

Otelin koridorlarından koşarak lobiye inerken, telsiz sürekli cızırdıyordu.
“Koruma 2, pozisyon bildir!” diye bağırdım, elim silahımda, gözlerim çevreyi tarıyordu.
Ulaş’ın sesi telsizden patladı:
“Batı girişindeyiz! Ateş açan iki kişi var, biri susturuculu tabanca kullanıyor. Adamlar profesyonel, rastgele sıkmıyorlar!”
Lobiye vardığımda silah sesleri otelin dışından yankılanıyordu.
Cam kapıların hemen arkasında Burak ve Mustafa Kemal siper almış, karşı kaldırımdaki siyah araca ateş açan saldırganları kontrol altına almaya çalışıyordu.
“İlteriş, izleme odasından bana bilgi ver!” dedim telsize.
“Üç kişilermiş, ikisi önde saldırıyor, biri otelin yan tarafına doğru sızmaya çalışıyor!” diye yanıtladı.
“Ulaş! Yan cepheye yönel, içeriden yaklaşma ihtimalleri var!”
“Emredersiniz komutanım!”
O anda, cam bir anda patladı.
Kurşunlar lobinin içine doluştu, mermiler duvarlara saplandı, her şey kaosa döndü.
Saldırganlardan biri lobinin kapısını zorlamaya çalışıyordu.
Eğildim, hızlı bir nefes alıp silahımı kaldırdım ve tetiği çektim.
BAM!
İlk atış saldırganın omzuna saplandı, adam sendeleyerek geri çekildi.
Ama bu yetmezdi.
Hemen yanımdaki Burak’a döndüm:
“Sis bombası at! Görüşlerini keselim!”
Burak, belindeki gaz bombasını hızla piminden çekti ve dışarı yuvarladı.
BOOMF!
Kalın beyaz duman, bir anda otelin önünü sardı.
“Şimdi!” diye bağırdım.
Burak ve Mustafa Kemal hızla mevzi değiştirdi, ben öne atılıp dumanın içinden ikinci saldırgana doğru iki el ateş ettim.
BAM! BAM!
Adam kasık hizasından vurulup yere yığıldı.
Ama o an, kulaklarımda çınlayan o ses geldi:
TAK! TAK! TAK!
Arka çıkış kapısından biri ateş açıyordu!
Yanımızdan geçen mermiler betona saplandı.
“Geri çekilin!” diye bağırdım, ama o an…
Arka kapının yönünde profesör vardı.
Ve saldırgan ona nişan almıştı!
Silahı kaldırdı.
Parmak tetiğe bastı…
Ben hareket etmeye bile fırsat bulamadan, bir gölge hızla profesörün önüne atıldı.
Ve silah patladı.
BAM!
Kurşun doğrudan hedefini buldu.
Ama bu profesör değildi.
Çünkü önüne atlayan Ulaş olmuştu.
Adam göğsünü tutarak sendeledi.
Ve dizlerinin üzerine çöktü.
Ben telsizi düşürdüm, tek bir kelime çıkabildi ağzımdan:
“ULAŞ!”
Ama şimdi zamana karşı yarışıyorduk.
Ve çatışma henüz bitmemişti.
“TÜM BİRİMLER! ATEŞİ BAŞKA YÖNE YÖNLENDİRİN!” diye bağırdım, silahımı kaldırıp art arda ateş ederken Ulaş’a doğru koştum.
Kurşun hayati bir bölgeye isabet etmemişti, ama kan kaybediyordu.
Diz çöküp hızla eldivenlerimi geçirdim ve yarasına baskı uygulayarak kanamayı kontrol altına almaya çalıştım.
“Ulan Ulaş!” diye tısladım, gözüm çevreyi kontrol ederken. “Ölmek yok lan!”
Ulaş dişlerini sıkıp “Kurban olayım komutanım, zaten göğsüme yedim, canım yeterince yanıyor!” diye inledi.
Ama sesi hâlâ kendindeydi. Bu iyiye işaretti.
“Ambulans çağırın! Birimlere haber verin, hemen tıbbi destek lazım!”** diye telsize bağırdım.
Burak ve Mustafa Kemal saldırganları bastırmaya devam ederken, ben Ulaş’ı omzuna destek vererek güvenli bir bölgeye çektim.
Kanlı eldivenlerimi çıkarıp yere attım, nefes nefese başımı kaldırdım.
Ama tam o anda...
Telsizden İlteriş’in sesi panikle patladı:
“Komutanım! İkinci dalga yaklaşıyor! Siyah SUV’lar hızla otelin önüne yanaşıyor!”**
Başımı kaldırıp yola baktım...
Ve üç zırhlı SUV’nin hızla üzerimize geldiğini gördüm.
Bu iş bitmemişti.
Asıl savaş şimdi başlıyordu.
“DAYAN ULAŞ!” diye bağırdım, yüzüne sert bir tokat attım.
Göz kapakları yarı aralıktı, bilincini açık tutmam gerekiyordu.
“Gözlerini kapatma! Bana bak! Ulan, şehit olmaya niyetin varsa, önce benden izin alacaksın!”** dedim, öfkemi dizginleyemeyerek.
Ulaş, dişlerinin arasından “Komutanım, zaten döve döve öldüreceksiniz.” diye inledi ama hâlâ gülümsüyordu. Bu iyiydi.
Ambulans tam zamanında geldi.
Onur’u onunla birlikte yolladım. “Gözünü üzerinden ayırma, sakın bilincini kaybetmesine izin verme!” dedim, Onur ise “Emredersiniz komutanım!” diyerek hızla ambulansa bindi.
Ulaş’ı arka taraftan ambulansa koyarlarken, ben yavaşça ayağa kalktım.
Ve tüm sinirim, öfkem ve soğukkanlı ölümsüzlüğümle ileri doğru yürüdüm.
Üç SUV’den inen adamlara baktım.
Karşımdaki adamlar şimdiye kadar gördüğümüz çapulculara benzemiyordu.
Eğitimliydiler.
Duruşlarından, formasyonlarından ve ellerindeki susturuculu silahlardan belliydi.
Ama ben de eğitimliydim.
Ve şu an önümde öldürülmesi gereken adamlar vardı.
Yavaşça tetiği çektim.
BAM!
İlk adam sol göğsünden yedi, geriye sendeledi.
İkinci adam silahını kaldırmaya çalıştı.
BAM! BAM!
Tam kaşının ortasına bir mermi saplandı.
Gözlerim kan çanağına dönmüştü.
Beni durduracak hiçbir şey yoktu.
Bu adamlar bizi öldürmeye gelmişlerdi.
Ama bilmiyorlardı…
Ölmeye geldiklerini.
Ve ben, o gerçeği tek tek anlatacaktım.
Çatışma bittiğinde, etraf cesetlerle ve kovanlarla doluydu.
Ama İngiliz polisi?
Ancak teşrif etmişti.
Sireni yeni açılmış, silahlarını doğrultarak kendilerince “hâkimiyet” kurmaya çalışıyorlardı.
Ama ortada hâkimiyet kuracak bir şey kalmamıştı.
Çünkü iş çoktan bitmişti.
Silahımı yavaşça kılıfına koyarken, kendi kendime Türkçe bir küfür savurdum.
Burak, yanımdan geçerken “Komutanım, bu kadar beklediklerine göre şimdi biz suçlu çıkmazsak iyidir.” diye fısıldadı.
İçimden “Haklı.” dedim ama belli etmedim.
Polis, ifademi almak için beni çağırdığında zaten sabrım tükenmişti.
Elimle alnımı ovuşturarak, derin bir iç çektim ve “Haydi bakalım.” diyerek içeri girdim.
Türkçe küfürler eşliğinde ifade verdim. Saldırı, savunma, hedef, bilim heyeti… Her şeyi net ve hızlı bir şekilde anlattım.
Polis memurları birbirine bakıp konuşmaları İngilizce tartışırken, ben çoktan kalkıp çıkmıştım bile.
Çünkü şu an tek bir yere gitmem gerekiyordu.
Hastaneye.
Ulaş’ın yanına.
Hızla hastaneye vardığımda, odasını bulmam uzun sürmedi.
Kapıyı açıp içeri girdiğimde, beyaz hastane önlüğüyle yatağa yaslanmış, damar yolu takılmış halde bana bakan Ulaş’ı gördüm.
Kaşlarını kaldırdı. “Vay… Kahramanımız geldi mi?”
Gülerek yaklaştım, yatağın kenarına oturdum.
"Nasıl hissediyorsun?" diye sordum.
Ulaş derin bir nefes aldı. "Göğsümde bir mermi deliğiyle biraz… kötü." dedi, alayla. Ama iyiyim komutanım, merak etmeyin.”
İçim rahatladı.
"Beni korkuttun lan." dedim, gözlerimi kısarak.
Ulaş sırıtıp “O yüzden tokat attın değil mi?” dedi.
Ben de “Lan tabii attım! Ölme ihtimalin vardı, ben de yöntemimi kullandım.”** diye çıkıştım.
Burak içeri kafasını uzatıp “Komutanım, tokadı hâlâ hissediyormuş, ikinciye gerek yokmuş.” dedi kahkaha atarak.
Ben gözlerimi devirdim, ama içten içe şükrettim.
Ulaş iyiydi.
Ama bu saldırının sonu muydu?
Yoksa daha büyük bir şeyin başlangıcı mıydı?
İçimdeki his, henüz işimizin bitmediğini söylüyordu.
Ve ben hislerimde hiç yanılmazdım.
Hastane odasında Ulaş’ın hâlâ sırıtarak bana laf yetiştirdiği an, kapı açıldı ve içeri erkek bir hemşire girdi.
Elinde bir şırınga vardı, seruma bir şey enjekte etmek için hazırlık yapıyordu.
Başta dikkat etmedim. Hastane, hastadır sonuçta. Ama elim istemsizce belime gitti, refleks işte.
Adamın ilacı açıp seruma vermesine saniyeler kala gözüm ilaç etiketine kaydı.
Ve içimdeki alarm zilleri çaldı.
Ayağa bir roket gibi fırladım.
Adamın koluna sertçe vurarak geri çektim, şırınga elinden düştü.
“NE YAPTIĞINI SANIYORSUN?!” diye bağırdım, İngilizce’ye geçerek. “Nereden mezun oldun sen?!
Hemşire şok oldu, sendeleyerek geri çekildi. Ama gözleri çoktan ele vermişti.
Panik.
Yalan söylerken yakalanan biri gibi bakıyordu.
O an içim ürperdi.
Tıbbi eğitim almış her asker gibi ben de serumlara eklenecek ilaçları az çok bilirdim.
Bu ilaç Ulaş’a verilseydi…
Komaya girerdi.
Bunu bildiğim için elim otomatik olarak belime gitti, silah yoktu ama refleksim buydu.
Odaya Burak ve Mustafa Kemal içeri daldığında, hemşire tamamen afallamıştı.
“Ne oluyor komutanım?” diye sorarken, ben gözlerimi hemşireye diktim.
“Bunu hastane yönetimine bildiriyoruz. Ama önce… bu adamla biraz konuşacağız.”
Odada gerilim bıçak gibi kesildi.
Çünkü hepimiz anlamıştık.
Bu bir hata değildi.
Bu bir suikast girişimiydi.
Ve savaş, otelin dışından hastane koridorlarına taşınmıştı.
"Şu yavşağı alın gözümün önünden!" diye tısladım, gözlerim öfkeyle parlıyordu.
Burak ve Mustafa Kemal hemen harekete geçti.
“Emredersiniz komutanım.” dedi Burak, hemşirenin kolunu sertçe kavrayarak.
Adam kıpırdanmaya çalıştı ama Burak onu öyle bir sıktı ki yüzü bembeyaz oldu.
“Bana dokunamazsınız! Ben bir sağlık çalışanıyım!” diye İngilizce bağırdı.
Mustafa Kemal, “Senin sağlıkla falan alakan yok kardeşim.” diyerek onu kapıya doğru sürükledi.
Ulaş’a döndüm, hâlâ yatakta şaşkın ama sinirli bir şekilde olan biteni izliyordu.
"Gözünüzü Ulaş’tan ayırmayın!" diye emir verdim.
“Her giriş yapanı kontrol edin, kimliksiz kimseyi yaklaştırmayın. Eğer biri daha şüpheli bir hareket yaparsa, direkt indirirsiniz.”**
“Emredersiniz!” dediler ve pozisyon aldılar.
Ben ise hızlı ve kararlı adımlarla hastane yönetiminin kapısına yöneldim.
Önce derin bir nefes aldım, sonra kapıyı tek hamlede açtım.
İçeride oturan hastane yöneticisi, gözlüklü, orta yaşlı bir adam, gözlerini ekrandan kaldırıp bana şaşkınlıkla baktı.
“Bir sorun mu var, Bay Öztürk?” diye sordu, sesi soğukkanlı ama temkinliydi.
Ben gözlerimi ona diktim, masaya yaslandım ve bastırarak konuştum:
“Eğer az önce hastanenizde yaşananı duyduysanız, bir ‘sorun’ kelimesi yeterli olmaz. Adamlarınızdan biri benim adamımı öldürmeye kalktı. Bunu açıklamanızı bekliyorum.”**
Adamın gözleri hafifçe büyüdü ama belli ki deneyimliydi, çünkü paniğini saklamaya çalışıyordu.
“Bu çok ciddi bir iddia, Bay Öztürk.” dedi yavaşça.
Ben gözlerimi kısmıştım.
“İddia mı? Hastanenizin içinde, hastanenize güvenerek tedavi gören biri az önce komaya sokulmaya çalışıldı. Ve siz bana ‘iddia’ mı diyorsunuz?”
Yönetici, elindeki kalemi masaya bıraktı. Göz göze geldik.
O sırada kapı aniden açıldı.
Ve içeriye İngiliz polisi girdi.
"Bay Öztürk, sizinle konuşmamız lazım."
İşte şimdi işler karışıyordu.
Beni görünce gözyaşlarını silmeden, hafif titreyen sesiyle konuştu:
“Altay…” dedi, gözleri hâlâ nemliydi.
Sonra hafif bir gülümsemeyle, sesi kısılarak ekledi:
“Benim için bu kadar mı hassassın lan?”
Boğazım düğümlendi.
Ulaş…
O hep neşeliydi, hep güçlüydü. Ama şimdi, ilk defa bu kadar kırılgan, bu kadar savunmasızdı.
İçimdeki tüm öfke, endişe, korku bir anda eriyip gitti.
Ona doğru bir adım attım, “Ulan Ulaş…” diye fısıldadım.
Ve sımsıkı sarılıp kollarımı omzuna sardım.
Hastane odasının o soğuk sessizliğinde, iki kardeş gibi…
Savaşın ortasında hayatta kalmış iki adam gibi…
Sadece sustuk.
Ama o an hiçbir kelimeye gerek yoktu.
Çünkü dostluk, bazen en derin sessizlikte saklıydı.
Telefonumu hızla cebimden çıkarıp Umay’ı aradım.
İkinci çalışta açtı, sesi hafif uykulu ama yine de endişeli bir tını taşıyordu.
“Aşkım?” dedi hemen. “İyi misin? Bir şey mi oldu?”
“Güzelim, çok uzun konuşamayacağım, direkt konuya giriyorum.” dedim, hızlı ve net bir şekilde.
Umay anında dikkatini topladı, sesi daha da ciddileşti.
"Söyle Altay, ne oldu?"
“Ulaş çatışmada vuruldu.” dedim, nefes almadan. “Durumu iyi ama tedavi için ambulans uçakla Türkiye’ye dönüyor.
Kısa bir sessizlik oldu. Büyük ihtimalle bu cümleyi sindirmeye çalışıyordu.
Sonra hafifçe nefesini verirken, sesi titrek ama kontrollüydü:
"Tamam… Hangi hastaneye inecek?”
“GATA’ya götürüyorlar. Onunla ilgilenirsin deme, çünkü zaten ilgileneceğini biliyorum."** dedim, hafifçe gülümseyerek.
Umay bir an durdu, sonra hafif boğuk bir sesle:
"Aşkım… Ulaş iyi mi gerçekten?" diye sordu, belli ki gözleri dolmuştu.
"İyi, Umay. Ama sen onun moralini sağlam tut." dedim yumuşak bir sesle.
"Tamam, merak etme. O artık benim de kardeşim." dedi, sesinde derin bir sahiplenme vardı.
İşte bu yüzden Umay’a aşıktım.
Ne olursa olsun, sahiplenirdi, korurdu, bırakmazdı.
"Seni seviyorum." dedim kısık bir sesle.
"Bende seni, Altay’ım… Kendine dikkat et, olur mu?"
"Söz veriyorum, fıstığım." dedim ve derin bir nefes alarak telefonu kapattım.
Ama biliyordum…
Ulaş Türkiye'ye dönse bile, biz burada yalnız kalmayacaktık.
Ve bu işin sonu, hiç de temiz bitmeyecekti…
Bilim heyeti için sığınak kapıları açıldı.
Patlamadan ve hastanedeki suikast girişiminden sonra, artık işin şakası kalmamıştı.
İngiliz yetkililerle fazla muhatap olmadan, kendi güvenlik protokollerimizi devreye soktuk.
Profesör Levent Karahan ve ekibi, özel bir güvenlik bölgesine alındı.
Sığınak derin, beton duvarlarla çevrili, dışarıdan hiçbir sinyal almayan kapalı bir alandı.
Tam anlamıyla güvenli bir kutu.
Ama ben biliyordum ki, hiçbir yer yüzde yüz güvenli değildir.
“Koruma 3, Koruma 4, içeride her şey yolunda mı?” diye telsizden sordum.
İçeride olan Fatih ve Yavuz hemen yanıt verdi.
“Koruma 3, içerisi temiz. Kapılar kilitlendi.”
“Koruma 4, içeride anormal bir durum yok. Bilim ekibi yerleşti.”
Başımı salladım, ama içimdeki huzursuzluk geçmedi.
Kapının hemen önüne döndüğümde, İlteriş ve Mustafa Kemal çoktan pozisyon almıştı.
İlteriş, silahını dizine yaslamış, etrafı tetikte tarıyordu.
Mustafa Kemal ise her zamanki gibi soğukkanlı ama dikkatliydi.
"Kimse buradan içeri girmez." dedi İlteriş, hafif bir sırıtışla.
Mustafa Kemal ise başını salladı. "Girerse de, geri çıkamaz."
Derin bir nefes aldım.
Sığınak onları korurdu…
Ama ya bizi?
Biz dışarıdaydık.
Ve tehlike, hala tam olarak nereden geleceğini göstermemişti…
Heyetin yanına ulaştığımda, gözlerindeki endişeyi daha konuşmadan anlamıştım.
Profesör Levent Karahan, kaşlarını çatmış, gözlüklerini düzeltirken bana döndü.
“Koruma 2’nin durumu nasıl?” diye sordu, sesi gergindi.
Derin bir nefes aldım, “koruma 2 yaşıyor. Türkiye’ye götürüldü, en iyi tedaviyi alacak. Durumu stabil.” dedim, kısa ve net bir şekilde.
Ekiptekiler birbirine baktı, bazıları derin bir nefes aldı, bazıları başlarını salladı.
En genç üye olan Sinan hafifçe yutkunarak “Çok kötü oldu bu…” diye fısıldadı.
Gözlerimi ona çevirdim.
“Eğer Koruma 2 ölseydi, işte asıl o zaman çok kötü olurdu.” dedim, sesim sertti. “Ama ölmedi. Ve biz de işimize devam edeceğiz.”
Kimse bir şey diyemedi.
“Ortada büyük bir mesele var.” diye ekledim, gözlerimi odada gezdirerek. “Ve kim ya da kimler hedefse, biz daha onları bulamadan, onlar bizi buldu.”
Profesör Karahan başını eğerek düşündü.
“Ne yapacağız?” diye sordu sonunda.
Gözlerimi kıstım, telsizimi düzelttim ve sırtımı duvara yasladım.
“Şimdilik buradayız.” dedim. “Ortada fazla bilinmeyen var. Ama tek bir şey kesin: Tehdit hâlâ bitmedi.”
Sığınakta sessizlik çöktü.
Kimse konuşmadı.
Çünkü hepimiz, az önce söylediğim şeyin ağırlığını biliyorduk.
Ve bu işin sonu, henüz hiç kimse için yazılmamıştı.
Sığınağın loş ışıkları altında, herkesin yüzünde aynı ifade vardı: Bilinmezlik.
Hiç kimse, bir sonraki adımda neyle karşılaşacağımızı bilmiyordu.
“Ne kadar bekleyeceğiz?” diye sordu Profesör Karahan, sabırsız bir ifadeyle.
Derin bir nefes aldım, telsizimi kontrol ettim, dışarıdaki timin yerini teyit ettim.
“Ortada kesin bir tehdit var ve düşman hâlâ nereden vuracağını tam olarak göstermedi. O yüzden, şimdilik burada kalıyorsunuz. Dışarısı temizlendiğinde çıkacaksınız.”**
Sinan, iç çekerek arkasına yaslandı.
“Peki, bu saldırılar neden? Yani… Biz sadece bilim insanlarıyız. Bu kadar profesyonel saldırıyı neden biz alıyoruz?”**
Başımı salladım.
“Siz sadece bilim insanı olabilirsiniz ama çalıştığınız konular sıradan değil. Yaptığınız araştırmalar, devletler için kritik olabilir. Ve biri, bu bilgiyi ele geçirmek ya da yok etmek istiyor.”
Profesör Karahan gözlüğünü çıkardı, uzun uzun düşündü.
“Bize saldıranlar kim olabilir?” diye sordu, sesi temkinliydi.
Gözlerimi kıstım.
“Bunu bulmak için henüz erken. Ama şunu biliyorum… Bu saldırılar basit değil. Burası bir sokak çetesiyle mücadele ettiğimiz bir yer değil. Eğitimli, disiplinli, susturuculu silah kullanan, hastaneye kadar sızabilen insanlar var karşımızda. Ve bu adamlar sadece sizi değil, bizi de ortadan kaldırmaya çalışıyor.”
Odada sessizlik çöktü.
Birkaç bilim insanı, rahatsızlıkla kıpırdandı.
Profesör Karahan, kollarını göğsünde bağladı, söylemek istediklerini toparlıyormuş gibi sustu.
Ama onun yerine, ekipteki kadın profesörlerden biri konuştu:
“Yani şu an… Ölü ya da diri olmamızın pek bir farkı yok, öyle mi?”
Gözlerimi ona çevirdim.
“Fark var.” dedim, soğukkanlı bir şekilde.
“Ölü olursanız, artık bir hedef olmazsınız. Ama diriyseniz, sizi kim öldürmek istiyorsa, hâlâ oyun dışına atılmamış demektir.”
Bu cümle odanın soğuk havasını bir kat daha sertleştirdi.
Herkes birbirine bakarken, ben telsizime dokunarak dışarıda nöbet tutan İlteriş ve Mustafa Kemal’e bağlandım.
“Koruma 3, Koruma 4. Durum bildirimi.”
İlteriş’in sesi net ve kesindi:
“Şimdilik her şey yolunda, komutanım. Ama…”
Ama?
Kaşlarımı çatıp “Ama ne?” diye sordum.
Bir anlık sessizlik oldu.
Sonra Mustafa Kemal’in sesi telsizde yankılandı:
“Biri bizi izliyor. Sığınak binasının çatısında bir gölge hareket etti. Kesinlikle yalnız değiliz.”
Gözlerimi kapattım.
İşte bu beklediğim hareketti.
Ve artık saldırının ikinci dalgasına hazır olmamız gerekiyordu.
Telsizden gelen o soğuk ve net cümle, odadaki havayı bir anda değiştirdi.
“Biri bizi izliyor. Sığınak binasının çatısında bir gölge hareket etti. Kesinlikle yalnız değiliz.”
Kelimeler havada yankılanırken, elim istemsizce silahıma gitti.
Odada herkes bana döndü. Bilim heyeti ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, timdekiler içgüdüsel olarak pozisyon almaya başlamıştı.
Profesör Karahan, yüzü kireç gibi olmuş bir şekilde “Bu ne demek şimdi?” diye fısıldadı.
Onun yerine, telsize basarak konuşmayı tercih ettim:
“Koruma 3, Koruma 4. Çatıda kaç kişi gördünüz?”
İlteriş’in sesi, her zamanki gibi soğukkanlıydı:
“Gölgeyi net gördüm ama yalnız mı bilmiyorum. Hareketleri profesyonel, sıradan biri değil. Keskin nişancı ihtimalini göz ardı edemeyiz.”
Beni bir öfke dalgası kapladı.
“Tamam, pozisyon değiştirin. Gölgede kalın, sakın açık hedef olmayın. İçeri girme ihtimallerine karşı acil müdahale planına geçiyoruz.”
Telsizi bıraktım ve bilim heyetine döndüm.
“Herkes sessiz olsun. Şu an sığınağın çevresi izleniyor.”
Birkaç kişi derin nefes aldı, kimileri korkuyla kıpırdandı. Sinan’ın eli titriyor, diğer profesörler gözleriyle birbirine sorular soruyordu.
Ama şu an soru-cevap yapacak zaman yoktu.
Kapıyı yavaşça açıp koridora çıktım. Beni takip eden Burak ve Fatih’le göz göze geldim.
"Burak, Fatih, güney girişini kontrol edin. Eğer bir giriş varsa, içeri girmeden onları etkisiz hâle getirmeliyiz.”**
Fatih başını salladı. "Emredersiniz komutanım."
Tam o sırada, telsizden İlteriş’in sesi bir kez daha yankılandı.
Ama bu kez sesi çok daha gergindi.
“Komutanım… Çatıda sadece bir kişi yok. Hareketlilik artıyor. Dışarıda en az dört kişi var. Geçiş noktalarını tespit ediyorlar. İçeri girmeye hazırlanıyorlar!”
Kalbim bir anlığına hızlandı.
Bu bir keşif değildi.
Bu, bir operasyondu.
Ve biz, birkaç saniye içinde saldırıya uğrayacaktık.
Tam o anda, telsizden Burak’ın sesi patladı:
“Komutanım! Güney girişinde iki kişi var! Silahlılar! Girmek üzereler!”
Bir anda her şey durdu.
Sadece nefesimi duydum.
Ve sonra…
İlk kurşun patladı.
BOOM!
Sığınağın koridoru kurşunlarla yankılanırken, elim silahıma gitti ve zaten beklediğim bu saldırıya tüm soğukkanlılığımla karşılık verdim.
Savaş resmen başlamıştı.
Çatışma başladığında, iş işten çoktan çıkmıştı. İlk kurşun duvara saplanır saplanmaz, silahımı kaldırıp tetiği çektim.
BAM!
Güney girişinden sızmaya çalışan adamlardan biri sol omzundan vurularak geriye savruldu. Ama düşmedi, sadece sendeledi. Bunlar amatör değildi.
İlteriş telsizden seslendi:
“Komutanım! Çatının doğu tarafında da hareket var! Bunlar organize gelmiş!”
Kaşlarımı çattım. Bizi içeriden ve dışarıdan sıkıştırıyorlardı.
Burak ve Fatih hemen mevzi değiştirip güney girişinden giren ikinci saldırganı hedef aldı. Adam silahını kaldırdı ama Burak ondan daha hızlıydı.
BAM! BAM!
İlk kurşun adamın dizine saplandı, ikincisi göğsüne. Beti benzi attı ve olduğu yere yığıldı.
Ama bu sırada çatıdan gelen ikinci dalga harekete geçti.
BOOMF!
Tavana doğru bir sis bombası atıldı.
Görüşümüz anında daraldı. İçeri girmeye çalışıyorlardı!
“Sakın dağılmayın!” diye bağırdım. “İçeri girerlerse onları dar alana sıkıştıracağız!”
Sis arasında karartılar belirirken, gözlerim refleksle en yakın hareketi seçti.
İlk adam içeri atıldı.
Silahını kaldırmasına izin bile vermeden, tabancamı iki eliyle kavrayıp doğrudan alnına nişan aldım.
BAM!
Adam olduğu yere devrildi. Ama arkası geliyordu.
Sis içinde ikincisi belirirken, bu sefer İlteriş devreye girdi.
Öne atıldı, belinden çektiği bıçağı adamın boğazına sapladı.
“Sana burada iş yok.” diye fısıldadı ve adamı sessizce yere serdi.
Ama dışarıdan hâlâ yoğun ateş açılıyordu.
Mustafa Kemal bağırdı:
“Sığınağın kapısına doğru ilerliyorlar! Bilim heyeti içeride sıkışacak!”
Öfkem tavan yaptı.
Bu herifler, bizim gözümüzün önünde sığınağı alacaklarını mı sanıyorlardı?
Telsizi kaptım, sıcak nefesim cızırdayan hatta yankılandı.
“Kimse bu kapıdan içeri giremez. Giren olursa, geri çıkamaz.”
Burak, “Komutanım, mevzi değiştirmemiz lazım!” diye bağırdı. “Sis avantajlarını sağlıyor!”
Düşündüm. Sis onların lehineydi. Ama bizim, onların görmediği bir avantajımız vardı.
Benim içgüdülerim.
Gözlerimi kapadım, nefes aldım ve ilk ayak sesine nişan aldım.
BAM!
Adam daha tam belirirken tek atışta yere düştü.
İlteriş gözlerini kocaman açtı.
“Sen… sisin içinden mi vurdun lan onu?!”
Gülümsemedim bile. Şimdi dalga geçmenin sırası değildi.
“Bu işi bitirelim.” diye tısladım.
Geriye üç adam kalmıştı.
Ve onları indirmek için, biz hâlâ buradaydık.
Bu savaşı kazanmamız gerekiyordu.
Ve kaybedecek tek bir adamımız bile yoktu.
Çatışma hız kesmeden devam ediyordu. Sis gittikçe yoğunlaşıyor, görüşümüzü daha da daraltıyordu. Ama panik yapmıyorduk.
Biz buradaydık.
Ve bu herifler, bizim kim olduğumuzu unutmuş gibiydi.
İlteriş, bıçağını hızla kılıfına koyarken, bana göz ucuyla baktı.
“Komutanım, sisin içinde onları tek tek avlamaya devam edemeyiz. Bizi bir noktada sıkıştırmaya çalışıyorlar.”**
Bunu ben de fark etmiştim.
Düşman gelişigüzel saldırmıyordu. Belli ki bir yerlerden emir alıyorlardı ve bizim tahmin ettiğimizden daha organize hareket ediyorlardı.
B planına geçmeliydik.
Telsizi kaldırdım, hızlıca emir verdim:
“Burak, Mustafa Kemal! Sığınağın kapısını bırakmayın, ne olursa olsun bilim heyetini koruyun! İlteriş, sen benimle gel. Sis dağıldığında geriye adam bırakmayacağız!”
Burak telsizden “Emredersiniz!” diye yanıtladı.
Mustafa Kemal ise hâlâ dışarıdan yoğun ateş geldiğini bildiriyordu.
“Komutanım, adamlar dışarıdan da takviye alıyor olabilir. Sürekli hareket halindeler!”**
Bu kötüydü.
Eğer dışarıda takviye kuvvet varsa, bu operasyon sanılandan daha büyük bir planın parçasıydı.
Ama bizi yanlış tanımışlardı.
Hızlıca işaret verdim, İlteriş’le birlikte alçak duruşta sisin içine doğru ilerledik.
Sessiz adımlarla ilerlerken, birinin nefes alış verişini duydum.
Adam, tam köşede pusu kurmuştu.
Fazla düşünmeden, bir sıçrayışta adamın üstüne atıldım.
BOOM!
Silahını doğrultmasına izin vermeden bileğinden tuttum, yere yatırıp kafasını hızla betona çarptım.
İlteriş, diğer köşeye yöneldi, sisin içinde fark edemediğimiz adamı daha silahını çekemeden göğsünden vurdu.
BAM!
Son kalan adama doğru döndüğümüzde, o da fark etmişti işin bittiğini.
Ama adam silahını bize değil, bilim heyetinin olduğu sığınağa doğrultmuştu.
“Silahını bırak!” diye bağırdım, ama gözlerindeki ifade tanıdıktı.
Kaybedeceğini bilen birinin intihar saldırısına hazırlandığını anlayacak kadar tecrübeli bir adamdım.
Adam tam tetiği çekmek üzereyken, Mustafa Kemal telsizden bağırdı:
“Komutanım! Adam patlayıcı taşıyor olabilir! Yakınlaşmayın!”**
Ama artık tereddüt edecek bir saniyemiz bile yoktu.
Tek hamleyle silahımı kaldırdım ve adama nişan aldım.
BAM!
Kurşun doğrudan boynuna isabet etti.
Adam, silahını düşürerek dizlerinin üstüne yığıldı.
Yavaşça kan içinde yere devrildi.
Ve çıt çıkmadı.
Çatışma bitmişti.
Ama içimde büyük bir şüphe vardı.
İlteriş bana döndü, gözleri endişeliydi. “Altay, sence…?”
Başımla onayladım.
“Evet. Bunlar sadece piyondur.”
Silahımı kılıfına koydum, telsizi kaldırıp sığınaktaki bilim heyetine seslendim:
“Temiz. Dışarı çıkabilirsiniz.”**
Kapılar açıldığında, herkes derin bir nefes aldı.
Ama ben, daha büyük bir soruyla yüzleşmek zorundaydım.
Bizi kim hedef almıştı?
Ve asıl tehdit henüz ortaya çıkmamış mıydı?
Cevabı bulmamız uzun sürmeyecekti.
Çünkü bu daha sadece başlangıçtı.
Sığınağın kapıları ağır ağır açılırken, bilim heyeti içeriden tedirgin adımlarla dışarı çıktı.
Gözlerindeki korkuyu saklamaya çalışsalar da, herkesin yüzüne sinmişti o dehşet. Az önce ölümle burun buruna gelmişlerdi.
Profesör Karahan en önde yürüyordu, gözleri savaş alanına dönmüş koridoru tararken, ellerini yumruk yapmıştı.
“Kimdi bunlar?” diye sordu, sesi boğuktu.
Ona döndüm, gözlerimi kıstım. Ben de aynı soruyu soruyordum.
Çünkü bu saldırı, sıradan bir suikast girişimi değildi.
Adamlar eğitimliydi. Sistematiktik hareket etmişlerdi.
Ve hedefleri sadece bilim heyeti değil, biz de vardık.
Bu ne anlama geliyordu?
Eğer düşman bilim heyetini susturmak isteseydi, çok daha gizli bir yöntem kullanırdı.
Ama bize açıkça saldırdılar.
Bu da bizim tehdit olarak görüldüğümüz anlamına geliyordu.
İlteriş silahını omzuna astı, bir ayağıyla yerde yatan saldırganlardan birini hafifçe dürterek yüzüne baktı.
“Bunlar paralı asker olabilir mi?” diye sordu. “Örgüt bağlantıları var mı?”
Mustafa Kemal, yere çömelip adamın ceplerini karıştırmaya başladı.
"Kimlik yok, sim kart yok, herhangi bir iz bırakmamışlar.”
Başımı salladım. Beklediğim gibi.
“Kim olduklarını çözmek için başka bir yol bulmalıyız.”
Tam o anda, telsizden Burak’ın sesi geldi:
“Komutanım, çatışmanın haberleri yayılmaya başladı. İngiliz polisi birkaç dakikaya burada olacak!”**
İçimden sert bir küfür savurdum.
Bizi ilk saldırıda ancak olay bittikten sonra gelen İngiliz polisi, şimdi bu kadar hızlı hareket ediyorsa, ya biri onları uyardı ya da buradaki durum düşündüğümüzden daha karmaşıktı.
Profesör Karahan bir adım öne çıktı, sesi ciddi ve sertti.
"Yüzbaşı Öztürk, bu olayın peşini bırakmayacağınızı biliyorum. Ama ben de ekibimi daha fazla tehlikeye atamam. Türkiye'ye dönmeyi talep ediyorum.”
Kaşlarımı çattım, derin bir nefes aldım.
Bu, mantıklı bir karardı. Ama her şeyi bırakıp gitmek, bu işin asıl sebebini öğrenememek anlamına geliyordu.
Telsizi kaldırıp timime döndüm.
“Herkes dikkatli olsun. İngiliz polisi gelmeden önce tüm delilleri topluyoruz. Burada ne döndüğünü anlamadan, kimse bir yere ayrılmıyor.”
Ama içimde bir his vardı.
Bu saldırının arkasındaki isim…
Henüz kendini göstermemişti.
Ve çok yakında, asıl düşmanımız ortaya çıkacaktı.
"Hemen canlı yayın yapın!" dedim, gözlerim kararlılıkla heyeti tararken.
Profesör Karahan, şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Ne? Canlı yayın mı?”
Başımla onayladım, “Evet, hemen şimdi. Durumu tüm dünyaya anlatın. Saldırıya uğradığınızı, bilimsel çalışmalarınızın tehdit altında olduğunu açıklayın. Böylece, bizi sessizce yok etmeye çalışanların planı bozulur.”
Heyetteki en genç üye Sinan, “Ama bu tehlikeli olabilir, eğer gerçekten büyük bir gücü kızdırdıysak?”** diye sordu.
Gözlerimi ona diktim, “Zaten tehlikenin içindesiniz. Eğer sessiz kalırsanız, size ne olduğunu kimse bilmez. Ama sesinizi duyurursanız, artık kimse sizi kolay kolay susturamaz.”
Profesör Karahan, kısa bir tereddütten sonra başını salladı.
“Tamam, yapacağız.”
Sinan hızla telefonunu çıkardı, ekranı açıp yayını başlattı.
“Bugün bilim dünyası için kara bir gün.” diye başladı, sesi hafif titriyordu ama net konuşuyordu.
“Londra’da, uluslararası bir konferansa katılmak üzere gelen Türk bilim heyetine, kimliği belirsiz saldırganlar tarafından suikast girişiminde bulunuldu. Özel kuvvetlerin başarılı müdahalesiyle bu saldırı engellendi, ancak biz hâlâ tehdit altındayız.”
Yayın devam ederken, ben çevremizi kolaçan ettim.
Burak, “Komutanım, İngiliz polisi yaklaşıyor.” diye telsizden bildirdi.
İlteriş kısık sesle güldü. “Bakalım canlı yayını izlediklerinde nasıl bir tepki verecekler?”
Tam o anda, Sinan’ın telefonu delicesine bildirim yağmuruna tutulmaya başladı.
Dünya basını olayı fark etmişti.
CNN, BBC, Al Jazeera, hatta Türk kanalları bile bilim heyetine saldırıyı flaş haber olarak geçiyordu.
“Sesi duydular.” dedim, hafifçe gülümseyerek.
Ama bir şey içimi rahat bırakmıyordu.
Bu saldırıyı planlayanlar, şimdi bizim en büyük silahımızın medya olduğunu biliyorlardı.
Ve bir sonraki hamleleri… çok daha büyük olacaktı.
Canlı yayın tüm dünyada yankı uyandırırken, biz de tetikte bekliyorduk.
İngiliz polisi sirenler eşliğinde sığınağa ulaştığında, etrafı hızla kuşattılar.
Bu sefer beklememişlerdi.
Polislerin başındaki adam, orta yaşlı, sert bakışlı biri hızla öne çıktı. Rozetini göstererek konuştu:
“Yüzbaşı Öztürk, lütfen bizimle gelin. Londra’da silahlı çatışmaya karıştınız, güvenlik güçlerine bilgi vermeden operasyon yürüttünüz.”**
Öfkemi bastırarak, gözlerimi kıstım.
“Bu sizin güvenlik güçlerinizin yapamadığı işi bizim yaptığımız anlamına geliyor, müfettiş.”
Adam kaşlarını çattı, ama bir şey demedi.
Tam o sırada, İlteriş yana sokuldu ve fısıldadı:
“Komutanım, yayından sonra hackerlar olaya karışmış. Dark Web’de bizimle ilgili konuşmalar dönüyor. Bu olay büyüyor.”
Bu hiç iyi değildi.
Biz burada bilim heyetini korumak için savaşıyorduk, ama görünüşe göre artık dijital savaş da başlamıştı.
İngiliz müfettiş, telefonu cebinden çıkarıp bir haber sitesini açtı.
“Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Tüm dünya şu an bu saldırıyı konuşuyor!”** dedi, sesi yükselmişti.
Tam ona cevap verecekken, telsizim cızırdadı.
Ve Burak’ın sesi, her zamankinden daha gergin bir şekilde duyuldu:
“Komutanım! Otele dönen ekibimiz saldırıya uğradı! Ulaşan yok! Haberleşme kesildi!”
Bütün vücudum bir anlığına dondu.
Nefes aldım, sonra gözlerimi açtım.
Bu iş gerçekten bitmemişti.
Ve bu sefer düşman, gölgelerden çıkmıştı.
İlk hamlelerini yaptılar.
Şimdi sıra bizdeydi.
“Silahınızı alın beyler.” dedim sertçe. “Savaş yeni başlıyor.”
Telsizden gelen o cümle, tüm planları yerle bir etmişti.
“Komutanım! Otele dönen ekibimiz saldırıya uğradı! Ulaşan yok! Haberleşme kesildi!”
Birkaç saniyelik ölüm sessizliği çöktü.
Sonra, damarlarımda öfkenin kaynadığını hissettim.
İngiliz müfettiş tam bir şey söyleyecekti ki, onu tamamen görmezden gelip hızla Burak’a döndüm.
“Son konumları neydi?” diye sordum, gözlerim kararmıştı.
“Otele varmalarına 500 metre kala bağlantı koptu. Üç araç vardı. Ama ne sinyal var ne de iz.”
Bunu duyar duymaz çenem kasıldı.
Bu bir saldırıydı. Planlı, iyi düşünülmüş ve profesyonel.
İlteriş yanımda duruyordu, kaşlarını çatmıştı. “Bunlar kimse, bizimle oyun oynuyorlar, Altay.”
Mustafa Kemal dişlerini sıktı. “Ama yanlış adamlarla.”
Başımı kaldırdım, hızla emirleri sıralamaya başladım:
“Burak, hemen uydu üzerinden otelin çevresini tarat! Görüntü almak için yerel sistemlere sız. Sinyal blokajı varsa, nereden geldiğini bul!”
“İlteriş, adamlarını topla, otel güzergâhını kontrol edin! Ama dikkatli olun, bu bir pusu olabilir.”
“Mustafa Kemal, sen bilim heyetiyle kal. Onları burada bırakıp gitmeyeceğiz, ama önce kayıp ekibimizi bulmamız lazım.”**
Herkes hızla harekete geçti. Ben ise müfettişe döndüm.
Adam daha ne olduğunu anlamamıştı bile.
“Sizce şimdi ne yapacağız?” diye sordu, sesinde alaycı bir ton vardı.
Ona doğru bir adım attım.
“Sizin yapamadığınız şeyi.” dedim, gözlerimi dikerek.
“Adamlarımızı bulacağız.”
Ve bu sefer, düşman kim olursa olsun, savaş tam anlamıyla başlıyordu.
Hızlı düşünmeliydim.
Bu bir saldırıydı, ama adamlarımızın hayatta olup olmadığını bilmiyorduk.
Eğer birileri onları kaçırdıysa, ellerindeki kozları hemen harcamazlardı.
Ama bu işin içinde infaz varsa, zaman bizim aleyhimize işliyordu.
Telsizi kaldırdım, Burak’a seslendim:
“Koruma 5! Uydu bağlantısı ne durumda?”
Burak’ın sesi gergin geldi:
“Komutanım, araçların otel çevresine hiç varmadığı görünüyor. Son sinyalleri, şehir merkezine giderken kesilmiş. Sinyal engelleyici kullanılmış olabilir.”
İlteriş yanıma yanaştı, kaşlarını çatmıştı.
“Adamlarımızın nerede olduğunu bilmeden hareket edemeyiz.”
Gözlerimi kıstım.
Eğer kaçırıldılarsa, Londra’da saklanacakları bir yer olmalıydı.
Ve bu operasyonu düzenleyenler, kesinlikle amatör değildi.
Bu, sadece bir saldırı değil, aynı zamanda bir mesajdı.
Ve ben bu mesajı yanlış anlayacak biri değildim.
“İlteriş, hazırlanın. Operasyon düzenliyoruz.”**
İlteriş başını salladı. “Emredersiniz.”
Ama tam harekete geçecekken, Burak’tan gelen cümle tüm planı değiştirdi.
“Komutanım! Dark Web’de yeni bir hareketlilik var! Kayıp ekibimizin görüntüleri düşmüş!”**
Ne?!
Birkaç adımda Burak’ın yanına gittim.
Elindeki tableti çevirdiğinde, ekranda bir video açıldı.
Kayıp adamlarımız diz çökmüş halde, kafalarına siyah torbalar geçirilmişti.
Ve arka planda, kalın sesli biri İngilizce konuşuyordu:
“Türk hükümetine mesajımızdır. Bilim heyetiniz, sizin sandığınız kadar güvende değil. Bizi bulamazsınız, ama biz sizi izliyoruz.”
Sonra bir el, adamlardan birinin başındaki torbayı kaldırdı.
Ve yüzü kan içindeki Mustafa Kemal’le göz göze geldik.
İçimde bir şey patladı.
Bütün damarlarımda öfke, kin ve intikam çığlık atıyordu.
“Beni iyi dinleyin.” dedim, çelik gibi bir sesle.
Herkes sustu.
Gözlerim ekrana kilitliydi.
“Bu adamları bulacağız. Ve bulduğumuzda, onları saklandıkları yerden tek tek söküp alacağız.”
Şimdi savaş resmen başlamıştı.
Ve bu savaş, bizim kazanacağımız bir savaştı.
İçimde tarifsiz bir öfke yükseliyordu.
Mustafa Kemal’in kan içindeki yüzüne baktıkça, sinirlerim daha da geriliyordu.
Kimdi bunlar?
Ne istiyorlardı?
Ve en önemlisi… Bizi nasıl bu kadar iyi takip ediyorlardı?
Bu olayın basit bir saldırı olmadığını artık bütün hücrelerimde hissediyordum.
Bu plan, aylar öncesinden hazırlanmış olmalıydı.
Düşmanımız bizi izliyordu.
Bizi biliyordu.
Bize göre hareket ediyordu.
Ve şu an ellerinde koz vardı.
Ama unuttukları bir şey vardı.
Biz, pazarlık yapmazdık.
Biz, Türk Özel Kuvvetleri’ydik.
Düşmanın aklına bile gelmeyecek bir yerden vurur, bir an bile düşünmeden infaz ederdik.
Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım, eli titremeyen bir keskin nişancı gibi soğukkanlılığımı korumaya çalışıyordum.
Ama gözlerim o ekrana bakarken, kalbim avını izleyen bir kurt gibi atıyordu.
“Siz büyük bir hata yaptınız.” diye düşündüm içimden.
Mustafa Kemal’in olduğu yere gidip o herifi oradan alacaktım.
Ve o herifleri kanlarının son damlasına kadar yok edecektim.
Derin bir nefes aldım.
Hızlı düşünmeliydim.
Öfke, beni kontrol edemezdi.
Ben, öfkeyi kontrol ederdim.
Telsizi kaldırıp soğuk ve net bir şekilde konuştum:
"Beni iyi dinleyin.
Bu adamları bulacağız.
Ve bulduğumuzda, tek birini bile sağ bırakmayacağız.”
Bu artık bir kurtarma operasyonu değildi.
Bu, savaştı.
Ve bu savaşı biz kazanacaktık.
Operasyon için hızlı ve kesin hareket etmeliydik.
Telsizi elimde sıkarak sakinliğimi korumaya çalışırken, içerideki herkese emirleri sıralamaya başladım.
“İlteriş, hemen bir ekip oluştur. Burak, Dark Web’deki videonun kaynağını takip et. Bu herifler nereden yayın yaptıysa, oraya odaklanacağız.”
Burak hızla tableti açtı, parmakları klavyede hızla kayarken:
“VPN üzerinden gizlenmişler, ama bu amatör bir iş değil.” dedi, kaşlarını çatarak.
“Yayın kaynağı sürekli değişiyor, ama bir model fark ettim. Belli ki aynı bölgede birden fazla noktadan sinyal yayıyorlar. Şu an Londra’nın doğu yakasında bir sanayi bölgesine işaret ediyor.”
Başımı salladım. “Tamam. Koordinatları netleştir ve bize bildirin.”
“İlteriş, Ulaş burada olmadığı için ikinci tim lideri sensin. Yavuz ve Eren’i yanına al, güneyden sızma yapacağız. Fatih ve Kerim kuzeyden giriş yapacak.”
İlteriş başını salladı, hemen ekibini toparlamaya başladı. Tüm tim hızla donanımlarını kuşanırken, herkesin gözlerinde tek bir şey vardı: Savaş.
Bu adamlar Mustafa Kemal’i ve ekibi kaçırarak bizim savaşma şansımızı elimizden almaya çalıştılar.
Ama bir şeyi unutmuşlardı…
Bizim için savaşmak değil, kazanmak önemliydi.
Telsizime bastım, yüzümde soğuk bir ifade vardı:
“Düşman bizi izliyorsa, biz de onları izleyelim. Termal ve gece görüş ekipmanlarını alın, her ihtimale karşı patlayıcı tarama cihazları da istiyorum. Bu heriflerin başka bir sürprizi olabilir.”
Silahlar tek tek kontrol edildi. Mühimmat eksikleri tamamlandı. Herkes savaş düzenine geçti.
Son olarak, çelik yeleğimi giydim, silahımı kılıfına yerleştirdim ve bıçağımı çizmemin içine sıkıştırdım.
"Bu gece av biziz… Ama avcı olan biziz."** dedim kısık bir sesle.
İlteriş gülümsedi, silahını omzuna astı. "Kanlarının son damlasına kadar."
Gözlerimi kıstım, derin bir nefes aldım.
Ve emir verdim.
“Hadi gidiyoruz.”
Bu gece, birileri kâbus görecekti.
Ama biz, o kâbusun ta kendisiydik.
Gecenin karanlığı Londra’nın doğu yakasını örterken, sanayi bölgesinin loş ışıkları titrek gölgeler bırakıyordu.
Telsizimden gelen fısıltı gibi bir ses, kulaklığımdan yankılandı:
“Koruma 1, konumdayız. İçeride en az sekiz silahlı adam var. Mustafa Kemal bir sandalyeye bağlı. Ağır yaralı görünmüyor ama baygın olabilir.”
“Anlaşıldı.” dedim kısık bir sesle, gözlerimi kısarak. Kalbim, göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi atıyordu ama yüzümde tek bir duygu bile yoktu.
Sığınak gibi kullanılan eski bir fabrikaydı burası. Kırık camlar, paslanmış demir kolonlar ve geceyi delen sessizlik… Ama biz fark edilmeden buraya kadar sokulmuştuk.
“İlteriş, sen ve Eren kuzeyden sızıyorsunuz. Fatih, Yavuz ve Kerim doğu girişini kapatacak. Ben ve Burak güney kapısından giriyoruz. İçerideki herkesi etkisiz hâle getiriyoruz. Sessizce ilerleyebildiğimiz kadar ilerleyeceğiz. İşaretim olmadan kimse ateş etmiyor.”**
Telsizden onay sesleri geldi. Adrenalin damarlarımda akıyordu ama elimdeki silahı sımsıkı kavradım.
“Hadi başlayalım.”
Güney girişindeki paslı kapının yanına çömeldim, Burak göz ucuyla bana baktı. Silahını sıktı, “Abi, bu herifleri yakarken fazla nazik olmasak?” diye fısıldadı.
Gülümsedim. “Nazik olmayacağız.”
İŞARET!
BAM!
Kapıyı tek hamlede açtım, içeri süzülerek ilk adamı gördüm. Silahını kaldırmasına fırsat vermeden elimdeki susturuculu Glock’u kaldırıp alnına sıfır mesafeden ateş ettim.
BOOM!
İlk adam sessizce yere yığıldı.
İlerledikçe içerideki soğuk metal kokusu ve benzin karışımı havaya yayıldı. Uzakta, büyük bir metal masanın ortasında, Mustafa Kemal’in kan lekeli beyaz gömleği görünüyordu.
BAYGINDI.
Ama nefes alıyordu.
Yanında iki adam vardı. Silahları masanın üstündeydi, sigara içerek gülüşüyorlardı.
İlteriş, kuzey kapısından içeri süzülmüş, Eren’le beraber görüş alanı almaya çalışıyordu.
Fatih telsizden fısıldadı: "Koruma 4, doğu kapısını tuttuk. İçeri kimse giremeyecek.”
Tam o anda, içeride devriye gezen bir adam Burak’la göz göze geldi.
“HEY—”
BAM! BAM!
Burak anında tetiği çekti, adamı alnından vurdu.
Ama bu bir sorundu.
Silah sesi alarm gibiydi.
İçerideki adamlar silahlarını kaptı, panikle etrafa bakınırken kaos başladı.
“BASKIN!” diye bağırdı adamlardan biri.
Ama artık çok geçti.
İlteriş masaya doğru koşarken, ben çoktan tetiği çekmiştim.
BAM!
İlk adam yere düştü.
BAM!
İkinci adam geriye savruldu.
Mustafa Kemal’in bağlı olduğu sandalyeye vardığımda, gözlerini hafifçe açtı.
“Altay…” diye mırıldandı. Sesinde acı ve rahatlama vardı.
“Bitti kardeşim.” dedim, bıçağımı çıkarıp ipleri kestim. “Geldik.”
Ama tam onu kaldıracakken, odanın köşesinden gelen bir klik sesiyle donakaldım.
GÖZLERİMİN ÖNÜNDE, adamın biri elindeki çakmakla yere dökülen benzine yaklaştırdı.
“Bırakın silahları! Yoksa hepiniz bu binanın içinde yanacaksınız!”** diye bağırdı.
İçim buz kesti.
Bu herif gerçekten kendini patlatmaya hazırdı.
Ama ben, onun düşündüğünden daha hızlıydım.
Elimi hafifçe belime attım, gözlerimi adamın gözlerine dikerek bir saniyelik boşluk kolladım.
O saniye geldiğinde…
BAM!
Kurşun, adamın elini delip geçti.
Çakmak havada dönerken, ben çoktan ileri atılıp onu yakaladım.
“Bugün cehenneme giden sen olacaksın.” dedim, tetiği çekerken.
BAM!
Adam yere yığılırken, İlteriş yanımıza geldi, Mustafa Kemal’i kucakladı.
"Hadi çıkıyoruz!" diye bağırdım, dışarıdan gelen polis sirenleri yankılanırken.
Kapıya yönelirken, Mustafa Kemal hafifçe başını kaldırıp bana baktı.
“Beni bırakmazdın değil mi?” diye fısıldadı yorgun bir gülümsemeyle.
Elimi omzuna koydum, gözlerine sertçe baktım.
“Sen bizim kardeşimizsin. Seni bırakacak adam bizden değildir.”**
Ve o an anladım…
Bu iş daha yeni başlıyordu.
Ama o gece, biz kazandık.
Ve düşman, asıl kimden korkması gerektiğini öğrenmiş oldu.
Mustafa Kemal’in ellerine baktıkça içimde öfke kabarıyordu.
Alçaklar, parmaklarını kırmıştı.
Bunu bilerek yapmışlardı. Onun silah tutmasını, savunmasını, hatta bir süre düzgün bir şey kavrayamamasını istemişlerdi.
Ama unuttukları bir şey vardı…
Bizi yavaşlatabilirlerdi. Ama asla durduramazlardı.
Yavuz, hızla yere çantasını açtı. Elindeki medikal malzemelerle Mustafa Kemal’in bileğini sabitlerken, sertçe dişlerini sıktı.
"Sakin ol kardeşim.” dedim, elimi omzuna koyarak. “Şimdi düşünmen gereken şey öfken değil, iyileşmen.”
Mustafa Kemal zorla bir gülümsemeyle başını salladı ama gözleri ateş gibiydi. Onun intikamını almak boynumuzun borcuydu.
Tam bu sırada, bilim heyeti yanımıza geldi.
Profesör Karahan, yüzündeki endişeyi saklamadan konuştu:
"Bakın, ne olursa olsun artık buradan ayrılmalıyız. Konferans iptal, bizim burada kalmamızın bir anlamı yok. Türkiye’ye geri dönmeliyiz. Orada daha güvende oluruz.”
Birkaç bilim insanı başını salladı, Sinan bile artık direnmiyordu.
Bunu bekliyordum.
Eğer bu saldırılar bir mesajsa, düşman amacına ulaşmıştı. Heyeti korkutmuştu.
Ama benim için, bu iş burada bitmemişti.
Gözlerimi kıstım, İlteriş’e döndüm.
“Ne diyorsun?” diye sordum.
O derin bir nefes aldı. "Eğer burada kalırsak daha fazla saldırıya maruz kalacağız."
Mustafa Kemal zorla konuştu, sesi hırıltılıydı:
"Ama kim yaptıysa bunu, peşine düşmeliyiz. Türkiye'ye dönersek, iz kaybolur.”**
Haklıydı.
Ama şimdi öncelik ekibin güvenliğiydi.
“Tamam,” dedim sonunda. “Türkiye’ye dönüyoruz. Ama bu iş burada kalmayacak.”
Bu saldırıyı kim planladıysa…
Onun kâbusu olacaktık.
Ve biz, asla iz peşini bırakmazdık.
Türkiye’ye dönüş hazırlıkları sürerken, herkes sessizdi.
Bu sessizlik, yorgunluğun değil, öfkenin sessizliğiydi.
Mustafa Kemal’in acısı vardı, ama güvenemediğimiz için onu hastaneye götürmedik.
Burada neyin, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli değildi.
Onun yerine, ağrı kesici verdik, bileğini sabitledik ve havalimanına kadar dayanmasını söyledik.
Kemal, dişlerini sıkarak başını salladı.
Ama gözlerindeki öfke, ağrısından daha fazlaydı.
Telsizi elime aldım, Burak’a seslendim:
“Uçağın durumu ne?”
Burak hızla cevap verdi.
"Her şey ayarlandı komutanım, özel jetimiz hazır. Resmî prosedürler tamamlandı, ama dönüşümüzde basının bizi bekleme ihtimali yüksek.”
Başımı salladım. “Basın bizi beklesin. Ama onları biz yönetelim.”
İlteriş yanıma yanaştı, sesi ciddi ve kontrollüydü.
"Sence bizi izleyenler, buradan ayrılmamıza izin verecek mi?”
Gözlerimi kıstım.
"Eğer peşimizde biri varsa, bu uçağa binene kadar son bir hamle yapacaklardır."
İşte bu yüzden havalimanı en riskli noktaydı.
Ama bizi gerçekten durdurabileceklerini sanıyorlarsa…
Büyük bir hata yapıyorlardı.
Herkes hazır olduğunda, Mustafa Kemal’i koluna girerek destek verdim.
Havalimanına doğru yola çıkarken, arkamızda gölgeler gibi saklanan düşmanların nefesini hissediyordum.
Bizi izliyorlardı.
Ama ben de onları izliyordum.
Ve ilk hamleyi kimin yapacağını görmek için sabırsızlanıyordum.
Özel jet pistte hazırdı.
Havalimanına vardığımızda, her şey askeri düzenle ilerledi.
İlteriş ve Burak güvenliği sağlarken, Mustafa Kemal’i dikkatlice uçağa taşıdık.
Bilim heyeti hızlıca yerlerine geçti.
“Mühimmatlar ve ekipmanlar tamam.” dedi Yavuz, kargoyu kontrol ederken. “Kalkışa hazırız.”
Ben ise hâlâ içimdeki huzursuzluğu atamıyordum.
Bu kadar kolay olmamalıydı.
Tam uçağa binmek üzereydim ki…
Telsizden cızırtılı bir ses geldi:
“Komutanım! Pist girişinde hareketlilik var!”
Daha dönmeye fırsatım olmadan, pistin ışıkları bir anda yanıp söndü.
Ve sonra…
Siyah SUV araçlar etrafımızı sardı.
Secret Intelligence Service.
İngiltere’nin en tehlikeli istihbarat teşkilatı.
Ve şu an tam karşımızda, silah doğrultmuşlardı.
En önde duran ajan, gözleri soğuk ve ifadesiz bir adamdı.
“Altay Öztürk!” diye bağırdı, sesi megafondan yankılandı. “Bu uçak, İngiltere hükümetinin izni olmadan kalkış yapamaz! Silahlarınızı bırakın ve teslim olun!”
Kaşlarımı çattım.
Demek iş buraya kadar gelmişti.
Yavaşça adım attım, ellerimi kaldırmadan, gözlerimi kısarak öndeki adama baktım.
“Hangi gerekçeyle bizi durduruyorsunuz?” dedim, soğuk bir sesle.
Ajan, kaşlarını kaldırdı. "Londra’da izinsiz operasyon yürüttünüz. Silahlı çatışmaya girdiniz. Bunun açıklaması yapılana kadar buradan ayrılmanıza izin veremeyiz."
Bizi burada tutmak istiyorlardı.
Ama ben buraya tatile gelmemiştim.
Yan gözle İlteriş’e ve Burak’a baktım. Onlar da tetikteydi, emir bekliyorlardı.
Bu işin ya diplomatik ya da askeri bir çıkışı olacaktı.
Ama karar verecek zaman daralıyordu.
Çünkü İngilizler silahlarını bırakmaya niyetli değildi.
Ve ben de teslim olmaya hiç niyetli değildim.
İlk hamleyi kim yapacaktı?
Ve bu iş nasıl çözülecekti?
Saat işliyordu.
Ve bizim vaktimiz tükeniyordu.
Telefonumu hızla çıkarıp doğrudan Binbaşı Öztürk’ü aradım.
Zil sesi bile tam bitmeden açtı.
“Yüzbaşı Altay, durum nedir?” dedi, sesi gergindi ama sakinliğini koruyordu.
“Binbaşım, İngilizler bizi bırakmıyor. Secret Intelligence Service etrafımızı sardı, uçuşa izin vermiyorlar. Silah bırakmamızı ve teslim olmamızı istiyorlar.”
Hattın diğer ucunda birkaç saniyelik sessizlik oldu.
Sonra Binbaşı Öztürk, soğuk ve net bir sesle cevap verdi:
“Kesinlikle silah bırakmayın.”
Bu cümleyi duyunca, tüm vücudumda bir rahatlama hissettim.
Tamam.
Biz de zaten bunu yapmayacaktık.
“Komutanım, diplomatik bir müdahale gerekli. İngiltere’nin bu hamlesi açıkça provokasyon.”**
Binbaşı Öztürk derin bir nefes aldı.
“Durumu derhal üst mercilere taşıyorum. Ama resmi prosedürler uzun sürebilir. Zaman kazanmamız gerekiyor.”
Başımı salladım, etrafıma göz gezdirdim.
Bize doğrultulan silahlar, durumun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu.
“Bize ulaşmanız ne kadar sürecek, binbaşım?” diye sordum.
“En az iki saat.”
İki saat…
Bu, düşman bölgesinde iki saat rehin kalmak anlamına geliyordu.
Ama biz bunu tersine çevirebilirdik.
Telsizi kaldırdım, emri verdim:
“Herkes pozisyonunu korusun. Kimse silahını bırakmayacak. Geri adım yok.”
İlteriş, hafifçe sırıtarak silahını tutmaya devam etti. “Ne yapıyoruz, komutanım?”
Telefonu kapatırken gözlerimi kısıp ajana döndüm.
“Bize iki saat veriyorsunuz.”
Ajan kaşlarını kaldırdı. “Ve eğer vermesek?”
Gülümsedim. “O zaman bu pisti cehenneme çeviririm.”
Şimdi, ya diplomasi işleyecekti…
Ya da buradan, savaşarak çıkacaktık.
Kurtuluş Savaşı geldi aklıma.
Dedelerimizin, İngilizlere karşı kazandığı zafer…
Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, bu toprakları bize vatan yapan o ruh.
Ama şimdi… Yüz yıl sonra, aynı zihniyetle yine karşımızdalardı.
Sömürgeci İngilizler, Türkler hakkında atıp tutuyordu.
Bizi küçümsüyor, alay ediyor, kendi oyunlarında bir piyon sanıyorlardı.
Dişlerimi sıktım, yumruğum istemsizce sıkıldı.
Ya sabır…
Bizi tahrik etmeye çalışıyorlardı, bunun farkındaydım.
Ama timim bu kadar sakin değildi.
İlteriş’in elleri silahının kabzasına kaymıştı. Burak dişlerini sıkıyor, gözleriyle adamları tek tek kesiyordu.
Yavuz, Mustafa Kemal’in yanına gelip koluna dokunduğunda bile Mustafa Kemal gözlerini kaldırıp İngilizlere bakıyordu. Yaralıydı, ama hâlâ savaşmaya hazırdı.
İçimde bir fırtına kopuyordu ama sakin olmak zorundaydım.
Bize bakıyorlardı.
İngiliz ajanlar, bizi izliyordu.
Sabrımızı ölçüyorlardı.
Bir yanlış harekette, bizi düşman ilan edeceklerdi.
Ama unutuyorlardı…
Biz zaten onlar için hep düşmandık.
Derin bir nefes aldım, sakin ama otoriter bir sesle emri verdim:
“Kimse tahrik olmayacak. Biz ne yapacağımızı biliyoruz.”**
İlteriş başını salladı, ama gözlerindeki ateş dinmemişti.
Burak, hâlâ nefesini kontrol etmeye çalışıyordu.
Ama bir şeyi biliyordum…
Eğer bu İngilizler bir adım daha ileri giderse, sabır taşımız çatlayacaktı.
Ve o zaman, buradan sağ çıkamayacaklarını öğreneceklerdi.
İçimdeki öfke volkanı kaynıyordu.
Saat işliyordu, sabır taşımızın çatlamasına az kalmıştı.
Tam o sırada, Türk bilim heyetinden biri bana yaklaşmaya çalıştı.
Ama…
İngiliz ajanı onu kolundan yakalayıp sertçe geri itti.
Gözlerim karardı.
Bir saniye bile düşünmeden, adamı omuzlarından tutup geri savurdum.
"ÇEK ELİNİ TÜRK’TEN!" diye kükredim.
Adam sendeleyerek geriye düştü, şaşkınlıkla bana baktı.
Ama onların bizden korktuğunu biliyordum.
Hemen telefonuna sarıldı, çocuk gibi bizi şikâyet etmeye çalıştı.
Timsah gibi sırıtıyordu, ama ben ondan daha iyi bir avcıydım.
Gözlerimi kıstım, sakin ama ölümcül bir gülümsemeyle adama yaklaştım.
“Yaz bakalım, ne yazacaksan yaz.” dedim, alayla.
“Ama şunu da ekle; Türkler sabırlıdır… Ama sabrı taşarsa, hiçbir sömürgeci kaçamaz.”
Telefonu elinde titredi, ama gözleri bir anda ciddileşti.
Beni ölçüyordu.
Ama ben, zaten ona mesajımı vermiştim.
İlteriş yanıma yaklaşıp kısık sesle fısıldadı:
“Komutanım, ipler kopmak üzere.”
Başımı hafifçe salladım. Biliyorum.
Ama bu oyunu, onlardan daha iyi oynayacaktım.
Zaten oynayarak kazanmıştık biz bu vatanı, değil mi?
Bıçak sırtı bir an yaşanıyordu.
İngiliz ajanı, şikâyet eder gibi telefonu kulaklarına dayamıştı, ama gözlerini benden ayırmıyordu.
Onu korkutmuştum.
Ama biliyordum ki bu adamlarda utanma duygusu yoktu.
Yalan söylerler, provokasyon yaparlar, iftira atarlar…
Ve kaybettiklerini anladıklarında, masaya farklı bir kart koyarlardı.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi kısarak ajanı izledim. Benim sabrım taşıyorsa, onların ipi kopmak üzereydi.
“Siz buradan çıkamayacaksınız, Türk subayı.” dedi sırıtarak.
O kadar emin konuşuyordu ki, belli ki bir planları vardı.
Ama o planın ne olduğunu ben de öğrenmek üzereydim.
Tam o sırada, telsizimden cızırtılı bir ses geldi:
“Komutanım! Binbaşı Öztürk, diplomatik hattı açtırdı! İngiliz Savunma Bakanlığı’na baskı yapılıyor, emir bekleyin!”
Bunu duyunca, hafifçe gülümsedim.
“Duydun mu?” dedim ajana, "Çok yakında sana emir veren adamlar, bizim uçağımızın kalkmasını emredecek. Ve sen de şu silahını indirip tıpış tıpış geri çekileceksin."
Gözleri hafifçe irileşti. Bunu beklemiyordu.
“Senin o dediğin olmaz.” dedi hırıltılı bir sesle.
"Olmaz mı?" dedim kısık bir sesle, "O zaman bekleyelim ve görelim."
Oyun artık tam anlamıyla başlamıştı.
Ve ben, kazanacağımı bildiğim bir satranç maçında, son hamlemi yapmaya hazırlanıyordum.
Emir sonunda geldi.
Telsizimden gelen cızırtılı ses, zaferimizi ilan eder gibi yankılandı:
“Komutanım! İngiliz Savunma Bakanlığı’ndan onay verildi. Uçuş için serbest geçiş aldık! Silahlarını bırakmalarını emrettiler.”
Bunu duyunca, gözlerimdeki zafer parıltısını gizlemedim.
Ajanın yüzüne baktım, o ise dişlerini sıkıyordu.
Arkasındaki adamlar silahlarını indirirken, ajan derin bir nefes aldı ve bir adım öne çıktı.
Bana yaklaşıp, alçak sesle, dişlerinin arasından tısladı:
“Bu iş burada bitmedi, Türk.”
Gözlerinde kirli bir parıltı vardı.
O parıltıyı tanıyordum. Bu, kaybeden bir adamın intikam yemininden başka bir şey değildi.
Ama biz bunları çok gördük.
Sakin bir şekilde gözlerimi kıstım, ona gülümseyerek cevap verdim:
“Bitmediğini biliyorum.”
Yüzü kasıldı. Beni korkutacağını sanıyordu.
Ama ben, buna sadece meydan okuyan bir gülümsemeyle karşılık verdim.
"Ve bittiğinde kimlerin ayakta kalacağını da çok iyi biliyorum.”
Ajan gözlerini benden ayırmadan geri adım attı, sonra hızla arkasını dönüp adamlarına emir verdi.
SUV’ler, motorlarını çalıştırarak hızla pistten uzaklaştı.
Ama ben, onun öfkesini ve hırsını hissediyordum.
Bu iş gerçekten de burada bitmemişti.
Ama şimdi, Türkiye’ye dönüyorduk.
Ve orada, bu işin ardındaki asıl gölgeleri ortaya çıkaracaktık.
Türk Bilim Heyeti Başkanı, gözlerinde minnetle yanıma geldi.
İngiliz ajanları uzaklaşırken, derin bir nefes aldı ve elini bana uzattı.
“Koruma 1…” dedi, sesi yorgun ama kararlıydı. “Size borçlandım.”
Ben hafifçe gülümsedim, elimle onun elini sıktım.
“Borç falan yok hocam.” dedim sakin bir sesle. “Biz işimizi yaptık.”
Başını salladı, hala yaşadığı şoku atlatmaya çalışıyordu.
“Eğer siz olmasaydınız… Bilmiyorum, belki de şu an bizden kimse hayatta olmayacaktı.”
"Hayatta olurdunuz hocam. Ama İngilizler sizi rahat bırakmazdı.” dedim, gözlerimi kısıp uçağın merdivenine bakarak.
Dudaklarını sıktı, etrafına göz gezdirdi.
“Türkiye’ye döndüğümüzde bu yaşananları anlatacağım. Ülkemize saldıranların, bizi susturmaya çalışanların kim olduğunu herkes bilecek.”
Başımı salladım. “İşte şimdi gerçek savaş başlıyor.”
Çünkü bu sadece silahlarla kazanılacak bir savaş değildi.
Bu, bilginin, siyasetin ve istihbaratın savaşıydı.
Ve ben… Tetiği çekmek kadar, düşmanın psikolojisini de bozmayı iyi bilirdim.
Bilim heyeti başkanı tekrar teşekkür edip ekibinin yanına dönerken, Burak koluma dokundu.
“Komutanım, hadi artık şu uçağa binelim. Memlekete gidince mangal yakacağız mı yakmayacak mıyız?” dedi sırıtıp.
İlteriş hafifçe güldü. “Bırakın mangalı… Önce kim bu işin arkasında, onu öğrenelim.”
Başımı salladım. Evet.
Bu iş daha yeni başlıyordu.
Ve biz, artık sadece hedef değil, avcıydık.
Jet uçağın kapıları kapanırken, ben gözümü Mustafa Kemal’den ayırmıyordum.
Yaralıydı.
Her ne kadar güçlü durmaya çalışsa da parmaklarının kırılmış olması onu fazlasıyla zorluyordu.
Bilim heyetinden tıp eğitimi almış birkaç kişi ilk müdahaleyi yapmıştı. Ağrı kesicilerle biraz rahatlatmışlardı ama parmaklarının düzgün kaynaması için en kısa sürede alçıya alınması gerekiyordu.
Mustafa Kemal homurdanarak başını yasladı, yüzü solgundu ama gözlerinde hâlâ öfke vardı.
“Parmaklarım kırılmış olabilir ama tetiği çekecek bir elim hâlâ var.” dedi kısık bir sesle, dişlerini sıkarak.
Elimi omzuna koydum. “Sen önce iyileşmeyi düşün kardeşim. Daha önümüzde savaş var.”
Burak yanımıza oturdu, çenesini kaşıyarak hafifçe sırıttı.
“Şimdi önemli bir konu var beyler.” dedi, ciddi bir ses tonuyla.
Ben ve İlteriş ona baktık. “Neymiş Burak?”
“Türkiye’ye varınca ilk iş ne yapıyoruz?” dedi sırıtıp. “Bence önce sağlam bir İskender yemeliyiz. Sonra da bir mangal yakalım, ortamın stresini atalım.”
Mustafa Kemal hafifçe güldü. “Benim için bol sarımsaklı yoğurt koyarsınız.”
İlteriş iç çekti. “Önce rapor vereceğiz. Sonra da şu işi kimin tezgahladığını bulacağız.”
Başımı salladım. “Aynen öyle. Biz döndük ama bu iş kapanmadı.”
Jet motorları tam güce geçtiğinde, hepimiz birkaç saniye sustuk.
Biliyorduk ki, Türkiye’ye dönerken sırtımızda sadece bu operasyonun ağırlığını değil, yeni bir savaşın başlangıcını da taşıyorduk.
Ve ben…
Bu savaşı kazanmaya hazırdım.
Mustafa Kemal’in sessizliği timin içinde tuhaf bir hava yaratmıştı.
Normalde en ufak bir fırsatta mitoloji anlatmaya başlayan adam, şimdi sus pus olmuştu.
Yavuz gözlerini kıstı, Mustafa Kemal’in yüzüne dikkatle baktı. “Bu kadar sessizlik iyiye işaret değil, komutanım.”
Burak kafasını salladı. “Kesinlikle değil. Beyin travması falan mı geçirdi bu? Bir test edelim.”**
İlteriş hafifçe sırıtarak kollarını bağladı. “Kemal, sorulara doğru cevap vermezsen sana Burak’ın bütün maç yorumlarını dinletiriz.”
Mustafa Kemal gözlerini hafifçe araladı, tepki vermedi.
Ama Burak, “Tamam, soruyorum!” diye atıldı ve ciddi bir ifadeyle sorusunu patlattı:
“Girit’te Minotor’un hapsedildiği labirenti kim inşa etti?”
Herkes gözlerini Mustafa Kemal’e dikti. Sessizlik uzadıkça içimizdeki endişe arttı.
Fatih kısık sesle, “Ya gerçekten kafayı vurduysa?” diye fısıldadı.
Tam o anda, Mustafa Kemal derin bir nefes aldı, gözlerini hafifçe açtı ve kısık sesle cevap verdi:
“Daedalus. Ve o labirentten kaçmak için oğlu İkarus’a kanatlar yaptı. Ama çocuk babasını dinlemedi ve güneşe fazla yaklaştı, kanatları yandı, denize düşüp öldü.”
Burak derin bir nefes alıp elini göğsüne koydu. “Allah’ım şükürler olsun, yaşıyor.”
Herkes bir an için rahatladı ama bu sefer İlteriş soruyu yapıştırdı:
“Peki, Akhilleus’un zayıf noktası neresiydi?”
Mustafa Kemal gözlerini açmadan, “Burak gibi aptalların beynine kan gitmeyen bölgesi.” dedi kısık bir sesle.
Tim kahkaha atarken, Burak elini kalbine götürüp dramatik bir şekilde yaslandı. “Ben sana canımı sıkmayın diye soru sordum, sen bana laf çaktın. Vefasızsın be Kemal!”
Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi. “Beni bir daha sorgulamayın.” dedi hırıltılı bir sesle.
İlteriş kollarını bağlayıp rahatladı. “Tamam, çocuk iyileşecek. Bu kadar mitoloji bilip de ölmez zaten.”
Ben hafifçe sırıttım, onun bilincinin yerinde olduğunu görmek içimizi rahatlatmıştı.
Ama içimde bir his vardı.
Bu daha başlangıçtı.
Ve Türkiye’ye vardığımızda, bizi çok daha büyük bir savaş bekliyordu.
Uçakta zaman ağır akıyordu.
Herkes kendi çapında oyalanmaya çalışsa da, gözümüz sürekli Mustafa Kemal’in üzerindeydi.
Mustafa Kemal, koltuğa yaslanmış, gözleri boş boş ileri bakıyordu.
Ne konuşuyor, ne de tepki veriyordu.
İlteriş bir an panikleyerek eğildi, hızlıca kafasına bir şaplak attı.
“Kemal! Kardeşim, iyi misin? Kendine gel lan!”
Ama tam o anda, elim istemsizce refleks olarak İlteriş’in kafasına indi.
“Ulan zaten yaralı adam, ne vuruyorsun?!” diye patladım.
İlteriş başını ovuşturup bana ters ters baktı.
“Abi boş boş bakıyordu! Gözleri kaydı sandım, ödüm koptu!”
Burak hemen fırsatı kaçırmadı, ellerini açarak dramatik bir şekilde konuştu:
“Bu timde şiddet eğilimi var! Vallahi ruh sağlığımız bozuluyor, biri buna dur desin!”
Fatih de başını salladı, “Ulan biz düşmandan çok birbirimizden dayak yiyoruz.”
Bu sırada, Mustafa Kemal gözlerini kırpıştırdı ve kısık sesle mırıldandı:
“Siz manyak mısınız?”
Herkes bir anda sustu, ona döndük.
İlteriş eğildi, “Yaşıyor musun lan? Gözlerin donuk donuk bakıyordu.”
Mustafa Kemal derin bir iç çekti, yüzünü ovuşturdu.
“Ben sadece… Düşünüyordum.” dedi. “Ama bırakın düşüneyim ya, kafa dinliyorum. Herkes niye kafama vuruyor?”
Burak hemen atıldı: “Bak haklı. Burada ne zaman düşünen bir adam görsek direkt kafasına vuruyoruz. Bu timde düşünmek yasak mı?”
Onur iç çekti, “Yemin ediyorum bu ekipte hayatta kalmak için IQ düşürmek gerekiyor.”
Ben koltuğa yaslanıp hafifçe gülümseyerek gözlerimi kapattım.
“Kemal, bir daha öyle boş boş bakarsan biz de boş boş tepki veririz.” dedim, hafif alayla.
Mustafa Kemal gözlerini devirdi. “Anladım, hayatta kalmak için gözlerimi sürekli hareket ettirmem lazım.”
Herkes rahatladı, uçakta kahkahalar yükseldi.
Ama içimde bir his vardı…
Bu kahkahalar kısa sürecekti.
Türkiye’ye vardığımızda, huzurumuz uzun sürmeyecekti.
Çünkü bu iş burada bitmemişti.
Uçakta gerginlik biraz dağılmıştı ama hepimiz farkındaydık…
Türkiye’ye ayak bastığımızda bizi çok daha büyük bir savaş bekliyordu.
Burak hemen konuyu değiştirmek için oturduğu yerden sırıtarak lafa atladı:
“Ulan, bu kadar olayın içinde dönüyoruz ya… Birimiz bile yemin ederim bir havaalanı free shop’undan bir şey alamadı.”
Yavuz iç çekti, “Şu adam gerçekten başka bir kafada.”
İlteriş kaşlarını kaldırdı, gözlerini Burak’a dikti. “Hangi kafayla duty free düşünüyorsun lan?”
Burak omuz silkti. “Abi, sonuçta Londra’ya geldik ama bir tatlı huzur bulamadan geri dönüyoruz. Bir parfüm bile almadık, ne anladık biz bu işten?”
Fatih alaycı bir sesle araya girdi: “Burak’ı ilk fırsatta tatile göndermeliyiz. Zira bu adam savaşın ortasında alışveriş yapmaya odaklanıyor.”**
Mustafa Kemal hafifçe başını kaldırıp gözlerini kıstı. “Burak, eğer o duty free’ye girseydin kesin pasaport kontrolünde gözaltına alınırdın.”
Burak hemen itiraz etti. “Neden lan?”
Mustafa Kemal ciddi bir suratla, “Çünkü İngiliz polisi bu kadar dangalakça bir hareketi kesin şüpheli görür.”
Uçakta herkes kahkaha attı, Burak ise “Ben ne yaptım lan şimdi?” diye homurdanıp yerine yaslandı.
Ama sonra hepimiz yine ciddileştik.
Gerçekler yerindeydi.
Türkiye’ye dönerken, sadece yaralılarımızı değil, yeni bir savaşın ağırlığını da taşıyorduk.
Telefonumu elime alıp ekranı açtım.
Umay’a mesaj atmak için parmaklarımı klavyeye götürdüğümde, içimden bir şeylerin hiç de yolunda gitmeyeceğini biliyordum.
Ve haklıydım.
Çünkü daha Türkiye’ye varmadan, telefonuma düşen acil mesajla kalbim hızlandı.
Bizi Ankara’da büyük bir sürpriz bekliyordu.
Ve bu, savaşın ikinci perdesiydi.
Herkes yorgunluktan tükenmişti.
Jetin hafifçe sallanması bile, zihnimdeki yorgunluğu dağıtmaya yetmiyordu.
Ama ben gözümü Mustafa Kemal’den ayırmadım.
Nefesi düzensizdi, yüzü hâlâ solgundu.
Dudaklarının kuruduğunu fark edince, su şişesini aldım, kapağını açıp ona uzattım.
"İç biraz, ihtiyacın var." dedim yumuşak bir sesle.
Önce itiraz edecek gibi oldu ama sonra sessizce şişeyi ağzına götürdüm, birkaç yudum içti.
Gözlerini hafifçe bana çevirdi, o bildik ama yorgun bakışlarıyla.
"Beni gözlemeyi bırakmazsan uykum kaçacak, Altay abi." dedi hafif bir gülümsemeyle.
Ben de hafifçe güldüm, "O zaman sen de uyuma, biraz sohbet edelim." dedim.
"Sence bu işin sonu nereye varacak?" diye sordu, gözlerini hafifçe kapatarak.
Bir an duraksadım.
Gerçekten bu işin sonu nereye varacaktı?
Bir an duraksadım.
Gerçekten bu işin sonu nereye varacaktı?
Bizi kim hedef almıştı? Bu saldırıların arkasındaki asıl beyin kimdi?
Bunları bilmeden, elimizi taşın altına koyamazdık.
Ama içimde tuhaf bir his vardı. Bu işin çok daha büyük bir şeyin parçası olduğunu biliyordum.
Gözlerimi Mustafa Kemal’e çevirdim. “Bu iş bitmedi, Kemal.” dedim ciddi bir sesle. “Londra sadece bir başlangıçtı. Türkiye’ye döndüğümüzde, asıl savaşı o zaman vereceğiz.”
Mustafa Kemal hafifçe başını salladı. “Sence bizi kim hedef alıyor?”
Omuzlarımı hafifçe silktim, “Henüz bilmiyorum ama bir şeyden eminim…” diye başladım, sonra gözlerimi ona diktim. “Bu oyunu bizden daha iyi oynadıklarını sanıyorlarsa, büyük hata yapıyorlar.”
O derin bir nefes aldı, başını geriye yasladı.
"Bu adamlar bizi korkutabileceklerini sandılar." dedi kısık bir sesle. "Ama hesap etmedikleri bir şey var…"
Gözlerini bana dikti.
"Türk askeri tehdit edilmez. Türk askeri korkmaz."
Gülümsedim. "Aynen öyle kardeşim." dedim, elimi omzuna koyarak.
Bir süre sessizce öylece oturduk.
Dışarıda karanlık gökyüzü uçağın camından akıp gidiyordu.
İçimde, bu sessizliğin fırtına öncesi bir an olduğunu biliyordum.
Türkiye’ye indiğimizde, bizi neyin beklediğini bilmiyordum ama…
Kim olursa olsun, ne olursa olsun, savaşmaya hazırdım.
Ankara’ya teker koyduğumuz an, işler hız kazandı.
Ambulans pistte hazır bekliyordu.
Mustafa Kemal’in gözleri yorgundu ama bilinci açıktı. Onu sedyeye almak isteyen sağlık görevlilerine sert bir bakış attı.
“Beni ayakta taşımaya gücünüz yetmez mi?” dedi sertçe.
Gülümsedim. “Kardeşim, şov yapma, iyice kontrol edilmen lazım.”
Onur’a döndüm, "Sen de Kemal’le git. Yanından ayrılma, doktorların her dediğini dinle.”
Onur başını salladı. “Merak etmeyin komutanım, Kemal abiyi sağ salim teslim edeceğim.”
Onları ambulansa bindirirken, hızla timi toparladım.
Bizi bekleyen bir toplantı vardı.
Acil bir brifing.
Karargâha vardığımızda, Binbaşı Halil Özçelik bizi bizzat karşıladı.
Gözleri sertti, yüzünde her zamanki soğuk, otoriter ifadesi vardı.
Ama aynı zamanda bir şeyleri kafasında çoktan oturtmuş gibiydi.
"Geçmiş olsun, aslanlar." dedi, gözlerini tek tek hepimize gezdirerek. “Anlatın bakalım… Londra’da neler oldu?”
Odasına girip hızla yerlerimize geçtik.
Ben kısa ve net bir şekilde olanları anlattım.
Bilim heyetine yapılan saldırı, İngiliz istihbaratının bizi durdurmaya çalışması, Mustafa Kemal’in kaçırılması ve kurtarılma operasyonu…
Brifing odasında buz gibi bir hava esiyordu.
Binbaşı Halil Özçelik, ellerini masaya koydu, hafifçe öne eğildi.
“Beyler… Çok büyük bir belaya bulaştık.” dedi kısık bir sesle.
Gözlerimi kıstım. "Ne kadar büyük?"
Özçelik derin bir nefes aldı.
Sonra gözlerini doğrudan benim gözlerime dikti:
"Bizi Londra’da kimin hedef aldığını öğrendik. Ama kötü haber şu…”
O an odadaki herkes nefesini tuttu.
Ve Binbaşı Özçelik bomba gibi bir cümle kurdu:
"Bu işin arkasında, sadece bir istihbarat teşkilatı yok."
"Birden fazla devlet, aynı masada."
Ve o an anladım…
Bu artık sadece bir operasyon değildi.
Bu, çok uluslu bir savaşın başlangıcıydı.
Brifing odasına ölüm sessizliği çökmüştü.
Timdeki herkes Binbaşı Özçelik’in ağzından çıkan kelimeleri sindirmeye çalışıyordu.
"Birden fazla devlet, aynı masada."
Bu, olayın sadece bir istihbarat operasyonu olmadığını, çok daha büyük bir organizasyonun içinde olduğumuzu gösteriyordu.
Gözlerimi kıstım, sabırla bekledim.
Binbaşı Özçelik, elindeki dosyayı masaya koydu, gözlerini doğrudan bana dikti.
"Altay, Londra’daki saldırı, düşündüğümüzden daha kapsamlı bir organizasyonun parçası. Ve öğrendiğimiz bilgilere göre, bu organizasyonun Türkiye içindeki kolları da var.”**
Timde ufak tefek kıpırdanmalar oldu. İlteriş kollarını bağladı, Burak hafifçe öne eğildi, Yavuz kaşlarını çattı.
"Türkiye içindeki kolları mı?" diye tekrarladım. "Yani içeride adamları mı var?"
Özçelik başını yavaşça salladı. “Ve tahmin ettiğimizden daha yüksekteler.”
Telsizimi sıktım, içimdeki öfke kabarıyordu.
Bu adamlar bizi içeriden mi izliyordu?
Demek ki biz Londra’da operasyon yaparken, onlar da burada bizi izliyor ve hamlelerini hazırlıyordu.
"Kim bunlar?" diye sordum, sesim kontrol altında ama sertti.
Binbaşı Özçelik derin bir nefes aldı, sonra odanın ortasındaki ekrana işaret etti.
"Bu adamları tanıyor musun, Altay?"
Ekranda beş kişinin yüzü belirdi.
İçlerinden biri…
Bana hiç de yabancı değildi.
Gözlerimi kısıp ekrana yaklaştım. Kalbim hızla atıyordu.
Sonra soğuk bir ifadeyle geri çekildim.
"Bu adamı tanıyorum." dedim kısık bir sesle.
Ve eğer onu tanıyorsam…
Bu iş düşündüğümüzden bile daha pis bir yere gidiyordu.
Ekrandaki yüzlerden biri bana hiç yabancı değildi.
Gözlerimi kısmış, ekrana bakarken içimdeki öfke dalga dalga yükseliyordu.
Bu adamı tanıyordum.
Ve eğer o buradaysa, bu iş çok daha pis yerlere gidiyordu.
Binbaşı Özçelik gözlerini bana dikti. "Kim bu adam, Altay?"
Nefes aldım, ellerimi masaya koydum, soğukkanlı olmaya çalışarak konuşmaya başladım:
“Adı Selim Karahan.”
Timin geri kalanı birbirine baktı. İlk defa duydukları bir isimdi.
İlteriş kaşlarını çattı. "Sen nereden tanıyorsun bu herifi?"
Gözlerimi ekrandan ayırmadan devam ettim:
"Bu adam, geçmişte MİT’te çalışıyordu. Üst düzey bir saha operatörüydü, zamanında istihbaratta efsane olarak anılırdı."
Fatih iç çekti. "Şimdi anladım... Peki ne oldu?"
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve geçmişin kapılarını araladım.
"Selim, yaklaşık 10 yıl önce... Devlete ihanet etti."
Burak dudaklarını büzdü, sırtını sandalyeye yasladı. "Nasıl yani?"
"Yabancı istihbarat servislerine bilgi sattı. Kendi ülkesini sattı. Hem de kimlere biliyor musunuz?"
"İngilizlere."
Odada soğuk bir hava esti.
Tüm tim bir anlığına sustu.
Sonra İlteriş yumruğunu masaya vurdu. "Ulan, yine aynı herifler!"
Binbaşı Özçelik başını salladı. "Aynen öyle. Selim Karahan, yıllardır kayıptı. Onu hiçbir yerde bulamadık. Ama şimdi… Tekrar ortaya çıkmış."
Telsizimi sıktım, gözlerim öfkeyle parlıyordu.
"Bu adamı yakalamamız lazım. Çünkü eğer Selim işin içindeyse, bu iş daha yeni başlıyor demektir."
Ve o an anladım…
Bize Londra’da pusu kuranlar, Türkiye’de de harekete geçecekti.
Ve Selim Karahan, bu ihanetin en büyük parçasıydı.
Şimdi yeni hedef belliydi.
Selim Karahan’ı bulmak.
Ve bu ihanetin hesabını ona sormak.
Brifing bittiğinde saat 20.00 olmuştu.
Başımı hafifçe geriye yasladım, yorulduğumu hissettim ama dinlenmeye niyetim yoktu.
Bu savaş yeni başlıyordu.
Ama bu gece, aklımda savaş değil, Umay vardı.
Gözlerimi kapatıp birkaç saniye derin nefes aldım, sonra hızla toparlanıp ayağa kalktım. “Ben karargahta duş alıp çıkıyorum.” dedim, ceketimi omzumun üzerinden alarak.
Burak hemen sırıtıp atıldı: “Komutanım, gece gece nereye? Bizimle vakit geçirmeyecek misin?”
İlteriş kollarını bağladı, gözleri kısık. "Kesin Umay’a gidiyor."
Gülümseyerek başımı iki yana salladım, "Siz gidin, ben birazdan size katılırım." dedim ama yalan söylediğim belliydi.
İlteriş gözlerini devirdi, Burak kahkaha attı. "Altay komutanım, sen kesin yengeye sürpriz yapmaya gidiyorsun. Ama sakın fazla kaptırma, yarın sabah yine operasyon var.”**
Başımı hafifçe eğerek gülümsedim, “Umay’ı görmeden rahat edemem.” dedim, ardından hızla karargahın banyosuna yöneldim.
Sıcak suyun vücuduma çarpmasıyla yorgunluğumu bir nebze olsun attım.
Her ne kadar zihnimde Londra, İngiliz ajanları, Selim Karahan gibi düşünceler dönse de, şu an tek düşündüğüm şey Umay’ın yüzünü görmekti.
Duştan çıktığımda siyah bir tişört ve koyu kot pantolon giydim. Spor bir mont geçirip saçlarımı hafifçe karıştırarak düzene soktum.
Telefonumu elime alıp Umay’a mesaj atmadım. Çünkü sürprizdi bu.
Arabaya atladım, direksiyonu evimize kırdım.
Gecenin karanlığında ışıklarını takip ederek ilerlerken, içimde tuhaf bir huzur vardı.
Bu dünyada savaş bitmezdi.
Ama Umay’ın yanında olduğumda, savaşın ortasında bile huzuru bulabiliyordum.
Ve ben, o huzuru kaçırmaya hiç niyetli değildim. 😏🔥
Kapının önünde durduğumda yüzüme çapkın bir sırıtış yerleştirip zile bastım.
İçeriden birkaç saniye boyunca bir hareket duyamadım, sonra hafif aceleci adımlar duyuldu.
Kapı açıldığında, karşımda Umay…
Üzerinde ev hali bir kıyafet, saçları hafif dağılmış, yüzünde uykulu ama şaşkın bir ifade.
Gözleri büyüdü. "Altay?" dedi, sesi hem şaşkın hem mutlu.
Beni bu şekilde karşılaması bütün yorgunluğumu silip attı.
Eşiğe yaslanıp hafifçe eğildim. "Sürpriz..." dedim kısık bir sesle.
Umay’ın yüzü mutlulukla aydınlandı, gözleri parladı. "Sen döneli ne kadar oldu ki? Niye haber vermedin?"**
Ona cevap vermedim.
Bunun yerine ellerimi beline attım, kendime doğru çekip sıkıca sarıldım.
Başımı boynunun kıvrımına yasladım, nefesini hissettim. O sıcaklığı, o huzuru.
"Seni çok özledim." dedim fısıltıyla.
O da kollarını boynuma doladı, parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi. "Ben de seni, Altay..." dedi sesi titreyerek.
Onu daha sıkı sardım, sanki bırakınca kaybolacakmış gibi.
"İçeri gel," dedi kıkırdayarak.
Kapıyı kapatırken bir an bile gözlerimi ondan ayırmadım.
Salonun ışığı loştu, bizi sadece pencerenin yanından süzülen ay ışığı aydınlatıyordu.
Umay elimden tuttu, beni koltuğa oturttu. Sonra dizlerimin üzerine oturup yüzüme baktı.
"Gerçekten geldin..." dedi, gözlerinde sevgiyle.
Elimi kaldırıp yanağını okşadım, başparmağımla dudağının kenarını hafifçe sıyırdım.
"Ben her zaman sana gelirim, Umay."
Bana doğru eğildi, nefesimiz birbirine karıştı.
Ve dudaklarıma kapandı.
Zaman durdu.
O an ne Londra vardı, ne Selim Karahan, ne de önümüzde bekleyen savaşlar…
Sadece o vardı.
Ve ben, o anı sonsuza kadar yaşamak istiyordum.
Dudaklarımdan yavaşça ayrıldığında, nefesimiz birbirine karışmış, kalp atışlarımız hızlanmıştı.
Sonra hiç tereddüt etmeden göğsüme yaslandı.
O an içimdeki tüm gerginlik silindi.
Ellerimi sırtına doladım, avuç içlerimle yavaşça sırtını okşadım.
"Seni çok özledim." dedi, sesi yumuşaktı ama içinde derin bir özlem vardı.
Başını biraz kaldırıp bana baktı, “Ulaş da iyi, merak etme. Uzun zaman başında durdum ama en sonunda beni kovdu. 'Git dinlen, yeter artık!' diye resmen attı dışarı.”**
Kıkırdadım. "Ulaş bu... Ona iyi baktığını bilmek güzel ama seni düşünmesi şaşırtmadı.”**
Umay gözlerini kapatıp göğsüme iyice sokuldu.
Saçları tenime değiyordu, kokusu buram buram içime çekiliyordu.
"Gittiğin her an seni beklemek zor." dedi usulca.
Elimi saçlarına götürdüm, parmaklarımı yavaşça arasından geçirdim.
"Biliyorum, fıstığım." diye fısıldadım. "Ama her seferinde sana döneceğimi de biliyorsun, değil mi?"
Başını hafifçe kaldırıp yüzüme baktı, gözleri parlıyordu.
"Biliyorum." dedi, küçük bir tebessümle.
Sonra gözlerini tekrar kapattı, nefesi sakinleşti.
Kollarımı sıkılaştırdım, onu daha da yakınıma çektim. Bu an, ikimiz için de bir sığınaktı.
Savaş, ihanet, operasyonlar…
Şu an bunların hiçbiri önemli değildi.
Bu gece, sadece biz vardık.
“Altay,” dedi Umay, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Aç mısın? Yemek yapmıştım ama basit şeyler, seni doyurmaz. Kalkayım, güzel bir şeyler hazırlayayım sana.”**
Tam kalkmak üzereydi ki, belinden sıkıca sarılıp onu geri çektim.
Başıma yaslandığında hafifçe kıkırdadı.
“Beraber hazırlarız,” dedim, sesi hafif kısıp. “Ama önce biraz sana doyayım… Gerçi bu biraz imkansız ama olsun.”
Elimi saçlarının arasına geçirip parmaklarımla nazikçe taradım.
“Bebeğim, biliyor musun?” dedim, sesi alçaltarak. “Bu kadar huzur içinde olmayı unuttuğum zamanlar olmuş.”
Umay başını kaldırıp bana baktı, gözleri sevgiyle parlıyordu.
“Şimdi hatırladın mı?” diye fısıldadı.
“Senin yanındayken her şeyi hatırlıyorum.” dedim.
Umay gülümsedi, dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu.
Sonra kollarımdan sıyrılıp zorla ayağa kalktı. “Tamam tamam, hadi mutfağa geçelim. Aç aç romantiklik olmaz.”
Gözlerimi kıstım, sırıtarak yerimden doğruldum.
“Aç aç her şey olur ama sen mutfağa girince aklım başka şeylere kayıyor.”
Umay tavrıyla bakış attı, “Yemeğini yap da ye Altay Bey, sonra ne düşünürsen düşün.” dedi gülerek.
Göz kırptım. "O zaman seninle mutfakta da bir takım olalım bakalım."
Elini tuttum ve beraber mutfağa doğru yürüdük.
Bu gece, sadece sevdiğim kadının yanında olmanın keyfini çıkaracaktım.
"Kıymalı spagettiye ne dersin bakalım?" dediğinde bir an durup ona baktım.
Gözlerindeki muziplik, yüzündeki sevimli gülümsemeyle birleşmişti.
Gözlerimi kısıp, hafifçe başımı yana eğdim. “Harika olur derim.” dedim gülümseyerek.
Ama bir şartla…
Koridorda bir saniye bile tereddüt etmeden, belinden kavrayıp aniden kucağıma aldım.
Umay, şok içinde tiz bir çığlık attı, sonra kahkahalara boğuldu. “Altay! Ne yapıyorsun, indir beni!”
Ama ben sadece sırıttım. “Mutfağa götürüyorum.”
Kollarını boynuma doladı, gülerek başını omzuma yasladı.
“Romantiklikten kaosa bu kadar hızlı nasıl geçebiliyorsun?” dedi hâlâ gülümseyerek.
Koridorda hızla mutfağa ilerlerken, “Benim doğam bu, Umay Hanım.” diye fısıldadım. “Hem seni taşırken, yemek de daha lezzetli olur.”
Mutfak kapısına gelince, onu yavaşça tezgâhın üzerine bıraktım.
Gözleri parlıyordu, nefesi hâlâ düzensizdi.
Ellerimi iki yanına koyarak eğildim. "Şimdi mutfakta nasıl bir takım olacağımızı görelim bakalım."
Umay gözlerini devirdi ama yanağıma küçük bir öpücük kondurdu. “Hadi bakalım, becerikli aşçım.” dedi sırıtarak.
Ve bu gece, sadece aşkın ve kahkahaların tadını çıkaracaktık.
Umay tezgâhta otururken, ben ellerimi yanına koyup yüzüne bakıyordum.
“Ne bakıyorsun Altay?” dedi gülerek, başını yana eğerek.
“Bence bu akşam yemeği yapmasak da olur.” dedim hafifçe sırıtıp.
Kaşlarını kaldırıp bana baktı. “Ne yani? Aç mı kalalım?”
Omuz silktim, ellerimi beline doladım ve onu hafifçe kendime çekerek kucağıma aldım. “Sen benim yanımdayken, her şey tamamdır.” dedim kısık bir sesle.
Umay hafifçe kızardı, ama gözlerini kaçırmak yerine gözlerimin içine baktı.
“Yemek yaparken bile romantik olmayı nasıl başarıyorsun?” diye fısıldadı, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılmıştı.
Başımı eğdim, dudaklarını hafifçe öptüm. “Sana olan aşkımı her yerde gösterebilirim, Umay.” dedim.
Ama sonra, birden karnım guruldadı.
Umay önce şaşkınlıkla gözlerini kırptı, sonra kahkahayı bastı. “Altay! Yemin ederim, romantizminin sonu hep yemek oluyor.” dedi gülerek.
Ben de güldüm, ellerimi havaya kaldırıp teslim oldum. “Tamam tamam, kıymalı spagetti yapıyoruz. Ama sen sosu yap, ben makarnayı haşlayayım.”
Gülerek tezgâhtan atladı, önlüğünü taktı. “Anlaştık, Komutan Bey.”
Ben de önlüğü alıp boynuma geçirirken, arkadan ona sarılıp çenesinin altına küçük bir öpücük kondurdum. “Takım çalışması.” dedim fısıldayarak.
Ve böylece, aşk ve kahkaha dolu bir akşam yemeği hazırlığı başladı.
Bu gece, mutfakta sadece yemek değil, kalplerimiz de birlikte pişecekti.
Mutfakta aşk, kahkaha ve biraz da kaos vardı.
Ben makarnayı haşlarken, Umay da kıymalı sosu hazırlıyordu.
Ama olay şu ki… Mutfak düzenli kalmıyordu.
Umay tencereye sosu eklerken biraz sıçrattı, ben de kaşığı elime alıp ona baktım.
“Komutanın mutfağında yemek yaparken disiplinli olmak lazım.” dedim sert bir sesle. “Burası bir operasyon alanıdır.”
Umay gözlerini devirip elindeki domates suyuna bulanmış kaşığı kaldırdı. “Öyle mi?” dedi ve hiç düşünmeden kaşığın ucuyla yanağıma hafifçe sos sürdü.
Gözlerim kısıldı, “Sen şimdi savaşı başlattın.” dedim sırıtarak.
Kaşığı elime aldığım gibi tezgâhta duran bir parça unu kaptım ve hafifçe yanına üfledim. Un bulutu Umay’ın saçına yapışınca kahkaha attım.
“Altay!!” diye bağırdı, ama o kadar çok gülüyordu ki düzgün kızamıyordu.
Elimle yanaklarına yapışmış domates sosunu silerken, parmaklarımla çenesine dokundum.
“Bak bu savaşta ben hep kazanırım, Umay Hanım.” dedim hafifçe eğilip.
Ama o, kaşlarını kaldırıp haince sırıttı.
“Kazanamazsın.” dedi.
Sonra elindeki rendelenmiş peynirden bir tutam alıp direkt tişörtümün içine attı.
“UMAY!” diye bağırdım, hızlıca geriye çekildim. Soğuk peynir sırtımın her yerine yapıştı.
O ise kahkahalarla tezgahtan kaçmaya çalışıyordu.
Ama ben onu hemen belinden yakaladım ve kendime doğru çektim.
Savaş bitmişti.
Kazanan bendim.
İkimiz de nefes nefese, gülmekten gözlerimizden yaşlar gelirken, onu kendime sıkıca çektim ve alnına küçük bir öpücük kondurdum.
“Hadi bakalım, barış anlaşması yapalım.” dedim kıkırdayarak. “Yoksa mutfaktan sürgün edilirsin.”
Umay gözlerini devirdi, ama yine de ellerini boynuma doladı.
“Tamam, tamam... Ama kabul et, savaşı ben kazandım.” dedi.
Gülümsedim. “Ne zaman kazanırsan, ödül olarak dudaklarını alıyorum.” dedim ve aniden onu dudaklarından öptüm.
Umay kıkırdayarak geri çekildi. “O zaman sürekli kaybedeyim mi?” diye fısıldadı.
Gözlerimi kısarak, “Bence de.” dedim.
Ve sonunda, kahkahalarla savaş alanına dönen mutfağı temizleyip, aşk dolu yemeğimizi hazırlamaya devam ettik.
Bu mutfakta sadece yemek değil, aşk da kaynıyordu.
Yemek sonunda hazırdı.
Önümdeki bolonez soslu spagetti tüm ihtişamıyla bana sırıtıyordu.
Ve açıkçası… Ben de ona sırıtıyordum.
Kokusu burnuma vurduğu an, midem kendini tutamadı ve guruldadı.
Tam o sırada Umay tepsiyi getirip masaya koyarken kahkahayı bastı. "Altay! Cidden midenden gelen sesi duydun mu? Resmen yardım çığlığıydı."
"Midemin şikâyeti gayet mantıklı." dedim, kaşığı elime alırken. "Bir saat savaş verdik, şimdi ödül zamanı."
Umay sandalyesine oturdu, beni izleyerek gözlerini kısarak gülümsedi.
"O kadar açsan, bakalım spagettiyi çatal olmadan yiyebilir misin?"
Kaşlarımı kaldırdım. "Bu bir meydan okuma mı?"
O sırıttı. "Belki de?"
Gözlerimi kısarak direkt tabağa eğilip spagettiyi dudaklarımla yakalamaya çalıştım.
Ama tam o anda, Umay çatalını kaldırıp spagettileri önüme fırlatınca, bolonez sosu tam yanağıma sıçradı!
"UMAY!" diye bağırdım, gözlerimi devirdim ama o kahkahalarla sandalyeye yığıldı.
Eline peçeteyi alıp yavaşça yanağımdaki sosu silerken hâlâ gülüyordu.
“Komutanım, düşman saldırdı. Size ilk yardım uyguluyorum.” dedi alaycı bir sesle.
Ben gözlerimi kıstım. "Bunun intikamı alınacak."
Ama önce… Spagettime kavuşmam lazımdı.
Hızla çatalımı aldım, ilk lokmamı ağzıma attım ve gözlerimi kapatıp nefesimi tuttum.
"İşte bu..." dedim kısık bir sesle. "Gerçek aşk diye buna denir."
Umay kıkırdadı, çatalını kaldırıp "Afiyet olsun, aşkım." dedi.
Ben ona göz kırptım. "Afiyet aşk olsun, Umay Hanım."
Ve böylece…
Romantik, kaotik ve bol kahkahalı bir yemek eşliğinde geceye devam ettik…
Tam o sırada, telefonum çaldı. Karargâh!
Hızla telefonu açtım. “Altay, durum acil,” diye seslendi komutanın ciddi sesi. “Hızlıca hazırlan, acil durum toplantısı var.”
Bir yudum daha aldım ve derin bir nefes alarak, "Anlaşıldı, komutanım. Hemen geliyorum." dedim. Telefonu kapatıp, Umay’a baktım. Gözlerinde bir anlık hayal kırıklığı, spagetti savaşımızın aniden sona ermesiyle belirdi. "Altay, bu nasıl bir zamanlama?" dedi, ama sesindeki alaycı ton kaybolmuştu. "Tam şimdi, ya?"
Bir yudum alarak, bir yandan hızımdan hiçbir şey kaybetmeden hazırlanıyordum. "Bunu senin için değil, karargâh için yapıyorum, Umay," dedim, ama gözlerim hala üzgündü. "Bu iş bitince, sana daha büyük bir ödül vereceğim, söz."
Umay, sandalyesinde oturduğu yerden ellerini başına koyarak derin bir nefes aldı. "Tamam, gitmene engel olamam... Ama en azından akşam yemeğine kadar bir çeyrek saat daha benimle olmalısın," dedi, hafif bir sitemle.
Başımı sallayarak, ona gülümsedim. "Beni bekle, Umay. Söz verdiğim ödül var. Ama şu an gitmem gerekiyor."
Yavaşça masaya dönüp bir bakış attım; sonra aceleyle dışarıya yöneldim, ancak içimde bir kıpırtı vardı: Bu mücadele, sadece spagettiyle değil, sonunda Umay ile daha büyük bir hesaplaşma olacak gibiydi…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |