

Gece sessizdi. Ama ben sessizliği hiçbir zaman huzurla eşdeğer görmedim.
Bazı sessizlikler, fırtınadan önceki o boğucu bekleyiş gibidir. Bazılarıysa, gecenin karanlığında sinsice yaklaşan bir tehlikenin habercisi.
Ben hangisiyle karşı karşıya olduğumuzu biliyordum.
Saatime baktım. 02:47.
Zihnimde, brifing odasında konuşulan son cümleler yankılanıyordu.
“Türk bilim heyetinden biri, Londra’daki evinde suikasta uğradı.”
Bir koruma görevi ne zaman bir suikast dosyasına dönüşürse, işte o zaman sahadaki dengeler değişir.
Düşman, bizi izlemişti. Bir adım öndeydiler. Hareket etmeden önce, hamlemizi tahmin ediyorlardı.
Ve şimdi, bizim hareket etme zamanımızdı.
Telsizime uzandım, kısa bir frekans ayarı yaptım. İlteriş ve Mustafa Kemal sessizce beni bekliyordu.
“Kod Kırmızı.” dedim net bir sesle.
Cevap gecikmedi.
“Kod Kırmızı anlaşıldı.”
Saat 03:00'te, İstiklal Timi sahaya iniyordu.
Ve biz girdiğimiz hiçbir savaşta kaybetmemiştik.
Soğuk bir hava vardı. Gece yarısına yaklaşan saatlerde, Gölbaşı’ndaki karargâhın beton zemininde yankılanan adımlar, sessizliğin içinde tehditkâr bir ritim oluşturuyordu.
"Kod Kırmızı."
Bu, artık oyunun değiştiğini gösteren bir şifreydi. Suikastın gerçekleşmesi, bizim koruma görevimizin basit bir prosedürden çok daha fazlası olduğunu gösteriyordu.
Düşman bizi tanıyordu.
Ve biz de onları tanımak zorundaydık.
Telsizden aldığım kısa ve net yanıtın ardından, ellerim otomatik bir refleksle silahımın kabzasına gitti. Görev saati geldiğinde, tetikte olmak bir seçenek değil, zorunluluktu.
03:00.
İstiklal Timi sahaya inmek için hazırdı.
Brifing odasına adım attığımda, bütün tim çoktan toplanmıştı. Gözlerimizdeki ifade hep aynıydı: Kararlılık.
Binbaşı Halil Özçelik masanın başında bekliyordu. Ellerini masaya dayamış, ekranın yansıttığı ışık yüzüne sert gölgeler düşürüyordu.
“Oturun.”
Kimse sorgulamadan sandalyelerine geçti. Telsizler, silahlar, notlar… Her şey eksiksizdi.
Binbaşı derin bir nefes aldı ve ekrandaki görüntüleri değiştirdi.
HEDEF: LONDRA’DAKİ SUİKAST ZİNCİRİNİ DURDURMAK
YENİ TEHDİT SEVİYESİ: KIRMIZI
SALDIRGANLAR: KİMLİĞİ BELİRSİZ PROFESYONELLER
“Türk bilim heyetinden biri suikasta kurban gitti.” diye başladı Binbaşı Özçelik. "Ama bu sadece bir başlangıç. Bu saldırı, ana hedefe bir mesajdı."
Gözlerimizi ekrana diktik. Londra’daki bir apartmanın güvenlik kamerasından alınan görüntüde, siyah kıyafetli bir adam, kurbanın evinin kapısından çıkıyordu.
"Bu adamı bulacağız." dedi Binbaşı sertçe. "Ve bir daha kimseye zarar veremeyeceğinden emin olacağız."
Gözlerim timin üzerindeydi. Herkes farkındaydı.
Bu bir koruma görevi değildi artık.
Bu bir avdı.
Ve biz, avcıydık.
Gölbaşı’ndaki harekât merkezinde herkes harekete geçmişti. İstiklal Timi, Londra’daki hedef binaya yönelik bir şafak baskını için hazırlanıyordu.
Gece görüş optikleri, susturuculu silahlar, taktiksel ekipmanlar… Her şey eksiksizdi. Şafak vakti operasyonları, düşmanın en savunmasız olduğu anlardı. Uyku hâlinde ya da tam hazırlıksızken yakalandıklarında, bizim için en büyük avantaj doğardı.
Halil Binbaşı son kez ekrana bakarak konuşmaya başladı:
“Hedef, Sincan merkezde bir apartman dairesi. Suikastçının saklandığı yer olarak tespit edildi. Binada başka siviller olabilir, o yüzden hızlı ve sessiz olmak zorundayız.”
Operasyon Planı:
Ana Hedef: Suikastçıyı canlı ele geçirmek.
Sessiz Giriş: Apartmana fark edilmeden sızma.
Kapı Operasyonu: Sessiz şekilde içeri giriş ve daireyi temizleme.
Çıkış: Hedef etkisiz hale getirildikten sonra, hızlı tahliye.
“Baskın saati: 04:00.”
Saatime baktım. 15 dakika vardı.
Son ekipman kontrollerini yaptık. İlteriş keşif ekibine liderlik ediyordu, Mustafa Kemal keskin nişancı pozisyonunda, Burak ve Eren giriş ekibindeydi. Ulaş ve ben ise öncü ekip olarak içeri ilk girenler olacaktık.
Telsizlerden tek tek hazır raporları verildi.
“Kod: Kara Gölge. Tüm ekipler pozisyon aldı.”
03:58 – Sızma Başladı
Sincan’ın soğuk sabahında, karanlık sokaklarda ilerlerken nefesimi sabit tutuyordum.
Apartmanın çevresi sessizdi. Ancak tehlike her zaman en sessiz anlarda gizlenirdi.
Ulaş kapı kilidini hızla kontrol etti. “Susturucu devrede. Sessiz giriş yapıyoruz.” dedi fısıltıyla.
Gözüm İlteriş’teydi. Telsizden kısık bir sesle onay verdi. “Çatı temiz. Tüm katlar sessiz görünüyor.”
Mustafa Kemal, karşı binadan dürbünle gözetleme yapıyordu.
04:00 – Giriş Yapıldı
Kapıyı sessizce açtık. Ulaş önden ilerledi, ben arkasındaydım.
Apartman koridoru dar ve karanlıktı. Adımlarımızı dikkatlice atıyorduk, en ufak bir seste düşman uyanabilirdi.
Hedef daireye ulaştığımızda, kapının altından hafif bir ışık sızıyordu. İçeride biri uyanıktı.
Ulaş el işaretiyle bana baktı. "Hızlı giriş yapıyoruz."
Silahlarımız hazırdı. Geri sayım başladı.
3… 2… 1…
Kapı hızla açıldı, şafak baskını resmen başlamıştı.
Kapı hızla açıldığında, bir saniyeliğine zaman durdu.
Sincan’da, tek katlı bir gecekondu. Dar koridor, loş ışık, içeriden gelen hafif bir hareket sesi.
Ulaş içeri süzülürken, ben silahımı doğrultarak arkasından ilerledim. Gözlerimiz hızla odaları tarıyordu. Baskının ilk saniyeleri en kritik anlardı. Eğer içerideki kişi bizi fark eder ve silahına uzanırsa, sadece bir anlık tereddüt bile ölüm anlamına gelebilirdi.
Koridorun sonundaki kapı hafif aralıktı. İçeriden boğuk bir televizyon sesi geliyordu. Ulaş el işaretiyle sağdaki odaya yöneldi, ben sol tarafa geçtim.
Telsizden kısık bir ses geldi:
"Çatı temiz, dışarıda hareket yok." – İlteriş
"Arka çıkış kapısı kilitli, kaçış yok." – Eren
Tam ilerlerken, zeminde bir gıcırtı sesi duyuldu. Anında silahımı kaldırıp hedefe doğrulttum.
Küçük bir hol… içeride yalnızca bir adam vardı.
Hedefimiz, suikastı planlayan kişi.
Koltukta oturuyordu, ama uyumuyordu. Masada boş bir çay bardağı, yanda açık bir not defteri. Bizi bekliyormuş gibiydi.
Gözlerini hafifçe kaldırdı, ama en ufak bir panik belirtisi göstermedi. Soğukkanlıydı.
Ulaş hemen silahını ona doğrultarak "Ellerini göster!" diye emretti.
Adam hafifçe başını kaldırıp "Beni ne sanıyorsunuz? Gelip çatışacağımı mı?" diye alaycı bir şekilde konuştu.
Sustuğumuzda bile odadaki baskıyı hissediyordum.
Ben yavaşça yaklaşıp "Bizi bekliyordun." dedim, gözlerimi onunkilere kilitleyerek.
Adam başını eğip sırıttı. "Eğer bu kadar hızlı geleceğinizi bilseydim, çayınızı da koyardım."
O an hissettim.
Bu adamın silah çekmeye niyeti yoktu. Çünkü onun silahı, çoktan çekilmişti.
Ve işin kötüsü, biz daha tetiğin ne zaman düşeceğini bilmiyorduk.
Adam pis bir sırıtışla bana döndü, gözleri zafer kazanmış bir düşman edasıyla parlıyordu.
“Altay Öztürk…” dedi, adımı telaffuz ederken sanki her harfi bir bıçak gibi kesiyordu.
“Büyük Loca’nın teklifini kabul etmeliydin. Çünkü onlar hep kazanır.”
Sustu. Beni tepeden tırnağa süzerek, o iğrenç gülümsemesiyle baktı.
“Buradan kaçış yok, kurtuluş yok! Hepiniz cehennem olacaksınız!”
Ardından delirmiş gibi kahkaha atmaya başladı. O sırada yavaşça bileğini kaldırdı ve saatini gösterdi.
7 dakika…
Ekranda kırmızı bir geri sayım vardı.
Tam o an koltuğun altındaki küçük metal kutuları fark ettim. Gözlerimi kısmamla adamın eğilip kutulara doğru bakması aynı anda oldu.
"Bombalar…” dedim, dişlerimi sıkarak.
Adam iyice geriye yaslandı, başını arkaya atarak kahkaha attı.
"Çözemezsiniz, Altay Öztürk… Bundan ötesi cehennem!"
O an kafasının yanına hızla gelen sert yumruğu gördüm.
ŞAK!
Burak bir anda dev gibi kolunu savurdu ve adamın kafasına sert bir darbe indirdi. Adam başı yana düşerek bayıldı.
“7 dakika varsa ben bir bakayım.” dedi Burak rahatça, kollarını esnetirken.
"Burak, zaman kaybetme! Bomba nerde?" dedim sertçe.
Burak hızla eğilip koltuğun altındaki kutuyu çekti, kapağını açtı. İçeride dijital devreler, patlayıcı kapsüller ve karmaşık bir sistem vardı.
Telsize bastım. "Bomba tespit edildi! 6 dakika 30 saniye!"
Burak hemen eldivenlerini giyip ince kablolara göz gezdirdi.
"Bunu yapan adam acemi değil," diye mırıldandı. "Ama unutmuşlar, ben de acemi değilim."
Tereddüt etmeden bıçağını çıkarıp kablolardan bazılarını hızla sıyırdı.
Mustafa Kemal telsizden bağırdı:
"Burak, geri sayım hızlanırsa çekil, binayı tahliye edeceğiz!"
"Hızlanmaz," dedi Burak emin bir şekilde. "Bu adam artistlik yapmış, klasik çifte tuzak kullanmış."
Sonra gözlerini kıstı, parmaklarını çok ince bir kablonun üzerine yerleştirdi.
"Sakin olun beyler, kazanamayacaklarını öğrenecekler."
KABLOYU KESTİ.
Ekrandaki geri sayım durdu.
2 dakika 12 saniye…
Herkes birkaç saniye nefesini tuttu.
Burak sırtını geriye yaslayıp, kutuyu ayağıyla iterek gülümsedi.
"Ve işte böyle dostlar…" dedi rahatça. "Bugün de patlamıyoruz."
Ben derin bir nefes aldım. "İyi iş çıkardın, Burak." dedim sertçe, ama gözlerimde bir tebessüm vardı.
Ulaş, yerde baygın yatan adamı göstererek "Peki, bunu ne yapıyoruz?" diye sordu.
Gözlerimi kıstım, içimdeki öfkeyi kontrol ederek adama baktım.
"Konuşacak. Gerekirse konuşturacağız."
Bu iş daha yeni başlıyordu.
Adamı alıp nezarethaneye götürdüğümüzde, onu Ulaş’a teslim ettim.
Pis bir sırıtışla bana baktı. Bu adam kesin konuşacaktı. Konuşmazsa da Burak’ı yollardım, nasıl olsa o çenesiyle adamı 10 dakikada bıktırıp konuştururdu.
Nezarethanenin kapısını kapattım, Ulaş içeri girerken ceketini çıkardı ve kollarını sıvadı.
"Sen ve ben uzun bir gece geçireceğiz dostum." dedi, sesi ölümcül bir sakinlikle.
Ben ise o sırada İlteriş’le kantine geçtim ve bir çay alıp rahatça oturdum.
"Sence ne kadar dayanır?" diye sordu İlteriş, çayından bir yudum alarak.
"En fazla 15 dakika." dedim gülümseyerek.
Tam o sırada nezarethaneden bağırış sesleri yükseldi.
İlteriş ile birbirimize baktık.
“Hızlı çözüldü.” dedim, çayımı bırakıp ayağa kalkarak.
Kapıyı açtığımda, Ulaş tam anlamıyla psikopatça sırıtarak geri çekildi.
Adam ise ter içinde, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Bir eliyle ağzını kapatmaya çalışıyor, diğer eliyle Ulaş’ı engellemek istiyordu.
Kaşlarımı kaldırıp "Ne yapıyorsun Ulaş?" diye sordum, sesime hafif bir şüphe katarak.
Ulaş döndü, rahat bir ifadeyle “Hiç, dişlerini kontrol ediyordum.” dedi.
Adam kafasını iki yana salladı, gözlerinden yaşlar geliyordu.
“YETER LAN! KONUŞACAĞIM AMA ŞUNU UZAKLAŞTIRIN BENDEN!” diye bağırdı.
İlteriş gözlerini kıstı. "Ulaş, ne yaptın?"
Ulaş hafifçe omuz silkti. "Sadece çay içerken ağzını şapırdatan biriyle nasıl hissettiğimi anlamasını sağladım."
Ben gözlerimi devirdim ve derin bir nefes aldım.
Bu adam kesinlikle psikolojik işkence konusunda doğuştan yetenekliydi.
Gerekli raporları tamamladığımda saat 07:00’ye geliyordu. Adam konuşmuştu, tüm bağlantıları ortaya dökülmüştü ve ipi çekilerek cezaevine gönderilmişti.
Arkamı sandalyeye yasladım, derin bir nefes aldım. Gözlerim hafif kapanmaya başlamıştı ama zihnimde tek bir şey vardı: Umay.
Şu an muhtemelen işe hazırlanıyordu. Sabahın bu saatinde onun telaş içinde hazırlanmasını düşündüm ve istemsizce gülümsedim.
Telefonu elime aldım ve görüntülü arama başlattım. Biraz gıcıklık yapmanın tam sırasıydı.
Telefon açıldığında, ekranda bembeyaz bir tavanla karşılaştım.
“Efendim canım?” dedi Umay, sesi sakindi ama arka planda hareket sesleri geliyordu.
Gözlerimi devirdim, hafifçe sırıtarak “Bi kameraya gel de göreyim güzel yüzünü.” dedim.
Umay derin bir nefes aldı.
“Altay, giyiniyorum! Bekle biraz.” dedi sitemle ama hafif gülümsemesini gizleyemedi.
Tam o anda, telefonun açısını biraz kaydırdı ve anlık olarak aynaya yansıyan görüntüsü gözüme çarptı.
Omzundan kaymış gömlek, hafif dağınık saçlar…
Ben hemen fırsatı kaçırmadım.
“Ooo! Hocam, sabah enerjiniz ne güzel!” dedim kahkaha atarak.
Umay anında telefonu kapattı.
Ben ekrana bakıp sırıtarak derin bir nefes verdim.
Beni kesin öldürecek. Ama değdi.
İlteriş yanıma gelip gevşek gevşek sırıtarak sandalyeye oturdu.
"Hayırdır, yüzün gülüyor? Facetime’ı mı başarılı geçirdin?" dedi alaycı bir sesle.
Tam bir şey söyleyecektim ki, bir anda aklıma dank etti.
Yine mi bu iPhone muhabbeti?!
Gözlerimi devirdim.
İlteriş sırıtmasını daha da genişleterek devam etti:
"Aaa doğru ya, sizde Facetime yoktu değil mi? Yazık… WhatsApp’tan mı aradın?" dedi başını hafif yana eğerek.
Bunu o kadar acıyan bir ifadeyle söyledi ki, resmen fakirmişim gibi hissettirmeye çalışıyordu.
"Halbuki biz iPhone kullanıcıları… Facetime yağdırıyoruz." dedi ukalaca, telefonunu masaya koyup parmağıyla sevgiyle okşayarak.
Bu kadarı fazla!
Samsung’umu elime aldım ve ekranı gözüne soktum.
"Bak bak, bu da telefon. Görebiliyor musun? Dokunmatik. Akıllı telefon. Bunu Steve Jobs yapmadı diye bozuk sanmıyorsun, değil mi?" dedim, gözlerimi kısarak.
İlteriş kahkaha attı. “Bozuk olduğunu söylemedim, sadece… eksik işte.”
"Eksik mi?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Kardeşim, benim telefonumda şarj kablosu bulmak için define avına çıkmıyoruz. Adam gibi Type-C. Her yerde var."
İlteriş gülerek “Biz kablo aramıyoruz çünkü kablosuz şarj kullanıyoruz, fakir.” dedi ve tekrar kahkaha attı.
O an elimdeki kalemi masaya koyup derin bir nefes aldım.
"Seninle uğraşamam." dedim ve çayımı alıp içmeye başladım.
Ama içimden “Ulan iPhone için bu kadar sadakat, Apple bile bu kadar sahiplenmiyor markasını.” diye geçirmeden edemedim.
Tam Burak’ın ihanetini sindirmeye çalışırken, yanımda bir gölge belirdi.
Ulaş.
Kaşlarımı kaldırıp onu süzdüm ve ciddiyetle sordum:
"Senin telefonun ne lan?"
Daha ben cevap vermeden, havada artistik bir hareket yaptı ve cebinden tarih öncesinden fırlamış gibi duran bir telefon çıkardı.
NOKIA 3310.
Bir anlık sessizlik oldu.
Gözlerim kısıldı.
“Hadi lan oradan, imam!” dedim kaşlarımı çatıp.
Telefonu incelemek için eline uzandım ama Ulaş hızla geri çekti.
“Ciddi misin sen?” diye sordum, hâlâ şoktaydım.
Ulaş omuz silkip "Ne var lan?" dedi, hiç umurunda değilmiş gibi.
"Ne var mı? 2025 yılındayız! Dokunmatik ekran bile yok!" dedim inanamayarak.
Ulaş telefonunu sallayarak devam etti:
"Sosyal hayat desen sıfır, eş dost desen 24 saat yanımdasınız. Benim neye ihtiyacım var lan? Ararım, konuşurum, kapatırım."
Burak kahkaha atıp "Komutanım, bu adam telefon şarj cihazı taşımıyor, taş devrinden geliyor!" diye araya girdi.
İlteriş hâlâ iPhone övmekle meşguldü ama bu sefer bile Ulaş’a dönüp "Kardeşim, bu kadar da minimalizme gerek yoktu." dedi.
Ben ise derin bir nefes aldım, Nokia 3310'a son bir kez baktım ve başımı iki yana salladım.
"Ulan biz burada iPhone-Samsung savaşına düşmüşüz, meğer asıl kazanan belliydi." dedim.
Ulaş telefonunu cebine koyarken “Aynen öyle kardeşim. Batarya 1 hafta gidiyor, mesaj atınca kimse ‘görmedi’ bahanesi yapamıyor, kafama fırlatsam adam bayıltırım. E daha ne olsun?” dedi sakin bir şekilde.
Ve işin kötüsü, mantıklı gelmeye başlamıştı.
Ulaş’ın Nokia 3310’u cebine koymasını izlerken, kaşlarımı çatıp ona döndüm.
"E sen WhatsApp’a nereden giriyordun lan? Birimle nasıl konuşuyordun?" diye sordum, gözlerimi kıstım.
Ulaş hafifçe sırıttı, diğer cebine uzandı.
Ve oradan, Samsung Flip 6'yı çıkardı.
Ben bir adım geri çekildim. Burak'ın ağzı açık kaldı. İlteriş bile telefonu görünce gözlerini kıstı.
"Ulan... Senin de mi Samsung?" dedim hafif bir zafer duygusuyla.
Ulaş telefonu açıp kapatarak, katlanan ekranı rahatça bükerken gülerek cevap verdi:
"Bunu yeni aldım. İmamlık görevinden dönünce ihtiyaç oldu."
İlteriş hemen atladı. "Oğlum, senin karargâhın mescidin mi?"
Ulaş kahkaha attı. “Yok be, ama biliyorsun bizimkiler bana ‘imam’ diyor, ben de arada gerçekten cemaate imamlık yapıyorum. Sonra da dönüp buraya geliyorum.”
Ben telefonu inceleyerek başımı salladım. "Peki, neden Flip? iPhone 15 falan almadın mı?"
Ulaş telefonu havada birkaç kez çevirdi. "Ben minimal adamım. İki telefon taşımak zorundayım, biri askeri hat, biri şahsi. Bari ikisi de cebime rahat sığsın dedim. Ama alışamadım, eski tip telefon gibi açıp kapamak tuhaf geliyor.”
Burak hemen lafa atladı. "Komutanım, adam resmen hem nostalji hem teknoloji yaşıyor. Nokia 3310 + Katlanan Samsung, bu ne lan? Zamanda yolculuk yapıyor gibiyim!"
İlteriş telefonuna sevgiyle bakarak “Ama bir iPhone değil.” diyerek klasik Apple propagandasına başladı.
Ben ise Ulaş’ın elindeki Flip 6'ya son bir kez baktım ve içimden geçirdim:
“Bu adam, geçmiş ve geleceğin birleşimi gibi. Hem müezzin, hem özel kuvvetler. Hem 3310, hem Flip 6. Kesin bir gün de Elon Musk’ın uzay roketinde sabah namazı kıldırır.”
Ve kendimi tutamayıp kahkaha attım.
"1 günlük dinlenme payı veriyorum. Dinlenmeyene atarım! Dinlenip gelin, dağların aslanları! Hadi gidin!”** dedi Binbaşı Özçelik, her zamanki sert ve otoriter sesiyle.
Bütün tim, göz göze geldi. Eve gitmek yerine doğrudan karargahtaki yatakhaneye geçtik. İlteriş hariç. O, kesin gidip iPhone’unu şarja takacaktı.
Herkes operasyon kıyafetlerini çıkarıp askeri eşofmanlarını giydi. Yataklara uzanır uzanmaz birkaç dakika içinde çoğu horlamaya başlamıştı.
Ama ben… Uyumadan önce yapmam gereken bir şey vardı.
Telefonu elime aldım ve görüntülü arama başlattım.
Üçüncü çalışta açıldı.
Ve ekranda Umay belirdi.
"Fıstığım!" dedim gülümseyerek.
Dersten çıkmıştı. Saçları hafif dağınıktı, yüzü yorgun ama hâlâ güzeldi. Gözleri yarı uykulu görünüyordu.
Umay esneyerek, “Ne oldu yakışıklı, seni kimler yordu?” dedi tatlı bir sitemle.
Ben hafifçe sırıttım. “Beni kimse yoramaz, ama şu an seni izlemek iyi geldi.”
Umay gözlerini devirdi. “Kesin operasyonun içinden arıyorsun, değil mi? Hadi anlat bakalım, yine neler yaşandı?”
Ben de gözlerimi kapatıp hafifçe iç çektim. “Bugünlük görev kapandı. Ama bu iş bitmedi.” dedim ciddi bir ifadeyle.
Umay ekrandan bile hissedilen merakıyla kaşlarını kaldırdı. “Hadi hadi, detay vermezsen uyutmam.”
Tam anlatmaya başlayacaktım ki arka tarafta Burak’ın horlaması yankılandı.
“Abi şu sesi duydun mu? Bu adamın dinlenmesine gerek yok, zaten jet motoru gibi çalışıyor.” dedim gülerek.
Umay kahkaha attı. “Burak’ı canlı dinlemek isterdim ama benim de pilim bitiyor.” dedi esneyerek.
Ben hemen atıldım. “O zaman hadi, güzelim, eve git, duşunu al ve dinlen. Akşam sana çiçek gibi biri lazım, değil mi?”
Umay hafifçe göz kırptı. "Gerek yok, sen çiçek yerine geçiyorsun." dedi gülerek.
Gülümsedim, ekrana son kez bakıp “İyi uykular, Fıstığım.” dedim.
“İyi uykular, yakışıklı.” dedi ve telefon kapandı.
Ekranı kapatıp derin bir nefes aldım.
Bugün zorluydu ama Umay’la konuşmak her şeyi dengeliyordu.
Başımı yastığa koydum. 3 saat kesintisiz uyurdum…
Gözlerimi açtığımda saat 10:30’u gösteriyordu.
Tim hâlâ derin uykudaydı. Burak horluyor, Eren battaniyeye sarılmış, Ulaş bile hareketsiz yatıyordu.
Onları rahatsız etmemek için sessizce yataktan kalktım ve hızlıca giyindim.
Saat 11’e yaklaşırken eve geçtim, duş alıp üzerimi değiştirdim. Bugün özel bir gün sayılırdı.
Dolabı açıp şık bir lacivert gömlek seçtim. Altına uyumlu bir pantolon giyip kol saatimi taktım. Aynaya kısa bir bakış attım. Tamamdı.
Arabaya atladım ve önce çiçekçiye uğradım.
“Bir buket papatya hazırlar mısınız?” dedim, yüzümde hafif bir tebessümle.
Çiçekçi kadın “Romantik beyler hâlâ var demek.” diye takılınca sadece gülümsedim.
Buket hazırlandığında, çiçekleri alıp Gazi Üniversitesi’nin yolunu tuttum.
Okula geldiğimde, arabayı park ettim ve üzerimi düzelttim.
Tam o anda, kampüsteki kızların dikkatini çektiğimi fark ettim.
Birkaçının gözleri üzerimdeydi.
Tamam, belki askeri disiplin ve şık bir kombin, üniversite ortamında biraz fazla dikkat çekici olmuştu.
Ama bir saniye…
Gözlerimi devirdim ve yüzüğümü özellikle belli edecek şekilde düzelttim.
"Boşuna bakmayın, benim kalbim çoktan dolu." diye içimden geçirerek umayın odasına doğru ilerledim.
Kapının önüne geldiğimde, derin bir nefes aldım ve kapıyı çaldım.
Beni beklemediği kesindi.
Ve işte bu, en güzel sürpriz olacaktı.
Kapıyı çaldığımda içeriden yükselen sesleri duydum.
Umay birisiyle tartışıyordu. Ve ses tonlarından, karşısındaki adamın fazlasıyla hadsiz olduğu belliydi.
Bir saniye bile beklemeden, kapıyı açıp içeri girdim.
Bütün ciddiyetimle odaya adım attım ve direkt Umay’a bağıran adama böcek ezer gibi baktım.
O an odadaki hava bir anda değişti.
Adamın yüzü anında soldu, gözleri kaçamaklaşmaya başladı.
Umay, beni görünce rahatlamış gibi hafifçe gülümsedi ama tedirginliği de yüzünden okunuyordu.
Ben, gözlerimi o lavuğun üzerinde sabitledim.
“Merhaba.” dedim, sakin ama otoriter bir sesle.
Adam anında sesini kesti.
Ciddiyetimi hiç bozmadan, “Böldüm sanırım.” dedim, gözlerimi hafifçe kısıp.
Adam, "Yok, ben gidiyordum zaten." dedi hemen, sesi fark edilir derecede titriyordu.
Korktuğu belliydi. Hatta muhtemelen terlemeye başlamıştı.
Yanımdan geçerken bakışlarımı üzerinden çekmedim.
Tam kapıdan çıkarken, başımı hafifçe Umay’a çevirdim ve duyabileceği bir tonda:
“Bu lavuk kim?” diye sordum.
Adam duydu, bunu biliyordum. Ama hiçbir şey diyemeden hızlıca odadan çıktı.
Kapı kapandığında, Umay derin bir nefes aldı ve başını hafifçe salladı.
Ben ise hâlâ ciddi bakışlarla kapıya doğru bakıyordum.
Kim olursa olsun, Umay’a sesini yükseltmek gibi bir hakkı yoktu.
Ve eğer o adam bir hata daha yaparsa…
Bu sefer sadece bakışlarımla yetinmeyecektim.
Umay derin bir nefes aldı, kaşlarını çatıp başını iki yana sallayarak:
“Bu gerizekâlı bizim rektörmüş.” dedi.
Bir an duraksadım.
“Ne?” dedim kaşlarımı kaldırarak.
Umay, sinirle kollarını göğsünde birleştirdi.
“Tipinde hayır yok, ama gelmiş rektör olmuş. Neymiş efendim, derste Atatürk’ün yaptığı şeylerden bahsetmeyecekmişim!” dedi, gözlerindeki öfke parlıyordu.
İçimde bir anda soğuk bir öfke dalgası yükseldi.
Derin bir nefes alıp dişlerimi sıktım.
“Bunu şikâyet etmeyi bilirim hayatım.” dedim, ciddiyetimi koruyarak.
Umay kaşlarını kaldırıp bana bakarken, elimi masaya yaslayıp daha net bir sesle devam ettim:
“Dur. Bir daha böyle saygısızca konuşursa, ses kaydı al. Eğer baskı yaparsa, mobbing uygulamaya kalkarsa elimizde delil olur.”
Umay başını salladı. Ne kadar güçlü bir kadın olsa da, böyle bir saçmalıkla uğraşmak zorunda kalması canımı sıkıyordu.
Gözlerinin içine bakarak devam ettim:
“Atatürk’ten istediğin gibi bahsedebilirsin. Kimse sana ne anlatıp ne anlatmayacağını dikte edemez. Hele ki onun mirasını taşıyan biri asla buna boyun eğmez.”
Umay’ın gözleri dolu dolu oldu ama bu bir öfke gözyaşıydı.
“Altay, bazen seni nasıl sevdiğimi anlatamıyorum.” dedi, hafifçe gülümseyerek.
Ben de gülümsedim, ama içimde hâlâ o rektör bozuntusuna karşı yükselen bir öfke vardı.
Bunu burada bırakmayacaktım.
Ve o adam, karşısına aldığı insanın kim olduğunu öğrenecekti.
“Umay’ım,” dedim, gözlerimi yumuşatarak. “Öğle saati yaklaşıyor. Hazırlan, seni yemeğe götüreyim.”
Umay, bir an duraksayıp bana baktı, sonra gözlerindeki sinir yerini yumuşak bir tebessüme bıraktı. “Tamam ama sen ısmarlıyorsun.” dedi, hafifçe kaşlarını kaldırarak.
“Baş üstüne, hocam.” dedim sırıtarak.
Umay çantasını alırken ben de odada göz gezdirdim. Sabah yaşanan olay hâlâ içimde bir yerlerde canımı sıkıyordu ama şimdilik bunu bir kenara bırakmaya karar verdim.
Arabaya bindiğimizde, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu merakla.
Direksiyonu çevirip gülümseyerek “Aspava.” dedim.
Umay’ın yüzü hemen aydınlandı. “Ankara'nın en kutsal yeri! Üzerine çay, tatlı, ikramlar da var. Kesinlikle doğru tercih.”
Ben hafifçe güldüm. “Beni sorgulama hocam, ben nerede ne yenir bilirim.” dedim göz kırparak.
Aspava’ya vardığımızda, garsonlar her zamanki sıcaklıklarıyla bizi karşıladı. İki kişilik bir masaya oturduk.
Umay menüye bile bakmadan “Benimki klasik, kaşarlı dürüm.” dedi.
Gözlerimi kısarak “Her seferinde aynı siparişi veriyorsun.” dedim hafif alaycı bir sesle.
Omuz silkti, “Beni mutlu eden şeyi değiştirmem, Altay.” dedi gülümseyerek.
Ben de siparişimi verdim ve çaylarımız geldiğinde, gözlerimi Umay’a diktim. “Sana bir şey soracağım, dürüst ol.”
Umay kaşlarını kaldırdı. “Sor bakalım, komutanım.”
“Seni böyle üniversitede akademisyen olarak görmek… Hocalarla, öğrencilerle uğraşırken izlemek… Bilmiyorum, belki de seni sahada görmeye alıştığım için, alışması zor olacak.”
Umay hafifçe başını eğip gülümsedi. “Ben hâlâ aynı Umay’ım, Altay. Ama artık kazmamı gerçek kazı alanlarında kullanıyorum.”
Gözlerimi kısmış halde gülümseyerek başımı salladım. “İyi ki varsın, hocam.”
Umay elini masanın altından uzatıp hafifçe elimi sıktı. “Sen de, komutanım.”
Yemeğimiz geldiğinde, Ankara'nın en güzel Aspava sohbetlerinden birini başlatmıştık bile.
Beraber sakince yemeğimizi yiyorduk, sohbet akıyordu. Umay’ın gülümsemesi, Aspava’nın meşhur ikramları, sıcak çayın kokusu… Gün biraz olsun normale dönmüştü.
Ta ki tepemde gölgeler belirene kadar.
Kaşığımdan bir parça alıyordum ki birden kafamı kaldırdım ve tam karşımda timi fark ettim.
Burak, Eren, Ulaş, İlteriş, Mustafa Kemal… Hepsi ayakta, kollarını bağlamış, dramatik bakışlarla bize bakıyordu.
Kaşlarımı kaldırıp şaşkınlıkla “N’oluyo lan? Siz nereden çıktınız?” dedim, elimdeki çatalı masaya bırakıp.
Tam o sırada, Burak derin bir iç çekti ve acıklı bir sesle:
“Komutanım… Bizsiz ha? Bizsiz mi yiyorsunuz?” dedi, aşırı dramatik bir ifadeyle.
Gözlerini yere indirip, sesi titreyerek ekledi:
“Kendimi gece sahura kaldırılmayan çocuk gibi hissediyorum…”
Umay elini ağzına kapatıp kıkırdadı, ben ise gözlerimi devirdim.
“Ulan siz gece yatakhanede ölü gibi yatıyordunuz! Uyandırayım mı dedim? Yok, ölünüzü diriltmem dediniz!”**
Burak hemen atıldı. “Ama en azından ‘Yemeye gidiyorum, gelmek isteyen?’ falan diyebilirdiniz komutanım…”
Eren dramatik bir şekilde kafasını salladı. “Biz ki sahada sırt sırta savaşmış insanlarız… Aspava masasında bile sırt sırta oturmamız gerekmez mi?”
Ulaş, ellerini iki yana açarak:
“Aspava’da ihanet olmaz, komutanım.” dedi, yüzünde ciddi bir ifadeyle.
İlteriş de klasik iPhone’cu tavrıyla telefonunu çıkardı, “Ben bu ihaneti Twitter’a yazıyorum.” diyerek dalgasını geçti.
Ben derin bir nefes alıp “Tamam ulan, çekin sandalyeleri, oturun!” dedim pes ederek.
Tim, çocuk gibi seviniyorlardı. Hemen sandalyeleri çekip masaya yerleştiler.
Burak bana doğru eğilip “Komutanım, bizsiz daha mı huzurluydu?” diye göz kırptığında, elimdeki kaşığı fırlatmamak için kendimi zor tuttum.
Aspava masamız büyümüştü.
Ve anlaşılan, tim olmadan ne sahada, ne sofrada huzur vardı.
Umay’a döndüğümde, neşeli neşeli çorbasını içtiğini ve timle şakalaştığını gördüm.
O an içimden “Bu kadın her ortama nasıl böyle uyum sağlıyor?” diye düşündüm.
Bir yanım hırçın akademisyen, ciddi bilim insanı…
Diğer yanımda ise askeri disiplinle büyümüş, savaş görmüş adamlar…
Ama Umay, o kadar rahattı ki sanki yıllardır bu masanın bir parçasıydı.
Burak, kaşığını çorbasına daldırırken:
“Umay abla, bu masanın kraliçesi sensin. Komutanım seni hep böyle yemeğe çıkarsın mı, yoksa biz de arada rektöre kafa atalım mı?” dedi, kahkahayı patlatarak.
Umay gözlerini devirdi, gülerek:
“Siz karışmayın, Altay her türlü çıkarır zaten. Ama rektör mevzusunu unutmayın, belki ileride kafa atacak seviyeye gelir.” dedi göz kırparak.
İlteriş elini çenesine koyup bilgece konuştu:
“Umay hocam, sizce Atatürk’ün en önemli mirası neydi?”
Ulaş hemen atıldı: “Lan oğlum, ders mi anlatacak burada?”
Ama Umay çoktan cevaplamaya başlamıştı:
“En büyük mirası, sorgulayan bir nesil istemesiydi.” dedi sakin ama kararlı bir sesle.
Ben hafifçe gülümsedim, işte tam da bu yüzden bu kadına hayrandım.
Masada anlık bir sessizlik oldu, herkes onu gerçekten dinliyordu.
Ama Burak, bu kadar ciddiyetin içinde fazla kalamadı:
“Komutanım, siz Umay abla ile evlenince biz balayına da dâhil miyiz?” diye sorunca, kaşığı elimden zor bıraktım.
Umay kahkahayı bastı, ben ise “Yeter lan, yemek yiyin!” diyerek konuyu kapatmaya çalıştım.
Ama belliydi ki, bu sofrada ne huzur vardı ne de yalnızlık.
Umay bana dönüp, kaşlarını hafif kaldırarak ve gülerek:
“Altay, ben daha sindirememişken sen hemen yetiştirmişsin, ne ara ya?” dedi.
Omuz silkip hafifçe sırıttım. “WhatsApp grubuna yazmıştım hayatım.” dedim, çayımı karıştırırken.
Umay başını iki yana sallayıp “Siz tam bir dedikodu timisiniz.” diye kıkırdadı.
Timin de günlük dedikodu ihtiyacı var, yoksa huzursuz olurlar.” dedim, göz kırparak.
Tam o sırada Burak, dürümünü adeta yutmaya çalışıyordu.
Boğulacak gibi nefes almaya çabaladığını görünce, kaşlarımı çatarak “Yavaş ye lan! Boğulacaksın!” diye uyardım.
Burak elindeki dürümü bırakıp suya uzandı, nefesini toparladıktan sonra “Komutanım, yemekle savaşacak kadar eğitim almadım ben.” dedi dramatik bir şekilde.
Eren güldü. “Burak, düşman seni esir alsa aç bırakır, direkt teslim olursun.”
Burak ona kaşlarını çatarak döndü. “Dostum, açlık şakaya gelmez.”
Umay kahkahalar içinde başını masaya yasladı, ben ise “Yemin ederim şu timi operasyonda bile bu kadar konuşurken görmedim.” diye söylenerek çayımı yudumladım.
Aspava masasının sohbeti, operasyon sahasından bile daha hareketliydi.
Yemek faslı bittiğinde, Umay’ın öğleden sonra dersi olmadığını öğrenince beraber eve gitmeye karar verdik. Tim de yemeğin rehavetiyle kendi evlerine çekildi.
Arabama atladık, yol boyunca Umay yavaşça başını cama yaslamış, yorgun ama huzurlu bir şekilde dışarıyı izliyordu.
Ben hafifçe gülümsedim. “Yorgun musun, Fıstığım?” diye sordum, elimi direksiyona dayayarak.
Umay başını kaldırıp bana baktı, gözlerini kırpıştırarak hafifçe gülümsedi. “Biraz… Ama iyi hissediyorum.” dedi sessizce.
Siteye vardığımızda, tim çoktan kendi dairelerine çekilmişti.
Kapıyı açıp içeri geçtiğimizde, Umut hemen kapıda belirdi.
"Miyav!"
Umay eğilip Umut’u kucağına aldı ve burnuna minik bir öpücük kondurdu. "Bak, baban geri getirdi beni!" diye mırıldandı.
Ben ceketimi çıkarıp koltuğa bıraktım, Umay da Umut’u bırakıp yanıma yaklaştı.
Eve girer girmez üzerimizden bütün yorgunluk akıp gidiyordu. Burada sadece biz vardık.
Umay hafifçe başını omzuma yasladı. “Altay, burada olmak çok güzel.” diye fısıldadı.
Ben hafifçe gülümsedim, kollarımı beline dolayarak onu kendime çektim.
"Hep böyle olacak, Umay’ım." dedim, alnına hafif bir öpücük kondururken.
Bugün uzun bir gündü… Ama artık dinlenme vaktiydi.
Umay bana bakıp, gözleri ışıldayarak “Aşkım,” dedi. “Aktivite mi yapsak? Hem dinlendirici hem eğlenceli şöyle.”
Kaşlarımı hafif kaldırıp düşündüm.
Sonra sırıtarak “İstersen oyun oynayabiliriz.” dedim, onu yavaşça yanıma çekerek.
Umay heyecanla gözlerini kırpıştırdı. “Ne oynayacağız peki?” diye sordu merakla.
“Sen söyle bakalım, aklında ne var?” dedim, sırtımı kanepeye yaslayarak.
Umay parmağını çenesine koyup bir an düşündü, sonra sinsi bir gülümsemeyle “Birbirimizi ne kadar iyi tanıyoruz testi yapalım!” dedi.
Kaşlarımı kaldırıp sırıttım. “Yani, kısacası ben kazanacağım bir oyun.” dedim, kendimden emin bir şekilde.
Umay gözlerini devirdi. “Öyle mi bakalım, komutanım?” diye meydan okurcasına sordu.
“Kesinlikle.” dedim, "Sor bakalım, fıstığım."
Umay derin bir nefes aldı ve ilk soruyu sormaya hazırlandı.
Bu gece hem rekabetçi hem de bol kahkahalı geçecekti.
Umay, kollarını göğsünde bağladı ve gözlerini hafif kısarak bana baktı.
“Peki, madem bu kadar kendine güveniyorsun Altay Öztürk, bakalım gerçekten beni ne kadar iyi tanıyorsun?” dedi, meydan okurcasına.
Ben hafifçe gülümsedim, “Hadi bakalım, fıstığım. Sor bakalım, seni A’dan Z’ye tanıyan adam karşında.” dedim, kolumu koltuğun arkasına atarak.
Umay, kaşlarını kaldırıp düşünmeye başladı. Sonra gözlerinde o tehlikeli parıltı belirdi.
"Kolaydan başlayayım… En sevdiğim renk?" dedi, sırıtarak.
Ben anında cevap verdim. “Lila.”
Umay gözlerini devirdi. “Tamam, bunu bilmen kolaydı.”
“Tabii ki kolaydı.” dedim, sırıtıp omuz silkerken. "O kadar lilaya düşkünsün ki, sipariş ettiğim çiçeklerin zarfına bile lila seçiyorum."
Umay gözlerini kısıp “Tamam, bu güzeldi.” dedi ve yeni sorusuna geçti.
“Peki, en sevdiğim yemek?”
Hafifçe gülümsedim. “Ev yapımı mantı. Özellikle anneannenden öğrendiğin tarife göre yapılan.”
Umay bir an duraksadı. “Ulan, bunu da bildin.” diye mırıldandı, hafifçe dudaklarını büzerek.
"Daha zor bir soru sorayım. En sevdiğim tatlı?”
Gözlerimi kıstım. “Sütlü tatlı seviyorsun ama özellikle kazandibi ve sütlaç favorin.” dedim, çayımdan bir yudum alarak.
Umay iyice bozulmaya başlamıştı. “Yani, bu kadar iyi bilmek zorunda değilsin…” dedi, gözlerini devirerek.
Ben kahkaha attım. “Daha yeni başlıyoruz hayatım.” dedim, dizime vurarak.
Umay derin bir nefes aldı, sonra sinsi bir gülümsemeyle bana baktı.
"O zaman gerçekten zor bir soru soruyorum." dedi, sesi meydan okur gibiydi.
“Hadi sor bakalım, neymiş bu zor soru?” dedim, kollarımı göğsüme bağlayarak.
Umay gülümsedi. “İlk karşılaştığımızda üstümde hangi renk kıyafet vardı?”
Gözlerimi hafif kısıp o günü gözümde canlandırdım. O an o kadar iyi hatırlıyordum ki…
"Lacivert bir kot pantolon ve beyaz bir gömlek giymiştin. Üzerinde açık bej rengi ince bir mont vardı. Saçlarını at kuyruğu yapmıştın, ama bazı tellere inat düz durmuyordu. Ellerini cebine sokup kuzu kuzu kurtarılmayı bekliyordun.”
Umay'ın ağzı açık kaldı.
Gözlerini kırpıştırdı, sonra hafifçe başını iki yana salladı.
“Altay… sen… sen nasıl bu kadar iyi hatırlıyorsun?” dedi, şaşkınlıkla.
Ben hafifçe omuz silktim, “Kolay. Çünkü hayatımın en önemli günüydü.” dedim, gözlerimin içine bakmasını bekleyerek.
Umay’ın yanakları hafifçe kızardı, ama hemen kendini toparladı.
“Tamam, bu sefer ben kaybettim.” dedi gülerek, gözlerini devirdi.
Ben zafer kazanmış bir ifadeyle gülümsedim. “Tabii ki kaybettin. Seni senden iyi tanıyorum.” dedim.
Umay birden hızla bana sokulup "Ama ben de seni çok iyi tanıyorum." dedi, göz kırparak.
Ben başımı yana eğdim. “Öyle mi? O zaman benim en sevdiğim yemek ne?” diye sordum.
Umay anında cevap verdi. "Kuru fasulye ve pilav.
Gözlerimi kısıp gülümsedim. "Doğru."
“En sevdiğin tatlı?”
“Künefe.” dedi, hiç düşünmeden.
Ben kahkaha attım. "Tamam, tamam, sen de beni iyi tanıyorsun."
Umay birden yerinden kalkıp yanıma oturdu, başını omzuma yasladı.
“Ne oynarsak oynayalım, sonunda hep birbirimizi daha çok seviyoruz.” dedi sessizce.
Ben başımı hafifçe ona yasladım. “O yüzden bu oyunu hep kazanan biziz.” diye mırıldandım.
Ve işte, bütün yorgunluğun yerini huzur almıştı.
Umay gülerek bana döndü.
“Film mi izleyelim yoksa dizi mi?” dedi, gözleri parlıyordu.
Ben hafifçe gülümsedim. "Tamam, sen seç, ben meyve yıkayıp geliyorum." dedim ve mutfağa yürüdüm.
Dolabı açıp iki elma, biraz kiraz, malta eriği ve çilek çıkardım. Hepsini güzelce yıkayıp büyük bir tabağa koydum. Yanına da birkaç çatal ekledim.
Geri döndüğümde, Umay koltuğa yerleşmiş, uzaktan kumandayı elinde çeviriyordu.
“Komedi izleyelim mi?” dedi gülümseyerek.
Ben meyve tabağını sehpaya bırakıp yanına oturdum. "Olur aşkım, zaten yeterince aksiyon yaşadık." dedim gülerek.
Umay filmleri karıştırırken PK adlı Hint filmini buldu. “Bunu izleyelim mi? Çok öneren olmuştu.” dedi merakla.
Ben başımı salladım. "Tamamdır, başlat bakalım."
Film başladığında, meyvelerden bir çatal aldım ve Umay’a uzattım.
O an gözleri ışıldayarak “Beni besliyorsun resmen.” dedi, hafifçe kıkırdayarak.
Ben sırıtıp “E beslerim tabii, sen benim fıstığımsın.” dedim ve çileği ağzına uzattım.
Film ilerledikçe, ikimiz de sıcak hikâyeye ve komik sahnelere kapıldık. Bazen kahkaha attık, bazen sahneler üzerine yorum yaparak eğlendik.
Umay başını omzuma yasladı, gözlerini ekrandan ayırmadan. “Bu film çok iyiymiş, hem güldürüyor hem düşündürüyor.” dedi keyifle.
Ben başımı hafif yana çevirip, “Sen seçtin tabii ki iyi olacak.” dedim gülümseyerek.
Meyve tabağı yavaş yavaş boşalırken, film de ikimizin ruh haline iyi gelmişti.
Bugün bolca hareketli geçmişti ama şimdi sadece huzur ve kahkaha vardı.
Ve bu, bütün günün yorgunluğuna bedeldi.
Film bittiğinde, ekrandaki duygusal sahneler yüzünden Umay’ın gözleri hafif nemlenmişti.
Derin bir iç çekerek bana baktı. Ben de ona…
Hiç konuşmadan, sadece gözlerine bakarak elimi yanağına koydum ve parmaklarımı hafifçe teninde gezdirerek okşadım.
Bir süre öylece kaldık.
Sonra, içimdeki ağırlığı hissettirerek sessizce fısıldadım:
“Yarın 20 günlük görev başlıyor.”
Umay’ın yüzü anında değişti. Kaşları hafifçe çatıldı, gözlerindeki o yorgunluk yerini endişeye bıraktı.
“Londra’ya gitmek zorundayım. Ama eminim ki döndüğümde çok güzel olacak her şey.” dedim, sesimde hem umut hem de burukluk vardı.
Umay, hemen dikleşti ve yüzü düşerek bana baktı.
“20 gün… çok uzunmuş, Altay.” dedi, dudaklarını hafifçe bükerek.
Bunu bekliyordum ama yine de gözlerindeki hüzün içimi burktu.
Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım. “Üzgünüm fıstığım ama nişanlının koruması gereken bilim insanları var.” dedim, detay vermeden.
Umay, bunu daha önce de yaşamıştı. Görev demek; özlem, hasret, bekleyiş demekti.
Ama yine de her seferinde aynı şekilde etkileniyordu.
Gözleri kaçamak şekilde yere kaydı, sanki gözlerini benden kaçırarak üzgünlüğünü saklamaya çalışıyordu.
Bunu yapmasına izin veremezdim.
Elimi beline doladım ve onu yavaşça kucağıma yatırdım.
Başı göğsüme yaslandığında, diğer elimle saçlarını okşamaya başladım.
“Hadi bakalım küçük hanım, ağlamaca yok.” diye fısıldadım.
Umay gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, “Ağlamıyorum.” dedi ama sesindeki titreme her şeyi ele veriyordu.
Saçlarını tarar gibi okşamaya devam ettim.
“Ben döndüğümde, ilk iş seni güzel bir yemeğe çıkaracağım. Sonra da her günümü seninle geçireceğim. 20 gün göz açıp kapayıncaya kadar geçecek.”
Umay başını hafifçe kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki hüzün yerini biraz da olsa güvene bırakmıştı.
“Söz mü?” diye fısıldadı.
Başımı eğip alnına küçük bir öpücük kondurdum.
“Söz.” dedim, kararlı bir sesle.
Ve o an, görev öncesi en büyük savaşımı kazandığımı anladım.
"Bu gece gitmesem?" dedim, sesi iyice yumuşatarak.
Umay kaşlarını kaldırdı, beni şüpheli gözlerle süzdü.
İçim gider gibi baktım, ‘’Beraber uyusak fena mı olurdu?" diye ekledim, en masum, en tatlı halime bürünerek.
Son darbeyi de vurdum: "Kovma beni."
Umay bir anlık sessizliğin ardından "Oyyy!" diye ses çıkarıp yanaklarımı sıktı.
"Tamam, o zaman," dedi gülerek. "Gelene kadar seni idare etsin… Pijamalarını giy, gel!"
Bu söz, sanki beni askeri bir operasyon için onaylamış gibi bir etki yaptı.
Gözlerim parladı, heyecanla şaha kalktım ve resmen koşarak banyoya yöneldim.
Ama tabii ki disiplini elden bırakmadım!
Dişlerimi fırçaladım, ayaklarımı yıkadım, her şeyi hızlı ama düzenli şekilde hallettim.
Sonra pijamalarımı giyip yatağa atladım, Umay’ı beklemeye başladım.
Kalbim hafif hızlı atıyordu.
Bu gece sadece uyuyacaktık…
Ama 20 gün ayrılık öncesi, birlikte uyumanın bile paha biçilemez bir anlamı vardı.
Umay, Tweety desenli pijamalarını giymiş, ellerine krem sürerek yatağa geldi.
Gözlerinde hafif bir muziplik vardı.
“Birazcık kuralları esnetmekten zarar gelmez sanırım.” dedi gülümseyerek ve yanıma yattı.
Bu benim için tam anlamıyla saldırı sinyaliydi.
Hemen harekete geçip, bir kaplan çevikliğiyle pikeyi hızla kaldırıp Umay’ı içine hapsettim.
Sonra sıkıca sarıldım, onu kollarımın arasına alarak iyice sardım sarmaladım.
"Oh valla ne iyi oldu böyle! İlteriş’in kokuşmuş evinde kalmaktan ölmüştüm!" dedim kahkaha atarak.
Umay gülerek kıpırdanmaya çalıştı ama hareket alanı sıfırdı.
"Altay, bu nasıl bir sarılma lan?! Bildiğin rehine aldın beni!" dedi kıkırdayarak.
“E tabii, 20 gün hasret çekeceğim, şimdi stoğumu yapıyorum.” dedim, başımı saçlarının arasına gömerek.
Umay iç çekti. “Benim canım nişanlım tam bir taktik uzmanı…” dedi, ama sesi hafiften uykulu çıkıyordu.
Ben hafifçe gülümsedim. “Hadi uyu bakalım, fıstığım. Sabah olmasın istiyorsan, gözlerini hemen kapat.”
Ve böylece, o gece tüm yorgunluğumu unutarak, dünyanın en güzel huzuruyla uykuya daldım.
Sabah, alarm çalmadan önce uyanmıştım.
Bugün saat 14:00’te havaalanında olacaktık. Bilim heyetiyle birlikte yola çıkmadan önce eksiklerimi kontrol ettim, takım elbisemi giyip telsizimi ve kulaklıklarımı taktım.
Umay hâlâ uyuyordu.
Ona kıyamadığımdan, sessizce eğilip başını öptüm. Bugün dersleri vardı, uyandırmak istememiştim ama hafifçe kıpırdanıp gözlerini açtı.
Uykulu bir sesle, “Nereye gidiyorsun?” diye fısıldadı.
Elimi saçlarında gezdirerek “Ben gidiyorum aşkım, valizimi hazırladım. Saat 13:00’e kadar vaktimiz var ama zaten şu an 08:30. İstersen biraz daha uyu, istersen kahvaltı yapmaya Ulaşlara çıkalım.”** dedim, gülümseyerek.
Umay gözlerini kırpıştırarak hızla doğruldu, sonra yastığa geri düştü.
Ama sonra şeytani bir gülümsemeyle gözlerini bana dikti.
"Önce öpücüğümü alayım. Çok yakışıklısın, bu fırsat kaçmaz." dedi, dudaklarını hafifçe büzerek.
Ben kahkaha atıp eğildim ve dudaklarına kısa ama içten bir öpücük kondurdum.
Geri çekildiğimde, “Zıpla bakalım, giyin ve istikamet Ulaş’ın evi.” dedim gülerek.
Umay esneyerek yataktan kalktı. “Tamam tamam, ama kahvaltıyı Burak mı hazırlıyor yoksa Ulaş mı? Çünkü Burak yapıyorsa aç kalırız.” dedi kıkırdayarak.
Ben gözlerimi devirerek “Ulaş mutfakta olursa kurtuluruz, yoksa ekmek arası umutsuzluk yeriz.” dedim ve elimi uzattım.
Umay, elimi tutarak ayağa kalkarken başını omzuma yasladı.
"20 gün boyunca her kahvaltıyı böyle yapalım isterdim." diye mırıldandı.
Ben içimden, “Döndüğümde yapacağız, söz.” diye geçirdim.
Ama şimdilik, son bir kahvaltı için Ulaş’ın evine doğru yola koyulduk.
Ulaş ve İlteriş’in evine girdiğimizde tam anlamıyla bir savaş alanına düşmüştük.
Krep yapan ama hâlâ üstünü giymemiş bir Ulaş,
Valizi hazır olmadığı halde koltukta yayılmış bir Burak,
Ve aç kurtlar gibi kahvaltıyı bekleyen diğerleri…
Evin içinde kaos kol geziyordu.
Ulaş, bizi görünce yüzünde güller açtı. “Yenge!” dedi, sanki kurtarıcı meleğini görmüş gibi.
Sonra çırpınan krep tavasına, dağılmış mutfağa ve mutfak tezgâhındaki kaosa baktı.
“Yardım edersin değil mi? Yoksa ben kafayı tırlatacağım!” dedi, çaresizce.
Umay, hafifçe kıkırdayıp kollarını sıvadı. “Tamam tamam, bırak şimdi artistliği, ver şu spatulayı.” dedi ve Ulaş’ın yardımına koştu.
Burak, hâlâ valizi hazır olmayan ruh hâlinde, bir yandan karnını tutup acıklı bir ifadeyle:
“Komutanım… Açlıktan ölmek üzereyiz. Savaşta bile bu kadar beklememiştim.” dedi.
Ben ona ters ters bakıp “Lan oturduğun yerden valizini hazırla, hem aç hem tembelsin.” dedim, gözlerimi devirdim.
İlteriş kahve makinesine yaslanıp, elindeki kahve kupasını kaldırarak “Benim için sıkıntı yok, ben kahveyle yaşarım.” dedi cool bir şekilde.
Ama içeride Umay mutfağı ele geçirmiş, Ulaş’ı adeta öğrencisi gibi yönlendirerek kahvaltıyı kurtarmaya çalışıyordu.
Ben ise arkamı sandalyeye yasladım ve gülümseyerek izledim.
Bu evden sağ çıkabilecek miyiz, bilmiyordum…
Hep beraber nihayet masaya oturduğumuzda saat 10:00’du. Masada tam anlamıyla "kurt gibi aç askerler" ve bir adet kahvaltıyı son anda kurtaran akademisyen vardı.
Umay, gözlerini kahvesinden kaldırıp bana döndü.
“Altay,” dedi tatlı bir sesle. “Beni üniversiteye bırakırsınız, değil mi?”
Ben hafifçe gülümseyerek başımı salladım.
"Tabii bırakırım hayatım, emrin olur." dedim, hafif alaycı ama sevecen bir ifadeyle.
Burak hemen lafa atladı. “Vayyy komutanım, aşkım dediğinde bile emir kipiyle konuşuyor!” dedi kıkırdayarak.
Gözlerimi devirdim, “Lan yemeğini ye.” diye ters ters baktım ama Burak, hâlâ sırıtıyordu.
Sonra çayımı yudumlayıp ciddileşerek:
"Beyler, ben Umay’ı bırakıp öyle havaalanına geçeceğim. Komutan sorarsa söyleyin.”** dedim.
İlteriş kahvesini yudumlayıp "Tabii tabii, 'Komutanım, Yüzbaşı Öztürk aşkını üniversiteye bırakmaya gitti' mi diyelim?" dedi alaycı bir gülümsemeyle.
Ben kaşlarımı kaldırıp "Gönlünüzden ne geçiyorsa onu söyleyin ama en azından beni kayıp ilanı vermeden bekleyin." dedim.
Ulaş, kaşık sallayarak "Sen merak etme, biz seni öyle bir açıklarız ki komutanın bile içi rahat eder." dedi ve kahkaha attı.
Umay ise çayını karıştırarak gözlerini bana dikti.
"Beni bırakıp gitmen çok zor olacak, değil mi komutanım?" dedi, hafifçe kaşlarını kaldırarak.
Ben gözlerimi kısmış halde gülümsedim.
"Tahmin bile edemezsin, fıstığım." diye cevap verdim.
Ve masadaki herkes "Ooooo!" diyerek olaya iyice şahitlik etti.
Kahvaltının sonuna doğru, gün ayrılık havasına girerken bile sofrada bol kahkaha vardı.
Ama zihnimde tek bir şey vardı: Bırakması en zor veda, Umay’a olan olacaktı.
"Güzelim," dedim, hazır bekleyen Umay’a bakarak. “Hadi çıkalım artık.”
Takım elbisem, telsiz kulaklığım ve ciddiyetimle tam anlamıyla onun özel koruması gibi görünüyordum.
Umay bile buna hafifçe gülümseyerek baktı ama bir şey demedi.
Arabaya bindiğinde, önce kapısını kapattım, sonra sürücü koltuğuna geçtim.
Direksiyona geçip, siyah Maui Jim gözlüklerimi de takınca…
Umay kaşlarını kaldırıp bana döndü.
“Altay.” dedi, hafif tedirgin bir ifadeyle.
"Efendim fıstığım?" dedim sırıtarak.
“Beni üniversiteye kadar götürme.” dedi aniden. “Köşede bırak.”
Kaşlarımı kaldırıp hafifçe salağa yatarak:
“Neden?” diye sordum, dudaklarımdaki gülümsemeyi saklamaya çalışarak.
Umay derin bir nefes alıp gözlerini devirdi.
“Katil olmak için çok gencim Altay, öğrencilerimle aramı bozma.” dedi hafif sinirli ama eğlenceli bir ifadeyle.
Bunu duyunca kahkahayı patlattım.
"Ne yani, benim çok yakışıklı olmam sorun mu?" dedim gözlüğümü hafifçe indirerek.
Umay gözlerini kıstı. "Sorun senin yakışıklı olman değil, tam anlamıyla James Bond gibi ortamlara girmen!" dedi. "Takım elbise, gözlük, koruma gibi duruş… Resmen öğrencilerimin gözü döner, ben de akademik hayatı bırakıp hapis hayatına geçerim!"
Ben kahkahamı tutamayarak başımı iki yana salladım.
“Peki hocam, köşede bırakıyorum. Sizi riske atamam.” dedim, keyifle gaz pedalına hafifçe dokunarak.
Umay kollarını göğsünde bağlayıp “İyi ki aklın başına geldi.” dedi ama hâlâ hafif bir tebessüm saklıydı dudaklarında.
Ama içimden geçirdim… Eğer öğrencilerden yada akademisyenlerden biri fazla yaklaşırsa, belki de gerçekten 'koruma' moduna geçmem gerekirdi.
Yol boyunca keyifli bir muhabbet döndü. Umay, hem derslerinden, hem öğrencilerinden, hem de yeni ortamına alışma sürecinden bahsetti. Ben de elimden geldiğince onu güldürerek, görev öncesi içimdeki ağırlığı biraz hafifletmeye çalıştım.
Üniversitenin yakınına vardığımızda, benden kesin bir söz almazsa rahat etmeyeceği belliydi.
“Gittiğin her an, müsait olduğunda WhatsApp’tan arayacağına söz ver.” dedi, gözlerini kısarak.
Gülümseyerek başımı salladım. “Tamam fıstığım, her boş anımda arayacağım.”
Bu sözden tatmin olmuş olacak ki, yüzüne hafif bir tebessüm yerleşti. Arabadan inmeden önce, aniden bana dönüp dudaklarıma hafif ama içten bir öpücük kondurdu.
“Dikkat et,” dedi, sesi yumuşaktı ama içindeki endişeyi gizleyemiyordu.
Ben de elimi saçlarının arasından geçirerek "Sen de kendine iyi bak, hocam." dedim hafifçe.
Arabadan indi ve hafifçe gülümseyerek bana son bir bakış attıktan sonra içeri doğru yürüdü.
Ben de hızla inip, onun gidişini izledim.
Ardından, derin bir nefes alıp direksiyona geçtim ve arabayı havalimanının VIP bölümüne sürdüm.
Oraya vardığımda, timin çoktan toplanmış olduğunu gördüm.
Hepsi VIP salonunda, ellerinde kahvelerle gayet rahat bir şekilde takılıyorlardı.
Burak, kahvesini yudumlarken beni görünce hemen atıldı:
“Vay, komutanım teşrif etti!”
Gözlerimi devirdim. “Ne sandın lan, kaçacağımı mı?” dedim alayla.
İlteriş gözlüklerini düzelterek “E, Umay’ı bırakınca direkt eve falan kaçarsın diye düşündük.” dedi gülümseyerek.
Ben hafifçe gülümseyerek “Siz olsanız kaçardınız ama ben görev adamıyım.” dedim ve kahve makinesine yöneldim.
Tam kahvemi alırken, içeride bilim heyetiyle tanışmak üzere çağırıldık.
Derin bir nefes alıp, ciddiyete büründüm.
Bu iş, romantik veda anlarından çok farklı olacaktı.
Şimdi, görev zamanıydı.
Bilim heyetiyle tanışma faslı başladığında, her biri sırayla kendini tanıttı.
Alanlarında üst düzey uzmanlardı. Aralarında biyoteknoloji, yapay zeka, savunma sanayi ve nükleer enerji üzerine çalışan profesörler ve araştırmacılar vardı.
Ama bizim kendimizi tanıtmamıza gerek yoktu.
Biz isim değil, kodduk.
Koruma 1 ve Koruma 2.
Ve ben Koruma 1 olarak görevdeydim.
Heyet, bizimle tanıştıktan sonra operasyonel prosedür hakkında birkaç soru sordu.
Bir profesör, “Peki, bizimle nasıl bir mesafede olacaksınız?” diye sorduğunda, soğukkanlı bir ifadeyle cevap verdim:
“Sizin attığınız her adımı atacağız. Girdiğiniz her ortamda bir gözümüz dışarıda, bir gözümüz üstünüzde olacak.”
Başka bir araştırmacı, “Yani adeta gölgemizsiniz?” dedi hafif gülümseyerek.
Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi. “Gölgeleriniz olsak iyi. Biz direkt duvarınız olacağız.” dedi.
Ben gözlerimi bilim heyeti üzerinde gezdirerek sessizce ekledim:
“Siz bilime odaklanın, güvenliği bize bırakın.”
Tanışma tamamlandığında, timim ve ben artık tamamen görev moduna geçmiştik.
Kişisel hayat, sohbet, espri…
Bunlar, uçağa binene kadar burada kalacaktı.
Çünkü bizim işimiz; refleks, sezgi ve tam odaklanmaydı.
Uçağa adım attığımızda, herkes yerlerine geçerken biz de doğal olarak pozisyon aldık.
Bilim heyeti sayesinde, VIP uçuş yapıyorduk.
Normalde askeri operasyonlarda uçak yolculukları sıkışık, sert koltuklar ve minimum konforla geçerdi. Ama burada, gerçekten rahat koltuklara oturuyorduk.
Burak, koltuğa yerleşirken hafifçe sırıtıp fısıldadı:
“Komutanım, ben hep bilim insanlarını koruyalım istiyorum.”
Ben gözlerimi devirdim. “Daha uçağa bindik, şimdiden şımardın.” dedim alçak sesle.
Mustafa Kemal, bizi duyup hafifçe güldü:
“Şımarmak mı? Adam şu an özel jetle gidiyor gibi hissediyor.”
İlteriş ise koltuğuna yayılıp ciddiyetle konuştu:
“Bu iyi ama fazla rahatlığa alışmayın. İndiğimizde görev devreye giriyor.”
Uçak kalkış için hazırlanırken, telsiz bağlantılarımızı son kez kontrol ettik.
İçimde hafif bir huzursuzluk vardı. Görev boyunca her şeyin yolunda gitmesini umuyordum.
Ama tecrübelerime dayanarak biliyordum ki, asıl sorunlar en beklenmedik anlarda çıkardı.
Ve bu görev, kolay bir görev olmayacaktı.
İngiltere'ye sorunsuz bir şekilde indiğimizde, hiç vakit kaybetmeden koruma prosedürlerine uygun şekilde hareket etmeye başladık.
Uçaktan iner inmez, VIP terminalinde hızlı bir geçiş sağlandı. Heyet, pasaport işlemlerini hallederken biz de çevre güvenliğini sağlamak için pozisyon aldık.
Telsizimi düzelttim ve hızlıca etrafı taradım.
Sonra telsize basarak:
“Koruma 2, orada durum ne?” dedim, gözlerim çevreyi kontrol ederken.
Telsizden Ulaş’ın sesi geldi:
“Koruma 1, çıkış temiz. Araçlarımız konumda, güvenlik çemberi oluşturduk. Harekete hazırız.”
Başımı hafifçe sallayarak, diğerlerine işaret verdim.
Burak, hemen “Koruma 3, arkadan ek güvenlik sağlıyor.” diye bilgi geçti.
Mustafa Kemal ve İlteriş de çevreyi kontrol ederek ilerliyordu.
Her şey planladığımız gibi gidiyordu… Şimdilik.
Ama içimde her zaman olduğu gibi tetikte olmamı söyleyen bir his vardı.
Çünkü asıl tehlike, genelde en sorunsuz anlarda patlak verirdi.
Tam arabaya bineceğimiz sırada, içimdeki alarm zilleri çalmaya başladı.
Bir şeyler yolunda gitmiyordu.
Gözlerim etrafı taradı, herkesin dikkati farklı noktalara dağılmıştı ama ben…
Arabanın altındaki yanan kırmızı ışığı fark ettim.
Adrenalin bir anda damarlarıma hücum etti.
“DURUN! KİMSE KIPIRDAMASIN!” diye gür sesimle bağırdım.
Tim anında refleks gösterdi, silahlarına davrandılar, bilim heyeti ise şaşkınlıkla dona kaldı.
Ama ben o kırmızı ışığa odaklanmıştım.
Göz bebeklerim büyüdü.
Bu bir bomba düzeneğiydi!
“DİKKAT, BOMBA!” diye bağırıp hızla harekete geçtim.
İnsanları uzaklaştırırken, kenarda duran küçük bir kız çocuğunu fark ettim.
Gözleri çekikti, üstü çiçekli elbiseliydi ve etrafa şaşkınlıkla bakıyordu.
Büyük bir hızla koşarak hem insanları yönlendirdim hem de kızı kucağıma aldım.
Tam zamanında!
“PATLAMAYA HAZIRLANIN!” diye telsize son emri verdim.
Ve…
BOOOM!
Araç şiddetli bir şekilde havaya uçtu, devasa bir ateş topu gökyüzüne yükseldi.
Şok dalgası her şeyi savurdu.
Etraf anlık bir sessizliğe gömüldü, ardından bağırışlar ve çığlıklar duyuldu.
Kız çocuğunu vücudumla sararak yere kapandım, patlamanın etkisini en aza indirmeye çalışarak.
Birkaç saniye süren o ölümcül an…
Havada uçan cam parçaları, alevler, kaos…
Ama hayattaydık.
Ve bu daha sadece başlangıçtı.
Patlamanın şiddetiyle etraf toz dumana karışmıştı. Kulaklarımda uğultu vardı, ama kucağımdaki küçük kızın titrediğini hissedebiliyordum.
Ona dönüp, “Are you okay?” dedim, yani “İyi misin?”
Ama çocuk konuşamadı, sadece ağlamaya başladı.
Hafifçe sarılıp sırtını okşadım.
Tam o sırada, küçük kız hıçkırıklar arasında Korece bir şeyler mırıldandı.
Jageun yeoja, gwaenchanha boyeo. Amugeosdo eopseo.
(Küçük kız, iyisin bak. Geçti, bir şey yok.)
Koreceyi aksanlı da olsa konuştum, çünkü çocuğun güvende hissetmesi gerekiyordu.
Küçük kız başını kaldırıp bana baktı, gözleri hala korkuyla doluydu.
Ve sonra titreyen sesiyle fısıldadı:
"Ajeossi, je eomeonineun eodie gyesipnikka?"
Hızla çevirdim kafamdan.
(Amca, annem nerede?)
O an, içim sıkıştı. Çocuğun annesi ortada yoktu.
Tam o anda, "Sujin!" diye bağıran birkaç kişi hızla yanımıza geldi.
Koreli olduklarını fark ettim. Kızın akrabaları olmalıydı.
Onlar yaklaşırken, ben dizimi yere koyarak çocuğu nazikçe bırakıp ona güvenli bir şekilde teslim ettim.
Koreli adam, hafif eğilip selam verdi. “Kimliğinizi görebilir miyim?” diye sordu.
Ben, gözlerimi ona dikerek soğukkanlı bir sesle sadece:
"Türküm." dedim.
Adam bir an duraksadı, sonra kafasını salladı. Teşekkür edip çocuğu kucakladı.
Ben de kıza son bir kez baktım, hafifçe başımı eğerek veda ettim.
Şimdi görevime dönmeliydim.
Ayağa kalkıp, patlamadan sağ çıkmış bilim heyetinin yanına ilerledim.
Tim çoktan çevreyi güvence altına almıştı.
Güvenli bir şekilde sağlam minibüse bindiklerinde, derin bir nefes aldım.
Ama bu saldırının amacı neydi?
Ve bu iş burada bitmiş miydi?
İçimde bu patlamanın sadece bir başlangıç olduğu hissi vardı.
Ve genelde hislerimde yanılmazdım.
Bütün tim, bakışlarını bana çevirdi.
Burak, gözleri hâlâ endişeyle dolu bir şekilde:
“Komutanım, iyi misin? Bombaya en yakın olan sendin!”** dedi.
Ulaş da kaşlarını çatmıştı, sesinde ciddiyet vardı:
“Altay, ciddi ciddi sağlam mısın? Patlama dalgasını en çok sen hissettin.”
Elimi hafifçe kaldırıp “İyiyim.” dedim, nefesimi toparlamaya çalışarak.
Ama dürüst olmak gerekirse, başımdaki uğultu hâlâ devam ediyordu.
“Biraz fazla basınca maruz kaldım, başım ağrıyor…” diye ekledim, elimle hafifçe şakaklarımı ovalayarak.
Bu sefer bilim heyeti bana döndü.
Profesörlerden biri, gözlüğünü düzelterek:
“Bu şaka kaldıracak bir durum değil, Koruma 1. Beyin sarsıntısı ihtimaliniz var. Hastaneye gidip tomografi ve MR çektirmelisiniz.” dedi, ciddiyetle.
Ben ise hızlıca başımı iki yana salladım.
“Reddediyorum. İyi durumdayım.”**
Mustafa Kemal, kollarını göğsüne bağlayıp kaşlarını kaldırdı:
“Reddediyorum ne lan? Burası mahkeme mi? MR çektir gitsin işte.”**
İlteriş, hafifçe başını iki yana sallayarak, “Aga, kafatası çatlak olsa da ‘iyiyim’ diyecek adam sensin.” diye söylendi.
Ama ben yerimden kıpırdamadım.
“Dinleyin,” dedim, bakışlarımı herkesin üzerinden geçirerek.
“Benden MR falan beklemeyin. Zaten sağlamım, basit bir baş ağrısı yüzünden hastaneye yatacak değilim. Burada korunması gerekenler var. Önceliğimizi unutmayın.”
Bilim heyetinden biri, “Ama bu ciddi olabilir…” diye ısrar etmeye çalıştı ama ben hafifçe elimi kaldırıp kestim.
“Daha ciddi olabilecek şeyler de var. Şu an önümde duran gibi.” dedim, çevreyi işaret ederek.
Herkes sessizleşti. Çünkü hepsi ne kadar inatçı olduğumu biliyordu.
Sonunda Ulaş iç çekerek:
“Tamam lan tamam, kafana bir şey olursa ilk ben dalarım.” dedi, pes ederek.
Burak içini çekip bir şey demeden başını salladı.
Ama gözlerinden okuyabiliyordum: Bunu burada bırakmamışlardı.
Beni hastaneye götüremiyorlardı ama beyin sarsıntısı geçirmediğimden emin olmak için muhtemelen bütün gün peşimde olacaklardı.
Ben ise çevremizi saran tehlikenin, basit bir MR çekiminden daha büyük olduğunu biliyordum.
Ve bu saldırının devamı gelmezse, işte asıl o zaman şaşırırdım.
Çünkü birileri bir mesaj vermeye çalışıyordu.
Ve biz de o mesajı almaya hazırdık.
Tam olayın şokunu atlatmaya çalışırken, heyetin en genç üyesi elindeki telefon ekranına bakarak “Aha!” dedi şaşkınlıkla.
Herkes ona döndü. Ne olduğunu anlamaya çalışırken o hızla devam etti:
“Şimdiden Twitter çalkalanıyor. Koruma 1 kahraman ilan edilmiş!”
Kaşlarımı çattım. “Ne?”
Genç bilim insanı gözlerini ekrandan ayırmadan, heyecanla anlatmaya devam etti.
“Güney Kore’de viral olmuşsun. Küçük kızın başından geçenleri anlatmışlar, ailesi sosyal medyada seni arıyor, Kore haber siteleri ‘Kahraman Türk’ diye seni konuşuyor.”
Burak kahkahayı patlattı. “Ulan koruma1, adamlar seni K-drama kahramanı yaptılar!”
Ulaş telefonu elimden kapmaya çalıştı. “Dur lan bi bakayım, belki hayran sayfan açılmıştır.”
Ben ise ciddi misin bakışı attım.
Bir bu eksikti…
İlteriş gözlüklerini düzelterek ciddi bir ifadeyle ekledi:
“Komutanım, artık Kore’de ünlüsünüz. Bir de reklam teklifi alsan tam olurdu.”
Derin bir nefes aldım. Başım zaten ağrıyordu, şimdi bir de ‘kahramanlık’ meseleleriyle uğraşmak zorundaydım.
Mustafa Kemal, koluma vurarak:
“Sizce de çok güzel bir anime karakteri olmaz mıydı?” diye gülerek Burak’a sordu.
Burak kendi kendine mırıldandı:
“Bence Kore dizisinde başrol olurdu. Koruma1: Sessiz, gizemli, yaralı ruhlu bir adam… Ama korumaya yemin ettiği arkeolog kadına aşık olur!”
Herkes kahkahayı bastı.
Ama ben elimle yüzümü kapatıp, “Tamam, susun.” dedim derin bir iç çekerek.
Şimdi gerçekten Twitter’a bakmam gerekiyordu.
Ve bu işin sonu nereye varacaktı, hiçbir fikrim yoktu.
“Umay’ım, aşkım… Bak iyiyim. Yapma böyle.” dedim, sesimi mümkün olduğunca yumuşatarak.
“Sevgilim, ben şuan yoldayım, rahat konuşamıyorum ama…” diye devam ettim, nefesimi dengeleyerek. “Söz veriyorum, otele geçtiğimizde seni görüntülü arayacağım.”
Umay’ın nefesi hâlâ düzensizdi ama sesindeki panik yavaş yavaş azalıyordu.
“Şimdi…” dedim, hafif bir gülümsemeyle.
“İyi olduğumu bilerek telefonu kapattığında yüzünü yıka ve kantine gidip kendine çikolata al. Hem de en sevdiğinden. Hani şu ‘moral bozukluğu ilacım’ dediğin var ya, işte ondan.”**
Telefonun diğer ucundan, titrek ama daha sakin bir nefes duyuldu.
“Altay…” diye fısıldadı, sesi mırıl mırıl olmuştu artık.
Ve sonra, “Rabbime emanet ediyorum sizi… Sağ salim dön bana.” dediğinde, içimde koca bir düğüm oluştu.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım ve “İnşallah güzelim.” dedim, sesi kalbime kazınırken.
Sonra telefonu kapattım.
Ama içimde hala onun korkusu yankılanıyordu.
Ben buradaydım…
Ama Umay’ın dünyasında her an kaybolabilirdim.
Ve bu, onun için en büyük kabustu.
Ben ona bir söz verdim.
Ve ben, sözlerimi tutan bir adamdım.
Burak, bu sefer her zamankinden farklıydı.
Normalde hep gevşek, hep espriliydi ama şimdi bana doğru eğildiğinde yüzü ciddiydi.
“Umay yenge çok yıpranmıştır, ona ulaştığınız iyi oldu. Merak etmeyin komutanım, canım pahasına gözüm üstünde.” dedi, sesi her zamankinden daha kararlıydı.
Bir an sadece ona baktım.
Bu adam, timimin en gevşek, en şakacı elemanıydı. Ama iş ciddi olunca, en güvenilir adamlardan biri de yine oydu.
Ama ben… ciddi Burak’ı sevmiyordum.
Kaşlarımı hafifçe çattım ve “Ben ciddi Burak’ı sevmiyorum.” dedim, hafif bir gülümsemeyle.
Sonra elimi uzatıp “Sen cıvık güzelsin lan.” dedim ve ellerimle saçlarını darmadağın ettim.
Burak hemen “Komutanım yapmayın ya, fön çektirmiştim sabah!” diye şikâyet etti ama kahkahamı bastım.
İlteriş arkadan kıkırdayarak: “Senin gibi adam fön mü çektiriyor lan?” diye dalga geçti.
Ulaş ise kolunu Burak’ın omzuna atıp:
“Kahraman Koreli Koruma 1’in yanında sağ kol olmak istiyorsan, saçlarla değil, hareketlerle konuşacaksın.” dedi, alayla.
Burak gözlerini devirdi. “Ya siz ne çektiniz benim saçlarımdan?” diye söylendi ama içten içe gülümsüyordu.
Ben derin bir nefes aldım.
Her ne kadar şakalaşıyor olsak da, hepimiz biliyorduk ki bu iş daha yeni başlıyordu.
Ve bu 20 günlük görev, sandığımızdan daha büyük bir şeye dönüşecekti.
Arabanın patlamasından sonra şehir merkezine kadar her şey sorunsuz ilerliyordu.
Koruma prosedürlerine tam uyumla, bilim heyetini güvenli bir şekilde otele yerleştirdik.
Tim konumlara yerleşti, Burak ve Ulaş otelin çevresini kolaçan ederken, İlteriş içeride güvenlik kameralarına göz atıyordu.
Ben ise bilim heyetinin lideri olan Profesör Levent Karahan ile odasında görüşüyordum.
“Bu saldırının hedefi siz miydiniz, yoksa zamanlama tesadüf müydü?” diye sordum, sesimde hiçbir duyguyu belli etmeden.
Profesör gözlüğünü çıkarıp masaya koydu, alnını ovuşturdu.
“Bilmiyorum, koruma1. Ama hislerim iyi değil.”
Ben de aynı fikirdeydim.
Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Dışarıdaki sessizlik, fırtına öncesi huzur gibiydi.
Tam o anda, telsizden Burak’ın sesi patladı:
“Koruma1! Batı girişinde hareketlilik var. Siyah bir araç, içinde maskeli iki kişi, sürekli devriye atıyorlar.”
Anında ayaklandım.
"Pozisyon alın. Otelin girişlerini kapatın. Kimse içeri ya da dışarı çıkmasın." dedim, hızla kapıya yönelerek.
Tam odadan çıkarken, gözüm profesörün yüzündeki solgun ifadeye takıldı.
“Siyah araç… Maskeli kişiler mi dediniz?” diye fısıldadı.
Bir şeyler hatırlamış gibiydi.
Dudakları kuruyarak “Yüzbaşı… O araç büyük ihtimalle bizim için burada.” dedi, sesi titriyordu.
Telsiz tekrar cızırdadı. Burak’ın sesi panik içindeydi:
“Komutanım! Araç otelin önüne yanaştı. İnen kişi… silahlı!”
O anda bir silah sesi yankılandı.
Ve telsizden Ulaş’ın sesi duyuldu:
“Ateş açtılar! ÇATIŞMA BAŞLADI!”
Kapıyı hızla açtım, elim silahıma gitti.
Otele yapılan saldırı şimdi başlamıştı.
Ve biz, buna hazır olmalıydık....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |