Halid," dedim, ufak bir gülümsemeyle. "Bizim işimiz kaynakları sır gibi saklamaktır. Ama size şu kadarını söyleyeyim; bu parçalar, dünyanın dört bir yanından geliyor. Öyle kolay bulunacak şeyler değil."
Halid, gözlerini bana dikti. "Güzel. Sır saklamak ticarette değerlidir. Ama ben her sırrı öğrenmek isterim, Bay Ahmed. Sizinkiler de dâhil.”
Bu sözlerde bir tehdit gizliydi, ama yüzümdeki ifadeyi bozmadım. "Her şeyin bir zamanı var," dedim, kibar ama mesafeli bir şekilde.
Halid kahkaha attı. "Doğru söylüyorsunuz. Ama zamanı geldiğinde, ben öğrenmek istediğimi öğrenirim."
Bu sırada Ulaş’ın elleri hâlâ dizlerinin üzerindeydi, sanki sakin görünmeye çalışıyormuş gibi. Ama gözleri odanın köşelerindeki güvenlik kameralarını tarıyordu. İlteriş ise, Halid’in söylediklerini dikkatle dinliyor ve hiçbir detayı kaçırmıyordu.
Halid, elindeki kolyeyi masaya bıraktı ve ellerini çırparak iki adamını çağırdı. "Misafirlerimize bu güzelliklerin karşılığını ödeyelim," dedi.
Adamlar çantaları aldı ve başka bir odaya götürdüler. Bu sırada Halid, bize dönerek, "Bu işte uzun vadeli bir ortaklık görüyorum," dedi. "Ama beni daha da ikna etmeniz gerekiyor."
“Bay Halid,” dedim, gözlerimi onun gözlerine kilitleyerek. “Bizi asla hayal kırıklığına uğratmayacaksınız.”
Halid başını salladı ve gülümsedi. “Göreceğiz.”
Adamları çantaları geri getirdiğinde, içleri nakit doluydu. Halid, parmağını bir yüzüğün üzerinde gezdirerek, "Bugünkü ticaretin tadını çıkarın. Yarın daha büyük bir iş konuşacağız," dedi.
Teşekkür ederek odadan ayrıldık. Koridorlarda yürürken, her birimiz sessizce nefes aldık. Bu oyunda bir adım daha ilerlemiştik, ama Halid’in tehlikeli zekâsı ve şüphesi hâlâ üzerimizdeydi.
Arabaya bindiğimizde İlteriş, arka koltuktan eğilip, “Komutanım,” dedi alaycı bir gülümsemeyle. “Siz bu adamla bir ayda nasıl başa çıkmayı planlıyorsunuz?”
Ona dik bir bakış attım. “Bir ayımız var İlteriş. Ama önce, hayatta kalmayı planlıyorum.”
Arabaya bindiğimizde motorun derin uğultusu sessizliği deldi. Halid’in sözleri, odadaki ihtişam kadar ağır bir yük bırakmıştı üzerimizde. İlteriş, arka koltuktan bir kahkaha attı.
“Altay, bu adam seni sahneye çıkarmadan bırakmayacak gibi görünüyor. Yarın ne yapacaksın, pırlanta dansı mı?”
Dönüp ona bir kaş kaldırdım. “Seni dans ettirmemiş olmam, Halid’in bizi ciddiye aldığı anlamına gelir, İlteriş. Dua et de bu böyle kalsın.”
Ulaş, yorgun bir ifadeyle kahve termosunu kaldırıp içti. "Bu adamın bizi hâlâ test ettiğine eminim. O masada konuşurken her kelimenizi tartıyordu. Adam, CIA ajanı gibi.”
“CIA değil, ama onlardan beter,” dedim, dişlerimi sıkarak. “Halid’in ağına düşmek kolay. Ama buradan sağ çıkmak için ipleri biz çekmeliyiz.”
Araba, malikânenin görkemli bahçesinden çıkıp karanlık yola saptığında, içimdeki gerilim yavaş yavaş azalmaya başladı. Ama bu sakinlik, bir fırtına öncesi sessizliği gibiydi.
“Şu parayı gördünüz mü?” dedi İlteriş, arka koltuktan çantaya işaret ederek. “Adamın masasına bırakılan miktar, bir askerin on yıllık maaşına bedel.”
“İlteriş,” dedim, derin bir nefes alarak. “Bize o parayı değil, Halid’in karanlık ağına ulaşan ipleri lazım. Para gözünü kamaştırıyorsa, hemen şimdi dönelim.”
“Estağfurullah komutanım,” dedi, elini kaldırarak. “Ama itiraf edelim, bu adamla iş yapıyormuş gibi görünmek, başlı başına bir sınav.”
“Bu sadece başlangıç,” dedim, direksiyona odaklanarak. “Halid bizi yutmadan önce onun karanlık yüzünü açığa çıkarmalıyız. Kadın ticareti, uyuşturucu, yasa dışı altın… Her ne yapıyorsa, delilleri toplamalıyız.”
Ulaş sessizce başını salladı. “Bu gece o çantadaki şekerlerden örnek aldım. Kimyasal analizi yapılması için merkeze göndereceğim. Halid’in uyuşturucu ağına dair somut bir şeyler bulabilirsek, onu çökertebiliriz.”
“İşte bu!” dedim, gülümseyerek. “Ulaş, işte bu yüzden seni getirdim. Bu ağın anahtarını bulmak bizim işimiz.”
Malikâneye dönüş yolunda her birimiz kendi düşüncelerimize dalmıştık. Ama gözlerimdeki kararlılık bir an bile kaybolmadı. Bu işin sonunda ya Halid’i çökertip buradan çıkacağız ya da bu karanlık ağın bir parçası gibi gömüleceğiz.
Araba villanın garajına yanaştığında, herkes bir nefes aldı. İlteriş ceketini çıkarıp koltuğa fırlattı. "Yarın daha da beter bir gün olacak. Halid kesinlikle kolay lokma değil.”
Gözlerimi ona diktim. “O zaman iyi dinlen, İlteriş. Çünkü bu oyunda hata yapma lüksümüz yok.”
Odama çıktığımda, masanın başına oturdum. Halid’in gülüşü, kadınları bir meta gibi satan ağzı ve çantasındaki kanlı para aklımdan çıkmıyordu. Ama düşüncelerimin karanlığını bir anlığına dağıtan tek şey, Umay’ı düşündüğümde yüzüme yerleşen o gülümsemeydi.
Mektuplarımın olduğu gizli bölmeyi açtım. Bugün olan her şeyi yazıp Umay’a yollayamayacağım bir mektuba daha döktüm. Belki bir gün, bu satırlar ona ulaşırdı. Ya da sadece ben, Umay’a dönene kadar dayanmamı sağlayacak bir avuntu bulurdum.
Leydim, Umay’ım,
Bu gece yine sensiz bir sofradan kalktım. Birlikte oturduğumuz masalar geliyor aklıma; senin kahkahaların, beni ipeksi bir sarhoşluğa çeken bakışların. Burada her şey gri. Sözde altınların parıltısı var ama asıl ışığın, sensin. Şimdi ellerimde yalnızca senin boşluğun var.
Bu mektubu yazarken odadaki loş ışık gölgelerle dans ediyor. Kafam karmakarışık, özlemin beynimde bir sızı gibi yankılanıyor. Bir yanım burada kalıp görevi tamamlamaya çalışırken, diğer yanım çoktan sana varmış, o çikolata gözlerinde kaybolmuş.
Umay, seni düşünmek bile bir ibadet gibi. Ellerim titriyor bazen, bu eller sana dokunduğu günleri özlüyor. Parmak uçlarım hâlâ teninin sıcaklığını arıyor. Sana dokunmak... o huzuru başka hiçbir yerde bulamıyorum.
Bugün Halid denen o pisliğin karşısında otururken gözlerimi kapatıp senin sesini hayal ettim. Çünkü aksi takdirde o pis ağızdan dökülen her kelime, ruhumu daha fazla yaralayacaktı. Sen olmasan, bu kadar karanlığın içinde ışığımı kaybederdim, leydim.
Biliyor musun, burada yıldızlar bile başka. Seninle izlediğimiz o yıldızların parlaklığını burada bulamıyorum. Bu gökyüzü bile seni özlüyor olmalı.
Her gün bir şekilde sana dönme umuduyla yaşıyorum. Seninle bir geleceğimizin olduğunu bilmek, ayakta kalmamı sağlıyor. Senin yanına döneceğim günü düşünüp kendimi kandırıyorum bazen, ama o hayal bile bana güç veriyor.
Geceler uzun, leydim. Rüyalarımda bile peşindeyim. Bu özlem öyle bir şey ki... anlatamam. Ama biliyorum, bu yolun sonunda sen varsın. Senin sıcaklığın, kollarının huzuru, gözlerinin cenneti var.
Sana dönmek için nefes alıyorum, Umay. Bekle beni.
Seni seven, Altay’ın.....



| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |