

Sabah, odamdaki loş ışıkla uyandım.
Gözlerimi açar açmaz, bir an önce kalkıp günü karşılamam gerektiğini hatırladım. Görev bitmişti, bugün Mardin’e dönecektik. Ama ondan önce yapılacak birkaç şey vardı: İlteriş’i uyandırmak ve Leydim’i görmek.
Hızlıca hazırlanıp koridora çıktım.
İlteriş’in odasına doğru ilerlerken, koridorun sessizliği sabahın erken saatlerini hatırlatıyordu. Mustafa Kemal’i de odasından alıp İlteriş’in kapısına vardım. Kapıyı hafifçe çaldım ama içeriden ses gelmedi.
Mustafa Kemal sırıtarak, “Komutanım, izin verirsen içeri dalıyorum,” dedi.
Başımı salladım. “Git, ne gerekiyorsa yap ama bu sefer yatağına su dökme. Dönüş yolunda hasta olmasın,” dedim.
Mustafa Kemal kapıyı açar açmaz içeri daldı.
“Komutanım!” diye bağırdı. “Hadi kalkın, güneş tepemizde ama siz hâlâ horluyorsunuz!”
İlteriş’in yatağından gelen boğuk bir ses duyuldu.
“Bırakın beni… daha sabah değil…”
Başımı kapıdan içeri uzattım.
“İlteriş, kalkmazsan seni sırt çantasıyla uyandırırım. Bunu ikimiz de istemeyiz, değil mi?” dedim, sesimde bir alayla.
İlteriş homurdandı ama sonunda pes etti.
Yatağından kalkarken saçları darmadağınık, yüzünde ise sabahın o klasik suratsızlığı vardı. “Siz gerçekten sabah insanısınız, değil mi?” diye mırıldandı.
Gülerek odadan çıktım ve başka bir hedefe yöneldim: Umay.
Umay’ın odasına doğru yürürken içimde bir heyecan vardı.
Kapıya geldiğimde, bir an duraksadım. Hafifçe kapıyı tıklattım.
İçeriden onun tatlı sesi duyuldu.
“Kim o?”
Kapıyı biraz aralayıp içeriye uzandım.
“Leydim,” dedim, nazikçe. “Günaydın.”
Umay yatağında oturmuş, ince bir sabahlığa sarılmıştı.
Beni görünce yüzünde o tanıdık gülümseme belirdi. “Altay,” dedi, sesi sabahın yumuşaklığıyla. “Günaydın.”
İçeriye bir adım attım, eğildim ve nazikçe elini tuttum.
“Leydim,” dedim, o narin eline dudaklarımı değdirerek. “Yeni bir güne seninle başlamak… dünyanın en güzel hediyesi.”
Umay hafifçe güldü.
“Sen hep böyle romantik misin, Altay?” dedi, gözlerinde tatlı bir alayla.
Doğrulup ona gülümseyerek baktım.
“Hayır, Leydim,” dedim. “Ama sen beni böyle yapıyorsun. Senin yanında her şey şiir gibi oluyor.”
Umay başını hafifçe eğip gülümsedi.
“Tamam,” dedi, hafifçe ellerini dizlerine vurarak. “Beni böyle etkileyip durma. Hazırlanmam lazım. Mardin’e dönüyoruz, değil mi?”
“Evet,” dedim, hafifçe geriye çekilirken.
“Sen hazır ol, Leydim. Bugün bir yolculuğumuz var, ama bu sefer yol daha güzel geçecek. Çünkü sen varsın.”
Umay gülümseyerek başını salladı ve kalkmaya hazırlanırken ben kapıyı yavaşça kapattım.
İçimde, onunla bugünü de paylaşacak olmanın mutluluğu vardı.
Umay’ın odasından çıkıp koridorda ilerlerken, yüzümde hâlâ onun o sabahki gülümsemesi vardı.
Adımlarım hızlıydı, ama aklım Umay’da kalmıştı. Bir an, onun elinin sıcaklığını ellerimde hissettim. O narin elleri öptüğümde içimde yankılanan huzur, günün geri kalanına yetecek kadar güç vermişti.
İlteriş ve Mustafa Kemal beni koridorun sonunda bekliyordu.
İlteriş hâlâ tam uyanamamış gibi yüzünü ovuşturuyordu. “Altay,” dedi, homurdanarak. “Bizi böyle koşturmaya alıştırdın ya, seni geç uyandıracağım günler için sabırsızlanıyorum.”
Mustafa Kemal gülerek araya girdi.
“Komutanım, eğer İlteriş bir gün sizi erken uyandırmaya kalkarsa, bilin ki kesin kazandığı bir bahisten falan güç almıştır.”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Çocuklar,” dedim, sesimde bir ciddiyetle. “Bugün yolculuk günü. Ama dönüş yolunda gevşemek yok. Görev bitmiş olabilir, ama tedbiri elden bırakmayacağız.”
Mustafa Kemal hemen selam çakıp, “Emredersiniz, komutanım,” dedi.
Ama ardından eklemeden duramadı: “Yalnız komutanım, sizin bu ‘Leydim’ halleri çok konuşulacak gibi. Umay yengeye sabah günaydın öpücüğü mü verdiniz yoksa?”
İlteriş kahkahasını tutamadı.
“Altay, bakıyorum iyice havalı bir sevgili moduna geçmişsin. Bizden bir şeyler öğrenmeye başladın mı ne?”
Gözlerimi onlara diktim, ama gülümsememi saklayamadım.
“İkinizi de çantama tıkıp Mardin’e kadar susmanızı sağlamak işten bile değil,” dedim, alayla. “O yüzden oturun arabanızda ve sessizce bekleyin.”
Arabalar hazırdı.
Umay ve ekibi çoktan bavullarını arabaların bagajına yerleştirmişti. Ben, Mustafa Kemal ve İlteriş kendi görev çantalarımızla birlikte arabaya yöneldik.
Umay yanıma yaklaşıp hafifçe omzuma dokundu.
“Hazır mısın, Altay?” diye sordu, yüzünde o her zamanki sıcak gülümsemeyle.
“Her zaman, Leydim,” dedim.
Gözlerimle onun gözlerinin derinliğine bakarken, o an yolculuk değil, yanında olmak en önemli şeymiş gibi hissettim.
Arabalar hareket ettiğinde, yolculuk başlamıştı.
Mardin’e dönüyorduk, ama Umay’la paylaştığım her saniye, bu yolculuğun en özel yanıydı. Ve içimde bir his vardı: Bu hikâye daha yeni başlıyordu.
Havalimanına vardığımızda, içimde hafif bir hüzün vardı.
Görev bitmişti, ama Umay’la geçen her an, içimde yeni bir alışkanlık yaratmış gibiydi. Onunla yan yana olmak, dünyadaki en doğal şeymiş gibi geliyordu. Ama biliyordum, Mardin’e döndüğümüzde her şey bir süreliğine farklı olacak.
Valizlerimizi teslim ettikten sonra, güvenlik kontrolüne doğru ilerlerken, Umay’ın yanına yaklaştım.
Bir an duraksadım, etrafı kontrol ettim.
Nazikçe elini tuttum, parmaklarımı onun parmaklarının arasına yerleştirerek.
“Leydim,” dedim, sesi alçak tutarak. “Babanın yanında elini tutamayacağım için, şimdiden özleyeceğim.”
Umay, yüzünde o tatlı gülümsemeyle bana baktı.
“Altay,” dedi, hafifçe başını yana eğerek. “Sen bazen öyle şeyler söylüyorsun ki… insanın kalbini yerinden çıkaracak gibi.”
Eğildim ve başımı hafifçe onun başına yasladım.
Parmaklarımı biraz daha sıkıca kavradım ve dudaklarımı saçlarına değdirerek, hafifçe bir öpücük kondurdum. “Seninle geçirdiğim her an, Leydim, bir sonraki özlemin habercisi oluyor. Ama bil ki, bu özlem bile güzel.”
Umay bir an sustu, sonra kollarını boynuma doladı.
Hafifçe sarıldı bana, gözlerini kapatarak. “Ben de seni özleyeceğim, Altay,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi.
Sonra hızla geri çekildi, etrafına bakarak.
Hafifçe güldü, “Tamam, hadi artık. Yoksa uçağı kaçıracağız,” dedi, göz kırparak.
Uçağa binerken, Umay’la yan yana oturduk.
Pencereden dışarı bakarken, içimde garip bir huzur vardı. O yanımdayken, her yolculuk bir eve dönüş gibiydi. Ve o an anladım: Mardin’e değil, onun olduğu yere dönüyordum.
Uçak Mardin Havalimanı’na iniş yaparken, Umay’la geçirdiğimiz güzel yolculuğun sonuna geldiğimizi biliyordum.
Yan yana oturup konuştuk, güldük, birbirimizin gözlerinde kaybolduk. Ama o iniş anı, sanki ikimizi de gerçekliğe geri çağırıyordu. Haluk Yarbay’ın karşılamaya geleceğini bildiğim için, içimde bir mesafe duygusu oluşmaya başlamıştı.
Umay’ın eli, benim elimdeydi.
Uçak pistte ilerlerken, ona son bir kez sıkıca sarılmak istedim ama gözlerimin ucunda beliren babasının silueti, beni kendime getirdi. Hafifçe elini sıktım, ona bakarak fısıldadım: “Leydim, burada yollar ayrılıyor gibi görünüyor ama bil ki, kalbim hâlâ seninle.”
Umay, gözlerinde hafif bir hüzünle bana baktı.
“Altay,” dedi, dudaklarının kenarında beliren o küçük gülümsemeyle. “Bizim ellerimiz ayrılır belki, ama biliyorum ki, kalplerimiz hep yan yana.”
Uçaktan indikten sonra, Haluk Yarbay’ın orada bizi beklediğini gördüm.
Omuzları dik, yüzünde o sert ama babacan ifadesiyle kızını izliyordu. Umay, beni hafifçe kolumdan tutarak durdurdu. “Altay,” dedi, gözlerimin içine bakarak.
“Her şey için teşekkür ederim.”
O an, onun elini bırakmanın ağırlığını hissettim.
Ama belli etmeden gülümsedim ve fısıldadım: “Leydim, teşekkür edilecek bir şey yapmadım. Sen yanımdayken, her şey zaten bir ödül gibi.”
Umay, gözlerini kaçırarak hafifçe gülümsedi ve babasına doğru yürüdü.
Haluk Yarbay, kollarını açarak kızına sıkıca sarıldı. O sahneyi izlerken, içimde hem bir huzur hem de bir hüzün vardı. Umay’ın o babasına sarılırkenki halini izlemek, onun ne kadar sevildiğini görmek, beni mutlu ediyordu. Ama o an, ellerimin boşluğunu daha derinden hissettim.
Ben geride durup onları izlerken, Haluk Yarbay’ın gözleri bana kaydı.
Başını hafifçe salladı, yüzünde kısa bir onay ifadesi belirdi. Bu, bir komutandan gelen bir jestti; belki de Umay’la yan yana olmayı hak ettiğime dair bir işaretti.
Ama o an, sessizce geri çekilmeyi seçtim.
Çünkü onun mutluluğu, benim için her şeyden önemliydi. Ve biliyordum ki, bu ayrılık sadece bir anlıktı. Yollarımız yine birleşecekti, çünkü Umay benim kaderimdi.
Karargâha adım attığımda, içeride bir görev havası hakimdi.
Umay ve Haluk Yarbay’la ayrıldıktan sonra, bir an bile duraksamadan görev moduna geçmiştim. Disiplin, her şeyin başında geliyordu.
Timin tüm üyelerine haber göndermiştim; saat 17.00’de brifing odasında toplanacaktık.
Her birinin zamanında orada olacağını biliyordum. Çünkü biz sadece bir ekip değildik; biz birbirine güvenen, görevine sadık bir timdik.
Odaya girdiğimde herkes hazırdı.
İlteriş ve Mustafa Kemal masanın sol tarafında, Burak ve Yavuz sağ tarafta oturmuştu. Ulaş ve diğer tim üyeleri tam bir görev ciddiyetiyle dikkat kesilmişti. Brifing masasının başına geçtim ve dosyaları önümdeki masaya bıraktım.
“Tim, dikkat!” dedim, sesim odanın içinde yankılandı.
Herkes aynı anda doğruldu, sırtlar dikleşti. Gözler üzerimdeydi. Bu bir disiplinin, görev bilincinin ve saygının işaretiydi.
“Arkadaşlar,” dedim, sesimi net ve kararlı bir şekilde tutarak.
“Önümüzdeki görev, sınır güvenliğiyle ilgili önemli bir operasyon. İlk hedefimiz, bölgedeki istihbaratı değerlendirmek ve belirlenen şüpheli hareketlilikleri raporlamak olacak.”
Dosyayı açıp masanın üzerine haritaları yaydım.
“Bu, hedef bölgemiz. İHA’larımızdan gelen veriler, sınır hattında yoğun bir hareketlilik olduğunu gösteriyor. Şüpheli unsurların bir araya geldiği belirli noktalar var. Görevimiz, bu noktaları gözlemlemek ve olası bir tehdidi bertaraf etmek.”
İlteriş, haritaya eğilerek sordu.
“Komutanım, bu noktaların etrafında sivil yerleşim var mı? Operasyon sırasında yan hasar riski ne kadar yüksek?”
Başımı salladım ve işaret ettiğim noktaları gösterdim.
“Evet, İlteriş. İki nokta, sivil yerleşimlere yakın. Bu nedenle dikkatli olacağız. Yan hasarı önlemek birincil önceliğimiz. Bu operasyonun başarı kriterlerinden biri de sivillerin zarar görmemesi.”
Mustafa Kemal elini kaldırarak araya girdi.
“Komutanım, bölgedeki arazi yapısı hakkında elimizde net bir bilgi var mı? Kaçış rotalarını kapatmak için avantaj sağlayabilir miyiz?”
Gülümsedim, bu soruyu bekliyordum.
“Evet, Mustafa Kemal. Araziyi detaylı inceledik. Bölge, yoğun bitki örtüsü ve kayalıklarla çevrili. Bu, hem avantaj hem dezavantaj. Bizim için doğal bir siper olacak, ama düşmanın kaçış rotalarını da artıracak. Bu yüzden keskin nişancılarımızı stratejik noktalara yerleştireceğiz.”
Burak elini kaldırdı, yüzünde hafif bir alayla karışık ciddiyet vardı.
“Komutanım, bu görevde ‘özel becerilerime’ ihtiyaç duyulacak mı? Hani ben daha çok motivasyon kısmında iyiyim de…”
Gözlerimi devirdim ama hafifçe gülmeden edemedim.
“Burak,” dedim, sesimde hafif bir sertlikle. “Senin görevin, motivasyon değil. Eğer bu operasyon sırasında ‘motivasyon’ dışında bir şey yaparsan, dönüşte seni karargahta bulaşık yıkamaya bırakırım. Anlaşıldı mı?”
Herkes hafifçe güldü, ama Burak hemen toparlandı ve ciddi bir şekilde selam çaktı.
“Emredersiniz, komutanım!”
Haritayı katlayıp dosyayı kapattım.
“Planımız şu: Önce keşif yapacağız. İki ekip halinde çalışacağız. Birinci ekip sınır hattındaki hareketliliği izlerken, ikinci ekip kaçış rotalarını kontrol altında tutacak. Hızlı, dikkatli ve sessiz olacağız. Görevde gevşeme yok. Hedefe ulaştığımızda, operasyonu kısa sürede tamamlayıp geri çekileceğiz.”
Gözlerimin içine bakan tim üyelerine baktım ve son sözümü söyledim.
“Arkadaşlar, bu bir ekip işi. Herkes birbirine güveniyor ve bu güveni boşa çıkarmayacağız. Şimdi dağılın ve hazırlıklarınızı yapın. 06.00’da operasyona çıkıyoruz. Herkesin zırhı, mühimmatı ve disiplini tam olacak. Sorusu olan var mı?”
Herkes sessizdi. Bu sessizlik, hazır olduklarının bir göstergesiydi.
“Tamam,” dedim. “Tim, serbest!”
Herkes yerinden kalkarken, gözlerimde bir gurur vardı.
Bu insanlar, her an hayatlarını ortaya koymaya hazırdı. Ve bu güvenle, her göreve bir adım önde başlıyorduk.
Brifing bittiğinde herkes dağılmıştı.
Tim üyeleri hazırlıklarına başlamış, kimi mühimmat kontrol ediyor, kimi dinlenme salonunda sohbet ediyordu. Ben ise kendimi sessiz bir köşeye atıp biraz yalnız kalmak istedim.
Dinlenme salonunun penceresinin yanındaki koltuğa oturdum.
Ellerim dizlerimin üzerinde, başım hafifçe arkaya yaslanmıştı. O an, gözlerimi kapattığımda zihnimde beliren ilk şey Umay’ın yüzü oldu.
Gözümün önünde, o tatlı gülümsemesi belirdi.
Bir şeyler anlatırken parmaklarını havada hareket ettirişini, o heyecanlı halini düşündüm. Gözlerimi açıp derin bir nefes aldım. Sanki onu düşünmek bile kalbimi hafifletiyordu.
“Altay, kendine gel,” dedim içimden.
“Görevdesin. Zihnin net olmalı.”
Ama bu çabamın nafile olduğunu biliyordum. O, zihnimden silinmeyen bir şiir gibi sürekli geri dönüyordu. Onunla geçirdiğim anları düşündüm: Havalimanındaki o kısa vedamızı, terasta yıldızların altında konuştuğumuz geceleri ve en çok da “aşkım” dediği o ilk anı…
“Bir gün gelecek, onunla daha fazlasını paylaşacağım,” dedim kendi kendime.
“Ve o gün geldiğinde, hiçbir şey bizi ayıramayacak.”
İçimde bu düşüncelerle gülümsedim.
O an yanımda olsaydı, saçlarını okşayıp o tatlı kahkahasını dinlemek isterdim. Ama biliyordum ki, görevim bittiğinde, ona geri dönecektim. Bu düşünce, içime bir huzur serpti.
“Komutanım,” dedi Burak, birden salona girerek.
Elinde bir bardak çay vardı, sırıtarak yanıma yaklaştı. “Düşüncelere dalmışsınız. Umay yengeyi mi düşünüyorsunuz yoksa?”
Başımı ona çevirip kaşlarımı kaldırdım.
“Burak, sana bir iş bulmamız lazım. Bu kadar boş kalınca dilin fazla çalışıyor,” dedim, hafifçe gülerek.
Burak gülerek çayı masama bıraktı.
“Tamam komutanım, anladım. Ama ben söyleyeyim, sizin böyle dalıp gitmeniz alışık olduğumuz bir şey değil. Umay yengeyi düşünüyorsanız, hiç çekinmeyin. Ben destekçinizim.”
Gözlerimi devirdim ama içimden gülmeden edemedim.
Burak çıkarken, masamdaki çaya baktım ve hafifçe gülümsedim. “Leydim,” dedim kendi kendime.
“Seninle yeniden buluşacağım güne kadar, bu görev benim kalkanım olacak. Ama o gün geldiğinde, her şeyimle sana döneceğim.”
Brifing bitmiş, dinlenme salonunda kafamı toparlamaya çalışıyordum.
Ama aklımdaki düşünceler hiç de görevle ilgili değildi. Umay’ın babası Haluk Yarbay’la ciddi bir konuşma yapmam gerektiğinin farkındaydım. Artık bu iş gizli saklı yürütülecek bir mesele olmaktan çıkmıştı. Ama Haluk Yarbay’la bu konuşmayı yapmak… işte o biraz terletiyordu.
“Altay,” dedim kendi kendime.
“Sen bir yüzbaşısın, koskoca operasyonları yönetiyorsun. Bir yarbayla iki çift laf edemeyecek misin?”
Ama bu sorunun cevabını gayet iyi biliyordum: Evet, edebilirdim. Ama önce prova yapmam gerekiyordu. Ve bu provayı yapacak en uygun kişi de İlteriş’ti. Çünkü hem en iyi dostumdu hem de her fırsatta dalga geçmeyi ihmal etmezdi. Yani gerçek hayattaki kadar zorlu bir prova olabilirdi.
Hemen koridora çıkıp İlteriş’in odasına yöneldim. Kapıyı sertçe çaldım.
“İlteriş, aç şu kapıyı! Hemen bir tatbikat yapmamız lazım.”
Kapı açıldı, İlteriş yüzünde bezgin bir ifadeyle belirdi.
“Tatbikat mı? Altay, yeni mi geldin aklına? Daha beş dakika önce ‘serbestsiniz’ dedin, şimdi neyin tatbikatı bu?”
Omzundan tutup onu koridora çektim.
“Yok öyle bir şey. Bu başka bir tatbikat. Hadi gel, dinlenme salonuna gidiyoruz.”
İlteriş yüzünde alaycı bir gülümsemeyle arkamdan yürümeye başladı.
“Altay, senin bu ciddi suratının altından yine bir romantizm patlaması çıkacak gibi geliyor bana. Yanılıyor muyum?”
Gözlerimi devirdim.
“İlteriş, bir kere de beni anlamaya çalış. Umay’ın babasıyla ciddi bir konuşma yapmam lazım. Adamın karşısına geçip ‘Yarbayım, kızınızı seviyorum, onu istiyorum,’ diyeceğim. Ama bunu doğru bir şekilde yapmam lazım. İşte o yüzden sen benim Haluk Yarbay’ım oluyorsun.”
İlteriş kahkaha attı.
“Altay, ciddi misin? Beni Haluk Yarbay yerine mi koyuyorsun? Sen bir dakika bekle, gidip şapka takayım, omzuma da rütbe asayım.”
“İlteriş!” dedim, sabrım taşmak üzereydi.
“Şaka bir yana, ciddiyim. Bana yardımcı olacaksın. Çünkü o adamla konuşurken ne diyeceğimi bilmiyorum. Sen zaten beni zorlarsın, prova sağlam olur.”
İlteriş gülmeye devam ederek salondaki sandalyeye oturdu.
“Peki, Altay. Hazırım. Yarbay Haluk Yıldırım rolüm için motive oldum. Hadi bakalım, başla. Ama bak, adamın huyunu suyunu iyi biliyorum. Gerçekçi olmam için detay ver.”
Derin bir nefes aldım, karşısındaki sandalyeye oturdum. Ellerimi masanın üzerine koydum, omuzlarımı dikleştirdim.
“Yarbayım,” dedim, sesimdeki ciddiyeti korumaya çalışarak. “Size önemli bir konuda danışmak istiyorum.”
İlteriş, kollarını göğsünde kavuşturdu ve yüzünü buruşturdu.
“Ne var Yüzbaşı Altay Öztürk? Lafı dolandırma, direk konuya gel.”
Tam da beklediğim gibi sert bir giriş yapmıştı. Yutkundum, kelimelerimi dikkatlice seçmeye çalıştım.
“Yarbayım, ben kızınız Umay’ı seviyorum. Ve bu sevgimle ilgili size karşı dürüst olmak istedim. Onunla ciddi bir gelecek düşünüyorum ve bu konuda onayınızı almak istiyorum.”
İlteriş, oturduğu yerden hafifçe öne eğildi ve kaşlarını kaldırdı.
“Altay, madem kızımı seviyorsun, ona layık olmak için ne yapıyorsun? Bakalım, ne kadar iyi bir damat adayı olabilirsin?”
Bu soruyla bir an afalladım ama toparlanıp kendimi savunmaya geçtim.
“Yarbayım, görevime sadığım. Sorumluluklarımı asla aksatmam. Ve Umay’ı mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yaparım.”
İlteriş bir anda masaya vurdu.
“Altay, bu işler sadece görev bilinciyle olmaz! Peki ya yemek yapmayı biliyor musun? Ya da kızımı ne kadar tanıyorsun? Hangi çiçeği sever, hangi rengi sevmez? Söyle bakalım!”
Bu kadar detaya hazır değildim, ama pes etmedim.
“Leydim papatyayı sever, mavi rengi sever ve biliyorum ki en sevdiği tatlı profiterol. Daha fazlasını da zamanla öğreneceğim.”
İlteriş bir anda kahkahaya boğuldu ve sandalyeden neredeyse düşecek gibi oldu.
“Altay, sen var ya… Haluk Yarbay’la konuşurken böyle dersen adam ya seni tebrik eder ya da hemen nikah tarihini verir.”
Ben de istemsizce gülmeye başladım.
“İlteriş, şaka bir yana, ciddiyim. Bu konuşmayı yapacağım ve adamın karşısında bu kadar dağılmamam lazım. Bana yardım ettiğin için sağ ol.”
İlteriş sırtıma vurdu ve gülümseyerek ayağa kalktı.
“Senin Haluk Yarbay’a gidip bu lafları etmeni görmek için neler vermezdim, Altay. Ama şunu bil: Adam seni sever, çünkü sen gerçekten iyi bir adamsın.”
Derin bir nefes aldım ve gülümsedim.
“Bunu söylemek güzel oldu, İlteriş. Ama hala o an geldiğinde ne yapacağımı bilmiyorum.”
“Sakin ol, Altay,” dedi İlteriş.
“Sen bu timin komutanısın. Bir Yarbay’la konuşmak, senin için çay içmekten farksız olmalı. Şimdi gel, çay içelim. Sonra bir plan daha yaparız.”
Ve böylece, prova sona erdi. Ama asıl sahneye ne kadar hazırdım, onu hala bilmiyordum.
Yemekhaneye girdiğimizde, salonda hafif bir uğultu vardı.
Diğer timler kendi masalarında toplanmış, kimi ciddi konular konuşuyor, kimi yemeklerine odaklanmıştı. Bizim masa ise her zamanki gibi hem sesli hem de hareketliydi. İlteriş, Mustafa Kemal, Burak, Ulaş ve diğerleri çoktan masaya yerleşmişti. Ben tabldotumu alıp onlara doğru ilerledim.
“Komutanım, geç kaldınız,” dedi Burak, yüzünde o bilindik muzır gülümsemesiyle.
“Yoksa yine özel bir yemek mi yediniz? Belki Umay yengemin hazırladığı bir şeyler, hı?”
Gözlerimi devirdim ve tabldotu masaya bırakarak oturdum.
“Burak,” dedim, sesimdeki alaycı tınıyı gizlemeyerek. “Ben de tam senin gibi haylazlık yapayım dedim ama senin kadar ustalaşmam için biraz daha çalışmam gerekiyor galiba.”
Mustafa Kemal araya girip Burak’a döndü.
“Komutanı rahat bırak, Burak. Hem zaten Umay yengeyle ilgili bir şey varsa da biz duyarız. Malum, senin kadar meraklı değiliz.”
Burak elindeki çatalı sallayarak cevap verdi.
“Merak değil, kardeşim, gözlem. Farkındalık diyelim. Ben bir şeyleri önceden anlarım, siz de sonra bana gelirsiniz.”
İlteriş başını kaldırıp Burak’a baktı.
“Burak, sen farkındalık konusunda o kadar iyisin ki bazen kendi farkında bile olmuyorsun. Bu yüzden de her seferinde bulaşık cezası alıyorsun.”
Masadaki herkes kahkahalara boğuldu.
Burak suratını ekşitip tabldotundaki yemeği karıştırmaya başladı. “Bir kere oldu, abartmayın!” diye mırıldandı.
“Bir kere mi?” dedi Ulaş, gülerek.
“Burak, en son saydığımızda günde üç kere bulaşık cezası aldığını hatırlıyorum. Yani bulaşık deterjanı stokları senin yüzünden bitiyor olabilir.”
Mustafa Kemal konuyu değiştirmek istercesine lafa atladı.
“Komutanım, bu arada ilginç bir bilgi: Bugün yeni bir mitolojik hikâye okudum. Yunan mitolojisinde yemek tanrısı diye bir şey var mıydı?”
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım.
“Mustafa Kemal, şu an karşımda bir dağ gibi yemek var ve sen hala mitolojiden bahsediyorsun. Yani bir gün sırf yemek yerken de susmayı denesen, ne olur?”
Mustafa Kemal gülerek omuz silkti.
“Komutanım, susarım ama o zaman bu masada eğlence kalmaz. Ayrıca Yunan mitolojisi benim ruhumu besliyor.”
İlteriş kaşığını tabağa bırakıp ciddi bir ifadeyle başını salladı.
“Yunan mitolojisi değil de bence senin ruhunu besleyen Burak’ın anlattığı boş hikayeler. O yüzden sürekli konuşuyorsun.”
Masadaki kahkahalar bir kez daha yükseldi.
Ben ise bu sefer sessizce yemeğime odaklandım. Ama bir yandan da onların konuşmalarını dinlemekten keyif alıyordum. Bu tim, benim ailemdi. Ve bu yemek masası, sadece bir yemek masası değil, bir bağın simgesiydi.
Burak birden bana dönüp laf attı.
“Komutanım, siz bugün çok sessizsiniz. Aklınızda bir şey mi var? Yoksa yine Umay yengeyi mi düşünüyorsunuz?”
Tabldotumu kenara itip ona baktım.
“Burak,” dedim, gözlerimi kısarak. “Bu kadar çok konuşursan, bu masadan kalkınca seni spor salonunda beklerim. Koşu bandında iki saat, sonra ağırlık kaldırma cezası. Ne dersin?”
Burak hemen ellerini kaldırıp teslim oldu.
“Tamam komutanım, sustum. Ama yine de aklımda sorular var, onu bilin.”
Herkes gülerken ben masanın başında oturup bir kez daha gülümsedim.
Timimin bu enerjisi, her zorluğun üstesinden gelmek için bana güç veriyordu. Ve Umay’ı düşünmek bile, o enerjiyi ikiye katlıyordu. Hayat zor olabilirdi, ama bu masada her şey bir anlığına da olsa yolundaydı.
Ulaş, kaşığını tabağına bırakıp bana döndü.
Yüzünde o meşhur sırıtan ifadesi vardı, tam anlamıyla "Ben şimdi başına iş açacağım" diyen bir surat. “Ee, Altay Komutanım,” dedi, sesinde hafif bir alay. “Bergama’da neler yaptınız? Bakın, ben meraktan çatlayacağım. Herkes susuyor, bir tek ben mi meraklıyım?”
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım, ama ağzımda bir lokma vardı.
O yüzden cevap veremedim, ama bakışlarım yeterince netti. “Ulaş, şu an susmazsan seni buradan çıkarıp spor salonunda süründürürüm” bakışı attım. Ama o bakışı yemedi tabii ki.
Mustafa Kemal hemen araya girdi.
“Ulaş, Altay Komutanım Bergama’da sadece görevini yapmıştır. Hem biz görevde özel hayat konuşmayız, değil mi komutanım?”
Ulaş gülerek geri yaslandı.
“Mustafa Kemal, görevde özel hayat konuşmazsak, Altay Komutanım neden bu kadar keyifli dönmüş? Yani bak, yüzünde bir huzur var. Sizce de Umay Yenge’nin bir etkisi olabilir mi?”
İlteriş, Ulaş’ın sırtına bir şaplak indirdi.
“Ulaş, bak Altay Komutanı delirtmek üzeresin. Kendine bir mezar kazacak gibisin. Hazırlıklı ol.”
Lokmamı yutarken Ulaş’a dönüp ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladım.
“Ulaş,” dedim, kaşlarımı çatarak. “Bak, kendi cenaze namazını kılmak istemiyorsan şu an sustun sustun. Ama yok, illa soracaksan, Bergama’da neler yaptığımızı çok kısa bir özetle anlatırım: Görev yaptık, koruma sağladık, sonra geri döndük. Anladın mı?”
Ulaş gülerek masaya yaslandı.
“Anladım komutanım, ama eksik anlattınız. Görev sırasında çay, kahve, romantizm falan da olmuştur. Biz de merak ediyoruz, hani arkeolojik kazılarda neler yaşandı diye.”
Mustafa Kemal hemen fırsatı kaçırmadı.
“Evet, komutanım. Bergama tarihiyle ünlü bir yer. Siz de bayağı kazı işlerine destek olmuşsunuzdur. Ama en çok ilgimi çeken şu romantik akşam yemekleri. Mesela yıldızlar altında Umay yenge’ye şiir falan mı okudunuz?”
Masadaki kahkahalar yükselirken derin bir nefes aldım ve elimi masaya koydum.
“Çocuklar,” dedim, sesimi alayla karışık bir sertlikle yükselterek. “Ben size hiçbir şey anlatmam. Çünkü siz zaten her şeyi kafanızda yazmışsınız. Ama bakın, bu masada daha fazla konuşan olursa, hepinizi sırayla koşu bandına alırım. Anlaşıldı mı?”
İlteriş kahkaha atarak başını salladı.
“Altay, bunlar seni bir gün delirtecek. Ama kabul edelim, Bergama’dan böyle keyifli dönmen, bizde de merak uyandırmadı değil.”
Ulaş hemen fırsatı kaçırmadı.
“Bak işte, İlteriş Komutan bile merak ediyor. Hadi Altay Komutanım, en azından yıldızlar altında bir Umay yenge hikayesi dinleyelim.”
Kaşığımı masaya bırakıp ayağa kalktım.
“Tamam,” dedim, gözlerim kısılmış halde Ulaş’a bakarak. “Sen ve senin gibiler beni burada tutarsa, gerçekten delireceğim. Şimdi susun ve yemeğinizi yiyin.”
Masadan kalkarken Ulaş’ın sesi arkamdan yükseldi.
“Altay Komutanım, biz sadece gerçekleri duymak istiyoruz! Umay yenge de sizi anlatıyordur kesin!”
Mustafa Kemal ve İlteriş kahkahalarla masaya vururken ben gülümsememi saklamaya çalışarak kapıya doğru yürüdüm.
“Ulaş,” dedim kapıyı açarken. “Bir gün seni görev dışında yakalayacağım. O gün bana bu kadar rahat soru soramayacaksın, hazır ol.”
Arkamdan gelen kahkahaları duyarken içimden şunu düşündüm:
“Bu çocuklar, beni bir gün mezara götürecek. Ama yine de onlarsız bir gün bile geçmez.”
Tam masadan kalkıp kendimi toparlamıştım ki bir er yanıma yaklaştı.
“Komutanım, Haluk Yarbay sizi odasında bekliyor,” dedi, ciddiyetle.
Bir anlık şaşkınlıkla duraksadım.
Haluk Yarbay’ın beni çağırması, genelde iki şey anlamına gelirdi: Ya önemli bir görev, ya da daha da önemli bir konuşma. Umay’la Bergama dönüşünden sonra, içimde bir şeylerin değişeceğini hissetmiştim. Ama o odaya doğru yürürken, neyle karşılaşacağımı kestiremiyordum.
Kapının önüne geldiğimde, derin bir nefes aldım.
Disiplin, her şeyin başında gelirdi. Kapıyı iki kez tıklatıp, “Yüzbaşı Altay Öztürk, emret komutanım!” diyerek içeri girdim.
Gözüm, Haluk Yarbay’ın masasının ardında oturan güçlü siluetine takıldı.
Ama yanındaki sandalyede oturan kişiyi gördüğümde, tüm dengem alt üst oldu. Umay, oradaydı.
Başını hafifçe eğmiş, babasının yanında oturuyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı ama ben ona bakamadan esas duruşa geçip selam verdim.
Haluk Yarbay hafifçe sandalyesine yaslandı.
“Rahat, Altay,” dedi, sesindeki otoriteyi kaybetmeden.
Ben, ‘rahat’ pozisyonuna geçerken bile, içimdeki tedirginlik yerini koruyordu.
Umay’ın gözleri üzerimdeydi, bunu hissediyordum. Ama onun yanında bu kadar resmi bir ortamda, gözlerimi ona çevirmeye cesaret edemiyordum.
Haluk Yarbay, masasındaki dosyaları hafifçe kenara itip bana baktı.
“Altay,” dedi, ciddi bir ses tonuyla. “Bergama’daki görevin raporunu dinlemek istiyorum. Kızım senden oldukça memnun kalmış. Ama ben detayları bizzat senden duymak isterim.”
“Emredersiniz, komutanım,” dedim, sesimi titretmeden.
Derin bir nefes alıp konuşmaya başladım. “Bergama’da kazı ekibine yönelik güvenlik tehdidini önlemek adına gerekli tüm önlemleri aldık. Kazı alanının çevresini koruma altına aldık, yerel halkla olan iletişimimizi sağladık. Görev süresi boyunca hiçbir güvenlik açığı yaşanmadı. Ekibin tamamı güvende bir şekilde çalışmalarını tamamladı.”
Haluk Yarbay başını hafifçe salladı.
“Güzel,” dedi. “Ama sadece bu kadar mı? Daha fazla detay bekliyorum, Altay. Kızım bana, senin o şemsiye tutma mevzunu anlattı mesela.”
Bir an afalladım.
Şemsiye tutma? Umay bunu neden anlatmıştı? Haluk Yarbay’ın gözleri üzerimdeydi, hafifçe gülümsediğini bile gördüm. Ama bu durum beni daha da gerginleştirdi.
“Komutanım,” dedim, ciddiyetimi koruyarak.
“Görev sırasında, ekibin güvenliğini sağlamak için her türlü detayı düşündük. Umay Hanım’ın çalışma koşullarının uygun olmasını sağlamak da buna dahildi. Şemsiye mevzusu… sanırım, o sırada hava çok sıcaktı ve başına güneş geçmesin diye bir çözüm bulmamız gerekiyordu.”
Haluk Yarbay kaşlarını kaldırdı.
“Bir yüzbaşının şemsiye tutması ne kadar ilginç bir görüntü olmalı, değil mi?” dedi, hafif bir alayla.
Umay, sonunda araya girerek babasına döndü.
“Baba, Altay şemsiye tutmakla kalmadı. Görev sırasında hem ekibi korudu hem de bizi güvende hissettirdi. Yani her şeyden memnunduk. Ama tabii, bunu anlatırken böyle eğlenceli bir şeyden bahsetmek istedim.”
Umay’ın bu açıklaması, Haluk Yarbay’ı biraz yumuşatmış gibiydi.
Ama o an anladım ki, bu konuşma sadece bir rapor istemekten ibaret değildi. Haluk Yarbay beni tartıyordu. Ve bu, Umay’la aramızdaki bağın artık tamamen farkında olduğunun bir işaretiydi.
Sonunda Haluk Yarbay hafifçe başını salladı.
“Altay,” dedi. “Görev raporunu aldım. Başarılı bir operasyon yürütmüşsün. Ama bil ki, benim için bir operasyonun başarısı sadece disiplinle değil, insani değerlere olan saygıyla ölçülür. Sanırım bu konuda da gayet iyi bir iş çıkarmışsın.”
Selam çakıp teşekkür ettim.
Ama odayı terk ederken, Umay’ın babasının yanındaki o sakin duruşu, içimde yeni bir sorumluluk duygusu yarattı. Haluk Yarbay, beni test ediyordu. Ve ben, bu sınavdan geçmek zorundaydım.
Odanın kapısını kapatır kapatmaz, sırtımı kapıya yaslayıp derin bir nefes aldım.
Haluk Yarbay’ın yanında bulunmak, her defasında ayrı bir sınav gibiydi. Ama bu sefer sınavın soruları biraz daha zordu. Kendimi toparlamaya çalışırken, ayak sesleri duydum. Başımı çevirdiğimde Umay’ı gördüm.
Gözlerinde o tanıdık ışıltı vardı, dudaklarında hafif bir gülümseme.
“Leydim,” dedim, ona bakarak. Ama daha fazla bir şey söyleyemedim, çünkü yanımdan geçip odama doğru yürümeye başlamıştı.
Arkasından yürümeye başladım, ayaklarım sanki onu takip etmeye programlanmış gibiydi.
Odamın kapısına vardığında durdu, başını hafifçe çevirip bana baktı. O an içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim.
Kapıyı açtım ve içeri girdik.
Kapıyı kapatır kapatmaz, bir an bile düşünmeden ona doğru adım attım. Umay’ı hızla kendime çekip sırtını kapıya yasladım.
Gözlerim, onun şaşkın bakışlarına kilitlendi.
Hiç tereddüt etmeden dudaklarına eğildim. Dudaklarımız birleştiğinde, içimdeki tüm stresin, gerginliğin, Haluk Yarbay’ın o baskıcı duruşunun buharlaşıp gittiğini hissettim. Ama onu incitmekten korktum. Dudaklarından hafifçe ayrıldığımda, gözlerinde şaşkınlık ve bir parça mahcubiyet vardı.
“Altay…” dedi, ama cümlesini tamamlayamadı.
Çünkü ben konuşmaya başlamıştım. “Stresim şimdi gitti,” dedim, gülümseyerek. “Leydim, seninle bu anı paylaşınca, her şey daha kolay oluyor. Ama…” diye devam ettim, gözlerimi yere indirip tekrar ona baktım. “Babana her seferinde böyle yaklaşmak, gittikçe daha stresli olmaya başlıyor. Daha fazla gizlemek istemiyorum, Umay.”
O, şaşkınlığını bir kenara bırakıp, elini nazikçe göğsüme koydu.
“Altay,” dedi, sesi bir fısıltı gibiydi. “Ne söylemek istiyorsun?”
“Onu anlatmaya çalışıyorum işte,” dedim, başımı hafifçe eğip alnımı onun alnına yaslayarak.
“Babanla konuşup her şeyi anlatmak istiyorum. Seni sevdiğimi, sana layık olmak için elimden geleni yapacağımı ve bizimle gurur duymasını istediğimi…”
Umay’ın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.
“Altay,” dedi, sesi yumuşacık. “Babam zaten bunu görüyor. Ama sen ne zaman hazırsan, o zaman konuş. Sadece… beni bu kadar sevdiğini duymak, benim için her şeyden değerli.”
Elimi nazikçe beline doladım ve gözlerinin içine baktım.
“Leydim,” dedim, dudaklarımda bir gülümsemeyle. “Sana layık olmak, benim için en büyük onur. Ama bunu ona anlatmak için biraz cesarete ihtiyacım var. Ve o cesareti sadece sende buluyorum.”
Umay, başını hafifçe omzuma yasladı ve sessizce kollarımda kaldı.
O an, her şeyin yolunda olacağına dair bir hisle dolup taştım. Çünkü o yanımdaydı ve bu yeterdi.
Umay’ı nazikçe kendime çektim.
Başını göğsüme yasladığında, o küçük ama kocaman dünyası olan kadını kollarımda hissetmek, bir anlığına her şeyi durdurdu. Ellerim sırtında hafifçe gezinirken, derin bir nefes aldım. “Leydim,” dedim, sesimde yorgun ama sevgi dolu bir tını vardı.
“Sabah altıda görev var.”
Cümle ağzımdan düşerken içimde bir yer burkuldu. “Ne zaman döneceğim belli değil… Ve saçımı kesmem de yasak.” Parmaklarımı saçlarımın kıvırcık buklelerine götürüp hafifçe çekiştirdim. “Bu kıvırcık Altay, kendi sabrını sınıyor. Ama esas merak ettiğim, sen buna nasıl dayanıyorsun?”
Umay başını kaldırıp yüzüme baktı, o tatlı gülümsemesi dudaklarına yerleşmişti.
“Dayanmak mı?” dedi, sesi bir kahkaha gibi. “Kıvırcık Altay beni mahvetse bile, sesim çıkmaz. Çünkü kıvırcık Altay, benim.”
Gözlerimi kıstım, ona eğildim.
“Dua et karargahtayız, leydim,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Dua et.”
Son bir kez saçlarını kokladım, ellerimi beline doladım ve alnımı onun alnına yasladım.
Ama bu tatlı anı daha fazla uzatmaya cesaret edemedim. Odanın kapısını açtım ve birlikte dışarı çıktık. Koridoru geçip dinlenme odasına vardığımızda, timin sesi tüm salonu dolduruyordu.
İçeri girdiğimizde herkesin gözleri üzerimize çevrildi.
Burak’ın sesi o bilindik şakacı tonuyla yankılandı: “Umay yenge, hoş geldiniz! Komutanım, sizin yengeye böyle sahip çıkmanız bizi duygulandırıyor, gerçekten.”
Umay, bu laf karşısında utanıp başını eğdi, ama yüzünde bir gülümseme belirdi.
Ben ise kaşlarımı çatıp Burak’a döndüm. “Burak, dilin seni ne zaman başına iş açacak diye bekliyorum, ama bir türlü olmuyor. Gerçekten sabrımı test ediyorsun.”
Mustafa Kemal, çayından bir yudum alıp araya girdi.
“Komutanım, haksızlık etmeyin. Burak sadece gerçeği söylüyor. Umay yenge hepimizi etkiledi, ama siz asıl kahramansınız. Bir kıvırcık adamın hikayesi olarak tarihe geçeceksiniz.”
Umay kıkırdayarak koluma dokundu.
“Altay, bırak konuşsunlar,” dedi, gözlerinde tatlı bir ışıltıyla. “Onlar şaka yapmayı seviyor, sen de eğlen.”
Gözlerimi devirdim ama içten içe gülümsemekten kendimi alamadım.
Timim, ailemdi. Ve Umay, o ailenin parlayan yıldızıydı. Ne olursa olsun, bu anlar, hayatımın en değerli parçalarıydı.
Umay’ın eli kolumdayken timin şakalarına göz devirdim ama içimde bir yerlerde onların bu muzipliği hoşuma gitmiyor değildi.
Burak yine boş durmadı, çayını karıştırırken bilmiş bir edayla konuşmaya başladı:
“Komutanım, şimdi soruyorum; kıvırcık Altay olarak Umay yengeyi nasıl tavladınız? Vallahi, ilham kaynağı arıyorum da…”
Tim kahkahalarla gülmeye başladı. Mustafa Kemal hemen lafa atladı:
“Burak, bence Altay Komutan’ın sırrı kıvırcık saçlarında saklı. Belki sen de saçlarını kıvırcıklaştırırsan bir gün Umay yenge gibi birini bulursun.”
Burak kaşığını masaya bıraktı, teatral bir şekilde suratını ekşitip sitem etti:
“Altay Komutan’ın yakışıklılığı genetik. Benim o seviyeye gelmem için kaç fırın ekmek yemem gerekiyor, biliyor musunuz?”
İlteriş, Burak’a kaşlarını kaldırarak baktı:
“Burak, bence bu iş ekmekle değil, susmakla çözülecek bir şey. Bir kere de sus, belki hayatın değişir.”
Umay, gülmemek için dudaklarını ısırırken gözlerini bana çevirdi.
“Altay, arkadaşların gerçekten çok eğlenceli. Sana zor anlar yaşatıyorlar gibi ama…”
“Ama,” diye araya girdim, gözlerimi timden ayırmadan, “onlar benim ailem. Ve aile her zaman en zoru yapar: İnsanı hem güldürür hem delirtir.”
Tam bu esnada Ulaş, bir elini masaya vurdu:
“Komutanım, Burak’ı susturmanın bir yolu var: Sabah koşusunda liderliği ona verin. Beşinci dakikada bayılır, iki saat sessiz kalır.”
Tüm masa bir kez daha kahkahalara boğulurken, Umay bana dönüp fısıldadı:
“Seninle olmak, sadece seninle değil, timinle de olmak demek galiba.”
Başımı ona eğip gülümsedim:
“Leydim, doğru anlamışsın. Biz bir bütünüz. Ama sen bu bütünün en güzel parçasısın.”
Umay bu sözlere yanıt veremeden Burak tekrar lafa atladı:
“Komutanım, ne fısıldaşıyorsunuz öyle? Bizimle de paylaşın. Hem biz yengeyle anlaşırız, merak etmeyin.”
Kaşlarımı kaldırıp ona döndüm:
“Burak, bir gün senin ağzından çıkanları kaydedip dinleteceğim. O gün utanmazsan, sana istediğin kadar izin veririm.”
Burak sırıtarak geri yaslandı:
“Komutanım, utanmak bize ters. Ama haklısınız, bazen çok konuşuyorum. Neyse, siz devam edin, ben çayı tazeleyeyim.”
Burak masadan kalkarken Mustafa Kemal arkasından seslendi:
“Burak, çayı tazeledikten sonra dilini de biraz tazeleyebilir misin? O kadar çok kullanıyorsun ki eskimiştir.”
Herkes bir kez daha kahkahaya boğuldu.
Ben ise Umay’a bakıp, bu anın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Onun gülümsemesi, tüm bu karmaşayı güzel bir tabloya dönüştürüyordu.
Ve o an, Umay’ın varlığına bir kez daha şükrettim. Timle birlikte geçirdiğimiz bu an, bana ne için savaştığımı bir kez daha hatırlatıyordu: Sevgi, dostluk ve aile.
Yemekhanedeki sessizlik Ulaş’ın sesiyle bozuldu.
“Altay, hadi bize bir türkü söyle be,” dedi, kaşığını masaya bırakıp yüzüme bakarak.
İçindeki özlemi gizlemeye çalışmıyordu. “İlteriş de sazı alsın, şu yemekhaneyi biraz şenlendirelim. Eski günleri özledim vallahi. Bergama’ya gittin, biz burada kaldık. Hasret kaldık, Bülbül Altay.”
Bir an ne dediğini anlamadım.
Ama sonra ağzımdan istemsizce bir gülüş çıktı. “Bülbül Altay mı? Sen bu lakabı hâlâ mı kullanıyorsun, Ulaş?”
O sırada Umay, kaşığını bırakıp şaşkın bir ifadeyle Ulaş’a döndü.
“Bülbül Altay mı? O da ne demek?” diye sordu, sesinde hem merak hem de hafif bir hayranlıkla.
Ulaş, masum bir ifadeyle ellerini kaldırdı.
“Hiç öyle bakma, yenge,” dedi, gülümseyerek. “Biz Altay’la aynı yıl mezun olduk. Çatışmada şehit düşmeden önce onunla dağlarda birlikteydik. Altay o zamanlar da türkü söylerdi. Sesi öyle güzeldi ki, biz ona Bülbül Altay derdik. Türkülerle hem bizi hem de morali bozulanları ayağa kaldırırdı.”
Umay şaşkınlıkla bana döndü.
“Gerçekten mi?” dedi, sesi hafif bir hayretle doluydu. “Neden daha önce hiç söylemedin?”
Omuz silktim, alaycı bir gülümsemeyle.
“Leydim, bu bir sır değildi ama senin karşında ne bileyim, türküler söylemek... Zaten aklım başımdan gidiyor. Bir de üstüne sesimle rezil olmayayım dedim.”
Umay kaşlarını kaldırıp hafifçe başını yana eğdi.
“Altay,” dedi, alayla karışık bir sevgiyle. “Sana rezil olacağımı mı düşünüyorsun? Türkü söylemeni çok isterim.”
Derin bir nefes aldım ve masadaki gözlere baktım.
“Tamam,” dedim. “Ama önce bir şartım var. Kimse dalga geçmeyecek.”
İlteriş yerinden kalkıp sazını eline aldı.
“Tamamdır, Altay,” dedi, sırıtışını gizlemeye çalışarak. “Ama bak, eski günlerdeki gibi söyle. Yoksa Ulaş seni çiğ çiğ yer.”
Gözlerimi devirdim, ama Umay’a bakınca, o çikolata rengi gözlerde bir heyecan gördüm.
İçimden, “Hadi bakalım,” dedim. Türkü söylemek bir yana, Umay’ın karşısında söylemek… İşte bu gerçek bir sınav.
“Odam kireç tutmuyor,
Kumunu katmayınca.
Sevdan baştan gitmiyor,
Sarılıp yatmayınca.”
“Odam kireçtir benim,
Yüzüm güleçtir benim.
Soyun da gir koynuma,
Tenim ilaçtır benim.”
Sözler yemekhanede yankılandığında, herkes sustu.
Göz ucuyla Ulaş’a baktım, gözlerini kapatmıştı, yüzünde huzurlu bir gülümseme. İlteriş, sazıyla usulca eşlik ediyordu. Mustafa Kemal’in yüzünde her zamanki bilmiş ifade vardı, ama dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm.
Umay ise… Umay tamamen başkaydı.
Bana bakıyordu, gözleri benim gözlerime kilitlenmişti. Dudaklarında o tatlı, zarif gülümsemesiyle, her sözümde biraz daha büyülenmiş gibiydi.
Türkü bittiğinde masadan bir alkış koptu.
Ulaş masaya vurup bağırdı:
“Bülbül Altay, işte bu be! Eski günler geri geldi. Sen bu sesi bir daha saklama, komutanım!”
Umay hafifçe bana eğildi.
“Altay,” dedi, fısıldar gibi. “Bu sesle beni çoktan kendine aşık etmişsin, biliyor musun?”
Sırtımı hafifçe dikleştirip ona baktım.
“Leydim,” dedim, alçak ve derin bir sesle. “Sen zaten benim türküm oldun. Her ezgim, her sözüm, sadece sana ait.”
Umay gülümsedi, ama yüzünde tatlı bir utanmışlık vardı.
Tam bu duygusal anı yaşıyordum ki, Burak masadan bağırdı:
“Komutanım, bu aşk türkülerini sadece yengeye saklamayın. Biz de dinlemek istiyoruz!”
Derin bir nefes alıp Burak’a baktım.
“Burak,” dedim, sesimde hem ciddiyet hem de alayla. “Bir gün senin için de bir türkü söylerim. Adı da ‘Kapat Çeneni Burak’ olur. Şimdi çayına dön.”
Masada kahkahalar yükselirken, Umay hafifçe koluma dokundu.
Gözlerinde hem sevgi hem de eğlence vardı. Bu anı bir daha asla unutmayacağımı biliyordum. Çünkü Umay yanımdaydı ve bu bana her şeyden fazlasını ifade ediyordu.
Çayımı yudumlarken gözüm Umay’ın elindeki çikolataya kaydı.
O çikolatanın parlak paketini açarken, o kadar sevimli bir hali vardı ki, bir an için her şeyi unuttum. Umay bir ısırık aldı, sonra çikolatayı bana uzattı.
“Al bakalım, Altay,” dedi, sanki her gün böyle bir şey yaparmışız gibi doğal bir tavırla.
Normalde böyle şeylere alışkın değildim.
Başkasının ısırdığı bir şeyi yemek mi? Ben ki susuzluktan ölsem başkasının şişesinden içmem, o kadar takıntılıyımdır. Ama işte, Umay başka. Onun elinden gelen bir şey, bambaşka.
Eğildim ve o çikolatadan bir ısırık aldım.
O sırada karşımdaki sandalyede oturan İlteriş’in suratındaki ifadeyi görmeliydiniz. Şok olmuş, gözlerini büyütmüş, adeta beni bir hayalet gibi izliyordu. Çayı elinde durmuş, bardağın dibi görünmesine rağmen bir yudum bile almamıştı.
Umay, onun bu halini fark etti.
Gülümseyerek İlteriş’e döndü. “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordu, masum bir ifadeyle.
İlteriş bir an ne diyeceğini bilemedi.
“Ben… şey… Altay komutanım…” diye kekeledi. “Yani, abi, sen başkasının ısırdığı bir şeyi nasıl yedin? Sen ki susuzluktan ölse başka bir şişeden su içmezsin. Hayırdır, nedir bu değişim?”
Umay kahkaha atarak bana baktı.
Ben ise hafifçe eğilip ona fısıldadım, ama sesimi alçaltmayı unuttum. “Leydim,” dedim, gülümseyerek. “Biz bu işte zaten bayağı ileri gittik. Sonuçta kaç kere öpüştük, değil mi?”
Umay’ın yüzü anında kıpkırmızı oldu.
Yanaklarını elleriyle kapatıp başını öne eğdi. “Altay!” diye fısıldadı, sanki azarlıyormuş gibi. Ama o utangaç hali beni daha da gülümsetti.
İlteriş’in mahcup olduğunu fark ettim, ama aldırmadım.
Bir elimi Umay’ın sırtına koyup usulca sevdim. O ise hemen kendini toparlayıp timin boş muhabbetine dahil oldu.
“Eee, ne diyordunuz siz? Çalışma kampına döneceğiz değil mi?” diye atıldı, dikkatleri üzerinden dağıtmaya çalışarak.
Ben ise çayımı bir yudum daha alıp gülümsedim.
Bu kız, her haliyle hayatıma renk katıyordu. Ve o yanımdayken, hiçbir şeyin eksik olmadığını hissediyordum.
Umay’ın dikkati dağıtma çabası başarılı olmuş gibiydi.
Timin muhabbeti hemen onu içine çekti. İlteriş bile az önceki mahcubiyetini unutmuş, bir şekilde Burak’ın anlattığı abuk bir hikâyeye gülüyordu.
Ama benim gözüm hala Umay’daydı.
Timin anlattıklarını duyuyor ama onları umursamıyordum. Çünkü Umay’ın o yanaklarına vuran utangaç pembelik, bana başka hiçbir şeyin hissettiremeyeceği kadar huzur veriyordu.
Tam çayımı bitirmiştim ki, Burak aniden bana döndü.
“Komutanım,” dedi, sırıtışını saklamadan. “Bu kadar suskun olmanıza alışık değiliz. Yoksa Umay yengeyle baş başa kaldığınızda da böyle mi sessizsiniz?”
Tüm masa bir anda kahkahalarla patladı.
Umay başını ellerinin arasına alıp gülmekle utanmak arasında sıkışmış gibi görünüyordu. Ben ise Burak’a sakin bir şekilde baktım.
“Burak,” dedim, sesimi bilerek ciddi tuttum. “Benim özel hayatımla bu kadar ilgilendiğine göre, kendi özel hayatında işler pek yolunda gitmiyor galiba. Ne dersin?”
Timin gülüşleri daha da yükseldi.
Burak kaşlarını kaldırıp, dramatik bir şekilde ellerini iki yana açtı.
“Komutanım, kalbim bomboş. Ama belki sizden ilham alırım. Sonuçta, Umay yengeyi tavlamış bir adamın taktikleri işe yarayabilir.”
Umay, bu laf üzerine başını kaldırıp Burak’a baktı.
“Burak,” dedi, alaycı bir tonla. “Eğer Altay’dan taktik almayı düşünüyorsan, önce kendine bir ayna al. Çünkü Altay taktik değil, karakterle kazanıyor.”
Timin kahkahaları bu kez Umay’ın sözlerine eşlik etti.
Ben ise ona doğru hafifçe eğildim, alçak bir sesle fısıldadım.
“Leydim, şimdi beni utandıracaksın.”
Umay gülümsedi ve aynı alçak sesle yanıt verdi.
“Utansan da fark etmez, Altay. Çünkü seni bu haliyle bile seviyorum.”
Bu sözlerle kalbimde bir sıcaklık hissettim.
Çayımı bırakıp Umay’ın elini masanın altında tuttum. Gözlerim bir an için onun gözlerinde kayboldu.
Timin dikkatini yeniden dağıtmak için Burak başka bir hikayeye daldı.
Ama benim için artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Çünkü Umay yanımdaydı, ve o her şeyden daha değerliydi.
Umay’la karargâhın bahçesinde yürüyüşe çıktığımızda aramızdaki mesafeyi korumaya dikkat ediyorduk.
Haluk Yarbay’a yakalanmak istemiyordum. Ellerim cebimde, Umay ise yanımda, zarif adımlarıyla yürüyordu. Göz ucuyla ona bakıp gülümsememek mümkün değildi. Ama tabii ki, kontrolü elden bırakmamak gerekiyordu.
Tam o sırada, timin gözbebeği, eğitimli siyah dobermanımız Gölge, uzaktan bizi fark etti.
Kuyruğunu deli gibi sallayarak, dört nala bana doğru koştu. Bir an bile tereddüt etmeden önümde durup oturdu, gözleri beni bekliyordu.
Umay şaşkın bir ifadeyle bana baktı.
“Bu sevimli dostumuz da kim, Altay?” diye sordu.
Gülümsedim, bir dizimi kırıp Gölge’nin başını okşadım.
“Bu, Gölge,” dedim, sesime hafif bir gurur katarak. “Timimizin dört ayaklı kahramanı. Özel eğitimli bir köpek. İtaat, iz sürme, hatta çatışma ortamında destek… Hepsi onda. Operasyonlarda bizim kadar görev alır.”
Umay hayranlıkla eğilip Gölge’nin başını okşamaya başladı.
Gölge, alışık olmadığı bir dokunuş olmasına rağmen, Umay’a hemen uyum sağladı. Kuyruğunu daha hızlı sallayıp yere oturdu.
Tam bu tatlı anın keyfini çıkarıyordum ki, birden Haluk Yarbay’ın sesini duydum.
“Altay!” dedi, sert ama dostane bir tonda.
İçgüdüsel olarak hemen esas duruşa geçtim.
Ama asıl komik olan, Gölge’nin de aynı anda benimle birlikte esas duruşa geçmesiydi. Dikilmiş, dimdik duruyordu, tıpkı bir asker gibi.
Umay, bu sahneyi görünce kahkaha atmaya başladı.
Ama kendini toparladı ve hiçbir şey demedi. Gözlerinde hâlâ o gülümsemenin izi vardı.
Haluk Yarbay yanımıza geldi, Umay’a dönerek sakin bir şekilde konuştu.
“Kızım, gitme vaktin geldi. Hazırlanmanı tavsiye ederim.”
Umay hafifçe başını salladı, ama yüzünde bir burukluk vardı.
Benimle göz göze geldiği an, bir şey söylemek ister gibiydi ama vazgeçti.
Haluk Yarbay bu kez bana döndü.
“Altay, operasyona kadar dinlenmeni istiyorum. Hazırlıklı olun, her şey kusursuz olmalı.”
“Emredersiniz, komutanım,” dedim, sesimdeki ciddiyeti koruyarak.
Yarbay uzaklaştığında, Gölge rahat bir nefes aldı ve kuyruğunu sallayarak yeniden oturdu.
Umay, ona tekrar eğilip bir kez daha başını okşadı.
“Gölge de esas duruşa geçiyor ha,” dedi, gözleri hâlâ gülerken.
“Altay, sanırım bu karargâhta her şey disiplinli, değil mi?”
Ben hafifçe omuz silktim.
“Disiplin bizim işimiz, leydim,” dedim, alaycı bir tonda. “Ama bazen bu disiplin fazla ileri gidebiliyor, işte böyle.”
Umay’ın gözleri gülümserken bana döndü.
“Peki, Altay, dinlenmen gerekiyormuş. Ben gidiyorum, ama unutma… Sana daha çok görev vereceğim.”
Gölge, Umay’ın peşinden bir iki adım attı, ama benim sert bakışımla yerine oturdu.
O, timin köpeği olsa da, bir yerde Umay’a da bağlanmış gibiydi. Tıpkı benim gibi.
Dinlenme odasına adım attığımda, odanın ortasında yankılanan bir sesle karşılandım.
Elbette, bu sesi tanımamak imkânsızdı. Burak, tam karşımdaki kanepede oturmuş, kollarını iki yana açmış, her zamanki gibi dünyayı kurtarmaktan sorumlu bir kahraman edasıyla konuşuyordu.
Kanepeye çöktüm.
Çökmek doğru kelime, çünkü yorgunluktan oturacak halim kalmamıştı. Ama Burak’ı dinlemek için de bir tür zihinsel dayanıklılık gerekiyordu. O, boş yapma sanatının yaşayan bir ustasıydı.
“Bakın çocuklar,” dedi Burak, masanın üzerindeki boş çay bardağını eline alarak. “Eğer ben, bu karargahta komutan olsaydım, öncelikle herkesin günlük olarak iki saat kahve molası yapmasını zorunlu tutardım.”
Mustafa Kemal, elindeki çizgi romanı bir kenara bıraktı ve alaycı bir şekilde ona baktı.
“Burak, sen komutan olsan, karargâhı bir haftada batırırsın,” dedi. “Hatta bence ilk icraatın bir masa futbolu ligi başlatmak olur.”
Burak, bunu bir hakaret olarak değil, bir onur nişanı gibi kabul etti.
“Tabii ki başlatırım,” dedi gururla. “Masa futbolu, disiplini ve stratejiyi geliştiren bir spordur. Hem Altay Komutan da benim takımımda olurdu. Öyle değil mi, komutanım?”
Başımı kaldırıp ona baktım.
“Burak,” dedim, sakin bir tonla, “bence senin takımında olmaktansa, çatışmanın ortasında düşmanla masa futbolu oynarım. Daha az riskli.”
Oda bir anda kahkahaya boğuldu.
Ama Burak yılmadı. Çünkü Burak, mantıklı bir argümanla köşeye sıkışsa bile, o köşeyi kendi lehine çevirmekte ustaydı.
“Komutanım, ama ben çok stratejik oynarım,” dedi, yüzünde o meşhur sırıtışıyla. “Bir düşünün, benim gibi bir yetenekle masa futbolu oynamak…”
Mustafa Kemal araya girdi.
“Burak, senin strateji dediğin şey, topa rastgele vurup, ‘amaçsızlık içinde amaç bulmak’ gibi bir şey.”
“Aynen,” dedi İlteriş, o kendine özgü sakin ama öldürücü mizahıyla. “Burak, sen stratejide o kadar iyisin ki, savaş planı yapsan düşmanlar karargâhımıza teşekkür çiçeği gönderir.”
Kahkahalar devam ederken, ben arkamı kanepeye yasladım ve bir süre onları dinledim.
Burak’ın boş konuşmalarını dinlemek, yorucu bir günün ardından gelen bir tür arınma ritüeliydi. Tuhaf bir şekilde, insanın zihnini boşaltmasına yardımcı oluyordu.
Sonunda Burak, Mustafa Kemal’in bir kez daha alaycı bir yorumuyla sustu.
Ama ben o an fark ettim ki, Burak’ın bile konuşmaları, Umay’ı düşündüğümde kafamda uçuşan düşünceler kadar yorucu değildi. Onun gülümsemesi, sesi, her şeyi zihnimde dönüp duruyordu.
Derin bir nefes aldım ve Burak’a döndüm.
“Burak,” dedim, sesimde hafif bir alayla. “Bana bir kahve yap. Belki seni takım arkadaşı olarak düşünebilirim.”
Burak hemen ayağa fırladı.
“Emredersiniz, komutanım!” diye bağırdı ve mutfağa doğru koştu.
İlteriş başını salladı ve gülerek mırıldandı:
“Bir de Burak’sız bir karargâh düşünün. Çok sıkıcı olurdu, değil mi?”
O sırada Burak’ın mutfaktan bağırışı duyuldu:
“Komutanım, kahvenize iki şeker mi atayım, yoksa az şeker mi?”
Kendi kendime gülümsedim.
Burak’la ilgili en güzel şey buydu: Gerektiğinde hiçbir şeyle ilgili konuşur, ama tam zamanında her şeyle ilgili olurdu.
Kahve bardağımı masaya bırakırken ayağa kalktım.
“Ben kalkayım,” dedim, hafif bir esneme eşliğinde. “Halletmem gereken raporlar var. İlteriş, sen de benimle gel.”
İlteriş, tam ağzına attığı çerezle uğraşıyordu.
“Niye ben?” dedi, biraz mızmız bir tonla. “Burak’ı da götür, o çok boş şu an.”
Burak, elindeki bisküviyi sallayarak itiraz etti.
“Komutanım, ben önemli bir stratejik plan üzerine çalışıyorum. Hem ben sizin gibi rapor işlerinde yetenekli değilim.”
“Stratejik plan mı?” dedim, kaşlarımı kaldırarak. “Bisküvinin nereye düşeceğini mi hesaplıyorsun?”
Timin kahkahaları arasında İlteriş, gözlerini devirdi ve ayağa kalktı.
“Tamam, tamam. Ama rapor yazarken uyuyakalırsam, sorumlusu sensin.”
İlteriş’le odaya geçtiğimizde, masaya oturdum ve derin bir nefes aldım.
Raporlar önümde duruyordu, ama aklım bambaşka bir yerdeydi. Kalemi elime aldım, birkaç kelime karaladım, sonra başımı kaldırıp İlteriş’e baktım.
“Bir prova daha yapalım,” dedim, ani bir kararla. “Ben yine kütük gibi kalıyorum Haluk Yarbay’ın karşısında. Her seferinde elim ayağıma dolanıyor.”
İlteriş sandalyesine yaslanıp bana baktı, yüzünde o her zamanki sırıtışıyla.
“Altay, sen savaş meydanında teröristlere kafa tutuyorsun. Ama Haluk Yarbay’ın karşısında neden bu kadar panikliyorsun?”
“Çünkü,” dedim, masaya eğilerek. “Onun karşısında sadece bir yüzbaşı değilim. Umay’ın sevgilisi olduğumu bilerek duruyorum. Bu ikisi çok farklı şeyler.”
İlteriş kahkahayı patlattı.
“Bunu Haluk Yarbay’a anlatırsan, kesin seninle gurur duyar.”
Kaşlarımı çattım, ama içimdeki huzursuzluğu gizleyemedim.
“Ciddiyim, İlteriş. Hadi, sen Haluk Yarbay ol. Ben de durumu açıklamaya çalışayım. Birkaç deneme yapalım, hazır olayım.”
İlteriş kollarını kavuşturup ciddi bir poz aldı.
“Tamam, Altay. Ben Haluk Yarbay’ım. Başla bakalım. Ama beni etkileyemezsen, raporları da ben yazmam, bilmiş ol.”
Derin bir nefes aldım, ayağa kalktım ve esas duruşa geçtim.
“Komutanım,” dedim, sesimde titrek bir kararlılıkla. “Ben… yani… kızınızla…”
İlteriş elini kaldırıp sözümü kesti.
“Yüzbaşım, şu anda cümle kurma yeteneğin sıfır. Kızımla ne, ne diyorsun?”
Bir an sustum, ellerim terlemeye başlamıştı.
“Yani… şey… kızınızla ilişkimizi resmileştirmek istiyorum, komutanım.”
İlteriş kaşlarını çatıp sert bir yüz ifadesi takındı.
“Altay, sen ciddi misin? Daha iyi bir cümle kuramıyor musun? ‘Resmileştirmek’ ne demek, evlenmek mi, çay içmek mi?”
Kafamı iki yana sallayıp yerime oturdum.
“Görüyor musun? Haluk Yarbay karşısında böyle bir şey dersem, beni odadan kovar. İşte bu yüzden prova yapıyorum.”
İlteriş gülerek omzuma vurdu.
“Altay, sen savaş meydanında düşmanı titretiyorsun, ama bir baba karşısında titriyorsun. Bu da insan olmanın başka bir şekli işte.”
Derin bir nefes aldım ve masaya uzanıp raporlara göz gezdirdim.
Belki de İlteriş haklıydı. Ama yine de Haluk Yarbay’la bu konuşmayı yapmak için hazır hissetmiyordum. Ve bu beni, teröristlerle çatışmaktan daha çok korkutuyordu.
İlteriş sandalyesine yayıldı, bacak bacak üstüne attı ve ellerini göğsünde birleştirdi.
Gözlerini kısıp beni süzdü, yüzünde ciddi olmaya çalışırken zorla bastırdığı bir gülümseme vardı.
“Tamam, Altay,” dedi, ağır bir ses tonuyla. “Şimdi ben Haluk Yarbay’ım. Beni etkile. Ama bak, diyorum sana, etkilemezsen bu odayı terk ederim.”
Derin bir nefes aldım ve ayağa kalktım.
Elim istemsizce belimdeki hayali silahın kabzasına gitmişti. Biraz fazla disiplinli bir giriş yapıyordum.
“Komutanım,” dedim, esas duruşta. “Bir konuda sizinle konuşmak istiyorum.”
İlteriş elini havaya kaldırdı.
“Dur orada, yüzbaşım,” dedi, Haluk Yarbay taklidiyle. “Bu konuşmanın sonunda bana damatlık teklif edeceksen, önce çay ikram et.”
Gözlerimi devirdim.
“İlteriş, ciddi ol,” dedim, sesimdeki sabırsızlığı gizlemeye çalışarak.
O ise kaşlarını kaldırıp alaycı bir şekilde bana baktı.
“Altay, Haluk Yarbay ciddi bir adam. Senin böyle odanın ortasında titrek bir şekilde dikilmeni görse, anında kapı dışarı eder.”
Omuzlarımı dikleştirdim, derin bir nefes alarak yeniden başladım.
“Komutanım, izninizle… kızınız Umay Hanım ile ciddi bir ilişki içerisindeyim.”
İlteriş hemen ayağa kalktı ve masaya yumruğunu vurdu.
“Yüzbaşım, benim kızım bir ‘hanım’ değildir, bir tanrıçadır!” diye bağırdı. “Ona nasıl böyle sıradan bir insanmış gibi hitap edersin?!”
Ağzım açık kaldı, ama gülmemek için zor tutuyordum.
“Tamam,” dedim, derin bir nefes alarak. “Komutanım, kızınız Umay… Tanrıça Umay ile…”
İlteriş elini yeniden kaldırdı.
“Dur orada!” dedi, sesi yükselirken. “Bu Tanrıça Umay size ne yaptı? Neden peşinden koşuyorsunuz? Kızımı gerçekten seviyor musunuz?”
Başımı iki yana sallayıp gülmeye başladım.
“İlteriş, Haluk Yarbay böyle bir şey demez. Çok abartıyorsun.”
İlteriş omuz silkti ve yerine oturdu.
“Tamam, ama benim versiyonum daha eğlenceli. Hadi, ciddi bir şeyler söyle bakalım. Ama lafı dolandırma. Direkt sadede gel.”
Derin bir nefes aldım, gözlerimi İlteriş’in yüzüne diktim.
“Komutanım,” dedim, sesimi biraz daha derinleştirerek. “Ben… kızınız Umay’ı seviyorum. Onunla evlenmek istiyorum. İzin verirseniz, bu konuyu sizinle konuşmak istiyorum.”
İlteriş bir süre sessiz kaldı.
Sonra birden ayağa kalktı, ellerini arkada birleştirip odanın içinde dolaşmaya başladı.
“Yüzbaşım Altay,” dedi, ciddi bir tonla. “Bu kız, benim biricik kızım. Sen onun değerini biliyor musun? Ona iyi bakabilir misin? Ve en önemlisi… kahvaltıda yumurtasını istediği gibi yapabilir misin?”
O anda kahkahayı bastım.
“İlteriş, yeter! Haluk Yarbay böyle konuşmaz!”
İlteriş, gülümseyerek yerine oturdu.
“Tamam, tamam. Ama bak Altay, ciddiyim. Haluk Yarbay’a böyle git. Direkt açık ol. Ama bakışlarını da çok kaçırma, yoksa seni sorguya çeker gibi hisseder.”
Başımı salladım ve yerine oturdum.
“Tamam,” dedim, yüzümde hafif bir gülümsemeyle. “Ama bir daha prova yaparsak, bu kadar komik olmayacak. Yoksa ciddiyetimi tamamen kaybedeceğim.”
İlteriş sırıtıp omzuma vurdu.
“Sen merak etme, Altay. Haluk Yarbay’ı bile etkileyecek kadar cesursun. Ama asıl cesaret, onun yanında kızının karşısında kendini tutabilmekte.”
Derin bir nefes alıp gülümsedim.
Evet, Haluk Yarbay’la konuşmak zor olacaktı. Ama Umay için her şeye değerdi.
Dinlenme odasına geri döndüğümüzde mis gibi çay kokusu burnumuza çarptı.
Ulaş, yeni çay demlemiş, yanına da su böreği sipariş etmişti. Masanın ortasında altın gibi parlayan bir tepsi su böreği duruyordu. Herkes birer dilim alıp sessizce yemeye koyuldu, tabii ki Burak hariç. O, iki dilim kapmış, sanki birini sigorta niyetine ayırmış gibi tutuyordu.
“Burak, nedir bu açgözlülük?” diye sordum, gözlerimi devirdim.
“Komutanım, börek dediğin şey adaletli paylaşılmaz,” dedi, ağzı doluyken. “İnsan bu lezzeti kaçırmamalı.”
Herkes gülerken çayımı alıp bir yudum aldım.
Tam o sırada telefonum titredi. Ekrana baktım; Umay’dan bir mesaj. İçim ısınarak telefonumu açtım.
Umay: "komutanımız ne yapıyor bakalım? Çok mu meşgul? 🌸"
Ben: "komutanın komutan olalı böyle zulüm görmediğini söyleyebilirim. Dinlenme odasında çay ve börekle meşgulüm."
Umay: "Börek mi? Hangi börek? Umarım su böreğidir, çünkü başka türlüsünü kabul etmiyorum."
Ben: "Tabii ki su böreği. Leydimin zevkini biliriz. Ama Burak iki dilim aldı, adaletin terazisi şaştı."
Umay: "Burak’a selam söyle, ama lütfen böreklerden birini elinden kurtar. Açgözlülük iyi bir şey değil. 😏"
Ben: "Selamını iletirim ama böreği kurtarmam zor. Burak’ın böreği bırakması, timin bir operasyondan boş dönmesi kadar imkânsız."
Umay: "Haklısın. Ama o zaman bana da börek borcun olsun, Altay. İlk fırsatta beni börek yemeye götür."
Ben: "Söz, leydim. Börek, çay ve hatta tatlı... Hepsi benden. Ama bir şartla: Sen de benimle kahve içmeye söz ver."
Umay: "Kabul. Ama bu kadar güzel tekliflerde bulunmaya devam edersen, bir gün çayı bile seninle içmek için sabırsızlanacağım. 💫"
Telefonu elimde tutarken yüzümdeki gülümsemeyi gizleyemedim.
Burak bir şeyler mırıldanarak masadaki böreklerin son dilimlerine göz dikmişti. Ama ben, Umay’ın tatlı sözlerinin içinde kaybolmuş durumdaydım.
“Komutanım, sırıtmayı bırakıp çayı bitirseniz,” dedi Ulaş, alaycı bir tonla.
“Haklısın,” dedim, gülerek. “Ama bırakın da bu leydinin güzelliği biraz kafa yapsın.”
Masada kahkahalar yükseldi.
Ama ben, aklım hala Umay’ın mesajlarında, çayımdan bir yudum alırken mutluydum.
Umay: "Altay, bak sana kim var! 😍"
Umay: "Bundanımız olsun mu? Lütfeeen.🥺"
Mesajı görmemle çay boğazımda kaldı.
Öksürmeye başladım, öyle ki masadaki herkes dönüp bana baktı. Ulaş endişeyle sordu:
“Komutanım, iyi misiniz?!”
Burak ise kahkahayı patlattı:
“Kesin Umay yenge bir şey yazdı, başka açıklaması yok!”
Telefonu elimden düşürmeden, güç bela kendime geldim.
Gökçe’nin o sevimli yüzü ekrandan bana bakarken, kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Derin bir nefes alıp cevap yazmaya başladım.
Ben: "Leydim, bu nasıl bir söz böyle? İnsanın kalbini durduracak. 🫠
Umay: "Altay, cevabını bekliyorum. Bundanımız olsun mu? 🍼
Ben: "Leydim, buna ben daima hazırım. Ama sen hazır mısın, onu bilemiyorum."😉
Umay: "Ben her şeye hazırım Altay. Sen yanımdayken dünyanın en zorlu görevini bile yaparım."💪
Ben: "O zaman bir anlaşma yapalım. Bir gün, bu dünyaya minik bir mucize ekleyeceksek, o mucizeye benim gibi inatçı, ama senin gibi zarif bir ruh katalım. Anlaştık mı?"
Umay: "Anlaştık! Ama bir şartım var."
Ben: "Nedir leydim?"
Umay: "O mucize, senin gibi kahve bağımlısı olmasın. Daha sağlıklı alışkanlıkları olsun.😂"
Ben: "Bu şartı kabul etmek zor... Ama senin için her şeyi yaparım, leydim. 😘"
Telefonu kapattım, yüzümde hâlâ bir gülümsemeyle çayımdan bir yudum daha aldım.
Ama masadaki sessizlik, bir şeylerin ters gittiğini fark etmemi sağladı. Başımı kaldırdığımda herkes bana bakıyordu.
“Ne?” dedim, kaşlarımı kaldırarak.
Burak sırıttı:
“Komutanım, o sırıtışın sebebini anlatmazsan, umay yengeye sorarım artıık.”
Masadakiler kahkahaya boğulurken, ben çayımdan bir yudum daha alıp başımı iki yana salladım.
Ah, Burak… Amca olacağınız günler düşündüğünüzden daha yakın olabilir. Ama bunu size söylemek için henüz erken.
Börekleri mideye indirdikten sonra herkes birer birer odalarına çekildi.
İlteriş esneyerek, “Altay, beni uyandırmazsan çok sevinirim. Bu kez buzlu su yok, anlaştık mı?” dedi ve kapısını kapatıp kayboldu.
Ulaş ise, “Komutanım, gece boyunca beynimle savaşmayayım diye kahve içmeyeceğim. Ama sabah kahvaltıya davet ederseniz gelirim,” diyerek gitti.
Ben de odamın kapısını kapatıp yatağa oturdum.
Elimde telefon, gözüm Umay’ın ismini aradı. Parmaklarım ekrana dokunurken yüzümde fark etmediğim bir gülümseme belirdi. Arama butonuna bastım ve birkaç saniye içinde Umay’ın güzel yüzü ekrana yansıdı.
“Altay!” dedi, sesi her zamanki gibi neşeliydi. “Aradığını görünce sevindim.”
“Leydim,” dedim, rahatça arkama yaslanarak. “Seninle konuşmadan bir gece daha geçirmek istemedim.”
Umay ekrandan biraz geri çekildi ve kucağındaki minik bir yüze doğru kamerayı çevirdi.
“Ama bu gece yalnız değilim,” dedi, gülerek. “Bak, Gökçe de burada.”
Gökçe ekrana kocaman gülümseyerek baktı ve minicik bir el salladı.
“Altay amca!” diye cıvıldadı.
“Gökçe Hanım!” dedim, sesi taklit ederek. “Sizi görmek ne büyük şeref!”
Minik ellerini çırparak kahkaha attı.
“Amca,” dedi, şirin bir şekilde kafasını yana eğerek. “Ben sana bir şey çizeceğim. Alır mısın?”
“Tabii ki,” dedim, kaşlarımı kaldırarak. “Ama bana ne çizeceksin, bakalım?”
“Kocaman bir yıldız!” dedi, gözleri parlayarak.
“Çünkü Umay teyzem dedi ki, sen yıldızları çok seviyorsun.”
Umay kıkırdayarak ekledi:
“Yıldızlara şiir yazdığını bile söyledim. Koca amcası, o yüzden seni gökyüzüyle birleştirdi.”
“Teşekkür ederim, Gökçe Hanım,” dedim, sesimdeki sevgiyle. “O yıldızı sabırsızlıkla bekliyorum.”
Bir süre daha Gökçe’nin şirin muhabbetlerini dinledik.
Sonunda Umay, “Hadi bakalım minik yıldız, artık uyuma vakti,” dedi ve Gökçe’yi odasına götürmek için kalktı.
Ekran boş bir an sallandı, sonra Umay tekrar göründü.
Yatağına oturmuş, saçlarını arkaya atıyordu. Yüzünde bir huzur vardı, ama aynı zamanda hafif bir yorgunluk da hissediliyordu.
“Şimdi baş başayız,” dedi, gülümseyerek. “Bu fırsatı iyi değerlendir.”
“Leydim,” dedim, gözlerimi kısarak. “Bu fırsatları hiç boşa harcadım mı?”
Umay kıkırdayarak kameraya yaklaştı.
“Peki, bu kadar yıldız seviyorsun madem… Beni de gökyüzünün bir parçası olarak görüyor musun?”
Bir an sustum, ama sonra hafifçe gülümseyerek cevap verdim.
“Leydim, sen gökyüzünün en parlak yıldızısın. Seni gördüğüm her an, gecem aydınlanıyor.”
Umay yanaklarını tutarak gülmeye başladı.
“Altay, sen ne ara böyle romantik oldun?”
“Seninle oldum,” dedim, sesimdeki ciddiyeti gizlemeye çalışmadan. “Sen hayatıma girdiğinden beri, her kelime şiir gibi dökülüyor. Ve hepsi senin için.”
Umay, bir süre sessiz kaldı, sonra fısıldar gibi konuştu:
“Biliyor musun? Hayatımda hiç bu kadar sevildiğimi hissetmemiştim.”
Ekrana doğru biraz daha yaklaştım.
“Ve ben, seni sevmekten asla vazgeçmeyeceğim. Gökyüzündeki yıldızlar birer birer sönse bile, seni sevmeye devam edeceğim.”
Umay gözleri dolu dolu gülümsedi.
“Altay… Beni gerçekten şımartıyorsun.”
“Leydim,” dedim, hafifçe gülerek. “Şımartmak benim görevim. Şimdi, gözlerini kapat ve rahat bir uyku çek. Çünkü sabah kalktığında, yine yıldız gibi parlaman gerek.”
Umay başını salladı.
“Sen de uyu Altay. İyi geceler, sevgilim.”
“İyi geceler, leydim,” dedim ve aramayı kapattım.
Telefonu masaya koyduğumda, içimde tuhaf bir huzur vardı. Sanki dünyada her şey yolundaymış gibi. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Yarın, ne olursa olsun, bu anın huzurunu hep hatırlayacaktım.
Telefonu masaya koyup arkamı yastığa yasladım.
Göğsümde bir huzur, kafamda garip bir ağırlık vardı. Göz kapaklarım kendi ağırlıklarına yenik düşerken, içimdeki huzur uykuyu kolaylaştırıyordu. Ama ne garip ki, uykuya dalmakla birlikte boş bir karanlıkla karşılaştım.
Rüya görmüyordum.
Uzun zamandır görmediğimi o an fark ettim. Gözlerimi açıp yatağın içinde doğruldum. Oda karanlıktı, pencerenin kenarından süzülen ay ışığı, yerdeki üniformamın üzerine düşüyordu. Her şey o kadar sessizdi ki, kalp atışlarımı bile duyabiliyordum.
Neden rüya görmüyorum?
Bu soru beynimde yankılandı. İnsan neden rüya görmezdi? Gündüz her şeyi fazlasıyla yaşamaktan mı? Gece karanlığında, zihninde hiçbir boşluk bırakmayacak kadar düşünmekten mi? Yoksa...
Yoksa rüyalarımı gerçekliğe mi kaptırmıştım?
Umay’ın sesi, gülüşü, yüzü… Bunların hepsi o kadar gerçekti ki, bir rüyada olabileceğime inanamazdım. Belki de rüya görmüyordum, çünkü artık rüyalarım gerçekleşmişti.
Ama bu düşünce bir rahatlama getirmek yerine bir endişe doğurdu. Ya bu gerçeklik elimden alınırsa?
Ayakta durmamın tek sebebi Umay’sa, onun yokluğunda nasıl ayakta kalacaktım? Bu kadar sevgi ve mutluluk içinde bir insanın aklına neden karanlık bir düşünce gelir ki?
Bir sigara yaksam mı?
Kafamdaki düşünceleri dağıtmak için bir bahane aradım. Ama bu sefer ellerim sigara paketine gitmedi. Onun yerine, başımı iki elimle tuttum ve derin bir nefes aldım. “Altay,” dedim kendi kendime. “Bu kadar düşünmek senin işin değil. İşin, gerçeklerle yüzleşmek.”
Ayağa kalkıp pencereye yürüdüm. Ay hâlâ oradaydı. Yıldızlar hâlâ parlıyordu.
Rüyalarımdan vazgeçmiştim, çünkü artık onların yerini dolduracak kadar güzel bir hayatım vardı. Ama aynı zamanda bu güzelliklerin geçici olabileceği gerçeği de içimde bir sancı gibi büyüyordu.
“Her şey yolunda,” diye fısıldadım kendime.
Bu fısıltı, karanlığın içinde kaybolan bir yankı gibi odanın duvarlarında çınladı. Yatağa geri döndüm ve yastığa başımı koydum. Ama bu kez, gözlerimi kapatmadan önce pencereden yıldızlara son bir kez baktım.
“Eğer bir rüya göreceksem,” diye düşündüm, “bırak onunla ilgili olsun. Umay’la.”
Saat tam 05:00.
Gözlerimi açtığım anda alarm çalmadan uyanmıştım. Hızla yataktan kalkıp üstümü giydim, üniformamı özenle düzelttim ve aynadaki yansımama şöyle bir bakıp derin bir nefes aldım. Gün yeni başlıyordu ve ilterişi uyandırmak, sabahın ilk zorlu göreviydi.
İlteriş’in odasına girdiğimde tahmin ettiğim manzarayla karşılaştım.
Battaniyeye dolanmış, yüzünün yarısı yastığa gömülü bir halde mışıl mışıl uyuyordu. Yanına yaklaşıp omzunu hafifçe dürttüm.
“İlteriş,” dedim, alçak bir sesle. “Kalk hadi, görev saati.”
İlteriş inleye inleye yastığına daha da gömüldü.
“Altay... Bir kere de bana kıyama, uyandırma be,” dedi, sesi uykulu ve mızmız bir tonla.
Sabırsızca kollarımı göğsümde birleştirip gözlerimi devirdim.
“Bir kere de kalk be İlteriş, sabah sabah beni yorma.”
Yine hareket yok.
En sonunda battaniyeyi bir hamlede çekip aldım. İlteriş’in gözleri anında açıldı.
“Tamam, tamam! Kalkıyorum,” dedi, ellerini havaya kaldırarak. “Ama şunu bil Altay, bir gün bu sabah eziyetlerini sana misliyle ödeteceğim.”
“Bekliyorum,” dedim, alaycı bir şekilde gülerek.
“Şimdi hızlı ol, Ulaş bizi bekliyor.”
On dakika içinde İlteriş hazırdı ve Ulaş’la buluşup sabah namazını kıldık.
Dualarımızı bitirip arabaya bindiğimizde, direksiyona geçtim. İlteriş yan koltuktaydı, Ulaş ise arka koltuğa yerleşmişti.
Motoru çalıştırdım ve yola çıktık.
Henüz güneş doğmamıştı, ama ufukta hafif bir kızıllık belirmişti.
“Bugün erkencisin İlteriş,” dedim, direksiyonu çevirirken. “Sabahları kalkmakta zorlanan adamdan beklenmeyecek bir performans.”
İlteriş esneyerek başını koltuğun kenarına yasladı.
“Altay, sabahları kalkmayı sevmemek başka, kalkmaya mecbur olmak başka. Sen bir mecburiyetsin.”
Arka koltuktan Ulaş güldü.
“İlteriş komutanım, Altay komutan sabah insanı. Biz onun sabah enerjisine alıştık artık. Siz de alışsanız iyi olur.”
İlteriş döndü ve Ulaş’a kaşlarını kaldırarak baktı.
“Sen neden hep Altay’ın tarafındasın? Hani bizim dostluğumuz? Hani iki Erzurum çocuğunun dayanışması?”
Ulaş kahkaha atarak ellerini kaldırdı.
“Komutanım, Altay komutanın sabah keyfi başka. Bunu bozmaya cesaret edemem.”
Ben gülümseyerek dikiz aynasından ikisine baktım.
“Erzurum ittifakı dediğin şey bu mu İlteriş? Gördüğün gibi, sabah saatlerinde herkes benim tarafımda.”
İlteriş gözlerini kapatıp başını geriye yasladı.
“Tamam Altay, bu sabah sen kazandın. Ama akşam yemeğinde benim tarafıma döner Ulaş. Çünkü benim masamda tatlı var.”
Araba kahkahalarla yankılandı.
Sabahın bu erken saatinde bile, bu timin içinde her zaman bir neşe vardı. Ve ben, bu neşenin bir parçası olmaktan mutluydum.
Dinlenme odasına adımımı attığımda tim çoktan toplanmıştı. Masada çay bardakları, yer yer açık bırakılmış birkaç çizgi roman ve bir önceki akşamın sohbet kalıntıları vardı. Ama benim yüzümdeki ciddiyet, o an odanın atmosferini tamamen değiştirdi.
“Saat 5:30,” dedim, sesimde hiçbir esneklik olmadan. “Göreve çıkmamıza yarım saat var. Hepiniz ekipmanlarınızla saat tam 06:00’da helikopter pistinde olun. Geç gelenin cezasını bizzat ben keserim.”
Tim, ciddiyeti kavrayıp hızla harekete geçti.
Burak bile her zamanki cıvıklığını bir kenara bırakmıştı. Herkes, görevin ağırlığını anlamıştı.
Silah odamıza geçerken ekip hızlıca bölündü. Her birimiz, uzmanlık alanımıza göre ekipmanlarımızı seçtik.
Silah odamıza geçerken ekip hızlıca bölündü. **Her birimiz, uzmanlık alanımıza göre ekipmanlarımızı seçtik.
- Ben: Standart MPT-76 piyade tüfeğimi aldım. Bunun yanında yakın mesafede kullanmak için Glock 19 tabancamı belime taktım. Ayrıca bir termal dürbün ve gece görüş gözlüğü ekledim. Yanıma yedek mühimmat almayı da ihmal etmedim.
-İlteriş: Timimizin ağır makineli tüfek uzmanıydı. Makineli tüfek olarak FN Minimi Mk3 tercih etti. Bu tüfek, yüksek ateş gücü ve dayanıklılığıyla bölgedeki tehditlere karşı en iyi seçimdi. Beline ise klasik Browning Hi-Power tabancasını taktı.
- Mustafa Kemal: Keskin nişancımızdı. Onun tercihi, MKE JNG-90 keskin nişancı tüfeği oldu. Mustafa Kemal, tüfeğin optik dürbününü ayarlarken gözlerindeki odaklanma net bir şekilde görülüyordu. Ayrıca yanına HK USP tabancasını aldı.
-Ulaş: İstihbarat uzmanımızdı. Yanında her zamanki gibi şifreli telsiz cihazı, harita okuma araçları ve bir Garmin GPS cihazı taşıyordu. Silah olarak Glock 17 tabancası ve MP7 hafif makineli tüfek aldı. Ulaş’ın görev sırasındaki analitik zekâsı ve veri işleme hızı, her zaman büyük bir avantajdı.
- Burak: Timimizin patlayıcı uzmanıydı. Çantasını **C-4 patlayıcılarla** doldurdu. Bunun yanında MP5 hafif makineli tüfek ve SIG Sauer P226 tabancasını aldı.
- Fatih ve Yavuz: İleri keşif elemanlarımızdı. Her ikisi de **MPT-55 hafif piyade tüfekleriyle** donanmıştı. Fatih yanına bir pompalı tüfek alırken, Yavuz el bombaları ve sis bombaları ekledi.
Ekipmanlarını hazırlayan herkes, hızlıca kontrol ve bakım işlemlerini tamamladı.
Sırt çantaları doluydu: ilkyardım malzemeleri, su, GPS cihazları, ek mühimmat, haritalar ve şifreli telsiz cihazları.
Ekipmanlarını hazırlayan herkes, hızlıca kontrol ve bakım işlemlerini tamamladı.
Sırt çantaları doluydu: ilkyardım malzemeleri, su, GPS cihazları, ek mühimmat, haritalar ve şifreli telsiz cihazları.
Tam zamanında pistteydim. Helikopterin pervaneleri çoktan dönmeye başlamış, geceyi yarıp geçen bir uğultu çıkarıyordu.
Timin her üyesini gözlerimle taradım. Herkes yerindeydi. Yarım yamalak uyanmış bir Burak dışında, tüm tim tam disiplin içindeydi.
“Eksik yok,” dedim telsizden, pilotla bağlantıya geçerek. “Harekete geçiyoruz.”
Helikoptere bindik. İçeri yerleştik ve kısa süre sonra karanlık gökyüzüne yükseldik.
Cudi Dağı Kuzey Kanadı
Helikopterden inmeden önce son kontrollerimizi yaptık. Koordinatlar GPS üzerinden doğrulandı.
Bu bölge, düşman hareketliliğinin en yoğun olduğu yerlerden biriydi. Tim sessizdi, herkes görevine odaklanmıştı.
İniş noktasında sessizlik içinde yere indim.
Tüm tim hızlıca dağıldı ve formasyon aldı:
Keskin Nişancı Pozisyonu: Mustafa Kemal, hafif yükseltili bir noktada yerini aldı. Tüfeğini dikkatle kurup dürbünüyle bölgeyi taramaya başladı.
İleri Keşif: Fatih ve Yavuz, önden gidip araziyi temizledi. Telsizden, “Bölge temiz,” raporunu aldık.
Ana Ekip: İlteriş, Burak ve ben, orta hat boyunca ilerledik. İlteriş’in FN Minimi’si omzunda, tetikteydi. Burak, çevreyi gözleyerek mayın olasılığına karşı tarama yapıyordu.
Telsizden Ulaş’ın sesi geldi:
“Hedef hareketliliği kuzeybatı yönünde. Komutanım, yaklaşık 300 metre mesafede dört kişilik bir grup.”
Hemen harekete geçtik. Fatih ve Yavuz önden ilerlerken, Burak bölgeyi taradı. İlteriş makineli tüfeğiyle destek pozisyonu aldı.
İlk çatışma, aniden başladı.
Düşman grubu, fark edildiğini anlayınca ateş açtı. İlteriş, makineli tüfeğiyle cevap verdi, yere yığılan düşmanları tek tek etkisiz hale getirdi.
“Bölge temiz!” diye rapor verdim. Ancak bu, sadece başlangıçtı.
Operasyon boyunca, düşmanla sürekli temasta kaldık.
Her merminin, her nefesin bir anlamı vardı. Görev bitiminde, hedeflerimizi başarıyla etkisiz hale getirmiş ve bölgeyi temizlemiştik.
Helikopter çağrıldı. Tüm tim eksiksiz olarak toparlandı ve başarıyla bölgeden ayrıldık.
Görev bittiğinde yüzümde yorgun bir gülümseme vardı. Ama içimdeki gurur, yorgunluğun önüne geçmişti. Timim, yine kusursuz bir iş çıkarmıştı.
Helikopterin motoru gürültülü bir uğultuyla çalışırken, tim çoktan kendi çapında dağılmıştı. Herkes, operasyonun ciddiyetine zıt bir şekilde kendi muhabbetini yapıyordu. Ben, bir yandan uçuş rotasını kontrol ederken bir yandan da Burak’ın sesiyle irkildim.
“Komutanım, benim canım baklava çekti!” dedi, yüzünde o her zamanki sırıtışıyla.
Başımı kaldırıp Burak’a baktım. “Burak, şu helikopterde oturmayı becer. Yoksa baklava değil, bir hastane yemeği menüsü çekersin canın.”
Tam sustuğunu sanıyordum ki, Ulaş’ın sesi araya girdi:
“Boşverin baklavayı sipariş etmeyi. Ben yaparım, para harcamayın.”
O an herkesin başı senkronize bir şekilde Ulaş’a döndü.
Gözlerimde bir yanıp sönen “Bu çocuk ne diyor?” bakışı vardı. İlteriş gözlerini kıstı, Burak ise birden heyecanlandı.
“Ulaş komutanım, vallahi kralsınız!” dedi Burak. “Ama o zaman size özel bir unvan vermek lazım. Hem teğmen hem usta şef. Michelin yıldızlı mutfaklardan sorumlu komutanım!”
Ben kaşlarımı kaldırıp Ulaş’a yan bir bakış attım.
“Ulaş,” dedim, sesi sert tutmaya çalışarak. “Biz buraya baklava yemek için gelmedik. Sen kazandibi yaparım falan dersen, Burak iyice uçacak. O yüzden akıllı ol.”
Ama Ulaş’ın sakince gülümsemesi beni iyice gerdi. Neyse, önüme döndüm. Fakat o an Burak durmadı, yerinde zıp zıp zıplamaya başladı.
“Komutanım, baklava geliyor, oynayın gençler!” diyerek kollarını iki yana sallamaya başladı.
İlteriş, yanımdan Burak’a dönüp homurdandı.
“Burak, inatla başına iş alıyorsun. Altay sana bir şey yapmadan otur!”
Ama o an aklıma harika bir fikir geldi. Pilota, yani Levent’e doğru eğildim.
“Levent,” dedim, sesi bastırmak için biraz daha yaklaşıp. “Biraz eğlence istiyorum. Şu helikopteri bir ters çeviriver, ufak bir takla at.”
Levent bana döndü, yüzünde kocaman bir sırıtışla.
“Emredersiniz, Altay komutanım,” dedi, keyifle.
Levent, Hava Harp Okulu’ndan tanınmış bir pilottu. Zamanında F-16 ile yaptığı akrobatik hareketlerle efsane olmuştu. Ve şimdi, timin sabah kahvaltısını alt üst edecek bir şov yapacaktı.
Birden helikopter sarsıldı ve yavaşça dönmeye başladı.
O anda içeriden gelen sesler bir kaosa dönüştü.
“LA İLAHE İLLALLAH!”
“KELİME-İ ŞAHADET GETİRİN, ÇABUK!”
“UÇAĞA ÇARPIYORUZ SANIRIM!”
Göz ucuyla Burak’a baktım. Dizleriyle helikopterin zeminine yapışmış, yüzünde ölümcül bir korku ifadesi vardı. İlteriş ise direk bana döndü. Gözleri kocaman açılmıştı.
“Altay!” diye bağırdı. “Sen... SEN BUNU BİLEREK Mİ YAPTIRDIN?!”
Sırıtarak cevap verdim.
“İlteriş, bazen hayatın tadını çıkarmak lazım. Gördün mü? Timin kahvaltısını eğlenceli hale getirdim.”
İlteriş derin bir nefes aldı, gözlerini devirdi ve öne döndü.
“Tövbe tövbe... Yemin ediyorum, sabah sabah seninle uğraşmak haram.”
Helikopter normale döndüğünde, içeriden gelen sızlanışlar bana bir zafer gibi geliyordu. Herkes koltuklarına yapışmış, ter içinde kalmıştı. Ama benim keyfim yerindeydi. Çünkü bu sabah, bu helikopterde eğlence tam anlamıyla benim eserimdi.
Helikopter yere değdiğinde, tim resmen dışarı fırladı. Kimisi şikayet ediyor, kimisi hâlâ sarsıntının etkisini üzerinden atmaya çalışıyordu. İlteriş, gözlerini bana dikip sessiz bir tehdit savurmuş gibi bakarken Burak bir köşede "Böyle bir sabahı hak etmedik!" diye söyleniyordu. Ama ben sakinliğimi koruyarak, gülümseyerek peşlerinden indim.
Yemekhaneye girdiğimizde, sıcak çay kokusu bizi karşıladı. Herkes tabldotlarını aldı, çeşit çeşit yemeklerden tabaklarına doldurdu ve masaya geçtik. Ortamda yavaş yavaş kahvaltının verdiği huzur hâkim olmaya başlamıştı.
Tam o sırada, telefonumu cebimden çıkarıp kontrol ettim. Ekranda bir mesaj vardı: Umay.
“Günaydın, sevgilim,” yazıyordu.
Mesajın içindeki sıcaklık, soğuk bir kış sabahında ellerini sobaya yaklaştırmak gibiydi. Kalbimdeki her şey o an eridi, dağıldı. Gözlerimde beliren o hafif tebessüm, beni ele vermemek için çabalasa da başaramıyordu.
Parmaklarım klavyeye doğru gitti. Derin bir nefes alıp yazmaya başladım:
“Günler seninle aydın, leydim... Bu sabah da seni düşünerek uyandım. Gözlerimde senin o güzel yüzün vardı.”
Gönder tuşuna bastığım anda, kalbim birkaç saniye durdu. O an fark ettim ki, bu mesajlar, bu kelimeler, ruhumu besliyordu.
Karşımdaki Burak’ın sesiyle irkildim:
“Komutanım, kahvaltıya mı geldiniz, yoksa mesaj yazmaya mı? Bizim masada âşık görmek tuhaf oluyor da!”
Başımı kaldırıp Burak’a şöyle bir baktım. Gözlerimdeki yorgunluğu bastıran o tebessümü silemedim.
“Burak,” dedim, sakince. “Bazen, günün en önemli görevi, doğru mesajı doğru kişiye göndermektir.”
İlteriş kahvesinden bir yudum alıp gülerek araya girdi:
“Altay, senin şiirsel ruhun hepimizi öldürecek. Ama kabul edelim, sabah mesajlarında iyisin.”
Ben ise, kafamı hafifçe öne eğip telefonuma bir kez daha baktım. Umay’dan gelen cevabı beklerken, masadaki tüm sesler arka planda bir uğultuya dönüştü. Çünkü bilirdim, o cevap gelince dünya yine yerli yerine oturacaktı.
Bir anlık sessizlik. Ardından mesaj geldi.
“Seni bu kadar mutlu etmek güzelmiş. Ama benim de senden bir isteğim var.”
Kaşlarımı kaldırdım. İstek mi? Leydim, ne istersen senin.
“Leydim, siz isteyin. Buyurun.” diye yazdım.
Mesaj hızla geldi:
“Bir gün bana en sevdiğin şiiri yüz yüze okur musun? Sesini duymak, o kelimelerin içinde kaybolmak istiyorum.”
Duraksadım. İçimde hem bir sevinç hem de hafif bir tedirginlik vardı. Umay’a hayır diyemezdim, ama şiir okumak? Gözlerinin içine bakarken nasıl kelimeleri toparlardım? Yazdım:
“Leydim, bu bir emir gibi geldi kulağıma. Elbette, istediğin her şiiri okurum. Ama sen söz ver, o sırada bana böyle gözlerinle bakma. Yoksa kelimeler boğazımda düğümlenir.”
Umay’ın cevabı hızlı geldi:
“Seninle dalga geçmek ayrı bir keyif, Altay. Ama o an geldiğinde ben gözlerimi senden alamam.”
Gülümsedim. Derin bir nefes alıp yazdım:
“Öyleyse anlaştık. Bugün yorulma ama olur mu? Kendine dikkat et.”
Bir süre sessizlik oldu. Mesajı beklerken kalbim garip bir huzur içindeydi. Sonunda mesaj geldi:
“Sen de dikkat et. Bugün kim bilir hangi görevler seni bekliyor… Bir de…”
“Evet?” diye hemen yazdım.
“Seni seviyorum.”
Telefonu bir an elimde sıkıca tuttum. Bu iki kelime, benden dünyayı aldı ve yerine bambaşka bir şey koydu. Parmaklarım klavyeye doğru gitti:
“Ben de seni seviyorum, leydim. Sonsuza kadar...”
Gönder tuşuna bastım ve telefonumu masaya koydum. Kalbim hâlâ onun söyledikleriyle atıyordu. Sonsuza kadar...
Burak’ın sesi yemekhane masasında yankılandı, o her zamanki şımarık sırıtışıyla:
“Ee, Altay komutanım, düğün ne zaman? Ona göre hazırlanalım biz de. Ulaş abimle sana baklava yaparız!”
Başımı kaldırdım, gözlerimle onu uyardım. Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecektim ki... işte o ses.
“Altay!”
Hızla başımı çevirdim. Kapıda, Haluk Yarbay’ın heybetli silueti belirginleşti. Gözleri doğrudan bana dikilmişti.
“Evleniyor musun sen? Nişanlandın da benim mi haberim yok?”
Bir anlık panik. Sırtımdan soğuk bir ter süzüldü. Oturduğum yerden hızla kalktım ve esas duruşa geçtim. Tim, çıt çıkarmadan oturuyordu. Bir tek Burak’ın boğazını temizleme sesi duyuluyordu, o da kesin gerginlikten.
“Komutanım,” dedim, sesimdeki titremeyi bastırmaya çalışarak, “Burak şaka yapıyor. Bilirsiniz onu, her zamanki gibi abartıyor.”
Haluk Yarbay, gözlerini hafifçe kıstı. Birkaç saniye sessizce beni süzdü. Ardından bir şey demeden döndü ve odasına doğru yürümeye başladı.
Haluk Yarbay gözden kaybolur kaybolmaz masaya döndüm. Burak’ın ensesi önümde bir davetiye gibi duruyordu. Hiç tereddüt etmeden sağlam bir şaplak indirdim.
“Oğlum, sen benim başımı mı yakacaksın lan?! Ne diye ağzına geleni söylüyorsun?” dedim, sesim hem öfkeli hem de çaresizdi.
Burak ensesini ovuşturup gülmeye çalıştı.
“Komutanım, ben şaka yaptım. Ama... yanlış zamanda galiba.”
“Yanlış zamanda mı?” dedim, kaşlarımı çatıp ona doğru eğilerek. “Senin yüzünden biraz daha konuşsaydı Yarbay, beni disiplin kuruluna yollar, düğün masraflarımı da orada çıkarırdı. Şimdi yürü! Sabah koşusuna çıkıyoruz. On beş tur, Burak. Bak, bir tanesini eksik görürsem akşam mesaisine kadar uzatırım.”
Burak’ın yüzü düştü. “Emredersiniz, komutanım,” dedi ve kapıya yöneldi. Arkasından yürürken hâlâ homurdanıyordum.
Koşu pistine vardığımızda Burak, ayaklarını sürüyerek koşmaya başladı. Ellerini kollarını sallaya sallaya, bir çuval gibi hareket ediyordu. Ben, kollarımı göğsümde kavuşturmuş, onu izliyordum.
“Daha hızlı, Burak! Yarış atı gibi koşacaksın oğlum. Öyle tembel tembel olmaz bu iş.”
Burak nefes nefese bana dönüp bağırdı:
“Komutanım, ben askerim, maraton koşucusu değilim! Şu düğün meselesini ben de heyecandan söyledim ya!”
“O zaman düğün için de böyle heyecanlan, bakalım. Yoksa daha çok koşarsın.” dedim, gözlerimle pistin kalanını işaret ederek.
Tim uzaktan bizi izliyordu, gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı. Burak’ın halleri öyle komikti ki... ama bunu ona asla söylemezdim. Bir tur daha attığında, gözüm hâlâ üzerindeydi. Benim cezam basitti, ama Burak için bir ömür sürecek bir ders olacaktı.
Burak, bitik bir halde yere çömeldiğinde nefes alıp verişi bir düdüklü tencere misaliydi. Yüzü bembeyaz olmuştu, alnında ter damlaları boncuk boncuk birikiyordu. “Komutanım,” dedi arada bir, ama lafı tamamlamaya nefesi yetmiyordu.
Birden kusmaya başladı. Panikleyerek çevreme baktım. “Eren!” diye bağırdım. “Burak’ı revire götür. Büyük ihtimalle serum bağlayıp yatacak. Yürüyemeyecek gibi görünürse, birini çağır, taşıyın. Bu hâliyle bırakmayın.”
Eren başını sallayıp Burak’ı kolundan tutup kaldırmaya çalıştı. Burak’ın o an bile, zayıf bir sesle mırıldandığını duyabiliyordum:
“Komutanım, baklava yok mu?”
“Oğlum, hâlâ baklava diyorsun! Git revire, iyileş de sonra konuşuruz.” dedim, başımı iki yana sallayıp içeri doğru yürüdüm.
Odanın kapısını kapattım. Yalnız kaldığımda Haluk Yarbay’ın yüzü gözümde canlandı. Nasıl söylerdim? Hangi kelimelerle? Beni anlayışla karşılayacağına dair bir umudum vardı ama iş yine de çok zordu.
Birden aklıma Umay geldi. Cevapları ondan almak gibi bir hisle, telefonumu cebimden çıkardım. Onu aradım. İki kere çaldıktan sonra açtı.
“Yüzbaşım?” dedi, sesi hem nazik hem de o kendine has sıcaklığı taşıyordu.
Telefonu tutan elim hafifçe titredi. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
“Leydim...” dedim, sesimde bir yorgunluk vardı. “Konuşmamız lazım. Yoksa içimdeki bu sıkışıklık beni yiyecek.”
“Ne oldu?” dedi, sesi bir anda endişelendi.
“Baban,” dedim, burun kemiğimi kaşıyarak. “Ben... Babanla konuşmam lazım, leydim. Artık dayanamıyorum. Haberi olmadan, böyle bir şey yapmak içime sinmiyor. Seni ne kadar sevdiğimi ona söylemek istiyorum. Ama... Ama doğru kelimeleri bulamıyorum.”
Bir süre sessizlik oldu. Umay’ın derin bir nefes aldığını duydum.
“Altay...” dedi sonunda. “Ben de istiyorum bunu. Ama babamı tanıyorsun. Onun kararı bizim için çok önemli. Eğer bunu yapmak istiyorsan, birlikte konuşabiliriz. Ben yanındayım.”
Gözlerimi kapattım, dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi.
“Leydim, seni yanımda bilmek beni daha güçlü kılıyor. Babanın karşısına çıkacağım ve ne olursa olsun, içimden geçenleri açıkça söyleyeceğim. Ama sana bir söz vereyim mi?”
“Ne sözü?” diye sordu.
“Bu ne olursa olsun, seni mutlu etmeyi bırakmayacağım. Bu konuşma, bizim hikâyemizin en önemli adımı olacak. Ve ben her adımında seninle olacağım.”
Umay, o güzel sesiyle hafifçe kıkırdadı.
“Altay, seninle hikâyenin hangi sayfasını yazarsak yazalım, hepsi güzel olacak. Ama önce babamı ikna edelim, ne dersin?”
Gülümseyerek cevap verdim. “Anlaştık, leydim. Yarın başlıyoruz. Artık bu düğüm çözülmeli.”
Telefonu kapattıktan sonra sırtımı duvara yasladım. Bir savaşa giriyormuş gibi hissetsem de, bu savaş benim en anlamlı zaferim olacaktı.
İlteriş’i bulduğumda hâlâ gülümseyen bir yüzle dinlenme odasında oturuyordu. Beni görünce başını kaldırıp o sinsi sırıtışıyla konuştu:
“Yine mi prova, Altay? Valla Haluk Yarbay seni odasında nikâh memuru gibi bekleyecek diye korkmaya başladım.”
“Lafı uzatma, İlteriş,” dedim, omuz silkip yanına oturarak. “Bir gün gerçekten o odada nikâh konuşması yaparsam, bunu senin saçma esprilerine borçlu olacağım. Şimdi kalk da başlayalım.”
İlteriş isteksizce doğrulup yanıma geldi.
“Tamam, tamam,” dedi. “Ama bak, bu son olsun. Yarbay’ın karşısında konuşurken bile bu kadar tedirgin olmazsın. Hadi başla bakalım, görelim ne diyeceksin.”
Derin bir nefes aldım, omuzlarımı dikleştirip esas duruşa geçtim.
“Komutanım!” dedim yüksek sesle. “Kızınızı seviyorum ve onunla evlenmek istiyorum!”
İlteriş anında elini kaldırıp sözümü kesti.
“Dur! Dur!” dedi, gülerek. “Altay, bu ne acele? Yarbay daha ‘Altay’ bile demeden, sen kızı alıp evlenmişsin.”
Gözlerimi devirdim. “Peki, ne diyeceğim? Bana laf mı hazırlıyorsun, dalga mı geçiyorsun?”
“Tamam, ciddi oluyorum,” dedi, yüzüne yapmacık bir ciddiyet takınarak. “Tekrar başla.”
Bir kez daha denedim.
“Komutanım, ben... Umay’ı seviyorum. Onunla bir hayat kurmak istiyorum. Bu konuda sizin onayınızı almak benim için çok önemli.”
İlteriş kaşlarını kaldırdı, gözleriyle beni süzdü.
“Fena değil,” dedi. “Ama bak, şu ‘onayınızı almak’ kısmını biraz daha sağlamlaştır. Yarbay o an kızının mutlu olmasını görmek isteyecek. Senin de kendinden emin olman lazım.”
Gözlerimi kıstım. “Yani?”
“Yani şunu de,” dedi, sesi kalınlaşarak. “‘Komutanım, Umay’ın mutluluğu benim için her şeyden önemli. Ona layık olmak için elimden gelen her şeyi yapacağım.’ Böyle bir şey. İşte bu laf Yarbay’ın kalbini kazanır.”
Başımı salladım. “Fena değil. Peki ya sen? Yarbay’ın yerinde olsan, bana ne derdin?”
İlteriş bir adım geri çekilip, Haluk Yarbay’ın ciddi tonunu taklit ederek konuştu:
“Altay, sen kızıma iyi bakarsan bir sıkıntı olmaz. Ama eğer kılına zarar gelirse...” Sözlerini dramatik bir şekilde havada bırakıp, elleriyle bir boğma hareketi yaptı.
Gülmemek için kendimi zor tuttum. “İlteriş, gerçekten Yarbay’ın rolüne fazla kaptırıyorsun kendini.”
“Altay, dostum,” dedi, omzuma vurup tekrar gülerek. “Bunu becereceksin. Yarbay da seni zaten seviyor. Yeter ki o ilk cümlede saçmalama. Gerisi kolay.”
Başımı sallayıp derin bir nefes aldım. “Hadi bakalım. Yarın büyük gün.”
İlteriş sırıtarak odadan çıkarken arkasından mırıldandım:
“Bu provalarla yarın benden bir evlilik konuşması değil, şiir okuması bekleyecekler.”
Haluk Yarbay’ın beni beklediğini söyleyen erin sözleriyle tedirginlik dalgası omuzlarıma çöktü. “Bahçede mi?” diye sordum, ama er net bir ifadeyle başını sallayınca lafı uzatmadım. “Tamam, gidiyorum,” dedim ve hemen arka bahçeye doğru koştum.
Yarbay, masanın başında oturuyordu. Masanın üzerinde iki tane zarif davetiye vardı. Görür görmez yutkundum. "Bu da ne şimdi?" diye içimden geçirirken adımlarımı hızlandırdım.
Masanın yanına varınca hemen esas duruşa geçtim.
“Beni emretmişsiniz, komutanım!” dedim, sesim olabildiğince kararlıydı.
Yarbay, her zamanki o otoriter ama babacan tavrıyla elini havada salladı.
“Rahat ol, Altay. Dinle,” dedi.
Derin bir nefes alıp duruşumu gevşettim. “Evet, komutanım.”
“Hatırlıyor musun Engin Albay vardı?” dedi Yarbay. “Hani sizi mezun eden, Harp Okulu’ndaki en sert adamlardan biriydi.”
“Evet, komutanım,” dedim, o günleri hatırlayarak hafifçe gülümsedim. Engin Albay’ın isim bile yetiyordu disipline.
“Onun oğlu evleniyor,” dedi Yarbay, masadaki davetiyelerden birini eline alarak. “Ve seni, İlteriş’i ve Ulaş’ı da davet etti. Biz de Umay’la katılacağız.”
Bir an yutkundum. Umay’la aynı ortamda olmak fikri güzel olsa da, Yarbay’ın gözlerinin önünde her hareketimi tartarak geçireceğim bir gece fikri biraz geriyordu.
Yarbay, davetiyeyi bana uzattı.
“Al bakalım, hazırlık yap. İzinlerinizi de ben ayarlıyorum. Bu kadar sıkı çalışmanın ödülü bu gece olacak. Şimdi hazırlan.”
“Emredersiniz, komutanım,” dedim, elimi uzatıp davetiyeyi aldım. Esas duruşa geçerek selam verdim. Yarbay arkasını dönüp ağır adımlarla uzaklaşırken ben hâlâ orada dimdik duruyordum.
Sonra… Sonra o an geldi. İçimde patlayan sevinç dalgasını bastırmak mümkün değildi. Etrafıma baktım, kimse yoktu. Ellerimi yumruk yapıp havaya kaldırdım. “Yes beee!” diye hafif bir zafer çığlığı attım. Yüzümde kocaman bir sırıtışla oradan ayrılırken kendi kendime mırıldandım:
“Bu düğün… Bu düğün güzel olacak!”
Davetiyeyi elime aldığımda gözlerim hemen tarihe kaydı ve o an kalbim bir anlığına durdu. "Yarın mı?! Bu ne hız, kardeşim?" dedim kendi kendime. Panik havası yerini hızlıca harekete bırakmıştı. İlteriş ve Ulaş’ın yanına gitmek şart olmuştu. Belki onlardan akıllıca bir şeyler çıkar.
Koridorları hızlıca geçip dinlenme odasının kapısını açtım ve gördüğüm manzara karşısında nutkum tutuldu. Ulaş, önünde bir oklava, büyükçe bir hamuru açıyordu. İlteriş ve diğer tim elemanları ise, karşısına dizilmiş, sanki bir yemek yarışmasında jüri üyeleriymiş gibi elleri çenelerinde onu izliyordu.
“N’oluyor lan burada?!” diye patladım. İçeri adım attığım gibi herkes esas duruşa geçti.
“Rahat!” dedim, elimle bir an önce oturmalarını işaret ederek. Herkes yerine geçti, ama yüzlerindeki sırıtışı saklayamıyorlardı.
“Komutanım,” dedi Burak, elinde bir tepsiyle geri dönerken. “Baklava yapıyoruz. Ulaş komutanım açıyor, biz izliyoruz. Destek ekibiyiz.”
Bir an ağzımı açtım ama ne diyeceğimi bilemedim. Sonunda sadece “Ya sabır...” diye mırıldanarak gidip bir sandalyeye oturdum. Ellerimi dizlerime koyup gözlerimi kısarak Ulaş’a baktım.
“Ulaş, kardeşim, bu ne şov?” dedim, başımı hafifçe yana eğerek.
Ulaş, gözlüğünü hafifçe yukarı itip, sanki askeri rapor veriyormuş gibi ciddiyetle cevapladı:
“Komutanım, ekip olarak misyonumuz yalnızca sahada değil, mutfakta da üstün başarı sağlamak. Ayrıca, düğün için hazırlık yapıyoruz. Haluk Yarbay’ın da geleceğini öğrendim. Onu baklavasız bırakacak hâlimiz yok.”
Bu adamların ciddiyeti karşısında kahkahayı zor tuttum. İlteriş’e döndüm, elleri kolları bağlı, gülümseyerek izliyordu.
“Sen niye yardım etmiyorsun, İlteriş?” dedim, gözlerimi ona dikip.
“Komutanım, ben operasyon sonrası ağır makineli tüfek uzmanı olduğum için burada yedek kuvvetim,” dedi, sırıtışını saklamaya bile çalışmadan. “Böyle büyük bir operasyonu izlemek daha eğlenceli.”
Gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım. “Bir tek size kaldık zaten,” dedim iç çekerek. Ama itiraf etmeliyim ki, içten içe gülüyordum.
Ulaş hamuru tepsiye yerleştirirken bana dönüp, “Komutanım, tadına bakarsınız değil mi?” dedi.
“Bakacağım,” dedim, başımı sallayarak. “Ama bir şartla: Eğer bu baklava kötü olursa, yarın düğünde de seni dans pistinde mezdeke oynatırım.”
O an odada kahkaha tufanı koptu. Ulaş ciddiyetle işine geri döndü, ama yüzünde hafif bir panik vardı. Ah, bu adamlarla olmak, hayatın komedisini yaşamak gibiydi.
Ulaş baklavayı fırına verdikten sonra gerine gerine, sanki dünyanın en büyük işini başarmış gibi, “Yarın şerbetini dökeriz,” dedi. Bir yandan masayı toparlıyor, bir yandan da kendi başarısıyla gurur duyuyordu. Ben ise bir köşede oturmuş bu manzarayı izliyordum. İnsan bazen bu kadar absürt bir hayatın içinde olduğunu fark edince bir saniye durup gülümsemeden edemiyor.
Elimi cebime atıp telefonumu çıkardım. Umay’ı düşündüğümde, yüzümde farkında olmadan bir sıcaklık beliriyordu. Hızla yazmaya başladım:
“Bir tanem, düğün varmış yarın. Ne giyeceksin bakalım?”
Gönder tuşuna bastım. Ekranda üç küçük nokta belirdi. Cevap geliyordu. Beklerken Ulaş’ın, “Bu hamurdan daha iyi bir şey çıkar mıydı acaba?” diye kendi kendine mırıldanmasını duyuyordum. Gözlerimi telefondan ayırmadan, “Ulaş, sakin ol. Sen hamur ustası değil, istihbarat uzmanısın,” dedim. Ama asıl dikkatim Umay’daydı.
Cevap geldi:
“Sürpriz 😉”
Kaşlarımı çattım ama dudaklarımda bir gülümseme belirdi. Sürpriz mi? Yani beni böyle tek kelimeyle merakta mı bırakıyorsun?
“Leydim, sürpriz dediğin şey heyecan yaratır ama bu merak beni yiyip bitirir. Bir ipucu ver bari, rengi nedir?”
Bir süre daha bekledim. Ulaş toparlamayı bitirmiş, İlteriş ise sandalyeye yayılmış, bir şeyler mırıldanıyordu. Telefon yine titredi:
“İpucu mu? Peki… diyelim ki senin en sevdiğin renklerden biri.”
Benim en sevdiğim renklerden biri mi? Telefonu elimde döndürdüm. Siyah, kırmızı, krem, lacivert… Kafamda dönüp duran renklerle hiçbir yere varamayacağımı anladım. Gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım.
“Umay, şu an siyah, lacivert, kırmızı, krem… aklıma gelen her şeyi düşünüyorum. Yok, böyle olmayacak. Sen beni çıldırtmaya mı çalışıyorsun?”
Cevap hemen geldi:
“Birazcık. 😊 Ama yakışıklı prensim, yarını beklemek seni daha çok heyecanlandırmayacak mı?”
Derin bir nefes aldım. Bu kız benimle oyun oynuyordu ve bunu nasıl bu kadar ustaca yaptığını anlamıyordum. Ama hoşuma gidiyordu, inkâr edemem.
“Heyecan mı? Leydim, bu heyecan değil. Bu düpedüz işkence! Bak, sen bu kadar gizemli davranınca, ben yarın kendimi senin yanında sıradan bir asker gibi hissedeceğim.”
Cevap hemen geldi, tam Umay’ın tarzıydı:
“Sıradan bir asker mi? Altay Öztürk, sen benim hayatımın kahramanısın. Yarını düşün, biz dans ederken herkesin gözü bizde olacak. O yüzden ne giydiğim değil, kimle olduğum önemli.”
Bu cümle, kalbime sıcak bir dokunuş gibi geldi. Telefonu bir an elimde tuttum, ekrana baktım. İçimden, “Bu kız beni mahvedecek,” diye geçirdim. Ama sevdiğim şey tam da buydu.
“Leydim, beni böyle cümlelerle yıkıyorsun. Ama unutma, yarın gece bir dans borcun var. Ve bunu kimseye kaptırmam.”
Son cevap geldi:
“Borcum değil, zevkim olacak. İyi geceler yakışıklı prensim. 💋”
Ekrana uzun uzun baktım. Gözlerimde bir yumuşaklık, dudaklarımda bir tebessüm. “İyi geceler, hayatımın ışığı,” diye mırıldandım. Telefonu yavaşça cebime koyup derin bir nefes aldım.
Bu kız beni başka bir dünyaya götürüyordu. Ve o dünya, şu an yaşadığım her şeyden daha güzeldi.
İlteriş, salonun kapısından içeri dalar gibi girip, karşımdaki koltuğa adeta kendini fırlattı. Yorgun bir yüz ifadesi vardı ama her zamanki gevşek tavrından da ödün vermemişti. Ellerini arkasında birleştirip başını geriye yasladı.
“Altay,” dedi, gözlerini kapatıp derin bir nefes alarak. “Hadi kalk, eve gitmemiz lazım. Hem sen, hem ben, hem de şu baklava şefini toplayalım. Yeter bu kadar karargâh havası.”
Başımı kaldırıp ona baktım. “Sen ne ara yorgun düştün? Ben seni yedi canlı bilirdim.”
İlteriş hafifçe güldü. “Bizi de tüketen bir şeyler var be Altay. Ayrıca senin o baklava uzmanı dediğin Ulaş, muhtemelen mutfağı toparlamadan oturmuş, içinden şiir falan yazıyordur. Kalkalım da adamı da yanımıza alalım.”
İstemeye istemeye oturduğum yerden doğruldum. Ulaş’ı çağırmak için mutfağa yöneldim. İlteriş de arkamdan homurdanarak ayaklandı.
Ulaş’ı, mutfakta bulaşıkların arasında bulduk. Oklavayı kenara koymuş, yüzünde hâlâ “şef modunda” bir ifadeyle etrafa bakınıyordu.
“Ulaş, gidiyoruz. Hadi toparlan,” dedim.
Ulaş arkasına dönüp, sanki baklava akademisinden mezun olmuş gibi ciddi bir ifadeyle, “Ama komutanım, şerbeti dökmeden bu mutfağı bırakmak istemiyorum,” dedi.
İlteriş dayanamadı, kahkaha atarak araya girdi. “Oğlum, baklava değil ki bu, sanki gizli devlet projesi! Hadi, topla pılını pırtını, gidiyoruz.”
Ulaş derin bir iç çekti, sanki hayatının en büyük eserinden ayrılıyormuş gibi, tezgâhı son bir kez gözleriyle süzdü. “Tamam, gidiyorum. Ama sabah ilk iş buradayım, haberiniz olsun,” dedi.
Birlikte arabaya doğru yürürken, İlteriş omzuma hafifçe vurdu.
“Altay, bu timde herkes ayrı bir manyak. Ama iyi ki varlar,” dedi, sırıtarak.
“Manyaklıkta senin de payın var,” diye cevap verdim, hafifçe gülümseyerek.
Arabaya binip eve doğru yola çıktık. Sessiz bir akşam bizi bekliyordu ama kafamın bir köşesinde yarınki düğün ve Umay’ın sürprizi çoktan yerini almıştı.
Eve adım atar atmaz kendimi doğruca odama attım. Kapıyı kapar kapamaz gardrobun başına geçtim. Şimdi önümde duran takım elbiseler arasında göz gezdirirken bir düğün modası uzmanı gibi hissettiğimi söyleyemem. Ama işte, elimden geldiğince "koca adam" havası yaratmam gerekiyordu.
Bir süre gardrobun içinde, sağa sola asılmış ceketlere bakıp durdum. "Bu mu?" dedim kendi kendime, lacivert bir takımı çıkarırken. Ciddi bir hava katıyordu, ama sanki çok klasik. Geri astım. Yanında duran siyah takımı çekip önüme aldım. "Siyah mı? Klasik ve güvenli. Ama fazla mı sıkıcı?"
Düşüncelerle boğuşurken birden arkamdan İlteriş’in sesi yankılandı:
“Ne yapıyorsun lan, düğüne gelin mi gidiyorsun?”
Başımı gardrobun arkasından uzatıp ona baktım. Kapıya dayanmış, kollarını göğsünde kavuşturmuş, her zamanki gibi alaycı bir ifadeyle bana bakıyordu.
“Kıyafet seçiyorum, ne yapacağım sanıyorsun?” dedim, elimdeki siyah ceketi göstererek.
“Kıyafet seçiyorsun da, sen zaten takımı giyince her türlü yakışıklı oluyorsun oğlum. Bu kadar kasmaya gerek var mı?” dedi, omuz silkip odanın içinde gezinmeye başladı.
“Olay takım elbise değil, İlteriş. Olay, bu işi doğru yapmak,” dedim, lacivert ceketle siyah ceketi yan yana tutarak. “Bir Umay var, bir Haluk Yarbay var. Bir de benim timdeki itibarımdan geriye ne kalacaksa o var. Her şeyi hesaba katmam lazım.”
İlteriş kahkaha atarak yanıma geldi, omzuma bir şaplak indirdi.
“Sen ciddi ciddi Haluk Yarbay’a damat adayı havası mı vermeye çalışıyorsun? O adam seni her hâlinle sever. Umay desen zaten aşık olmuş. Daha neyin derdindesin, kardeşim?”
Gözlerimi kısarak ona baktım. “İlteriş, eğer o kadar rahatsan, neden senin takım elbisen yok? Sabah düğüne pijamayla mı gideceksin?”
“Ben mi?” dedi, gözlerini kocaman açarak. “Ben rahatım kardeşim. Takım elbiseyi sabah ütüleyip giyerim. Hem ben en azından giyiyorum, Burak’a baksana, geçen sefer düğüne keten gömlekle gelmişti!”
Gülmekten kendimi alamadım. “Doğru diyorsun,” dedim, başımı sallayarak. “Ama yine de bu işi sıkı tutmam lazım. Tamam, siyahı seçiyorum. Lacivert fazla kasıntı olur.”
İlteriş kollarını açıp arkasına yaslandı. “Bak, işte şimdi adam gibi konuştun.”
O an, içimdeki tüm karmaşaya rağmen gülümsemeyi başardım. İlteriş’in alaycı yorumları bile bazen rahatlatıcı olabiliyordu. "Tamam, İlteriş," dedim, ceketi askıya asarken. "Şimdi çık git de hazırlandığım bir geceyi de sabote etme."
"Sabotaj mı?" dedi, kapıya yürürken. "Sen zaten kendi kafanda yeterince sabotaj yapıyorsun, bana ihtiyaç yok."
Kapıyı kapatırken hâlâ sırıtıyordu. Ben ise derin bir nefes alıp gardırobun karşısında son bir kez daha düşündüm. "Yarın güzel olacak," diye mırıldandım kendi kendime. "Olmak zorunda."
Altay: "Ben de ne giyeceğime karar verdim, leydim. Siyah bir takım... Umarım yakışırım."
Telefonu yolladıktan sonra, bir an ekrana bakakaldım. Umay’ın cevabını beklerken siyah takımımı yatağın üstünde hayal etmeye çalışıyordum. Onun gözlerinde nasıl görüneceğim acaba?
Umay: "Sen ne giyersen giy yakışıklısın, yakışıklı prensim. Ama siyah... Siyah bir başka. Gözlerimi senden alamayacağım."
Bu kız beni mahvedecek. Her kelimesi kalbime dokunuyor. Kendimi tutamadım, bir gülümseme yayıldı yüzüme.
Altay: "Leydim, eğer gözlerini benden alamayacaksan, o zaman yarınki düğün için yeterince hazır değilim. Daha iyisi için çalışmam lazım. 😏"
Umay: "Daha iyisi mi? Altay, sen mükemmelsin. Ve yarın seni dans pistinde görmeyi dört gözle bekliyorum. Şimdi başka bir şey mi söyleyecektin, bakıyorum da lafı dolandırıyorsun?"
Bu kadar hızlı anlamasına alışkınım ama hâlâ şaşırıyorum. Umay her şeyi nasıl böyle çabucak çözebiliyor?
Altay: "Leydim, babanız müsait mi? Akşam üstü bir gelmeyi düşünüyorum. Artık bu işi daha fazla ertelemek istemiyorum."(Mesajı gönderirken kalbim hızlandı. Haluk Yarbay’ın karşısına çıkmak, zırhsız bir savaşa gitmek gibi. Ama doğru olan bu. Ve Umay için yapmaya değer.
Umay: "Babam şu an dinleniyor. Akşam yemeğinde bizimle ol. Hem bu akşam hep birlikte güzel bir yemek yiyelim, hem de sen kendini anlat. Annemin koltuğunda otururken seni görmesi gerekiyor, Altay. 😊"
Altay: "Akşam yemeği, ha? O zaman iş daha da ciddileşti. Bir ordu komutanının karşısına çıkıyormuş gibi hazırlanacağım."
Umay: "Sen hep hazırsın. Ve ben hep senin yanındayım. Akşam görüşürüz, yakışıklı prensim."
Altay: "Görüşürüz, hayatımın kraliçesi."
Mesajı yolladıktan sonra telefonu bir kenara bıraktım. İçimde hem heyecan hem de tuhaf bir rahatlık vardı. Bu akşam, Umay’la ve Haluk Yarbay’la geçireceğim gece, hayatımın en önemli dönüm noktalarından biri olacaktı.
Kapıya doğru yürürken, kalbim bir top mermisi gibi göğsümde patlıyordu. Ellerim terlemiş, zihnimde Haluk Yarbay’ın sert bakışlarını canlandırıyordum. Her ne kadar karşımda düşman bir mevzi değil, Umay’ın babası oturuyor olsa da, bu buluşma bir savaş kadar zorlayıcıydı benim için.
Kapıyı çalıp içeri girdim. Haluk Yarbay, her zamanki otoriter tavrıyla masanın başında oturuyordu. Yanında Umay, gülümseyerek bana bakıyordu. Ama o gülüş bile heyecanımı bastırmaya yetmedi. Hemen esas duruşa geçtim, omuzlarımı dikleştirdim ve selam verdim:
“Altay Öztürk, komutanım. Emretmişsiniz.”
Yarbay, kaşığını masaya bırakarak bana baktı. Bakışları o kadar delici ve sakindi ki, beni baştan aşağı tarıyor gibiydi.
“Rahat, Altay. Otur bakalım,” dedi.
Umay, gülümseyerek bana yer gösterdi. Sessizce oturdum ama omuzlarım hala taş gibi gergindi. Yarbay bir süre beni süzdükten sonra konuşmaya başladı:
“Altay, senin hakkındaki her şeyi bilirim. Karargâhtaki disiplinden, operasyonlardaki başarına kadar her şey kulağıma gelir. Ama...” Bir duraksama yaptı, gözlerini kısmıştı. “Bir de kızımla ilgili mesele varmış, değil mi?”
Cümle suratımda bomba gibi patladı. Kalbim aniden hızlandı, avuçlarım ter içinde kaldı. Umay’ın yüzüne baktım, hafifçe kızarmıştı ama hâlâ gülümsüyordu. Bana cesaret verir gibi başını salladı.
“Komutanım...” dedim, cümlelerimi dikkatle seçmeye çalışarak. “Ben kızınıza talibim. Ona olan sevgimden ve ona layık olmak için elimden geleni yapacağımdan eminim. Ancak, sizin izniniz olmadan bu ilişkiyi ileriye taşımak istemem.”
Yarbay bir süre sessiz kaldı. Kaşığını tekrar eline alıp tabağındaki yemeği karıştırdı. O an, sessizliğin ağırlığı omuzlarımı çökertiyordu. Sonunda başını kaldırdı ve sanki her şey normalmiş gibi konuştu:
“Altay, bu söylediklerin yeni bir şey değil. Ama bilmek istediğim şey şu: Umay’ı ne zaman istemeye geleceksin?”
Bir an beynim durdu. Sanki o cümle odanın içinde yankılanıp bana çarptı. Umay’ın gözlerine baktım, şaşkın ama mutlu bir ifadeyle bana bakıyordu. Haluk Yarbay ise ifadesiz bir şekilde tabağına bakmaya devam ediyordu.
“Komutanım...” dedim, sesim titremesin diye çabalayarak. “Sizinle bu konuyu konuşmaya hazırlandığım doğrudur. Ancak, bu kadar doğrudan bir soruyla karşılaşacağımı tahmin etmemiştim.”
Yarbay başını kaldırıp bana baktı, yüzünde hafif bir tebessüm vardı. “Altay, asker dediğin cesur olur. Sen Umay’ı gerçekten istiyorsan, bunu saklamanın bir anlamı yok. Soru basit: Ne zaman geliyorsun?”
Bir anlık tereddüdün ardından cesaretimi topladım. Derin bir nefes alıp sesimi kararlı bir tona çevirdim:
“Komutanım, en kısa zamanda ailemi toplayıp gelmek isterim. Sizin ve Umay’ın huzuruna layık olabilmek için her şeyi yapacağım.”
Bu sefer Yarbay gülümsedi. Kaşığını tabağına bıraktı, bir elini masaya dayadı ve beni süzdü.
“Bunu duymak güzeldi, Altay. Sana güveniyorum. Ama unutma, Umay benim canımdan çok sevdiğim kızım. Onu mutlu edeceksen, arkanızdayım. Ama edemeyeceksen...” Sözlerini bitirmedi, ama gözlerindeki o tehdit her şeyi anlatıyordu.
Umay, gülerek babasına döndü. “Baba, Altay zaten en doğrusunu yapıyor. Ama adamı köşeye sıkıştırmasan daha iyi olurdu.”
Yarbay hafifçe güldü ve başını salladı. “Hadi bakalım, yemeğinizi bitirin. Daha büyük planlarımız var, değil mi Altay?”
Başımı salladım, derin bir nefes alarak. Bu işin en zor kısmı bitmişti. Umay bana döndü, gülümseyerek elini masanın altında tuttuğum elime koydu. O sıcaklık her şeye bedeldi.
Haluk Yarbay’ın yüzündeki ifade bir anda değişti. Ciddi ve sert bir bakışla bana döndü. Sanki söylediklerim yeterli olmuş ama aynı zamanda beni uyarma gereği de hissetmişti. Kaşığını tabağa bırakıp hafifçe öne eğildi, gözlerini gözlerime dikti.
“Ama Altay,” dedi, sesi ağır ve ölçülüydü. “Bu seni test etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Bu saatten sonra nerede olursan ol, gözüm senin üzerinde olacak. Bunu unutma.”
Boğazımda bir düğüm hissettim. Yarbay’ın bu sözleri, sırtıma bir ağırlık daha eklemişti. Bu sorumluluk yükünü kabul etmek dışında bir seçeneğim yoktu. Hafifçe yutkundum, başımı salladım ve olabildiğince sakin bir sesle cevap verdim:
“Peki, efendim.”
Sessizlik masaya yayıldı. O an çatalımı elimde tutuyor ama tabağıma bakmıyordum. Sanki bir yanlış yaparsam Yarbay’ın bakışlarıyla deliniverecekmişim gibi hissediyordum.
Yanımdan gelen hafif bir hareket dikkatimi çekti. Umay, elini masanın altında dizime koymuştu. Parmaklarıyla hafifçe sıktı, sanki “Her şey yolunda, sakin ol,” diyordu. Bu minik dokunuş, üzerimdeki gerilimi bir nebze olsun azalttı.
Yarbay, yeniden kaşığını alıp yemeğine döndü. Otoritesini hissettirdiği bu konuşmanın ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. “Yemeğinizi soğutmayın,” dedi, hafif bir alayla.
Ben de elimden geldiğince normal davranmaya çalışarak kaşığıma uzandım. Yemeğin tadını bile hissetmiyordum ama o an önemli olan, hiçbir şey olmamış gibi devam etmekti.
Umay, sessizce bir şeyler yedi ve arada bana gülümseyerek bakıyordu. O gözlerdeki destek, beni ayakta tutan tek şeydi. Yemek boyunca konuşulanlar hafif ve sıradan konulara dönmüştü ama benim kafamda Haluk Yarbay’ın söyledikleri dönüp duruyordu.
Masadan kalkarken içimden derin bir nefes aldım. Yarbay’a selam verip izin istedim. O ise, sert ama babacan bir ifadeyle başını salladı. “Hadi bakalım, Altay. Görev başlıyor,” dedi, sanki bir mesaj veriyormuş gibi.
Umay’ın arkamdan gelen sessiz gülüşü, içimdeki ağırlığı hafifleten tek şeydi.
Çayımı karıştırırken kaşığın fincana vurduğu hafif tını dışında masada tam bir sessizlik hâkimdi. Yarbay Haluk, çayından bir yudum alıp bana doğru döndü. Yüzündeki ifade yine ciddi, ama bu sefer bir başka tondaydı. Sanki soracağı soru, hem onu hem beni başka bir yere taşıyacak gibiydi.
“Altay,” dedi, kelimeleri tartarak. “Anne ve babanı kaybettiğini biliyorum. Ama hiç akrabalarınla iletişim kurmayı denedin mi? Onları biliyor musun?”
Soru boğazımda düğümlendi. Kaşığı bıraktım, fincanın kenarına dokunan parmaklarımı hissetmiyordum bile. Derin bir nefes aldım ve başımı hüzünle salladım. Gözlerimi fincandan ayırmadan konuşmaya başladım:
“Hakkımda bildiklerim oldukça sınırlı, komutanım. Sadece doğum tarihim ve Artvin’de doğduğum bilgisi var elimde. Ne bir fotoğraf, ne bir anı. Çocukluğumun ilk yılları bir yetimhane duvarlarının içinde geçti. Sonra da asker ocağı. Yani, aile denen kavramın nasıl bir şey olduğunu hep uzaktan gördüm.”
Sözlerim bittiğinde masadaki sessizlik, ağır bir örtü gibi üzerime çöktü. Yarbay Haluk bir şey söylemedi, ama yüzündeki ince düşünceli ifade gözümden kaçmadı. Kaşığını fincana bıraktı ve gözlerini bir süre masanın ahşabında gezdirdi.
Umay’ın bana doğru döndüğünü hissettim. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda, gözlerinde derin bir duygulanma gördüm. Parmakları masanın kenarında istemsizce oynuyordu, ama yüzünde bir şefkat ifadesi vardı.
“Altay...” dedi, sesi fısıltı gibiydi. “Bunu neden bana daha önce anlatmadın?”
Gözlerimi kaçırdım. Onun bu kadar duygulanmasını istememiştim. “Leydim,” dedim, sesi mümkün olduğunca yumuşak tutmaya çalışarak. “Bu hayatımın bir parçası. Herkesin hikâyesinde eksik sayfalar vardır. Benimkinde de bir aile fotoğrafı yok sadece. Ama... bir aileyi nasıl koruyacağımı iyi biliyorum. O yüzden bu konuları açmamaya çalışıyorum. Seni üzmek istememiştim.”
Umay, elini nazikçe elime koydu. O an, içimdeki o boşluğun bir anlığına dolduğunu hissettim. “Beni üzmek değil bu, Altay,” dedi. “Sadece seni daha iyi anlamamı sağladı. Ve şunu bil... Artık yalnız değilsin.”
Bu sözler beni derinden etkiledi. Yarbay Haluk ise hiçbir şey söylemeden çayını yudumluyordu. Sanki kendi içinden bir muhasebe yapıyordu. Sonunda başını kaldırdı ve konuştu:
“Altay, insan köklerinden yoksun kalınca o kökleri başka yerde arar. Sen o kökleri, kardeşlikte, dostlukta ve görevde bulmuşsun. Ama unutma, Umay’la bir aile kurduğunda, kendi hikâyeni yazmaya başlayacaksın.”
O sözler içimde bir yankı yarattı. Kendi hikâyemi yazmak... Bu, hep hayal ettiğim ama hiç cesaret edemediğim bir şeydi. Ama artık masanın karşısında duran o gözlerle, Umay’ın gözleriyle, bunun mümkün olduğunu hissediyordum.
Yarbay Haluk, anılarını anlatırken o kadar canlı ve detaylıydı ki, sanki sözleriyle geçmişi yeniden inşa ediyordu. Her kelimesi, yaşadığı o çetin görevleri, zorlu çatışmaları ve kazandığı dostlukları birer birer gözlerimin önüne seriyordu. Çay bardağını masanın üzerinde döndürürken, sözlerine odaklanmış gibi görünüyor olsam da, gözlerimin ucuyla Umay’ın beni izlediğini fark etmiştim.
Oturduğu yerde sessizce bizi izliyordu. Ama o sessizlik, her zamanki gibi derin bir anlam taşıyordu. O gözlerle karşılaşınca, kalbimdeki bir şey yerinden oynuyordu. Yarbay’ın sesini duymaya devam ederken, gözlerimi hafifçe kaldırıp Umay’a baktım ve çaktırmadan ona bir göz kırptım.
Umay, bu küçük hareketimi görünce dudaklarının kenarında beliren o zarif gülümsemeyle yanıt verdi. Bir an gözlerimiz kilitlendi ve zaman sanki kısa bir süreliğine durdu. Ama Yarbay’ın hikâyeleri beni tekrar bulunduğum ana çekti.
Saatime baktım ve gitme vaktinin geldiğini fark ettim. “Komutanım,” dedim, sesimi nazik ama kararlı tutmaya çalışarak. “Sohbetiniz için teşekkür ederim. Ancak artık müsaade istemem gerekiyor.”
Yarbay, sözlerini yarıda kesip başını salladı. “Haklısın Altay, bu saatte seni tutmak olmaz. Ama bil ki, anılarımı dinleyecek biri her zaman burada bekliyor.”
Ayağa kalktım, her zamanki gibi esas duruşa geçip selam verdim. Umay da hemen yanına kalktı, sessizce beni izliyordu. Kapıya doğru yönelirken bir an duraksadım, Yarbay’ın gözlerinin içine baktım. “Komutanım,” dedim, sesi biraz alçaltarak. “Anılarınızı dinlemek, benim için bir onur.”
Yarbay, dudaklarının kenarında beliren hafif bir gülümsemeyle başını salladı. “Seninle daha çok konuşacağız Altay. Ama şimdi, yolun açık olsun.”
Umay’a döndüm. Bir şey söylememe gerek yoktu, gözlerimiz konuşuyordu zaten. Hafifçe eğildim, “Leydim,” dedim usulca. “Görüşürüz.”
Umay’ın yanaklarında beliren o hafif pembe ton, kalbimde bir sıcaklık yarattı. Kapıdan çıkarken, bu evin sıcaklığını ve içinde barındırdığı sevgiyi sırtımda hissettim.
Eve adımımı atar atmaz ilterişin sesini duydum. Salondan gelen heyecanlı, sabırsız bir tonla seslendi:
“Altay! Çabuk buraya gel! Seninle konuşmamız lazım.”
Başımı hafifçe sallayıp montumu çıkarırken ulaş da koridordan uzandı:
“Hadi, hadi, Altay Komutanım. Biz burada bekliyoruz, sen ne dolaplar çeviriyorsun bir anlat bakalım!”
Ayakkabılarımı çıkardım ve ağır adımlarla salona doğru ilerledim. İçeri girdiğimde ikisi de kanepeye yayılmış, sanki hayatlarının en önemli haberini bekliyor gibiydiler. İlteriş, koltuğa abartılı bir şekilde yaslanmış, elinde tuttuğu kahve fincanını masaya bırakırken bana kaşlarını kaldırdı.
“Neymiş bu akşamın özeti? Yarbayla konuşmuşsun, ama sonuçları bizden saklıyorsun ha?”
Ulaş ise oturduğu yerden eğildi, yüzünde merakla karışık bir sırıtış vardı. “E hadi anlat artık. Yarbayın odasında ne oldu? Umay Yenge ne dedi? Bak Altay, biz de bu işin bir parçasıyız, detayları bilmek hakkımız.”
Derin bir nefes aldım, ellerimi belime koyarak onları izledim. Sorguya çekiliyormuş gibi hissetsem de bu sahne beni eğlendiriyordu. Gözlerimi devirdim ve usulca kanepeye oturdum. “Tamam,” dedim, sabrımı zorlamamaya çalışarak. “Yakında Umay’ı istemeye gidiyoruz. O kadar.”
O an bir saniyelik bir sessizlik oldu. Ama o sessizlik, gök gürültüsünden önceki an kadar kısa sürdü. İlteriş bir anda ayağa fırladı, ellerini havaya kaldırarak neredeyse zafer kazanmış bir komutan gibi bağırdı:
“İşte bu be! Altay, adamım, sonunda! Hadi oğlum, helal olsun sana!”
Ulaş ise ellerini dizlerine vurarak kahkahalarla gülmeye başladı. “Altay Komutanım, vallahi bravo! Ben zaten bu günleri göreceğimize emindim. Ama bu kadar hızlı beklemiyordum!”
Başımı hafifçe salladım, yüzümde bir tebessümle. İlteriş hemen yanıma oturup omzuma vurdu. “Altay, bak bu işler ciddi işler. Umay’ı istemeye gidiyoruz tamam, ama detayları bizden saklama. Ben de orada olacağım, he?”
Ulaş gülümseyerek ekledi:
“Komutanım, siz yeter ki deyin. Ben baklavaları yapar, çiçekleri de ayarlarım. Şu evdeki en romantik adam benim zaten.”
Kahkahalar odayı doldurdu. Onların bu sevinç nidaları, benim üzerimdeki stresi hafifletiyordu. İlteriş hâlâ kolumda, sanki bir ağabey gibi gururla bakıyordu.
“Hadi Altay,” dedi. “Söyle bakalım, istemeye gidince ne diyeceksin? Yarbayın karşısında kalas gibi durursan rezil oluruz bak!”
Ben de bir kahkaha patlattım, omuzlarımı silktim. “O kadarını da bana bırakın artık,” dedim. “Siz yeter ki benimle olun, gerisini hallederiz.”
Ulaş başını salladı, gözlerinde bir pırıltıyla. “Altay Komutanım, biz hep seninle olacağız. Merak etme. Ama bir şey diyeyim mi?” dedi ve duraksadı. “Sen gerçekten bir efsane oluyorsun bu timde. Umay Yenge de bunu görmüş zaten.”
O an içimde bir huzur hissettim. Bu evdeki kardeşlik, benim için gerçek bir sığınaktı. Umay’ı istemeye gitmek bir sonraki adımdı, ama o yola tek başıma çıkmayacağımı biliyordum.
Odaya girer girmez kapıyı kapattım ve kendimi yatağa attım. Telefonu elime aldım, birkaç saniye ekrana baktım ve içimden bir nefes vererek Umay’ı aradım. İki çalma sesinden sonra ekran açıldı. İşte o… Pijamalarını giymiş, yüzünde komik bir kâğıt maskeyle bana bakan kadın.
“Aşkım!” dedi, sesi her zamanki gibi neşeliydi, bir melodinin insan hâli gibi. “Bugün harikaydın! Babamla konuşurken ki o duruşun, ciddiyetin… Seni izlerken bir yandan gülümsedim, bir yandan da gururlandım. Altay, seninle daha çok gurur duyabilir miyim bilmiyorum.”
Yorgun bir tebessümle ekrana biraz daha yaklaştım. “Leydim,” dedim, sesimde bir şefkatle. “O duruşun altında ne kadar stres vardı, bir bilsen. Ellerim buz gibiydi. Neyse ki senin yüzün aklıma gelince rahatladım.”
Umay hafifçe güldü, maskenin altından parlayan gözleri daha da ışıldıyordu. “Benim yüzüm mü seni rahatlattı?” diye sordu, biraz şaşırmış gibi.
“Tabii ki,” dedim tereddütsüz. “Her şeyin bir sebebi var. Ama benim cesaretimin kaynağı sensin. Bugün babanla konuşurken bir an bile tereddüt etmedim, çünkü sen buna değersin.”
Umay’ın gözleri hafifçe dolmuş gibiydi, ama maskenin altından tam seçemiyordum. Yavaşça ekrana doğru eğildi. “Altay,” dedi, sesi biraz titreyerek. “Senin gibi birini bulduğum için her gün şükrediyorum. Beni bu kadar değerli hissettiren tek kişi sensin.”
Gülümsedim, elim istemsizce ekranın kenarını okşadı. “Leydim,” dedim yavaşça. “Benim için bu dünyadaki en değerli şey sensin. Seni mutlu etmek, benim hayatımın en büyük amacı.”
Umay maskesini çıkardı ve ekrana biraz daha yaklaştı. “Beni hep böyle güzel cümlelerle mest ediyorsun, Altay. Ama şimdi bir şey diyeceğim…”
“Ne diyeceksin, leydim?” diye sordum, merakla.
“Bu gece benimle çok güzel konuştun. Ama seni biraz uyumaya zorlayacağım. Çünkü seni yarın da böyle güçlü görmek istiyorum.”
Kahkaha attım, başımı iki yana salladım. “Emredersiniz, leydim,” dedim, göz kırparak.
“İyi geceler aşkım,” dedi, sesi sakin ve huzur doluydu.
“İyi geceler, güzelim,” dedim ve telefonu kapattım.
Yastığa başımı koyduğumda içimde bir huzur vardı. Onun sesi, uykuya dalmadan önce duyduğum son şeydi ve o an, başka hiçbir şey istemiyordum.
Sabah namazından sonra gözlerim öyle bir ağırlaştı ki, bir daha uyumamak için direnmeme gerek kalmadı. Yastığa başımı koyar koymaz kendimden geçtim. Gözlerimi tekrar açtığımda saat sekiz olmuştu. İzinli olduğum günün rahatlığıyla yataktan kalkmayı ağırdan aldım. Biraz gerinip yatağın kenarına oturdum. İlteriş’in odasından hâlâ horlama sesleri geliyordu; adam sabah namazından sonra kendini kaybetmiş, belli.
Tam o sırada mutfaktan gelen sesler ve mis gibi kokular dikkatimi çekti. Burun deliklerim genişleyerek havayı kokladım. Yağda bir şeyler kızarıyor… Börek mi, yoksa sucuklu yumurta mı? Kafamda bu sorular dönüp dururken içimden bir iç çekip mırıldandım: “Ulan ulaş, yine döktürüyorsun ha.”
Hızla yatağımdan kalktım, banyoya geçip yüzümü yıkadım. Aynaya baktım; saçlarım dağılmış, sakallarım birbirine girmişti. Elimi saçlarıma daldırıp biraz toparlamaya çalıştım, ama sonuç pek tatmin edici olmadı. Yine de mutfağa yürümeye başladım, çünkü o kokuların kaynağını görmek istiyordum.
Kapıdan başımı uzattım ve tahmin ettiğim gibi, Ulaş mutfağın ortasında bir şef edasıyla döktürüyordu. Tava bir elinde, diğer eliyle omletin üstüne peynir serpiştiriyordu. O sırada beni fark etti ve yüzünde o meşhur sırıtmalarından biri belirdi.
“Günaydın, İmam Ulaş,” dedim, kahkaha atmamak için kendimi zor tutarak. “Sabah sabah yine bir şeyler yapıyorsun, ama bu kadar erken ne gerek vardı be kardeşim?”
Ulaş gözlerini devirdi, tavanın içindekini büyük bir ustalıkla ters çevirdi. “Altay Komutanım, erkenden kalkıp ev halkını doyurmak sünnettir. Ben de görevimi yapıyorum. Bir de siz uyurken bu evin mutfağı bomboş duracak değil ya?”
Masadaki tabaklara baktım; tereyağlı börekler, sucuklu yumurta, bal-kaymak… Masayı görünce gözlerim parladı. Kaşlarımı kaldırıp Ulaş’a doğru bir adım attım. “Oğlum,” dedim. “Bu kadar hazırlık kime? Halka açık bir kahvaltı mı yapıyorsun, yoksa bizi kraliyet ailesi mi sanıyorsun?”
Ulaş güldü, o sırada masayı süslemeye devam ediyordu. “Komutanım, bu evin askerleri için her zaman en iyisi gerekir. Ayrıca siz de az yemiyorsunuz, onu da biliyorum.”
Kafamı iki yana sallayıp güldüm. “Neyse, hadi bir çay koy da şu masanın tadını çıkaralım. Ama bak, İlteriş hâlâ uyuyor. Onu uyandırmadan yersek, efsane bir kahvaltı olur.”
Ulaş göz kırptı. “Anlaştık komutanım. Sessizce yiyoruz, İlteriş’i uyandırmadan bitiririz. Ama siz gidip çay bardağınızı kendiniz alın, ben burada çok meşgulüm.”
Gülerek mutfak dolabına uzandım. Bu Ulaş, gerçekten tam bir mutfak harikasıydı. Yaptığı kahvaltının kokusu bile, güne harika başlamamı sağlıyordu.
Henüz çayımdan bir yudum almıştım ki, mutfak kapısında bir gölge belirdi. İlteriş, üzerindeki uykunun izlerini taşıyarak, yarı açık gözlerle içeri süzüldü. Çekik gözleri iyice kapanmış, saçları yatağın izlerini almıştı. Zombi gibi bir halde masaya yöneldi ve hiçbir şey söylemeden elini böreğe uzattı.
“Lan!” dedim, kaşlarımı çatıp sert bir sesle. “Dokunma! Elini yüzünü yıkamadan o böreğe dokunursan, kendini pencereden atmak zorunda kalırım. Yürü lavaboya!”
Ulaş, o her zamanki neşeli sesiyle masanın diğer ucundan ekledi: “İlteriş Komutanım, yüzünü iyice yıka ha. Şeytan işiyor uyurken derler. Aman, güzelce temizlen gel!”
Ben kahkahamı bastırmaya çalışıyordum, ama İlteriş’in yüzündeki uyurgezer şaşkınlık hali beni bitiriyordu. Adam, birkaç saniye ne olduğunu anlamaya çalıştı, sonra gözlerini ovuşturup ağır adımlarla lavaboya yöneldi.
Ulaş bana doğru eğildi, fısıltıyla, “Komutanım, o yüzü yıkayıp gelince bu böreklerden biri kalırsa mucize olur. Ben garantiye alıyorum,” dedi ve hızla bir böreği tabağına ekledi.
“Akıllılık etmişsin,” dedim, gülerek. “Ama korkma, İlteriş gelir gelmez sana dalmazsa ben de Altay değilim.”
İlteriş birkaç dakika sonra lavabodan döndü, yüzü ıslanmış ve biraz daha ayılmış bir haldeydi. Sandalyeye otururken mırıldandı: “Altay, sabah sabah bu kadar disiplin de fazla be kardeşim.”
“Disiplin, hayat kurtarır İlteriş,” dedim ciddi bir sesle, ama ağzımda dolu bir börekle pek etkili olmadı.
İlteriş masaya oturur oturmaz börekleri tabaklara hızla çekmeye başladı. Ulaş elindeki çay bardağını havaya kaldırdı ve ciddi bir tonla, “Yüzünü yıkayan bir İlteriş, kahvaltıya hak kazanmıştır. Hayırlı olsun,” dedi.
Biz üçümüz de gülüyorduk, ama kahvaltıya olan iştahımız hiç azalmıyordu. İlteriş böreği ısırırken mırıldandı: “Börek çok güzel olmuş Ulaş. Ama bu kadar lafı yememize değdi mi, tartışılır.”
Ulaş sırıtıp omuz silkti: “Komutanım, her şey mükemmel kahvaltılar için.”
Ben bir böreği daha tabağıma çekerken, içimden geçirdim: “Bunlarla yaşamak zor, ama eğlencesi bol. Şükürler olsun.”
Berberden çıkarken aynada gördüğüm adama bir an tanıyamayacak kadar dikkatle baktım. Saçlarım fönlenmiş, o başına buyruk kıvırcıklardan kurtulmuştu. Sakallarım ise milimetrik bir titizlikle düzeltilmişti. Berber son bir kez üzerimi süzdü, alnıma düşen bir tutam saçı eline aldı ve, "Komutanım, bugün Mardin sokaklarını yıkarsınız, benden söylemesi," dedi. Hafif bir gülümsemeyle teşekkür edip siyah takım elbisemi giydim. Ceket omuzlarıma tam oturmuş, kumaşı adeta üzerimde hayat bulmuştu.
Berberden çıkar çıkmaz, telefonumu elime aldım ve Umay’a bir mesaj attım:
"Kalbimin papatyası, ben hazırım. Sen nasılsın?"
Cevap gecikmedi.
"Saçlarımla savaşıyorum Altay, meşgulüm," yazmıştı, yanına da kahkaha atan bir emoji eklemişti. Telefonu cebime koyarken yüzümde hafif bir gülümseme vardı. "Kadınların saçlarıyla olan mücadelesi asla bitmez," diye düşünerek eve doğru yürümeye başladım.
Eve vardığımda, ilteriş ve Ulaş’ın salonda oturduğunu gördüm. İkisi de hazırdı; Ulaş klasik lacivert bir takım elbise giymiş, ilteriş ise kömür grisi bir takım seçmişti. İlteriş beni gördüğünde, elindeki çayı bir kenara bırakıp bana doğru döndü. Gözleri irileşmişti, ağzı açık kaldı.
"Altay!" dedi, sanki beni ilk defa görüyormuş gibi. "Sen… sen ne yaptın kendine oğlum? James Bond gibi olmuşsun lan!"
Ulaş da bana bakıyordu, ama o biraz daha sessizdi. Ancak gözleri, düşüncelerini ele veriyordu. Yutkundu ve sonunda o da konuştu: "Komutanım, böyle devam ederseniz Umay yengeyle değil, bütün Mardin’le başınız belaya girecek."
"Ne diyorsunuz siz ya?" dedim, hafif bir gülümsemeyle. "Benimle dalga geçecekseniz, hemen gidip üzerimi değiştiririm."
İlteriş kahkahayı bastı. "Yok yok, biz ciddi konuşuyoruz. Ama cidden bu kadar yakışıklı olman bizim gibi mütevazı adamlara biraz fazla geliyor."
Omuz silktim ve ceketimin yakasını düzelttim. "O zaman bugünlük sabredin, beyler. Bir gün de ben göz önünde olayım."
Ulaş bir yandan kahkahasını bastırmaya çalışırken, "Komutanım, bence zaten hep göz önündesiniz. Ama bu halinizle düğüne gitmeyin, çünkü tüm bakışlar Umay yengeden size kayar," dedi.
"Beni kıskanmayın beyler," dedim, gülerek. "Hadi artık, hazır mıyız? Zamanı gelince kim havalı, kim değil, herkes görecek."
Çantamı alıp çıkmaya hazırlandım. İlteriş ve Ulaş, arkamdan hâlâ fısıldaşıyordu, ama ne dediklerini duymamak için özellikle kulak asmadım. Bugün özel bir gündü ve Umay’a yakışır şekilde görünmek istiyordum.
Orduevinin balo salonu, ışıl ışıldı. Avizelerden yansıyan ışıklar, yerlerde dans eden zarif bir parıltı yaratıyordu. İnsanların gülüşmeleri, müziğin tatlı melodisine karışıyordu. Elimdeki alkolsüz kokteylden bir yudum aldım, ama tadını bile fark etmedim. Düşüncelerim tamamen Umay’daydı. Henüz gelmemişti ve ben dakikalarca kapıya bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
Salonun kalabalığı arasında, bana bakan bakışları hissettim. Kızların gözleri üzerimdeydi, ama göz ucuyla bile karşılık vermedim. Tek düşündüğüm, Umay’ın buraya gelmesi ve ona layık bir karşılamaydı.
Tam garson, elime yeni bir içecek uzatırken, salonun kapısı açıldı. O an, dünya sanki yavaşladı. Gözlerim kapıya kilitlendi ve... işte oradaydı.
Umay.
Kırmızı straplez bir elbise giymişti. Kumaşı, vücudunu saran bir nehir gibi süzülüyordu. Topuklularla boyu neredeyse benim omzuma kadar gelmişti. Elbisenin canlı rengi, ona bambaşka bir hava katıyordu. Saçları zarif bir şekilde salıktı, dümdüz ırmak gibi akıyordu. Bu da onun zarafetini tamamlıyordu.
"Hayatımda gördüğüm en güzeli," diye mırıldandım istemsizce.
Elimdeki bardağı bir masaya bırakıp hızlıca kapıya yöneldim. Umay, babası Yarbay Haluk’un kolunda yavaşça ilerliyordu. Gözleri beni bulduğunda, o çikolata rengi parıltıyla bakışlarımdan vuruldum. Kalbim, göğsümden çıkacak gibi atıyordu.
Kapıya vardığımda, Yarbay Haluk’u fark ettim ve o an tüm duygularımı kontrol altına almam gerekti. Ciddiyetimi takınıp, sert bir duruşla esas duruşa geçtim. "Hoş geldiniz komutanım," dedim, tok bir sesle.
Haluk Yarbay’ın yüzünde, belli belirsiz bir tebessüm vardı. Umay, gözlerini benden ayırmadan, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle duruyordu. Yarbay, bana doğru hafifçe eğildi. "Rahat Altay," dedi ve devam etti. "Sizi bırakıyorum. Umay’ı yalnız bırakmayın."
Komutanımın bu sözlerinden sonra gözlerim bir an için parladı. Esas duruşu bırakıp, babasının yanından ayrılan Umay’a elimi uzattım. O ince, zarif elini elime alırken kalbim tekrar hızlandı. "Leydim," dedim, sesim sevgiyle doluydu. "Bu gece yalnızca size aitim."
Umay hafifçe eğildi, elimi sıktı ve o tatlı sesiyle, "Zaten başka bir şey düşünmedim, Altay," dedi. Yüzündeki gülümseme, o anda salonun tüm ışıklarından daha parlaktı.
Umay’ın elini nazikçe tutarak İlteriş ve Ulaş’ın yanına götürdüm. İlteriş zaten her şeyi biliyordu, ama Ulaş’ın suratında şimdiden bir merak ve heyecan vardı. Birlikte durdukları köşeye vardığımızda, Umay’ı resmi bir şekilde tanıttım:
“Arkadaşlar, bu güzeller güzeli hanımefendi, sevgilim Umay.”
İlteriş, tanıdık bir sırıtışla başını salladı. “Biliyoruz, Altay. Gözlerinden belliydi zaten.”
Ama Ulaş’ın yüzündeki ifade görülmeye değerdi. Hafifçe eğilerek, “Yenge, memnun oldum,” dedi ve samimi bir gülümsemeyle ekledi: “Altay komutanım sizi öyle bir övdü ki, burada olmadığınız her dakika suç işlenmiş gibi hissettik.”
Umay hafifçe gülümseyerek elini uzattı. “Memnun oldum, Ulaş. Altay abartmayı sever,” dedi, ama yan gözle bana bakıp o tatlı sitemini belli etti.
Biraz sohbet ettik. İlteriş ve Ulaş, aralarındaki şakaları esirgemediler. Umay’ın zarafeti karşısında her ikisinin de dikkatli konuştuğu gözden kaçmıyordu. Ama sonunda, İlteriş bir elini omzuma koyup, diğer eliyle Ulaş’ı işaret ederek, “Biz size zaman tanıyalım,” dedi.
Onlar uzaklaştıktan sonra, Umay’ın yüzüne döndüm. Elini tekrar tuttum ve biraz daha yaklaştım. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, alçak bir sesle fısıldadım:
“Seni buradan kaçırmayı düşünüyorum, leydim. Aklımdan geçenleri bir bilsen…”
Dudaklarımı sinsice yaladım, ama bu hareketim onun yanaklarını kızarttı. Gözlerini kaçırarak, o tatlı utangaç haliyle, “Sende az değilsin aşkım, afetsin. Beni böyle kızartmanın yollarını hep buluyorsun,” dedi.
Bir adım daha yaklaştım, parmağımla çenesini kaldırdım ve gülümseyerek, “Leydim, bu gece sen afet olmuşsun. Sana layık olmaya çalıştım,” dedim.
O sırada gelin ve damadın giriş anonsu yapıldı. Salondaki tüm gözler kapıya döndü. Ama ben hâlâ onun gözlerindeydim. Umay, nazikçe elimi sıktı. “Bakmazsan ayıp olur,” diye fısıldadı.
“Bakarız,” dedim. Ama bir elim hâlâ onun elindeydi. Gözlerimiz, giriş yapan çifti izlerken bile, bir yandan birbirimizi hissediyorduk. Salondaki ışıklar sönüp, gelinle damat ilk danslarına başlarken, onun yanımda oluşu, dünyanın en doğru yerindeymişim gibi hissettiriyordu.
Çiftlerin sahnede dansa kalktığını izlerken, gözlerim otomatik olarak Umay’a döndü. O kadar zarifti ki... Elbisesinin etekleri dans eden kalabalığın ışıklarıyla parıldıyordu. Gözlerimiz bir an için buluştu. Tam harekete geçecektim ki, Haluk Yarbay benden önce davrandı. Kızını dansa kaldırırken yüzündeki o gururlu ifade her şeyden daha belirgindi.
İçimde bir heyecan kabardı. Onları bir süre izledim, ama sonunda dayanamayıp yanlarına ilerledim. Haluk Yarbay’ın karşısında durarak, saygıyla selam verdim.
“Komutanım, izniniz olursa kızınızla dans etmek istiyorum.”
Yarbay kısa bir an duraksadı, sonra ciddi yüz ifadesi bir tebessüme dönüştü. “Tamam Altay, ama fazla kaptırma,” dedi. Ardından bana yol açarak, kızını kollarıma bıraktı.
Umay’ı nazikçe belinden tuttum ve o da ellerini omuzlarıma yerleştirdi. İlk adımları atarken kalbimin ritmi, müziğin ritmiyle karıştı. O çikolata rengi gözlerine baktım ve fısıldadım:
“Bu kadar güzel olman adil değil, leydim. Tüm dikkatimi dağıtıyorsun.”
Umay gülümsedi, yanaklarına bir pembe dokundu. “Altay, sen hep böyle mi konuşursun? İnsan kendini masaldaymış gibi hissediyor.”
Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan cevap verdim: “Belki de masaldasındır. Hem bu masalın kahramanı sensin.”
O anda dans pistindeki kalabalık yok oldu, yalnızca biz vardık. Müziğin temposuyla hafifçe dönüyorduk. Umay başını hafifçe yana eğdi, dudaklarında o mahcup gülümseme vardı.
“Altay,” dedi, sesi fısıltı kadar hafifti. “Beni böyle sevmen, o kadar güzel ki. Bazen rüya gibi geliyor.”
Onu biraz daha kendime çektim, gözlerim onun her detayını ezberlercesine inceledi. “Leydim, bu rüya gerçek. Ve seni sevmek benim için bir görev değil, bir şeref. Seni hep böyle seveceğim.”
Umay, başını hafifçe omzuma yasladı. “Biliyor musun?” dedi, gülümsemesi sesine yansıyordu. “Biraz daha böyle konuşursan ağlayacağım.”
Bir kahkaha attım, ama sesim fısıltı gibi çıktı. “Ağlarsan, mutluluktan ağlarsın. Ve gözyaşlarınla bile güzelsin, Umay.”
Müzik sona ererken, ellerini sıkıca tuttum ve bir an daha dans pistinin ortasında durduk. Dünya bizim etrafımızda dönüyordu, ama o an, yalnızca biz vardık.
Horon müziği çalmaya başladığında, salonda bir hareketlilik oldu. İnsanların yüzüne bir neşe yayıldı. Ama ben tam da yerime oturmuş, Umay’ın elini tutarak keyifli bir sohbete dalmaya hazırlanıyordum ki... İlteriş o sinsi bakışıyla üzerime döndü.
“Hadi Altay, kalk bakalım! Bize Karadeniz’in yüzbaşısı nasıl horon tepiyor, göster!”
Önce sessiz kaldım, çünkü böyle şeylere karışmayı pek sevmezdim. Ama İlteriş ısrarla koluma asıldı.
“İlteriş, bırak oturayım,” dedim ama bu adamın ısrarı bir kaya kadar sağlamdı. En sonunda iç çekip kalktım.
“Tamam, tamam! Ama sonra bir daha beni kaldırmayacaksın!” dedim ve ceketimi çıkarıp sandalye üzerine astım.
Kravatımı gevşettim, sandalyeye koydum. İki düğmemi açtım ve kollarımı sıvayarak hazırlandım. İnsanlar bizi izlemeye başlamıştı. İlteriş zaten çoktan piste geçmiş, coşkuyla oynuyordu.
Adımımı attığım anda, o Karadeniz ritmi kanıma karıştı. Ciddiydim, çünkü horon ciddi bir işti. Ama her adımımda, insanların bakışlarını üzerimde hissettim. Ritmi takip ederken fark ettim ki, salondaki kızların gözleri üzerimdeydi. Kimisi utanarak kimisi aleni bir şekilde bana bakıyordu.
Bir an kafamı kaldırdım ve Umay’ı gördüm. Oturduğu yerden bana bakıyordu. Ama yüzündeki ifade, hem büyülenmiş hem de biraz kıskanmış gibiydi. Gözleri, bana bakan diğer kızlara kaydı ve bir an kaşları çatıldı.
İçimden bir kahkaha atmak geldi. Ama dışarıdan o ciddi duruşumu bozmadım. İlterişle beraber ritmi arttırarak oynamaya devam ettik. İlteriş bir ara bana dönüp bağırdı:
“Helal sana Altay! Böyle horon tepen komutan görmemiştir Karadeniz!”
Umay, gözleriyle beni izlemeye devam ediyordu. Onun yüzündeki kıskançlığı ve hayranlığı aynı anda görmek, içimde bir zafer hissi uyandırdı. Ama bunu ona belli etmeyecektim.
Horon sona erdiğinde, hafifçe terlemiş, ama hâlâ dimdik bir şekilde yerime döndüm. Ceketimi alıp Umay’ın yanına oturdum. Umay, bana bakarken, gözlerinde hem kızgınlık hem de hayranlık vardı.
“Ne oldu, leydim?” diye sordum, hafif bir gülümsemeyle.
Umay dudaklarını büzdü, kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Bayağı ilgi çekiyorsun Altay. Ama hatırlatayım, sen benim sevgilimsin.”
Gözlerimi kıstım, ona doğru eğildim. “Leydim,” dedim, alçak bir sesle. “Beni izlerken o kıskanç bakışların bile güzel görünüyor. Ama sen de biliyorsun, gözlerim sadece seni görüyor.”
Umay gülümsedi ve hafifçe başını çevirdi. Yüzündeki utangaç ifade, bu gece gördüğüm en güzel şeydi.
Umay kaşlarını kaldırıp, o meydan okuyan ses tonuyla “Ne var yani, Artvinliysen? Ben de Antalyalıyım. Çakal Çökerten mi oynayayım şimdi çıkıp?” dediğinde, gözlerimde bir ışık çaktı. İşte bu yüzden seviyordum onu. Sözleriyle beni bir an şaşırtıp ardından kahkahaya boğan o özgüven…
Eğildim, yüzümde o kaçınılmaz gülümsemeyle. “E sevgilim,” dedim, sesi alçaltarak. “Biz onu zaten kendi düğünümüzde oynayacağız. Bir Karadenizliyle bir Akdenizlinin düğününde başka ne olabilir ki?”
Göz kırptım ona. Umay bir an için ne diyeceğini bilemedi. O çikolata rengi gözleriyle bana bakarken, yanaklarında utangaç bir pembelik belirdi.
“Bir Karadenizli bir Akdenizliye âşık oldu…” diye mırıldandım, kelimeler dudağımdan kendi kendine döküldü.
Kimse fark etmeden hafifçe eğildim ve onun şakağına nazik bir öpücük kondurdum. Saçlarının kokusu ciğerlerime dolarken, dudaklarımda hafif bir tebessüm vardı. Umay, o anın ağırlığını fark etmiş gibi hafifçe geriye çekildi, ama gülümsemesi bir sır gibi dudaklarında asılıydı.
Sessizliğin içinde sadece gözlerimiz konuşuyordu. Ve o bakışlar, her şeyden daha çok şey söylüyordu.
Gelin ve damat dans pistinden ayrılıp misafirlerin arasında dolaşmaya başladığında, müzik yerini biraz daha neşeli bir tempoya bıraktı. Umay, elindeki şampanya kadehini masaya bırakırken bana döndü. “Altay, yeterince sosyal değilsin. Hadi, biraz dolaşalım,” dedi.
Gülümseyerek ona baktım. “Leydim, benim sosyal çevrem sensin. Ama madem istiyorsun, bu Karadenizli seni Antalyalı bir turist gibi dolaştırır,” dedim ve elimi uzattım.
Elimi tutarken o zarif hareketiyle ayağa kalktı. O anda, salondaki tüm ışıklar sanki sadece onun üzerine düşüyordu. O kırmızı elbise, saçlarının gevşek dalgalarıyla birleşip adeta bir tablo gibi görünmesini sağlıyordu.
Birlikte yavaşça salonun içinde yürümeye başladık. İnsanlar konuşmalarına devam ederken, bazılarının bakışlarının üzerimizde olduğunu fark ettim. Umay’a eğilip, alçak bir sesle “Leydim, insanlar bize bakıyor. Yoksa fazla mı güzeliz?” dedim.
Umay gülümseyerek, “Bize değil Altay, bana bakıyorlar. Seni kıskanıyorlar, o yüzden biraz daha dik dur,” diye cevap verdi.
“Ben hep dik dururum, sevgilim. Karadeniz’in dalgaları gibi,” dedim, onu hafifçe çekip yanaklarına bir öpücük kondurarak.
Masaların arasında yürürken, Haluk Yarbay ve gelinle damadın oturduğu masaya doğru yaklaştık. Yarbay’ın bakışları her zamanki gibi keskin ve otoriterdi, ama o bakışların ardında bana olan güveni de hissediyordum.
“Komutanım,” dedim, selam vererek. “Eğlenceli bir düğün, gelin hanım ve damat beyi de tebrik ederim.”
Yarbay hafifçe başını salladı. “Evet Altay, güzel bir gece. Ama senin için daha da güzel olacak galiba,” dedi, göz ucuyla Umay’a bakarak.
Umay hemen araya girip, “Baba, lütfen! Altay’ı rahat bırak,” dedi ve babasının koluna dokundu.
Yarbay gülümseyerek, “Tamam, tamam. Ama bu düğünden sonra başka düğün planları duymak istiyorum,” dedi ve göz kırptı.
Umay utangaç bir şekilde başını çevirirken, elini sıkıca tuttum ve ona fısıldadım: “Leydim, sanırım artık kaçışımız yok.”
Umay gülümseyerek, “Hiçbir zaman kaçmayı düşünmedim ki,” dedi.
Gelin ve damatla kısa bir sohbetten sonra pistten tekrar uzaklaştık. Müzik hızlanmış, horon havası yeniden başlamıştı. İlteriş’in ortalığı coşturduğunu fark ettim. Bizi fark edince hemen el sallayıp bağırdı:
“Altay! Umay yengeyi al, gelin sahneye!”
Umay, kahkahasını tutamayarak bana döndü. “Ne diyorsun Altay? Gösterelim mi hünerlerimizi?”
Gözlerimi kıstım, gülümseyerek elini tuttum. “Leydim, seninle sahnede bile olmaktan gurur duyarım,” dedim ve onu pistin ortasına çektim.
O gece, damat halayının coşkusuyla başlayan dansımız, Umay’la beraber attığımız her adımda daha anlamlı hale geliyordu. Yıldızlar bile kıskanırdı bizi o anda.
Balkona çıktığımda, ilteriş rüzgârın içinde bir kaya gibi dikiliyordu. Kollarını göğsünde birleştirmiş, aşağıdaki ışıklı bahçeye bakıyordu. Yanına yürüyüp durdum, ona bakmadan omzuma hafifçe çarptım. “Ne var lan? Kendi düğününü mü düşünüyorsun?” dedim, alaycı bir tonla.
O ise gözlerini benden ayırmadan güldü. “Yok be Altay. Benim düğün dediğin ancak hayallerde. Ama bakıyorum da sen düğünleri ciddiye almaya başlamışsın.”
Başımı sallayıp gülümsedim. “Kim bilir, belki bu sefer benim için de ciddi olur. Ama asıl mesele sensin ilteriş. Seni bir gün evlendirmek için yemin ettim. Ne yapıp edip bunu başaracağım.”
O tam cevap verecekken, arkamdan gelen ayak seslerini duydum. Döndüm ve Umay’ı gördüm. Hafif rüzgârda saçları uçuşuyor, o kırmızı elbisesiyle adeta gecenin yıldızı gibi görünüyordu. Gözlerim istemsizce ona kaydı.
“Leydim,” dedim, sesi alçaltarak. “Üşürsün burada.”
Omzumdaki ceketi çıkarıp ona uzattım. O zarif elleriyle ceketi alıp omuzlarına attı. “Teşekkür ederim,” dedi, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle.
Ilteriş, bu sahneyi izlerken başını sallayıp, “Bana bak, Altay. Şimdiden böyle kocalık provalarına başladın mı?” diye sordu, alaycı bir şekilde.
Göz ucuyla ona baktım. “Başlamadıysam da geç kalmışım demektir,” dedim.
Umay, ceketimin içinde, omuzları dik ve gülümseyerek yanımıza geldi. “Siz burada ne konuşuyordunuz bakalım?” diye sordu, meraklı bir tonla.
“Seni konuşuyorduk, leydim. İlteriş, bu geceyi unutulmaz yapmak için başka bir planın var mı diye soruyordu,” dedim, gülümsememi bastıramayarak.
Umay kıkırdayarak, “Beni değil de kendisini konuşuyordur. Altay, bir de sana laf atar, ama düğün gecesi rüzgârda yalnız başına durup melankoli yapan kendisi,” dedi.
İlteriş elini kaldırıp sustu. “Tamam, tamam. Benim işim sizin romantizminize yorum yapmak değil. Ama cidden, Altay, bu kadar tatlı bir yengeyi hak ettiğine emin misin?”
Gözlerimi Umay’a çevirdim. O sırada başını çevirip hafifçe bana baktı. Gözlerinde öyle bir parıltı vardı ki, ilteriş’in ne dediği umurumda bile değildi.
“Benim leydim yanımda olduğu sürece her şey yerli yerinde, ilteriş. Sen de kendine bir leydi bul artık,” dedim, hafif bir kahkahayla.
Umay yanımıza oturup, balkondaki o serin rüzgârın içinde sohbete dahil olduğunda, gece gerçekten bizim olmuştu. Herkesin içinde başlayan düğün, burada, bu balkonda, yalnızca bize özel bir hikâyeye dönüşüyordu.
Takı sırasına geçtik. İçeri girdiğimizde salonun ışıkları, geline ve damada yönelmişti. Sıra ilerlerken ilteriş arkamdan sinsi bir şekilde, “Komutanım, ne takıyorsun? Tam mı, yarım mı?” diye sordu. Ona dönüp, “Yarım takıyorum. Evlenirken tamı alırım,” dedim, göz ucuyla gülerek. Ulaş hemen lafa atladı: “O zaman benim altınımı çeyrek say, ilterişinki zaten sahte gibi duruyor.”
Gülüşmelerin arasında sıraya geldik. Gelin ve damat yan yana durmuş, tebrikleri kabul ediyordu. Altını taktım, “Allah mesut etsin,” diyerek elimi sıktım. Yanımdan geçen ilteriş, damadın kulağına eğilip, “Büyük aşkınız varsa sabredin, her şey güzel olacak. Bak, Altay Komutan’a!” deyip kahkahayı bastı. Gelin ve damat anlam veremese de ilteriş’i tanıyan herkes onun bu anlarda ne kadar arsız olabileceğini biliyordu.
Takılar takıldı, tebrikler edildi. Gece sona erdiğinde kapıya doğru ilerledik. Ayaklarımız yorgun, ama kalbimiz keyifliydi. Umay’ı kapıda gördüm. Elini kaldırıp bana hafifçe el salladı. İçimden koşup sarılmak geçti, ama babası Haluk Yarbay’ın keskin bakışları, buz gibi bir rüzgâr gibi önümdeydi.
“Karargahta görüşürüz, leydim,” dedim, alçak bir sesle, sadece onun duyabileceği şekilde. Dudaklarının köşesinde hafif bir gülümseme belirdi. Başını eğip babasının peşine düştü.
Biz de arabamıza doğru ilerledik. Ulaş ve ilteriş hala geceyle ilgili konuşuyorlardı. “Gelin biraz gergin gibi duruyordu,” dedi Ulaş. “Kızla oğlanın arasında ne geçtiyse artık…”
İlteriş omzunu silkti. “Herkes senin gibi gevşek olamaz, Ulaş. Bir gün evlenirsen anlarım,” dedi.
Onların lafları kafamda uğuldayıp dururken aklım Umay’da kalmıştı. Kırmızı elbisesi ve gözlerindeki o tanıdık parıltı… Gözüm yolda, kulağım onların konuşmalarındaydı, ama ruhum Umay’la vedalaşamamış gibiydi.
Eve geldiğimizde her şey sessizdi. İlteriş ve Ulaş hemen yatmaya gitti. Ben ise birkaç dakika arabada oturup geceyi düşündüm. Umay’ın el sallayışı, Haluk Yarbay’ın bakışları, düğünün neşesi…
Odamda gömleğimin düğmelerini yavaşça açarken telefonumun ekranı aydınlandı. Umay görüntülü arıyordu. Hafif bir gülümsemeyle ekrana dokundum, sesiyle içimi ısıtan o tanıdık “Altay?” kelimesi yankılandı odada.
“Leydim, geceyi aydınlatan yıldızım. Hayrola, bu saatte beni mi özledin?” dedim, sesime hafif bir alay katarak.
Umay gülümsedi, ama gözleri ekrana odaklanmıştı. O sırada elim, dördüncü düğmemi de çözmekle meşguldü. Gömleğin yakasını biraz daha açıp geriye yaslandım.
“Aslında… İyi geceler dilemek için aramıştım,” dedi, sesi hafifçe titreyerek. Ama gözleri beni ele veriyordu. Bakışları gömleğin aralığından gözüken taş gibi göğsüme, boynumdaki künyeye dalmıştı. Dudaklarını hafifçe yaladığında, onu izleyen ben, bu durumun tadını çıkarmadan edemezdim.
“Leydim, gözlerim yukarıda,” dedim hafif bir sırıtışla.
Umay birden irkilmiş gibi oldu, ama bakışlarını kaçırmak yerine ekrana daha da dikkatli bakmaya başladı. İşte bu, benim cesur leydim. Ama yüzündeki o kızarıklık… İşte ona paha biçilemezdi.
Sonunda toparlanmaya çalıştı. “Altay… Sen böyle, yani… Gömleğin…” derken, cümleyi toparlayamadan birden ekrana bir parmak dokundu ve bağlantı kesildi.
Bir an boş kalan ekrana baktım, ardından odada yankılanan kahkahamı bastıramadım. Telefonu elime alıp mesaj kısmını açtım ve hızlıca yazdım:
“Benim arsız leydim utarırmış, öyle mi? İyi geceler, leydim. Rüyalarımda buluşalım.”
Gönderdikten sonra başımı yasladım. Gömleğin düğmelerini sonuna kadar açıp serin havanın göğsüme dolmasını sağladım. Ama içim hâlâ sıcacıktı. Umay’ı düşünerek huzurlu bir gülümsemeyle gözlerimi kapattım….





| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |