
Herkes Altay’ı öldü bildiği için kimse ihtimal vermiyordu.
Ben artık ölmüş bir adamdım.
Ama eğer karşımdaki Tanrılar Topluluğu beni fark ederse?
İşim biterdi.
Ne kaçış, ne ikinci bir şans… Sadece anında infaz.
Ama ben bu olasılığı sıfıra indirmek için her şeyi planlamıştım.
Sakalım ve saçım uzamıştı.
Alnıma ve elmacık kemiklerime yaptırdığım botoks sayesinde tanınmayacak haldeydim. Yüzüm, eskisinden daha keskin, daha farklıydı. Aynaya baktığımda bile eski beni göremiyordum.
Bu gece burada Tanrılar Topluluğu temsilcileri vardı.
Ve ben, bir gölge gibi onların arasına sızacaktım.
Şimdi oyun gerçekten başlıyordu.
Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.
Ama kazanacak çok şeyim vardı.
Gölgeler içinde yürüyordum.
Ölü bir adam olarak doğmuş, yok olmaya yazgılı biri gibi… Burada varlığım bir hata olamazdı. Eğer bir an bile tereddüt edersem, bir bakışımla bile kim olduğumu ele verirsem, bu gece son gecem olurdu.
Tanrılar Topluluğu burada.
Ve ben, onların arasına sızmış bir hayaletim.
Nefes alışımdan bile şüphe duymalıydım. Ellerim rahat olmalı, bakışlarım gereğinden fazla odaklanmamalıydı. Düşüncelerimi, içimde gömdüğüm geçmişimi bile kontrol etmeliydim.
Çünkü bu masada hata yapan ölürdü.
Ve ben, henüz ölmek için burada değildim.
Yanıma gelen Anna'yla rahat davranmaya çalıştım. Sanki yıllardır bu dünyanın içindeymişim gibi, sanki buraya aitmişim gibi.
Oyun buydu. Bunu kusursuz oynamalıydım.
Anna koluma hafifçe dokundu, "Seni ailelerin temsilcileriyle tanıştırayım, Muhammed," dedi, sesi yumuşak ama içinde gizli bir güçle.
Aileler.
Tanrılar Topluluğu’nun omurgası, sistemi yönetenler, güç dengesini elinde tutanlar.
Eğer bu dünyada bir yer edinmek istiyorsam, onlarla tanışmak, onlara güven vermek zorundaydım.
Gülümsedim, "Elbette, Anna. Bundan büyük bir onur olamaz." dedim, sesime hafif bir kendinden eminlik katarak.
İlk adımı atarken, içimde tek bir gerçek yankılandı:
Ya onların içine sızacaktım…
Ya da bu gece burada ölecektim.
Başımla hafif bir selam verdim, kendinden emin ama ölçülü bir hareketle.
"O bir aday," dedi Anna, sesi otoriter ama yumuşaktı. Herkesin içinde bana bir kimlik veriyordu.
Yanımdaki adam gözlerini kısarak bana bakarken, Anna devam etti:
"Dubai temsilcimiz," dedi beni tanıtarak. "Ve ben kefilim."
Bu masada biri sizin için kefil oluyorsa, bu bir güven işaretiydi ama aynı zamanda bir sorumluluktu. Eğer başarısız olursam, Anna da düşerdi.
Bu bir lütuf muydu?
Yoksa gizli bir tehdit mi?
Gözlerimi ondan ayırmadan gülümsedim. Gözlerinde benim tepkimi ölçen, her kelimemi tartan bir ifade vardı.
"Teşekkür ederim, Bayan Anna."
Sonra kadehimi kaldırdım, "Büyük güce," dedim.
Masadakiler bir kez daha kadehlerini kaldırdı.
Ve ben, artık oyunun tam ortasındaydım.
"Burada her ülke temsilcisine ismiyle değil, ülkesiyle hitap ederiz," dedi Anna, gözlerini etrafta dolaştırarak. "Ben İrlanda temsilcisiyim. Bana İrlanda diyebilirsin, Dubai."
Dubai.
Artık ismim buydu. Umay’ın dudaklarından bir kez bile duyamayacağı, oğlum Aybars’ın asla öğrenmeyeceği bir isim.
Anna’nın sesi odada yankılandıkça, sırayla temsilciler yanıma gelmeye başladılar.
"Avustralya."
"İngiltere."
"Arabistan."
"Hindistan."
Her biri benimle tokalaştı, gözlerimin içine baktı. Kimim, neyim, ne kadar güvenilir ve tehlikeliyim—hepsini tarttılar.
Ve sonra sıra ona geldi.
Bir adam önümde durdu, elini uzattı.
"Ben Türkiye," dedi.
O an, kan beynime sıçradı.
Maske altından dişlerimi sıktım.
Ellerim yumruk olmasın diye içimdeki öfkeyi kontrol etmeye çalıştım. Ama içimden yalnızca tek bir kelime geçti:
Şerefsiz.
Bu masada Türkiye’yi temsil eden bir adam vardı.
Ama benim ülkemin, benim bayrağımın, benim toprağımın düşmanıydı.
Ve şimdi elimi sıkıyordu.
Beni bilmiyordu.
Ama ben, onun kim olduğunu öğrenmek için buradaydım.
O elini uzatırken, ben de gülümsedim.
Ve bütün nefretimi içimde saklayarak, o eli sıktım.
Oyun, şimdi gerçekten başlıyordu.
Zoraki bir şekilde elini sıktım. İçimden geçen öfke, damarlarımdan ateş gibi akıyordu. Ama dışarıdan yalnızca bir maskeydim.
Gözlerinin içine bakarak, güçlükle konuşabildim:
"Türkleri sevmem."
Bu sözler ağzımdan çıkarken, içimde bir şeyler parçalandı. Ama rolü oynuyorsam, sonuna kadar gitmeliydim.
Adam başını hafifçe yana eğdi, sanki beklediği bir cevabı almış gibi.
"Seninle iyi anlaşacağız, Dubai." dedi, sinsi bir gülümsemeyle.
İçimdeki her hücre, o an onu oracıkta boğmak istiyordu.
Ama bu masada öfkeye yer yoktu. Sabır, en büyük silahtı.
Gülümsedim. Bıçak sırtında bir ifadeyle.
"Umarım, Türkiye." dedim, elimi geri çekerken.
Beni tanımıyorlardı.
Ama ben, onların en karanlık sırlarını öğrenene kadar sabredecektim.
Ve zamanı geldiğinde, bu tokalaştığım el bir daha hiçbir şeyi tutamayacaktı.
Hep beraber kumar masasına oturduk. Loş ışıklar, ağır puro dumanı ve etrafta yankılanan fısıltılar… Burada her hareketin, her kelimenin bir anlamı vardı.
Fransa, bardağını kaldırıp hafifçe gülümsedi. "Aslında bu kadar az değiliz, Dubai."
Başımı hafifçe ona çevirdim, ilgimi çekmiş gibi yaptım. Oyun devam ediyordu.
Fransa içkisinden bir yudum alıp bardağını masaya koydu. "Mesela Amerika…" dedi, sesi biraz daha ciddileşerek. "Titanlara gitti."
Masada kısa bir sessizlik oldu.
Titanlar.
Timimin peşinde olduğu topluluk.
Kaos'un diğer yüzü.
Ama burada bir tepki veremezdim. Şaşırmış gibi yapamazdım.
Sadece kaşlarımı hafifçe kaldırıp, umursamaz bir sesle, "Öyle mi?" dedim. "Demek Amerika Titanlarla ilgileniyor."
Fransa gülümsedi. "Herkes bir taraf seçmek zorunda, Dubai. Senin tarafın neresi?"
Bardaktaki içkiye göz gezdirdim, sonra masaya yaslanıp ona baktım.
"Benim tarafım, en güçlü olanın tarafı." dedim.
Masadakiler hafifçe gülümsedi. Cevabım, onların dünyasında yankılanan bir gerçek gibiydi.
Ama ben yalan söylüyordum.
Ben taraf seçmiştim.
Ve zamanı geldiğinde, bu masadaki herkesin maskesini düşürecektim.
"Titanlar..." dedim, hafifçe başımı yana eğerek. "Tanrıları sevmezler diye duydum. Ama anladığım kadarıyla siz onlara bağlısınız."
İngiltere bana dikkatle baktı. Gözlerinde, ilgiyi ve aynı zamanda beni tartan bir bakış vardı.
Kadehini yavaşça masaya bıraktı, sesi sertti. "Burada mitolojiyi unut, Dubai. Burada hiyerarşi vardır."
O an anladım. Bu bir masal değildi.
Bu bir sistemdi.
İrlanda, omzuma elini koydu. "Yani anlayacağın," dedi alçak bir sesle, "Temsilciler Titanlara bağlıdır. Titanlar ise Büyük Güç’e..."
Derin bir nefes aldı, hafifçe gülümsedi. Ama bu gülümseme bir sırrın eşiğinde olmanın gülümsemesiydi.
"Ve her şeyin başlangıcı Kaos’a bağlıdır."
Kaos.
Bu kelime masaya düştüğünde, herkesin gözleri parladı.
Gizlenmiş bir tapınma, bir sadakat, bir güç arzusu vardı bu bakışlarda.
Ben ise sadece soğukkanlı bir ifadeyle kadehimi dudaklarıma götürdüm.
Kaos…
Benim yok etmeye geldiğim şey.
Ve şimdi, onun kollarının arasında oturuyordum.
Kaos…
Bu kelime masaya düştüğünde, odadaki havanın değiştiğini hissettim.
Bu sıradan bir örgüt, basit bir güç dengesi değildi. Kaos, onlar için bir inançtı. Bir ideoloji.
Masadaki herkes, bu ismi duyduğunda gözlerinde aynı parıltıyı taşıdı.
Onlar Kaos’a sadıktı.
Ve ben, bu sadakatin tam ortasına sızmak için buradaydım.
Kadehimi ağır hareketlerle masaya bıraktım, etrafıma göz gezdirdim. Bu tepkiyi iyi analiz etmeliydim.
Kim gerçekten inanıyor?
Kim sadece çıkar için buradaydı?
Kim manipüle edilebilir, kim düşman olacaktı?
İrlanda yeniden konuştu. "Bizi yanlış anlama, Dubai," dedi. "Kaos, sadece bir kavram değil. O, bir düzenin yıkımı değil, yeni bir düzenin başlangıcıdır."
Fransa hafifçe gülümsedi. "Her şeyin bir kökü, bir lideri vardır. Ve Kaos, var olan her şeyin köküdür."
Harry sessizdi. Ama biliyordum, o da en az benim kadar dikkat kesilmişti.
Gözlerimi hafifçe kıstım, oyunuma devam etmeliydim.
"Sizce gerçekten her şeyin kökü mü, yoksa sadece bir kaos teorisi mi?" dedim, ilgimi belli eder gibi.
İngiltere hafifçe gülümsedi. "Öğrenmek üzeresin, Dubai."
Tam o sırada odanın kapısı açıldı.
İçeri yeni biri girdi.
Ve havadaki gerilim, yerini tam anlamıyla ölüm sessizliğine bıraktı.
Bu kişi, Kaos'un bir adım ötesinden geliyordu.
Büyük Güç’ün temsilcilerinden biriydi.
Ve ben, artık gerçekten onların arasına adım atmıştım.
"Büyük Güç var olsun."
Bu iki kelime havada yankılandı. Odadaki herkes sessizliğe gömüldü.
Kapıdan içeri giren kişi, ağır adımlarla masaya doğru ilerledi. Üzerindeki koyu renkli takım elbise bile onun gücünü saklamaya yetmiyordu.
Ama asıl dikkat çeken şey, taktığı altın ayı maskesiydi.
Amerika.
Bu, onun kimliğiydi. Burada isimler değil, güç konuşurdu.
İrlanda, hafifçe eğilip kulağıma doğru fısıldadı.
"O Amerika... Tanrıları yönetenlerden biri. Eğer bu masada hayatta kalmak istiyorsan, ona dikkat et."
İçimde bir şeyler kıpırdadı. Tim, Titanları yok etmeye çalışıyordu.
Ama bu adam… Bu adam onları besleyen kanı taşıyordu.
Eğer doğru hamleleri yaparsam, onu çökertebilir ve Titanların içindeki asıl bağlantıyı görebilirdim.
Ama eğer yanlış bir hareket yaparsam…
Ölürdüm.
Oyun artık gerçek bir savaşa dönüşüyordu.
"Bosna öldürülmüş."
Amerika'nın sesi odada yankılandığında, herkes kısa bir an duraksadı. Ama bu bir şaşkınlık sessizliği değil, oyunun gerektirdiği soğukkanlılıktı.
"Haberimiz var." diye mırıldandık hepimiz, sanki bu konu üzerinde fazla durmaya gerek yokmuş gibi.
Ama benim için bu cümle, satır aralarında saklı bir gerçeğin kapısını açtı.
Kaos'un yanından geliyorum," dedi Amerika, ağır bir ses tonuyla. "Kaos çok kızgın. Türk timini yakın emri verdi."
Kadehimi masaya bırakırken elim istemsizce yumruk oldu.
"Adamların kimliği belli değil," diye devam etti, kısık bir sesle. "Giderken kameralara sıkmışlar. Akıllıca."
O an her şey yerine oturdu.
Bu, İlteriş'e verilen görevdi.
Bosna'daki infaz… Tanrıların bir parçasını yok etmek…
Bu, bizimkilerin işiydi.
Ve şimdi Kaos'un öfkesi buraya, bu masaya yansıyordu.
Maskemin altından sırıttım.
Türk timinin yakın emri verilmişti.
Ama ne Kaos ne de Amerika bilmiyordu…
Avlarını avlayan kimdi?
Ve bu gece, bu masada, bir avcı daha vardı.
"Ya... Ya biz de ölürsek?"
Sözlerim titrek ve korkuyla çıktı. Psikolojik baskıyı hissettirmek için ses tonumu ustaca ayarlamıştım.
Ve başardım.
Odada aniden bir gerginlik yayıldı. Masadakiler rahatsızca kıpırdanmaya başladı. Birkaç kişi kadehlerini sıkıca tuttu, bazıları birbirine kısa ama endişeli bakışlar attı.
Korku, bir virüs gibidir. Birine bulaştığında, hızla herkesi etkisi altına alır.
Ama o an, Amerika bana döndü.
Gözleri maske ardında olsa bile, yüzünde sinsi bir gülümseme olduğunu hissedebiliyordum.
"Sen Dubai olmalısın, değil mi?" dedi, sesi kendinden emin ama bir o kadar da küçümseyici bir tonda.
"Evet," dedim, hala biraz endişeli görünmeye çalışarak. Rolümü iyi oynuyordum.
Amerika, elindeki viskiyi ağır ağır yudumladı, sonra bardağını masaya bıraktı.
"Korkmamalısın," dedi. "Türkler sandığın kadar güçlü değil."
Gözlerimi ona diktim. Devam et, pislik. Gerçek yüzünü daha net göster bana.
"Onlara ayrıştırma oyununu boşuna vermedik," diye ekledi, hafifçe sırıtıp geriye yaslanırken. "Kendilerini dindar-laik, Müslüman-Hristiyan, etnik kimliklerle böldük. Güvenlerini boşuna bozmadık."
Göz kırptı.
Kan beynime sıçradı.
Ama tek yapabildiğim, boğazımdan geçen bir yutkunma efektiyle ona onay verir gibi hafifçe başımı sallamak oldu.
Bu adamlar, Türkiye'yi içten içe çürütmek için yıllardır uğraşıyorlardı.
Ve ben şimdi onların arasında, bunları dinliyordum.
Beni kendi çöplüklerine ait sanarak.
Ama bilmiyorlardı…
Türkleri bölmek için kurdukları masaya, şimdi en tehlikeli Türk oturuyordu.
"Böldük…"
Amerika’nın sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. "Onlara ayrıştırma oyununu boşuna vermedik."
Masadakilerin yüzlerinde farklı ifadeler vardı. Kimi keyifle sırıtmış, kimi düşünceli bir şekilde bardağını çeviriyordu. Ama hepsinin ortak olduğu tek bir şey vardı:
Türkleri küçümsemeleri.
Elimi hafifçe titretip rolüme devam ettim. "Ama ya bir gün birleşirlerse?" dedim, sesime biraz daha kaygı katarak.
Amerika kahkaha attı. Bildiğin kahkaha.
"Birleşmek mi?" dedi, puro dumanını havaya üflerken. "O iş bitti, Dubai. Bitti."
Masadakiler de gülümsemeye başladı. Fransa viskisini kaldırdı, İngiltere başını salladı.
"Türkler her zaman bölünmüş olacak," diye devam etti Amerika. "Kendi içlerinde o kadar çok düşman yarattılar ki artık biz bir şey yapmasak bile onlar birbirlerini yiyip bitirecek."
İrlanda, masaya hafifçe eğildi, sesi Amerika’ya göre daha sakindi ama bir o kadar da tehlikeliydi.
"Ve unutma Dubai," dedi, bana bakarak. "Biz sadece dışarıdan izlemiyoruz. İçerideler. En büyük güçlerini bile kendi elleriyle bitirecek adamları çoktan yerleştirdik."
İçerideler.
O an her şey daha netleşti.
Bu sadece dış güçlerin planı değildi. Bu ihaneti içerden besleyenler vardı.
Ve şimdi onların kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu.
Gözlerimi kısıp rolüme devam ettim, "Öyle diyorsunuz…" dedim, sanki tam emin olamıyormuş gibi. "Ama ben hâlâ şüpheliyim. Türkler inatçıdır."
Amerika eğilip bana doğru yaklaştı, "Endişelenme, Dubai." dedi, sanki bir çocuğu sakinleştirir gibi. "Onları bitirmek için son hamlemiz çoktan başladı."
Son hamle?
İçimde bir şeyler kıpırdadı. Bundan bahsetmemişlerdi.
"Ne hamlesi?" diye sordum, ilgimi belli ederek.
Amerika göz kırptı. "Sırası gelince öğreneceksin."
Kanım dondu.
Şimdi önümde yeni bir gerçek vardı.
Onlar, Türkiye’ye karşı son hamlelerini oynuyorlardı.
Ve benim, bu hamle yapılmadan önce onları durdurmam gerekiyordu.
O an, içimdeki tüm öfkeyi bastırarak rahat bir gülümseme takındım. Ama kanım donmuştu.
Son hamlelerini çoktan başlatmışlardı.
Ne yapmışlardı?
Kimleri devreye sokmuşlardı?
Hangi kapılar kapanmış, hangi ihanetler başlatılmıştı?
Zaman daralıyordu.
Ama ben sıradan bir işadamı gibi görünmek zorundaydım.
Geriye yaslandım, viskimi alıp dudaklarıma götürdüm. İçmedim. Ama içer gibi yaptım.
"Sırası gelince öğreneceğim öyle mi?" dedim, Amerika’nın gözlerinin içine bakarak.
Gülümsedi. "Elbette Dubai. Önce kendini kanıtlamalısın."
Kendimi kanıtlamak.
Bu masada kalabilmek için onlara sadakatimi göstermem gerekecekti.
Bir şeyler yapmamı isteyeceklerdi. Belki bir ihanet.
Belki bir infaz.
Belki Türkiye’ye karşı bir hamle.
İrlanda araya girdi, bardağını kaldırarak, gözlerini bana dikti.
"Bu kadar ciddi olmaya gerek yok, beyler." dedi, hafif bir alayla. "Dubai bizimle olduğuna göre artık onun da bir seçimi var."
Masadakiler sessizleşti. Bana bakıyorlardı.
Seçim.
Bu sadece bir kelimeydi ama içinde ölüm taşıyordu.
Gözlerimi Amerikalının gözlerinden ayırmadım. "Ve bu seçim nedir?" dedim, sesimde hafif bir meydan okuma ile.
Masadaki herkes hafifçe gülümsedi. Tuzak kurulmuştu.
"Türkiye’ye bir hediye göndereceğiz," dedi Amerika, elindeki sigarayı küllüğe bastırırken.
Kalbim aniden hızlandı. Beni test ediyorlardı.
Ve o an anladım.
Benden, Türkiye’ye ihanet etmemi isteyeceklerdi.
Şimdi ya rolüme sadık kalacak, oyuna devam edecek ve içeride daha derine inecektim…
Ya da en ufak bir hatayla, bu masada anında infaz edilecektim.
Bıçak sırtındaydım.
Ve oyun, artık ölümcül bir hal almıştı.
"Türkiye'ye girişim yasaklandı," dedim, rahatça, umursamaz bir edayla. Bunu söylerken viskimi alıp hafifçe salladım, sanki geçmişte yaptığım basit bir hatadan bahsediyormuşum gibi.
Dosyada böyle yazıyordu.
Amerika ve diğerleri ilgilerini kaybedecek gibi oldular ama sonra ekledim:
"Bir kızla sevişirken yakalandık."
Masadakiler tekrar bana döndü. İlgileri canlanmıştı.
Bir sigara yaktım, dumanını yavaşça havaya üfledim. "Zorla yaptığımı söyledi."
İrlanda hafifçe güldü. "Ah, klasik numara." dedi. "Buna kaç kişinin kurban gittiğini bilsen şaşarsın, Dubai."
Fransa başını salladı, "Kadınlar," diye mırıldandı, sanki bu kelimenin içinde binlerce anlam gizliymiş gibi.
Ama ben asıl Amerika'nın tepkisini ölçüyordum.
Gözlerini benden ayırmadı. "Peki, neden sustun?" dedi, sesi meraklıydı ama altında bir test yatıyordu. "Suçsuzsan neden savaşmadın?"
Gülümsedim.
"Bazen savaşmak, kaybetmekten daha tehlikelidir."
Bu cümle masada yankılandı. Beni tartıyorlardı.
Ve ben artık bu dünyanın bir parçası olduğumu onlara kanıtlıyordum.
Ama aslında…
Onların dünyasını içeriden çökertecek adam bendim.
Sırıttım.
"Suçsuz olduğumu kim söyledi?" dedim, sesime hafif bir alay katarak. "Milyonlarca yaptığım seks partilerinden birinde yakalandım ve sınır dışı edildim."
Masadakiler hafifçe güldü. Bazıları başını salladı, bazıları alaycı bakışlar attı.
Ama Amerika bana daha dikkatli bakıyordu.
Bu adamların dünyasında güçlü olan adam kirli olurdu.
Güçlü olan adam ahlakı umursamazdı.
Güçlü olan adam, kendi doğrularını yaratırdı.
Ben de onlara tam olarak duymak istedikleri şeyi veriyordum.
İrlanda viskisini havaya kaldırdı. "Şerefine, Dubai," dedi gülerek. "Kirli geçmişi olan adamları severiz. Çünkü temiz kalanlar her zaman en önce ölür."
Bende viskisini kaldırıp gülümsedim. "O zaman uzun yaşayalım, İrlanda."
Masadakiler kahkahalarla kadehlerini tokuştururken, ben içimden yalnızca tek bir şey söyledim:
"Sizinle cehennemde görüşeceğiz."
Masada kahkahalar yankılanırken, ben her gülüşü, her bakışı hafızama kazıyordum.
Bunlar düşmandı.
Türkiye’yi içeriden kemiren asalaklar.
Ve ben şimdi onların arasındaydım. Bana kadeh kaldırıyor, beni kendi pisliklerine ait sanıyorlardı.
Ama bilmiyorlardı…
Ben, onları içlerinden çökertmeye gelen adamdım.
Amerika kadehini masaya koydu, gözlerini benden ayırmadan, "Peki Dubai," dedi, sesi sanki umursamaz ama aslında test edermiş gibi. "Büyük Güç için ne yapmaya hazırsın?"
İşte buydu. İlk sınav.
Beni kabul etmeleri için onlara kanıt sunmam gerekiyordu.
Benden bir şey isteyeceklerdi. Kirli bir iş, belki bir ihanet, belki bir ölüm.
Gözlerimi kısıp umursamaz bir ifadeyle sırtımı sandalyeye yasladım. "Beni buraya boşuna oturtmadınız, değil mi?" dedim, dudaklarıma sinsice bir gülümseme yerleştirerek. "Ne istiyorsanız söyleyin."
İrlanda sırıttı. "İşte gerçek bir oyuncu."
Amerika hafifçe öne eğildi. "Türkiye'de eski bir dostumuz var."
Cebinden bir fotoğraf çıkardı, masaya koydu.
Baktım.
Ve kanım dondu.
Bu adamı tanıyordum. Hem de çok iyi tanıyordum.
Ama belli etmedim. Kaşlarımı kaldırıp hafifçe gülümsedim. "Kim bu?" dedim, sanki önemsiz bir meseleymiş gibi.
Amerika gözlerimin içine baktı. "Bize ihanet etti."
Bardağına uzanıp yudum aldı, "Ve sen, sadakatini göstermek için onu ortadan kaldıracaksın."
İlk emir gelmişti.
Şimdi ya ölüm fermanını imzalayacaktım…
Ya da oyunun en tehlikeli hamlesine başlıyordum.
"Tamam, bu basit," dedim umursamaz bir tavırla.
Masadakiler bana dikkatle bakarken, bardağımı elime alıp çevirdim. "Daha zor bir şey beklerdim."
Sırıttım.
İçimde fırtınalar kopuyordu ama hiçbir şey hissetmiyormuş gibi görünmeliydim.
Amerika bana gözlerini dikti. "Öyle mi?" dedi, sesi hafif bir meydan okuma taşıyordu. "Demek basit olduğunu düşünüyorsun?"
Omuz silktim. "İhanet eden ölür. Bu işin doğası bu, değil mi?"
Onlara istedikleri vahşeti veriyordum.
Ama gerçekte? Bir yolunu bulup bunu yapmayacaktım.
Bu masada var olmak istiyorsam, öldürmem gerekiyordu.
Ama bunu yapmadan da hayatta kalmanın bir yolu olmalıydı.
Masadaki herkes bana dikkatle bakıyordu.
Ve ben, şimdi onların gözünde gerçekten biri olmuştum.
Ama bilmiyorlardı…
Ben, onların en büyük kâbusuydum.
Göbeklitepe’deki ayini konuşuyorlardı.
Etrafa dağılan puro ve viski kokusunun içinde, insanlığın en karanlık tarafını fısıldıyorlardı.
Her yıl, Epstar Adası’ndan getirilen çocuklarla yapılan kurban ritüelini anlatıyorlardı.
Duyduklarım beynime kurşun gibi saplandı. Tüm soğukkanlılığımı korumak için kendimi zorladım.
Bu, sadece bir güç gösterisi değil, bir sapkınlıktı.
Bir an önce bu hastalıklı topluluğu yok edip Khaos’a ulaşmalıydım.
Planım netti.
Tim, Tanrılar Topluluğu’nu temizleyecekti.
Ben ise, bizzat Khaos ile yüzleşecektim.
Ama önce, ona ulaşmanın yolunu bulmalıydım.
Gözlerim masanın diğer ucundaki İngiltere temsilcisine kaydı. Beni en başından beri dikkatle izleyenlerden biriydi.
Elime iki viski bardağı alarak yanına ilerledim. Yavaş, kendinden emin adımlarla.
Yanına vardığımda, ona bir bardak uzattım.
"Gecenin şerefine," dedim, hafifçe gülümseyerek.
İngiltere bardağı aldı, gözlerini gözlerime dikti. "Senin gibi biri için fazlasıyla meraklısın, Dubai."
Kadehimi kaldırıp, içkimi hafifçe yudumlayarak "Bilgi, her şeydir," dedim. "Ve ben her şeyi bilmek isterim."
O da içkisinden bir yudum aldı, gülümsedi. "Bilgi, taşımasını bilen için bir silahtır."
Sigarasından bir nefes çekip dumanı havaya üflerken, gözlerimi ondan ayırmadım.
"Peki ya Khaos?" dedim, sesimi biraz daha alçaltarak. "Onunla nasıl görüşebilirim?"
İngiltere sigarasını küllüğe bastırdı, gülümsemesi derinleşti.
Ve o an anladım.
Bana yol gösterecekti.
Ama önce, beni test etmek isteyecekti.
Ve ben, bu testi geçmek zorundaydım.
İngiltere, viskisinden son bir yudum aldıktan sonra gözlerini doğrudan gözlerime dikti.
"Önce kendini kanıtlamalısın, Dubai," dedi, sesi sertti ama içinde bir oyun gizliydi.
Bardağımı masaya bıraktım, yüzümde umursamaz bir gülümsemeyle, "Nasıl?" diye sordum.
Eğilip bana yaklaştı, "Sadakat," dedi. "Khaos’a ulaşmanın tek yolu budur."
"Bağlılık ve inanç, Khaos için her şeydir."
O an anladım.
Benden, kanıt istiyorlardı.
Gerçekten onlardan biri olup olmadığımı görmek için, beni daha büyük bir sınava sokacaklardı.
Türkiye’de öldürmem gereken hedef, sadece bir başlangıçtı. Bu onların gözünde küçük bir işti.
Ama eğer gerçekten Khaos’a ulaşmak istiyorsam, onların inançlarına boyun eğmeli ve kendimi adamış gibi görünmeliydim.
Bir seçim yapmak zorundaydım.
Ya oyuna devam edip en derine inecektim…
Ya da şimdi, burada, elimde hiçbir şey olmadan ölümü göze alacaktım.
Ve ben, ölmek için burada değildim.
Gözlerimi İngiltere’ye diktim, yüzümde yavaşça yayılan sinsice bir tebessümle "Sadakat konusunda beni test etmek isterseniz, memnuniyetle," dedim.
İngiltere hafifçe başını eğdi, gülümsedi. "Güzel," dedi. "Görevin başarısız olursa, ölmeye hazır ol, Dubai."
Masadakiler hafifçe güldü, içkiler tokuşturuldu.
Ama ben içimden sadece tek bir cümleyi tekrar ettim:
"Khaos’a ulaşacağım… ve onu kendi cehenneminde boğacağım."
Gece yatağıma uzanmadan önce hızla raporları yazıp gönderdim. Her şeyi anlattım.
Tanrılar Topluluğu, Khaos’a giden yol, Göbeklitepe’deki sapkın ritüeller, Titanlarla olan bağları… Bütün kirli gerçekleri kodlanmış mesajlarla merkeze ilettim.
Cevap hemen geldi. Ama okuduğum şey bir istihbarat raporu değil, bambaşka bir şeydi.
Umay ve Aybars’ın fotoğrafı.
Ekrana baktım. Ve nefesim boğazımda düğümlendi.
Sessiz ama hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Yıllardır acıya alışmış bir adamın, artık alışmak istemediği bir ana düşüşü gibiydi bu.
Umay... Çok zayıflamıştı. Gözlerinin altı mosmordu. Ama her şeye rağmen, o dimdik duruşundan hiçbir şey kaybetmemişti.
Ve Aybars...
İlk kez oğlumu görüyordum. İlk kez.
Kanguru denen şeyin içinde, göğsüne bağlıydı. Minicikti. Ama yüzünde huzurlu bir ifade vardı, sanki Umay’ın kalp atışları ona yeterliymiş gibi.
Babasız büyüyordu.
İki aylıktı. Ve ben onu sadece bir ekrandan görebiliyordum.
Ama en çok içimi yakan şey...
Umay saçlarını kesmişti.
Neden? Acıdan mı? Kayıptan mı? Hayata tutunma çabasından mı?
Ve ben hiçbirini bilmiyordum.
Şubat ayındaydık. Burnunun ucu kızarmıştı.
Tam öpülmelik duruyordu.
Ve ben onu en son öptüğümde, her şey çok farklıydı.
Şimdi ise…
Ben buradaydım. O orada.
Ve aramızda koca bir cehennem vardı.
Telefonu kapattım. Ama içimdeki yangını asla.
"Sabret sevgilim…"
"Size döneceğim günü iple çekiyorum."
Sesi olmayan bir dua gibi, bu sözleri fısıldadım karanlığa.
Titreyen ellerimle telefonu tuttum, fotoğrafa son kez baktım.
Umay’ın yorgun ama güçlü bakışları.
Aybars’ın minik, savunmasız yüzü.
Beni bekliyorlar mıydı?
Yoksa çoktan öldüğümü kabullenmişler miydi?
İçimde yankılanan bu sorularla, fotoğrafı sildim.
Ama gözlerimin önünden silemedim.
Sırtımı yatağa yasladım, gözlerimi kapattım.
Uyku? Uyku benim için çoktan lüks olmuştu.
Ama uyuyamazsam, düşünürdüm.
Ve düşünürsem… Bu cehennemde sağ kalamazdım.
Dişlerimi sıkarak, kendimi karanlığa bıraktım.
Ve o gece, rüyalarımda Umay’ı son kez kokladım.
Sabah uyandığımda, gölgeler içinde hareket eden adamları fark ettim. Titanlar teker teker toparlanmaya başlamıştı.
Burada her hareket planlıydı. Hiçbir şey rastgele olmazdı.
Ben geldiğimde, bağlılık selamı verdim ve kahvaltı masasına oturdum.
Kendi içlerinde artık beni bir parça olarak görüyorlardı.
Ama bilmiyorlardı… Ben, onları içten içe çökertmek için buradaydım.
Bugün bana Tuğgeneral Aksu’yu öldürme görevi verilmişti.
Ama… Benden önce istihbarat çoktan gitmişti.
Tuzak hazırdı.
Komutan Aksu, saldırı ihtimaline karşı iki çelik yeleği üst üste giyecekti.
Ve ben, bu görevi başarısızlığa uğratmadan, kendimi Titanlara kanıtlamak zorundaydım.
Şimdi her şey zekâya dayanıyordu.
Bu görevi yapmayacaktım. Ama yapmış gibi gösterecektim.
Ve bunun için kusursuz bir plan yapmalıydım.
Bıçak sırtındaydım.
Eğer en küçük bir hata yaparsam…
Beni ilk öldüren Titanlar olurdu.
Adamlarıma haber verdim," dedim, kahvaltı bıçağımı oynatırken. Gözlerim İngiltere’ye dikiliydi.
"Bugün Tuğgeneral Aksu cehenneme gidecek."
Sesi özgüvenle, umursamazca, sanki bu sadece basit bir işmiş gibi çıkarmalıydım.
İçim kan ağlıyordu.
Ama yüzümde soğukkanlı bir gülümseme vardı.
İngiltere, kahvesinden bir yudum alıp bana baktı. Gözleri, söylediklerimi tartıyordu.
"Güzel." dedi, hafifçe başını sallayarak. "Sadakatini görmek Kaos’u memnun edecektir."
Yan masadakiler de bana dönüp gülümsedi. Onların gözünde ben artık gerçek bir Titan’dım.
Ama bilmiyorlardı…
Benim gözümde, onlar çoktan ölüydü.
Şimdi bu ölüm oyununun son hamlesini kusursuzca yapmalıydım.
Ve Titanlara, kendi kurdukları cehennemi tattıracak ilk adımı atmalıydım.
"Sen," dedi Amerika, gözlerini bana dikip. "Sen Göbeklitepe’deki ayine gelmeyeceksin."
Masadaki herkes bir an duraksadı. Bu bir ayrıcalıktı.
Amerika devam etti: "Khaos seninle tanışmak istiyor."
O an içimde fırtınalar koptu.
Ama yüzümde sevinçten başka hiçbir şey olmamalıydı.
Gözlerimi hafifçe açtım, sanki bu haberle şaşkına dönmüş, gururlanmış gibi.
"Gerçekten mi?" diye sordum, sesime hafif bir titreme ekleyerek.
Gözlerim dolmuş gibi yaptım.
Sanki kutsanmıştım.
Masadakiler bana baktı. Kimi kıskanç, kimi imrenerek.
Ama aslında bilmiyorlardı…
Ben, Khaos’u yüceltmeye değil, onu yok etmeye gidiyordum.
Şimdi bu oyunun en tehlikeli perdesi açılmıştı.
Ve ben, bu sahnede ölümüne oynayacaktım.
"Bugün hazırlan," dedi Amerika, gözlerini gözlerimden ayırmadan. "Nevada eyaletindeki 51. Bölge’ye gidiyoruz."
Bir an duraksadı.
Sesindeki ton, hafif bir tehdit, ağır bir kesinlik taşıyordu.
"Ama…" dedi ve sustu.
Sonra eğilip bana doğru yaklaştı, masadaki diğerleri de nefesini tutmuş onu dinliyordu.
"Yanlış bir şey yaparsan, bırak cesedini… Tozunu bile bulamazlar."
O an, masadaki herkes bunun ne anlama geldiğini biliyordu.
51. Bölge.
Burası sıradan bir askeri üs değildi.
Burası, Kaos’un gölgesinde doğrudan yönetilen, dünyanın en karanlık sırlarının saklandığı yerdi.
Eğer oraya giriyorsam, artık dönüşü olmayan bir yola adım atıyordum.
Ama yüzümde en ufak bir tereddüt olmamalıydı.
Hemen arkamı dikleştirdim, çenemi kaldırdım ve gözlerinin içine baktım.
"Büyük Güç'e, Khaos’a sadakatim sonsuzdur," dedim.
Bunu söylerken sesi titreyen bir adam gibi değil, gerçekten adanmış biri gibi konuştum.
Masadakiler tatmin olmuş gibi başlarını salladılar.
Ama bilmiyorlardı…
Ben, Khaos’un önünde diz çökmeye değil, onu kendi karanlığında boğmaya gidiyordum.
Ve şimdi, ölümün kalbine adım atıyordum.
Tehlikenin kalbine yürüyordum.
Hazırlanmak için odama çekildiğimde, bilgisayarımdaki tüm kayıtları tek tek sildim.
Görüşme kayıtları, mesajlar, raporlar…
Bütün izleri yok ettim. Beni ele verecek tek bir kelime bile bırakmadım.
Sonra, takım elbisemi giydim.
Koyu renk, üzerime tam oturan, otorite ve ciddiyet kokan bir kumaş. Bugün, Khaos’a adım atacak bir adam gibi görünmeliydim.
Son bir kez aynaya baktım. Altay yoktu.
Artık Muhammed vardı.
Ve Muhammed, şimdi tehlikenin ana merkezine gidiyordu.
Nevada çölünün ortasında, gözlerden uzak bir askeri üs.
Ama burası, sıradan bir askeri üs değil.
Dünyanın en gizli projelerinin yürütüldüğü, hükümetlerin bile tam anlamıyla erişemediği, kontrolü elinde tutanların sadece en seçilmişlerden oluştuğu bir yer.
Resmî olarak burası Amerikan Hava Kuvvetleri’ne ait bir test sahası.
Ama gerçekler, söylentilerden bile daha korkunç.
Burada uçaklar değil, insanlar test ediliyor.
Biyolojik silahlar, zihin kontrolü deneyleri, genetik manipülasyon projeleri…
Ve Khaos’un kalbi, tam burada atıyor.
Burası sadece bir tesis değil.
Burası, dünyanın en güçlü gölgelerinin bir araya gelip insanlığın kaderini belirlediği yer.
Ve şimdi…
Ben o gölgelerin arasına sızıyordum.
Arabaya bindim, camdan dışarı Nevada’nın kızıl topraklarına bakarken, içimdeki tek düşünce şu oldu:
Buraya giren geri dönmez.
Ama ben döneceğim.
Ve burası benim mezarım değil, onların cehennemi olacak.
Amerika beni bıraktığında, artık tamamen yalnızdım.
O Göbeklitepe’deki ayine katılmaya giderken, ben ise Khaos’un kalbine doğru adım atıyordum.
Burası, şeytanın tahtına çıkan yoldu.
Kapıda, Khaos’un askeri beni durdurdu. Yüzünde hiçbir duygu belirtisi yoktu, eğitimliydi.
Kimliğime baktı, gözlerinde en ufak bir tereddüt olmadan. Sonra koluma bir bileklik taktı.
Bu, bir çeşit kimlik doğrulama cihazıydı. Burada her hareketim izlenecekti.
Beni içeri götürdü.
Duvarlar gri, metalik ve soğuktu. Burası bir bina değildi, bir mezardı.
Sonra bir sekreterin önüne geldik. Kadın hiç istifini bozmadan başını kaldırdı ve soğuk bir sesle konuştu:
“Khaos şu an müsait değil.”
Meraklı bir şekilde kaşlarımı kaldırıp, ilgileniyormuş gibi sordum: “Müsait değil mi?”
Asker, yüzünde en ufak bir duygu belirtisi olmadan cevap verdi:
"Cinsel ihtiyaç."
Bir saniyeliğine beynim durdu.
Ama hiçbir tepki vermedim.
Gözümü bile kırpmadım. Öfkemin en ufak bir izini bile göstermemeliydim.
Beklemeye devam ettim. Bir dakika, beş dakika, on dakika…
Ve sonra…
İçeriden bir kafes çıkardılar. İçinde baygın bir çocuk vardı.
O an yutkunamadım.
Mideme bir bıçak saplanmış gibi hissettim. İçimden sadece tek bir cümle yankılandı:
“Allah belanı versin.”
Ama şimdi hissetme zamanı değildi. Şimdi izleme, öğrenme ve sonra yok etme zamanıydı.
Şimdi sıramı beklemeliydim.
Ve sıra bana geldiğinde…
Bu yeri kan gölüne çevirecektim.
Kapı ağır ağır açıldı.
O an odadaki hava değişti. Sanki oksijen çekilmiş, yerini iliklere kadar işleyen bir ağırlık almıştı.
Khaos geldi.
Ama bu bir insan değildi.
Bir varlık, bir gölge, bir kabus gibi.
Boyu uzundu, ama insanımsı değildi.
Yüzü… Yüzü yok gibiydi. Maske mi? Deri mi? Yoksa sadece bir siluet mi? Anlamak imkânsızdı.
Gözlerinin olduğu yerde, kömür gibi yanan siyah boşluklar vardı. Bakanın ruhunu emen dipsiz kuyular gibi.
Üzerinde asimetrik kesimli siyah bir cüppe vardı, kumaşı neredeyse canlı gibiydi, kımıldıyordu.
Yürürken zeminden hafif bir cızırtı sesi yükseliyordu, sanki ayakları toprağa değil, yanan küle basıyormuş gibi.
Yaklaştıkça tenime soğuk bir ürperti yayıldı.
Ve yaklaştığında, hiç ses çıkarmadan önümde durdu.
Konuşmadı.
Ama sesini duydum.
Kafamın içinde yankılanan, insan kulağının duyamayacağı frekansta bir fısıltıydı.
“Bana neden geldin?”
Mideme yumruk yemiş gibi oldum.
Bu, sıradan bir düşman değildi.
Bu, saf kötülüğün ta kendisiydi.
Ama yutkundum. Başımı kaldırdım.
Ve içimdeki korkuyu sessizce boğup konuştum:
"Size hizmet etmeye geldim."
O an anladım...
Bu savaşı kazanmak için önce cehennemin en dibine inmem gerekiyordu.
Khaos önümde yükseliyordu.
Bir insan değil, bir varlık.
İlahi bir çürüme.
Kafamın içinde yankılanan sesi, ruhuma çiviler gibi saplanıyordu.
“Bana hizmet mi edeceksin?” dedi. Ama ses değil, bir çığlık gibiydi bu.
Karanlığın çığlığı.
Nefesim daraldı. Kalbim sanki göğüs kafesimi parçalayacak gibi çarpıyordu.
Ama yılmadım. Bu oyunu sonuna kadar oynamalıydım.
Başımı kaldırdım. Karşısında titreyen biri değil, bir köle değil, güçlü bir aday gibi görünmeliydim.
“Evet,” dedim, sesimi kontrol ederek. “Bana ne isterseniz yaptırabilirsiniz. Sadakatim sınırsız.”
Gözleri olmayan o boşluklar bana doğru yaklaştı.
Khaos eğildi. Ve o an midem bulandı.
Çünkü nefesini hissettim.
Çürüme, koku, ölüm... İçimdeki her sinir ucu isyan etti.
Ama hiçbir tepki vermedim.
“Sadakat...” dedi, sesi bir mırıltı gibi. “Sadakat kanla kanıtlanır.”
Arkamdaki kapı açıldı. İki asker içeri girdi.
Ve birini yerde sürükleyerek getirdiler.
Kafam döndü.
Çünkü yere yatırılan kişi...
Komutan Aksu’ydu.
Kanlar içinde, ama yaşıyordu.
“Bize ihanet edenleri affetmeyiz,” dedi Khaos. “Bu senin sınavın olacak, Dubai.”
Bir bıçak havada süzüldü, ve tam önümde yere saplandı.
“Sadakatini kanıtla.”
Şimdi önümde tek bir seçenek vardı:
Ya Komutan Aksu’yu öldürüp oyuna devam edecektim...
Ya da Khaos’un kalbinde, o an ölecektim.
Ama bilmiyorlardı...
Ben ölmek için gelmedim.
Ben buraya bu lanetli sistemi çökertmeye geldim.
Şimdi, en zor hamle zamanıydı.
Komutan Aksu, gözlerimin içine baktı. O bakışta korku yoktu.
Sadece bir teslimiyet... ve güven vardı.
Çünkü ikimiz de biliyorduk: Bu ölüm bir illüzyondu.
İstihbarat raporlarına göre çift çelik yelek giymişti.
İnsan çöplüğüne atıldığında kurtulma ihtimali yüksekti.
Ama burası Khaos’un kalbiydi. Tereddüt edersen ölürdün.
Bu yüzden hiç düşünmedim.
Hiç titremedim.
Bıçağı aldım... ve vurdum.
Bıçak, tam göğsüne saplandı.
Ama kan yoktu. Sadece kıyafete yayılan hafif bir yırtılma sesi.
Komutan Aksu, acı çığlığı atar gibi yaptı. Ama ben onun o an bilerek bayıldığını anladım.
Bilerek kendini bıraktı.
Bu, sessiz bir anlaşmaydı.
O, ölü taklidi yapacaktı...
Ben ise hayatta kalıp Khaos’u içeriden yok edecektim.
Khaos’un sesi beynimde patladı:
“İşte bu... sadakat!”
Etrafımdakiler alkışlamaya başladı.
Ben ise kanlı bıçağı yere bıraktım.
İçimde her şey paramparçaydı.
Ama yüzümde... soğuk bir gülümseme vardı.
Onları kandırmıştım.
Ama artık geri dönüş yoktu.
Bu savaşı ya ben bitirecektim...
Ya da bu karanlıkta kaybolacaktım.
"İşte," dedi Khaos, sesi kafamın içinde yankılanıyordu. "Bize karşı gelenlerin sonu budur."
Sarı, sivri dişlerini göstererek gülümsedi.
O gülümseme insanımsı değildi. Vahşi, hastalıklı, bozulmuş bir yaratığın zafer anıydı.
Kan kokusu, metalin soğukluğu, çürüme... Hepsi o odada sıkışmış gibiydi.
Etrafımdaki insanlar — ya da artık ne olduklarından emin olmadığım varlıklar — alkışlıyorlardı.
Ama ben sadece Komutan Aksu'nun yerde hareketsiz yatan bedenine baktım.
O yaşamalıydı.
Tim bunu planlamıştı.
Ben ise sadece oyunu oynamıştım.
Ama içimdeki ateş sönmüyordu. Ellerim kana bulanmış gibi hissediyordum.
Khaos bana yaklaştı.
"Sen artık bizimlesin, Dubai," dedi. "Ve artık daha büyük bir göreve hazırsın."
Büyük görev.
Bu kelime, midemi sıktı. Çünkü bunun ne anlama geldiğini biliyordum.
Türkiye’ye karşı nihai hamle...
Ama bilmiyorlardı.
Ben onların içerisine sadece kök salmak için girmiştim.
Ve zamanı geldiğinde...
Bu lanetli yapıyı kendi kanlarında boğacaktım.
Gözlerimi kaldırdım, Khaos'un gözsüz yüzüne bakarak başımı eğdim.
"Emrinizdeyim," dedim.
Ama içimden sadece şu cümleyi geçirdim:
"Cehennemde yanacaksın."
"Epstar Adası’nı duymuşsundur," dedi Khaos, sesi zift gibi ağır, zehir gibi keskin.
"Senden birinin çocuğunu kaçırmanı istiyorum."
Kanım dondu.
Ama gözümü bile kırpmadım.
"Kim?" diye sordum, sanki soğukkanlı bir tetikçiymişim gibi.
"Orgeneral Güven’in oğlu."
Boğazım düğümlendi.
Orgeneral Güven.
Yıllarını Türkiye’yi bu pisliklerden korumaya adamış, ailemi kurtarmış, timime kalkan olmuş adam.
Şimdi onun 12 yaşındaki oğlu hedefteydi.
"Onu kaçırıp bana getireceksin," dedi Khaos, çürümüş bir sırıtışla.
Ağzını yırtmak istedim.
Oracıkta üzerine atlayıp boğazını parçalamak istedim.
Ama tepki veremezdim.
Tek bir yanlış hareket, her şeyi mahvederdi.
Khaos beni izliyordu. Beni test ediyordu.
Eğer küçücük bir tereddüt bile gösterirsem, anında öldürülürdüm.
O yüzden içimdeki fırtınayı derinlere gömdüm.
Nefesimi düzelttim, ellerimi yumruk yapmamaya zorladım.
Ve başımı eğdim.
"Emredersiniz," dedim buz gibi bir sesle.
Ama o an sadece tek bir şey düşündüm:
Bu yaratığı, kendi cehenneminde boğacağım.
"Adamlarına emir ver. O çocuğu istiyorum," dedi Khaos, iğrenç, iç titreten bir kahkaha atarak.
Sesinin yankısı bile lanetliydi.
Sonra bana döndü, o gözsüz yüzüyle sanki ruhumu söküyormuş gibi baktı.
"Birkaç gün onur konuğum ol," dedi. "İçimdeki sadakati görmek istiyorum."
Gözlerim ışıldadı.
Çünkü bu, bir fırsattı.
Birkaç gün burada kalmak, Khaos'un kalbine tamamen sızmak demekti.
Bilgilerini, zayıflıklarını, tüm kirli sırlarını toplamak demekti.
Ve belki... belki de onu oracıkta bitirebilecek bir açık bulmak demekti.
Başımı hafifçe eğdim, “Bu benim için bir şeref,” dedim, sahte bir alçakgönüllülükle.
Ama içim yanıyordu.
Her saniye, aklımda Orgeneral Güven’in oğlu vardı.
Ve şimdi iki hedefim vardı:
O çocuğu korumak.
Khaos'u yok etmek.
İki günüm vardı belki.
Belki daha az...
Ama bu karanlığı yakacak kıvılcımın ben olduğumu biliyordum.
Ve zamanı geldiğinde...
Bu yer, mezarlığa dönecekti.
Khaos beni karanlık bir koridordan geçirdi. Elini belime koyarken sesi uğursuz bir fısıltı gibi kulağımda yankılandı:
"Gel, seni eğlendirelim."
Kapının açılmasıyla, küçük, solgun yüzlerin korku dolu bakışlarıyla karşılaştım. O an midem düğümlendi, ama yüzümdeki ifadeyi bozmadım. Beni test ediyordu.
"Onlar benim," dedi Khaos, sesi zehir gibi. "Korkuları bana güç verir."
İçimden bütün öfkem kabardı, ama tek bir bakış, tek bir yanlış adım her şeyi bitirebilirdi.
Kendimi kontrol ettim. Titreyen ellerimi yumruk yapıp sakladım.
Bu an, Khaos’un maskesini düşüreceğim anın başlangıcıydı.
Kafamın içinde fırtınalar kopuyordu.
Bu çocukları nasıl koruyacaktım?
Nasıl bu cehennemden çıkaracaktım?
Beynimde binlerce düşünce, binlerce plan dönüyordu ama hepsi tek bir sonuca çıkıyordu:
Khaos’u öldürmeliydim.
Onu yok etmeden, buradan tek bir çocuğu bile çıkaramazdım. Kökünden kurutulması gereken bir lanetti.
Elim hafifçe cebime gitti. Mini kameralı kalemimi çaktırmadan çalıştırdım. Küçük bir klik sesi bile çıkmadı.
Kayıt başladı.
Her şeyi belgelemem gerekiyordu.
Bu sadece bir savaş değildi artık. Bu, tüm dünyaya gösterilmesi gereken bir ifşaydı.
Khaos, sadece bir tarikat lideri değildi.
O, bir insanlık suçu işliyordu.
Bir canavardı.
Ve ben, o canavarı kendi bataklığında boğacaktım.
Sabır.
Sabır gerekiyordu.
Ama içim yanıyordu. Yumruklarımı sıktım, gözlerimi odanın köşesine diktim ki öfkem gözlerimden taşmasın.
Bu gece burada cehennemi başlarına yıkacağım, diye fısıldadım içimden.
Ve bu pislik, aldığı her nefesin hesabını verecek.
Khaos, bana doğru yaklaştı. Gölgeler gibi sessiz, ölüm gibi kaçınılmaz.
“Korkmuyorsun,” dedi, sesi taşları çatlatacak kadar derin, ruha işleyen bir uğultu gibiydi.
Gözlerimi kırpmadan baktım. Korkuya yer yoktu.
“Korku gereksizdir,” dedim. “Sadakatim var.”
Khaos güldü. O gülüş, çürümenin sesi gibiydi.
“Sadakat mi?” diye fısıldadı, sanki ruhumu yalıyormuş gibi. “İnsanların sadakati zayıflıklarından doğar. Hepiniz korkak doğarsınız.”
Yutkundum, öfkeyi boğazımda tuttum. Tek bir hata, ölüm demekti.
“Sana hizmet etmek benim için bir onur,” dedim, sesimi titretmeden.
Khaos, başını hafifçe yana eğdi. “Onur?”
Bir adım attı. Etrafı saran soğuk, kemiklerime kadar işliyordu.
“Onur nedir bilir misin?” dedi, dişleri arasından fısıldayarak.
“Onur, insanı öldüren ilk zincirdir.”
Eğilip kulağıma yaklaştı. Nefesi çürüme kokuyordu.
“Beni öldürmek için buradasın, değil mi?”
Kalbim bir an duracak gibi oldu. O an dünyanın donduğunu hissettim.
Ama hiç kıpırdamadım. Gözümü bile kırpmadım.
“Ben sadece emredileni yaparım,” dedim.
Khaos geri çekildi, boş, dipsiz gözleriyle bana baktı.
“Göreceğiz,” dedi. “Sadakatini test edeceğiz.”
Ve o an anladım:
Bu, sadece bir savaş değildi.
Bu, ruhun parçalanıp parçalanmama savaşıydı.
Ama ben paramparça olsam da...
Onu yere sermeden durmayacaktım.
Khaos, loş ışığın altında bana yaklaştı.
"Sadakatin sınanmalı," dedi, sesi uğultulu bir mezar taşı gibi.
Bana yaklaşırken soğuk bir rüzgâr gibi üzerime çöktü.
"Bana ait olacaksın," dedi fısıldayarak.
Kalbim hızla çarptı ama gözümü bile kırpmadım.
Bu bir güç savaşıydı.
Khaos, insanların korkularıyla besleniyordu.
Ve ben ona korkuyu vermeyecektim.
Korkuya teslim olursam, masumları kurtaramazdım.
Birkaç saniye geçti. Khaos durdu.
"Bu koku…" dedi, başını eğerek. "Bu parfümü biliyorum."
İşte o an, tuzak işliyordu.
Ben korkmamıştım. O, farkında bile olmadan kendi sonuna yürüyordu.
Khaos bana yaklaştıkça hava ağırlaşıyordu.
Gölgeler adeta onunla birlikte hareket ediyordu. Sanki odanın kendisi nefes almayı kesmişti.
“Bu koku…” dedi, başını bana doğru eğerek. Sesindeki uğultu, beynimi zonklatıyordu.
“Bu parfümü biliyorum.”
Nefesim daraldı. Ama dışarıdan hiçbir şey belli etmemeliydim.
Bu parfüm... Umay’ın bana hediye ettiği parfümdü.
İçimdeki son sıcaklık kırıntısıydı.
Ama şimdi, bir ölüm kokusu gibi üzerimdeydi.
Khaos, yüzsüz kafasını daha da yaklaştırdı.
Tenime yaklaşan o çürük nefes, midemi bulandırdı ama taş gibi sabit kaldım.
“Bu, geçmişin kokusu,” dedi fısıldar gibi. “Sen... bana yalan mı söylüyorsun?”
Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu.
Ama gözlerimi kaçırmadım.
Khaos test ediyordu.
Küçücük bir tereddüt…
En ufak bir korku…
Beni şu an, burada öldürürdü.
Bu adam, zihin okur gibi hareket ediyordu.
Ama onun bilmediği bir şey vardı:
Ben korkuyu çoktan öldürmüştüm.
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi karanlığın içine dikerek fısıldadım:
“Sadakat, korkuyu unutanların işidir.”
Khaos, birkaç saniye boyunca sessiz kaldı.
Sonra o lanetli, iç ürperten gülümsemesini yeniden gösterdi.
“Güzel,” dedi. “Ama sadakat sözle kanıtlanmaz. Kan ister.”
Kapı aniden açıldı.
İçeri, elleri bağlanmış bir çocuk getirildi.
Birkaç saniyeliğine nefesim durdu.
Gözleri korkuyla dolu, masum bir çocuk.
Ve Khaos şimdi bana en büyük işkencesini yapıyordu.
“Kanıtla,” dedi. “Bana kim olduğunu kanıtla.”
Ve işte o an, içimdeki fırtına koptu.
Ama henüz zamanı değildi.
Henüz değil...
Ama çok yakında bu cehennemi ateşe verecektim.
"Ne yapmamı istiyorsun?" dedim, kaşlarımı çatarak.
Sesim kontrollüydü, ama içinde hafif bir meydan okuma sakladım. Çünkü Khaos’un karşısında tamamen boyun eğmiş görünürsen şüphelenirdi.
O, insan ruhunu parçalara ayırarak kontrol ederdi.
Bu yüzden, küçük dozlarda direnç göstererek beni daha da köşeye sıkıştırmasını sağlamalıydım.
Khaos, çürümüş bir gülümsemeyle başını yana eğdi.
“Basit,” dedi, sesi karanlıkta yankılanıyordu. “Bu çocuğu öldür.”
Kanım dondu.
Ama yüzüm tek bir milim bile değişmedi.
“Ölüm, en saf sadakat göstergesidir,” diye ekledi, sesi midemi bıçak gibi kesiyordu.
Çocuk titriyordu. Gözleri dolmuştu.
Ama ben titreyemezdim. Burası titreyenlerin mezarıydı.
Derin bir nefes aldım. Sessizce, plan yapmaya başladım.
Bu çocuğu nasıl kurtarabilirdim?
Khaos'u nasıl kandırabilirdim?
Ve ne zaman saldırmalıydım?
Ama şunu biliyordum:
Bugün burada biri ölecekti.
Ve o kişi asla masum olan olmayacaktı.
Yavaşça eğildim. Çocuğun gözlerinin içine baktım.
Gözlerimle ona söz verdim:
“Sana asla zarar vermeyeceğim.”
Sonra ayağa kalktım, Khaos’a doğru döndüm ve tek kelime söyledim:
“Bıçak ver.”
O cehennem anında bile, avımı avlayacak bir yol arıyordum.
Ve gerekirse, kendi ellerimle cehennemin kapısını açacaktım.
Khaos, bıçak istememi beklemiyordu. Boş göz çukurlarında, görünmeyen bir pırıltı sezdim — memnuniyet mi, yoksa merak mıydı?
"Cesursun," dedi, kelimeleri zehir gibi sızıyordu.
"Cesaret, sadakatin ilk adımıdır."
Yavaşça elini kaldırdı, uzun, siyah tırnakları kemik gibi sivriydi. Yanındaki askerden bir bıçak aldı ve sapını bana doğru çevirdi.
Paslı, kan lekeli bir bıçaktı.
Kaç kişinin canı bu çeliğe kazınmıştı?
Ama ben bıçağa değil, Khaos’a baktım.
Savaş alanında düşmanının gözlerini terk edersen ölürsün.
Bıçağı aldım. Soğuktu.
Kahrolası metal parçası, kalbimin donan tarafına dokunuyormuş gibi hissettirdi.
Khaos sessizce bekliyordu.
Çocuğun soluğunu duyabiliyordum.
Titriyordu.
Ama ben titrememeliydim.
Bunu bir oyun gibi düşünmeliydim. Kusursuz bir illüzyon.
Khaos’u kandırmazsam hepimiz ölürdük.
Çocuğa yaklaştım. Gözleri korku doluydu, ama ben gözlerimle ona fısıldadım:
"Sana zarar vermeyeceğim."
Bıçağı kaldırdım.
Ve tam Khaos’a sırtımı dönecek kadar yaklaştığımda, içimden planıma son dokunuşu ekledim:
Onu bayıltacaktım.
Bir anlık hamleyle çocuğun canını kurtarıp, Khaos’u tamamen kandıracaktım.
Ama işin en acı kısmı?
Bu oyunda sadece birkaç saniyem vardı.
Ve başarısız olursam, hepimiz ölürdük.
Elimi sıkıca bıçağın sapına doladım, kan akışı bile duracak kadar güçlü sıktım.
Sonra derin bir nefes aldım...
Ve bıçağı çocuğa doğru savurdum.
Ama hedefim bambaşkaydı.
Bu, ölüm değil... kurtuluş hamlesiydi.
Bıçağı çocuğa savurdum — ama tam hedeflediğim noktaya.
Akupunktur bayıltma noktasına.
Bıçak sadece dokundu, kesmedi. Küçük bir baskıyla çocuk anında bilincini yitirdi ve yere yığıldı.
Kalbim kaburgalarımı kıracak gibi çarpıyordu. Titrememek için dişlerimi sıktım.
Yavaşça döndüm, Khaos’un gözsüz boşluklarına baktım.
"Korkudan bayıldı," dedim, sesi kontrol altında tutarak. "Zayıfmış."
Khaos sessiz kaldı.
Bir an her şey bitecekmiş gibi hissettim.
Ama sonra o çürümüş ağız genişledi.
Gülümsedi.
"Bu daha iyi," dedi, sesi şeytani bir uğultu gibi.
Bıçağı aldı.
Ve hiç tereddüt etmeden, paslı bıçağı kendi göğsüne sapladı.
Kan fışkırdı.
Ama kan kırmızı değildi.
Katran gibi siyahtı.
Khaos bıçağın kanını diliyle yaladı.
"Korku kanı tatlıdır," dedi. "Ama inanç kanı daha güçlüdür."
Mideme yumruk yemiş gibi oldum.
Ama hiç tepki vermedim.
Bu lanetli yaratığın hareketlerini analiz ettim. Zayıflığını bulmalıydım.
Çünkü bu sapkın ritüel onun gücüydü.
Ve ben o gücü kökünden sökecektim.
Ama sabır gerekiyordu. Sakin kalmalıydım.
Çünkü o an saldırırsam ölürdüm.
Ama doğru zamanı beklersem...
Khaos’u kendi karanlığında boğardım.
Gece, karanlığın en derin nefesiydi. Khaos, kendi kanıyla kirlenmiş bıçağı bir kenara atarken, odada yankılanan uğursuz sessizlik, ciğerlerimi yakıyordu. Havanın ağırlığı, bedenime yapışmış bir lanet gibiydi. Her köşeden sanki görünmeyen gözler üzerimdeydi; her adımım izleniyor, her nefesim tartılıyordu.
Çocuk baygın halde yerde yatıyordu, ama nefes alıyordu. O minik göğsünün inip kalkmasını görmek, içimdeki tek teselli oldu. Fakat Khaos, tatmin olmuş bir canavar gibi tahtına oturdu. Gözsüz yüzü bana çevriliydi, ama sanki ruhumun derinliklerine bakıyordu.
Saatler geçiyordu ama zaman burada bambaşka akıyordu. Gece sonsuz gibiydi — sanki Khaos’un varlığı zamanı büküyor, ışığı bile boğuyordu. Tavana yerleştirilmiş paslı metal lambalar loş bir ışık saçıyordu, ama o ışık bile umut vermiyordu. Duvarlardan süzülen nem, küf kokusu ve kan lekeleri her yeri sarıyordu.
Uyuyamazdım. Gözü bile kapatamazdım. Khaos uyumazdı. O tahtında sessizce otururken, arada bir kendi bıçağıyla derisini kesiyor, akan siyah kanını diliyle içiyordu. Bu ritüelin ona ne verdiğini bilmiyordum ama her an daha güçlü hale geliyormuş gibi hissettiriyordu.
Kendi göğsümde atan kalp, bir saat gibi zaman tutuyordu. Her atış, bir ölüm çanıydı. Her nefes, yaklaştığım infilak anının provasıydı. Ama yine de sabırla bekledim. Her saniye, kaçış planımı zihnimde tekrar tekrar oynadım.
Gece boyunca kendimi zihinsel olarak ölüme hazırladım. Çünkü biliyordum: Bu karanlık yerde, şafak ancak birinin canı pahasına sökecekti.
Zihnim savaşıyordu, bedenim çığlık atmamak için direniyordu. Khaos tahtında sessizce otururken, ben içimde fırtınalar kopan bir volkan gibi patlamamak için kendimi zorluyordum.
Kaçmak yeterli değildi.
Çocuğu kurtarmak yetmezdi.
Khaos’u burada, bu cehennemin merkezinde bitirmeliydim.
Ama nasıl?
Silah yok.
Destek yok.
Sadece içimde yanıp duran öfke ve avucumdaki bıçak yarasının bıraktığı sızı.
Plan yapmalıydım.
1. Khaos’u yalnız bırakmak: Onu askerlerinden ayırmak zorundaydım. Karanlık ne kadar derinse, tek başına kalınca o kadar zayıf olurdu. Etrafındaki sadık köleleri olmadan gücü azalıyorsa, saldırmak için tek şansım o andı.
2. Çocuğu kaçırmak: Çocuk benim önceliğimdi. Onu buradan sağ çıkarmazsam, bütün bu savaşın anlamı kalmazdı. Onu baygınken taşımak zor olurdu ama belki bir dikkat dağıtma hamlesi yapabilirdim.
3. İllüzyonu kırmak: Khaos’un gücü korkudan besleniyordu. Eğer korkmazsam? Eğer onun gölgesinden etkilenmezsem? Belki onu zayıflatabilirdim.
Etrafı incelemeye başladım.
Tavan: Paslı demir plakalar. Birini sökebilirsem keskin kenar silah olurdu.
Lambalar: Elektrik kabloları açıktaydı. Belki bir kısa devre yaratabilirdim.
Zemin: Yer yer çatlak taşlar. Belki bir parçasını kırıp fırlatabilirdim.
Küçük ihtimaller.
Ama hayatta kalmak bazen küçük ihtimallere tutunmaktır.
Khaos aniden kımıldadı.
Başını bana çevirdi, o boş gözleriyle bakarken bile içimi kemirdi.
“Uyumuyorsun,” dedi. “Ruhun huzursuz.”
Gülümsedim. Bedenim titrerken bile gülümsedim.
“Hizmet edecek bir adam uyanık kalır,” dedim. “Sadakat, uyku bilmez.”
Khaos hafifçe eğildi, sanki ne düşündüğümü çözmeye çalışıyordu.
Ama zihnimin derinliklerinde, her saniye kaçış planımı bir satranç tahtası gibi yeniden oynuyordum.
Ve tek bir hamlede şah mat yapmam gerektiğini biliyordum.
Bu gece ya Khaos ölecekti…
Ya da ben.
Khaos’u öldürmek için sadece bir şansım vardı.
Bu fırsatı kaçırırsam, buradan ne ben sağ çıkabilirdim ne de o çocuk.
Ama mesele sadece biz değildik. Bu adam — ya da her neyse — yaşadığı sürece dışarıda daha fazla masum insan ölecekti.
Bu gece burada ya Khaos’un saltanatı bitecekti...
Ya da benim hikâyem.
Düşün, Altay. Zayıf noktayı bul.
Oturduğum yerden etrafı incelemeye başladım. Duvarlar paslıydı, tavanın köşelerinden kablolar sarkıyordu. Lambalar titrek yanıyordu, ışık bile bu lanet yerden kaçmak istiyormuş gibi titreşiyordu.
Khaos tahtında sessizce oturuyordu. Beni izliyordu. Beni çözüyordu.
Ama ben de onu çözüyordum.
O, korkuyla besleniyordu.
Ama daha fazlası vardı: Kanıyla ritüel yapıyordu. Her kendine sapladığı bıçak, her içtiği damla kan, onu daha güçlü yapıyordu.
O hâlde çözüm basitti:
Kanını silaha çevirecektim.
Kendi bıçağını tuzağa çevirecektim.
Khaos’un kutsal bıçağı vardı. Bu bıçak onun gururuydu.
Onu ritüeller için kullanıyordu, kendi kanını içmek için.
Ama bıçak, sadece bir bıçak değildi.
O bir araçtı.
Ve ben o aracı ona karşı kullanacaktım.
Gözlerimi yavaşça tavana kaldırdım. Elektrik kabloları.
Birkaç saat önce odada dolanırken fark etmiştim: Kablolar neredeyse yerinden çıkmak üzereydi.
Kendimi tuvalet bahanesiyle dışarı çıkarmalıydım.
Koridordaki gevşek kablolardan bir parça koparıp bıçağa gizlice sarmalıydım.
Khaos, her ritüelde kendine bıçak saplıyordu.
Eğer o bıçağı elektrikle yüklü hâle getirirsem, kanına giren elektrik dalgası onu içeriden yakabilirdi.
Bu, onun ilk düşüşü olacaktı.
Khaos’un çevresinde her zaman sapkın sadık askerleri vardı.
Eğer onlar odada olursa, planı fark ederlerse, beni anında öldürürlerdi.
Bu yüzden dikkat dağıtmalıydım.
Odaya girip çocuklardan birini “ritüel için hazırlamalarını” söyleyecektim.
Bunu duyduklarında, askerlerin bazıları çocuğu almak için dışarı çıkacaktı.
Ben de Khaos ile yalnız kalacaktım.
Bu an benim tek şansım olurdu.
Khaos elektrikle zayıflasa bile, bu onu öldürmeyebilirdi.
Ama zayıflatırdı. Tökezletirdi.
İşte o anda, elime geçirdiğim paslı demir parçasını kalbine saplamalıydım.
Kendi kanından gelen elektrikle zaten yanıyorken, o son darbeyi kalbine indirirsem, belki de bu lanet varlığı tamamen durdurabilirdim.
Khaos, korku olmadan yaşayamazdı.
Ve ben, korkudan doğan canavarı korkusuzca öldürecektim.
Bu, tek şanstı.
Başarısız olursam...
Çocuk ölürdü.
Ben ölürdüm.
Ve Umay, Aybars... Onlar bu sefer gerçekten kocasız ve babasız kalırdı.
Nefesimi tuttum.
Zihnimde planı tekrar tekrar oynadım.
Sonra, içimdeki tüm korkuyu sıyırıp kaldırdım. Khaos’u yok edecek adam olacaktım.
Ayağa kalktım. Bıçak yarasının sızısını hissetmedim bile.
Ve tüm cesaretimi içime çekip Khaos’a yaklaştım:
"Efendim," dedim başımı eğerek, "Ritüel için kanınızı tazelemek ister misiniz?"
Khaos gülümsedi.
Bu gülüş, onun ölüm çanıydı.
Ritüel başlıyordu.
Khaos yerinden ağır ağır kalktı. Cüppesi, sanki canlıymış gibi kıvrılarak peşinden sürükleniyordu. Gölgeler, onunla birlikte hareket ediyor, karanlık odanın her köşesinde yankılanan sessiz bir çığlık gibi yayılıyordu.
Burası cehennemin kalbiydi.
Ve ben, o kalbe hançer saplamaya hazırlanıyordum.
Khaos tahtının önünde durdu. O gözsüz boşluklarıyla beni süzdü. Beni çözmeye çalışıyordu, kokluyordu adeta.
Ama ben hiçbir şey hissetmiyormuş gibi nefes alıp verdim. Bütün korkumu içimde boğdum.
Bu ritüel, onun gücüydü.
Ama bu gece, bu ritüel onun mezarı olacaktı.
Khaos bıçağını aldı.
O bıçak artık sadece bir silah değildi. Benim tuzağımdı. Saatler önce kopardığım elektrik kablosunu, bıçağın kabzasına sıkıca dolamıştım. Bıçağın sapı, neredeyse fark edilmeyecek şekilde incecik tel parçalarıyla yüklüydü.
Kanıyla birleştiği an...
Elektrik damarlarına hücum edecekti.
Ama o bunu bilmiyordu. Beni test etmeye o kadar odaklanmıştı ki, kibri gözlerini kör etmişti.
“Sadakat kanla kanıtlanır,” dedi Khaos, sesi mezar taşı gibi ağırdı.
Gülümsedim. Çünkü birazdan o kan, onun sonunu getirecekti.
Khaos bıçağı kaldırdı.
Keskin metal, solgun göğsüne yaklaştı.
Ve ben o an, her şeyi bir film gibi izledim:
— Bıçağın derisine saplanışı.
— Siyah kanın yavaşça dışarı akışı.
— Ve aniden gelen elektrik kıvılcımları.
Çızzzt!
Khaos geri sendeledi.
Bıçak göğsünde titrerken, küçük ama derin elektrik akımı damarlarında dolaşmaya başlamıştı.
İlk başta anlamadı.
Ama sonra...
Yüzü buruştu.
Göğsü kıvrıldı, elleri bıçağa gitmek istedi ama her dokunduğunda daha fazla çarpıldı.
“Bu... ne?” diye boğuk bir sesle sordu. İlk defa korkuyu hissettim sesinde.
O an saldırmazsam plan çökerdi.
Koştum.
Yerlerden söktüğüm paslı demir parçasını avucuma aldım.
Ve nefes bile almadan Khaos’a doğru atıldım.
"Bu senin sonun," diye fısıldadım.
Kalbine saplamak için var gücümle saldırdım.
Ama Khaos ölümsüz sanılıyordu.
Kolay kolay düşmeyecekti.
Ve ben o gece, şeytanın ölmek istemediğini kendi ellerimle görecektim.
Bıçak Khaos’un göğsüne saplanırken, odada birdenbire vahşi bir enerji yükseldi. Tavanı yalayan elektrik akımları, devasa bir ağ gibi yayıldı. Kıvılcımlar her yere sıçrıyor, metal yüzeylerde patlayan yıldızlar gibi parlıyordu. Havadaki ozon kokusu ciğerlerimi yakıyordu. Ama geri çekilmedim. Demir çubuğu sapladığım an, Khaos’un bedeni titreşimle dalgalandı, sanki etinin altında bambaşka bir şey hareket ediyordu. Çığlığı, insanın ruhunu parçalayan bir frekansta yankılandı. Bir varlığın değil, binlerce kayıp ruhun aynı anda haykırışı gibiydi. Kafamın içinde yankılanan o ses beynimi bıçak gibi kesiyordu. Ellerim titredi, dizlerim büküldü ama çubuğu bırakmadım.
Khaos’un derisi çatlamaya başladı, çatlaklardan fışkıran siyah kan, zemine düştüğünde duman çıkararak eridi. Ama o ölmedi. Çürüyen derisinin altında daha karanlık bir şey vardı. Onun ölümsüzlüğü, korkudan doğmuştu. Ve şimdi korkuya sarılıyordu. Kollarını savurup beni fırlattı; duvara çarpıp yere düştüm, ciğerimdeki hava sökülür gibi oldu. Ama kalktım. Çünkü bu savaşı yarım bırakmak, bütün o çocukları, Umay’ı, Aybars’ı karanlığa terk etmek demekti.
Khaos, bedeni yanarken bana döndü. Sesi artık yankılanmıyordu. Direkt zihnime konuşuyordu.
“Ben sonsuzum,” dedi. “Ben korkuyum.”
Ama ben ayağa kalktım, kan dolu ağzımla güldüm.
“Hayır,” dedim tükürür gibi. “Sen sadece çürümüş bir hatasın.”
Khaos bana doğru atıldığında, ben de ona saldırdım. O gece, ölüm dansı başlamıştı. Ve biri, sonsuza dek yok olacaktı.
“TÜRK'ÜN GÜCÜNÜ YENECEĞİNİ Mİ DÜŞÜNDÜN?” diye bağırdım var gücümle, sesim odanın duvarlarında yankılandı. Göğsümden yükselen o çığlık, sadece bir söz değil, binlerce yıllık bir haykırıştı. Bu toprakların köklerinden gelen, asla kırılmayan ruhun sesi. Khaos’un gözsüz yüzü bana döndü, çatlayan derisinin altından siyah dumanlar yükseliyordu. Titriyor, ama hâlâ düşmüyordu. Dizlerinin üstüne çökerken bile, içindeki o karanlık her yere yayılmak için direniyordu.
Ama ben daha güçlüydüm. Çünkü ardımda tarih vardı. Çünkü ardımda vatanım, ailem ve asla sönmeyecek bir inanç vardı. Adımlarımı sürükleyerek ayağa kalktım, kaburgalarım kırılmıştı belki, ciğerim yanıyordu ama gözümü kırpmadım. Khaos bana doğru süründü, dudaklarının olmadığı o çürük yüzüyle uğursuz bir fısıltı bıraktı:
“Ben sonsuza kadar var olacağım...”
Elime geçirdiğim paslı demir parçasını kaldırdım. Bileklerim titriyordu, ama zihnim dağ gibi sağlamdı.
“Sen daha benim kim olduğumu bile bilmiyorsun,” dedim dişlerimi sıkarak. “Ben bu milletin evladıyım. Kanımda zafer var.”
Son gücümle, demiri Khaos’un göğsüne sapladım. Elektroşokun hâlâ dolaştığı bedeni birdenbire kasıldı, tavana kadar yükselen bir enerji patlamasıyla odanın içi beyaza kesildi. Khaos’un vücudu titreyerek erimeye başladı, karanlık kanı yere damladıkça taşları çatlatıyordu. Ama bitiyordu. Bu sefer gerçekten bitiyordu.
Ben dizlerimin üzerine çökerken, Khaos’un çığlığı yok oluşuyla birlikte kesildi. O an odada sadece ben, baygın çocuk ve nihayet sessizlik kalmıştı. Kafamı yukarı kaldırıp derin bir nefes aldım, ciğerime dolan hava bile zafer kokuyordu.
“Vatan sağ olsun,” diye fısıldadım. Ve bilincim kapanmadan önce, kazandığımı biliyordum.
Yanaklarımda dolaşan minik elleri hissettiğimde gözlerimi aralamaya çalıştım. Vücudumun her yeri paramparçaymış gibi sızlıyordu, ama o dokunuş beni hayata bağladı. Ağlayan çocuğun sesi kulaklarımda yankılandı:
“Lütfen uyan, asker... Askerler gelmek üzere!”
O an refleksle hareket ettim. Dişimin arasına yerleştirilmiş konum cihazını dilimle hafifçe oynatıp aktive ettim. Minik bir titreşim hissettim; sinyal gitmişti. Halil Komutan’ın bu işaretle harekete geçeceğinden emindim. Ama buradan çıkmak için sadece bekleyemezdim.
Titreyen ellerimle çocuğu hafifçe omuzlarından tuttum.
“Bana bak,” dedim, sesim kısık ama kararlıydı. “Buradan kaçmamız lazım. Şimdi çok cesur olman gerekiyor. Yapabilirsin, tamam mı?”
Çocuk gözyaşları içinde başını salladı.
Önceden sessizce geberttiğim askerin cansız bedenine yöneldim. Titrek ellerimle üzerindeki kıyafetleri hızla çıkardım ve kendime geçirdim. Kan kokuyordu, ama başka şansım yoktu.
Çocuk korkuyla bana bakıyordu. Ama ben korkmaması için ne kadar yaralı olursam olayım dik durmak zorundaydım.
“Şimdi beni dinle,” dedim diz çöküp göz hizasına inerek. “Havalandırma boşluğunu görüyor musun?”
Çocuk başını hafifçe salladı.
“Oraya gir. En sona kadar sürünerek git. Kapalı kapıyı bulduğunda bekle. Kimseye ses verme, tamam mı? Seni oradan ben alacağım.”
Çocuğun dudakları titriyordu ama yine de başını salladı.
Onun havalandırma boşluğuna girdiğini izledim. Kalbim göğsümü delip geçecek gibi atıyordu. Ama tek bir korku belirtisi bile göstermemeliydim.
Derin bir nefes aldım. Kanla lekelenmiş askeri üniformayı düzelttim, gözlerimdeki karanlığı silip kapıya doğru yürüdüm.
Sadece birkaç dakika kazanmam gerekiyordu.
Çünkü biliyordum...
Halil Komutan ve tim yolda olmalıydı.
Ve ben ne olursa olsun bu çocuğu sağ salim dışarı çıkaracaktım.
Her adımda ciğerlerim yanıyordu, ama duramazdım. Burası cehennemin merkeziydi ve buradan çıkmanın tek yolu, tüm dünyayı buraya çevirmekti.
Halil Komutan ve tim beni almaya gelemezdi. Bunu biliyordum. 51. Bölge’nin duvarları, dışarıdan kırılmayacak kadar kalındı. Ama içeriden çürütülebilirdi.
Bu yüzden ne gerekiyorsa yapacaktım.
Elimdeki gizli kamerayla her şeyi çekmeye başladım. Laboratuvarları, kafesleri, duvarlara kazınmış çığlıkları, kanla lekelenmiş taşları... Bu yerin karanlığı bütün dünyaya gösterilmeliydi.
Titreyen ellerimle cihazı tutarken derin sesimle konuşmaya başladım:
“Burası 51. Bölge. Amerika’nın en karanlık sırrı. İnsan deneyleri, çocuk kurbanlar, ruhları sömüren sapkın ritüeller. Bu görüntüleri izliyorsanız, artık sessiz kalamazsınız.”
Konuşurken nefesim daralıyordu. Sanki binlerce lanet üzerime çöküyordu. Ama geri adım atmadım.
Amerikan askeri gibi görünmek için üzerimdeki kanlı üniformayı daha da düzelttim, maskemi taktım. Kimse benim Türk olduğumu bilmemeliydi — en azından şimdilik.
Çünkü bu görüntüler patladığında, tüm dünya ayaklanmalıydı. Protestolar başlamalıydı. Burası dev bir hedef hâline gelmeliydi.
Kaostan kaçmanın tek yolu, daha büyük bir kaos yaratmaktı.
Ama buradan çıkmanın tek yolu neresiydi biliyor musun?
Ölü çöplüğü.
51. Bölge’de başarısız olan deneylerin, işkencede ölen insanların cesetlerinin atıldığı devasa, kokan, çürümüş bir çukur. Oradan kaçabilirsem, belki çölün derinliklerinde kendimi saklayabilirdim.
Karanlık koridorlarda hızla ilerledim. Ayak seslerim yankılanıyordu. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki göğsümde bir bomba taşıyormuşum gibi hissettim.
Derim yanıyordu. Maskemin altında biriken ter damlaları yanaklarımdan süzülüyordu, nefesim kesik kesikti. Ama durmadım.
Bir kapı buldum. Paslıydı, ağırdı.
Kapıyı açtığımda burun direğimi kıracak kadar ağır bir çürüme kokusu yayıldı.
Cesetler üst üste yığılmıştı. Bazıları yanmış, bazıları hâlâ çözülmemişti. Burası, insanlığın dibi, kötülüğün artıklarının atıldığı yerdir.
Ama çıkış buradaydı.
Gözlerimi kapattım. Kendimi bileklerime kadar cesetlerin içine gömdüm.
Nefes almamaya çalıştım.
Çünkü buradan çıkarsam...
Bu lanetli sistemin köküne kibrit suyu dökecektim.
Ve Khaos’un kalıntılarını kendi kanıyla boğacaktım.
Çürümüş et kokusu ciğerlerime bıçak gibi saplanıyordu. Her nefes aldığımda içime dolan koku sadece midemi bulandırmakla kalmıyordu, beynime kazınıyordu. Ama ölmemek için ölülere karışmak zorundaydım. Burası, ölü çöplüğüydü.
Cesetler üst üste yığılmıştı. Bazıları yanmıştı, bazılarının vücutları tuhaf şekillere bürünmüştü — sanki insan vücudu olmaktan çıkmış, başarısız deneylere kurban gitmişlerdi. Boğazımdan bir mide bulantısı yükseldi ama kusarsam, koku daha derinime işlerdi. Dişlerimi sıktım. Titreyen ellerimle kendimi daha da derine gömdüm. Derim ceset sıvısıyla kaplanıyordu. Ama bunu düşünemezdim.
Kafamın içindeki tek düşünce: Buradan sağ çıkmak zorundayım. Çocuğu kurtarmak zorundayım.
Elimdeki küçük kamera hâlâ çekiyordu. Bu iğrençlik, bu lanetli mezar, dünya görmeden yok edilirse hiçbir anlamı kalmazdı. Bütün o çocuklar, bütün o kurbanlar unutulurdu. Khaos’un adını tarihten silmenin tek yolu, önce onu tüm dünyaya göstermekti.
Kendi nefesimi yavaşlatmaya çalıştım. Kalbim göğsümde patlayacak gibiydi.
Bir ses duydum. Kapının diğer tarafında yankılanan bot sesleri.
“Temizlik ekibi gelsin. Artık odaları boşaltın.”
Nefesimi tuttum. Kalbim duracak gibiydi. Eğer burayı kontrol ederlerse, ölürdüm. Ama çöp yığınında fark edilmezsem, belki beni ölü sanıp götürürlerdi. Belki bu çukura atarlardı. Ve belki bu çukurun başka bir çıkışı vardı.
Yavaşça, ellerimi cesetlerin arasında sürükleyerek en alta inmeye çalıştım. Kemiklerin çıtırtısı, kurumuş derilerin parçalanma sesi kulaklarımda yankılanıyordu.
Bir kapak fark ettim. Paslıydı. Ama buradan çıkarsam belki hayatta kalırdım.
Elimi usulca kapağa uzattım. Yavaşça çektim. Kapağın pası avucuma battı, kan akıyordu ama fark etmedim bile.
Kapak hafifçe açıldı.
Ve karşımda dar, karanlık bir tünel belirdi. Belki bir atık hattıydı. Belki de cehennemden çıkış yolumdu.
Gerçekten nereye gittiği umurumda değildi.
Tek bildiğim: Burası, özgürlüğe giden tek yolumdu.
Nefesimi tuttum. Tünelin içine süzüldüm, arkada bıraktığım cesetler sessiz tanıklar gibi sıralanmıştı.
Kollarım titriyordu, kan kaybediyordum, ama sürünmeye devam ettim.
Bu tünelin sonuna kadar gidersem...
Bu karanlığı dünyaya haykırabilirdim.
Ve Khaos’un ismi lanetli bir efsaneden ibaret kalırdı.
Ama önce hayatta kalmam gerekiyordu.
Ve ben, Türk askeri, son nefesime kadar savaşmaya ant içmiştim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |