19. Bölüm
Beyza Yıldırım / YÜZBAŞININ PORTRESİ (FİNAL OLDU) (DÜZENLENMEDE) / YENİ BİR BAŞLANGIÇ

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Beyza Yıldırım
beyzasi__

(ノ◕ヮ◕)ノ*:・゚✧ SELAMLARRR BEYZASI OLARAK UZUN BİR BÖLÜMLE KARŞINIZDAYIM EVET KAPAK YİNE DEĞİŞTİ VE BİZ 1K'YI AŞTIKKK OKUYAN OY ATAN YORUM YAPAN HERKESE ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM.. AYRICA KAPAĞI TASARLAYAN CANIM OKURUM @ll.bahrrsh'A ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM (✿◠‿◠)

Burak’ın kapıyı açıp içeri eğildiğinde, yüzümdeki tüm ifadeler silindi.
Arka koltukta oturan kişi, beni görünce hafifçe gülümsedi.
Ama bu, içten bir tebessüm değildi. Bu, ‘bana mecbursun’ diyen bir gülümsemeydi.
Ve ben, böyle gülümseyen insanlardan hiç hoşlanmazdım.
“Komutanım,” dedi Burak, sesi alışılmadık derecede ciddi çıkıyordu. "Sanırım gitmeden önce buna bir bakmanız gerekecek."
Gözlerimi kıstım. “Bu ne demek şimdi, Burak?”
Arka koltuktaki adam, sonunda konuştu. Sesi, yıllardır duymadığım ama asla unutmadığım bir sesti.
“Altay, seni görmek güzel.”
Ve o an, geçmişin tam da kapımızda beklediğini anladım.
Ben, bu adamı tanıyordum.
Ve bu, iyiye işaret değildi.
Burak, bakışlarımı yakaladı. Beni tanıyordu, her halimi bilirdi. Ve şu an yüzümde gördüğü şeyin öfke mi, şaşkınlık mı, yoksa rahatsızlık mı olduğuna karar veremedi.
Ama ben, emin olduğum tek şeye kilitlenmiştim:
Bu adam burada olmamalıydı.
Arka koltuktaki adam yavaşça öne eğildi, ellerini dizlerinin üzerine koydu.
Beni süzerek, hafifçe başını yana eğdi.
"Ne oldu, Altay? Beni gördüğüne sevinmedin mi?"
İçimden geçen ilk tepki, elimi silahıma götürmek oldu.
Ama bunu yapmadım.
Çünkü böyle adamlara, anında tepki verirsen savaşı onlar kazanır.
Burak, boğazını temizleyerek sessizliği bozdu. "Komutanım, bence önce içeri geçelim. Burada konuşulacak bir konu değil bu."
Arkamı dönüp Umay’a baktım. Kapının eşiğinde durmuş, gözlerini bana dikmişti. Endişesi yüzüne yansımıştı ama sessizdi.
Bunu sevmedim. Onun gözlerinde böyle bir tedirginlik görmek, mideme oturan bir taş gibiydi.
Derin bir nefes aldım. Önce bu adamın burada olma sebebini öğrenmeliydim.
Sonra gerekirse bu işin hesabını soracaktım.
Başımı Burak’a çevirdim. "İçeri al." dedim, gözlerimi arka koltuktaki adama dikerek. "Ama fazla rahat davranırsa, bir daha yürüyerek çıkamayacak şekilde uğurlarız."
Adam hafifçe güldü. "Aynı Altay. Hiç değişmemişsin."
Ama yanılıyordu.
Ben değişmiştim.
Ve eğer buraya boş bir hikâyeyle geldiyse, bu değişimi bizzat görecekti.
Burak adamı içeriye doğru yönlendirdiğinde, ben olduğum yerde donmuştum.
Kalbim, savaş meydanında bile hissetmediğim kadar hızlı atıyordu.
Yüzü değişmişti. Yaşlanmıştı, saçları ağarmıştı, sırtı hafifçe eğilmişti. Ama o gözler…
O gözler, hiç değişmemişti.
Beni tanıyordu. Çünkü bir zamanlar, ben onun merhametine terk edilmiş çocuktum.
Yetimhanede bir sayıydım. Bir oda. Bir yatak. Ama o, bize asla çocuk gibi davranmadı.
Ve o an, yıllardır bastırmaya çalıştığım o hatıralar zihnimin derinliklerinden su yüzüne çıkmaya başladı.
Soğuk bir kış günüydü.
Camlar buz tutmuştu. İçerisi dardı, kasvetliydi, tavan sanki üzerimize çökecek gibiydi.
Yanlış bir şey yapmış mıydım? Hatırlamıyorum.
Hatırladığım tek şey, odanın loş ışığında onun gölgesinin üzerime düştüğüydü.
Beni kolumdan sertçe tuttu.
“Ne kadar aptal olduğunu bir türlü öğrenemiyorsun, değil mi?”
İçimdeki korku, çığlık atmama bile izin vermedi.
Yerdeki tahtalar gıcırdadı. Ayakkabılarının sesi, nefesimden daha güçlüydü.
Bir anlığına göz göze geldik. Ben küçüktüm. O ise…
O güç sahibiydi.
Bir yetim, bir çocuğun bile sahipleneceği bir adı yoksa… kim korurdu onu?
Omzuma düşen sert darbe ile bedenim duvara çarptı.
Nefesim kesildi. O an, acıyı hissetmek yerine… dondum.
Bazen, acı hissetmek yerine sadece donarsın.
Ve ben, orada, o loş odada, korkunun nasıl bir şey olduğunu öğrendim.
İnsanların gözlerinde merhametin nasıl kaybolduğunu gördüm.
Ve o an, bir çocuk olmaktan çıktım.
Ben artık bir insan değil, bir şeydim.
Tüm bunlar birkaç saniye içinde gözümün önünden geçti.
Burak’ın sesi uzaktan geliyormuş gibi oldu. Tüm kaslarım gerildi.
Adam, beni süzüyordu.
Ama ben artık o loş odadaki çocuk değildim.
Yavaşça gözlerimi kıstım, derin bir nefes aldım. Ve ilk defa, onun gözlerinin içine baktım.
Korkusuzca.
Bir adım attım. Sesim bıçak kadar keskindi.
“Ne istiyorsun?”
Adam hafifçe başını eğdi, yüzünde garip bir gülümseme vardı.
"Sana borcumu ödemeye geldim, Altay."
Kan beynime sıçradı. Ona olan borcu neydi?
Bu adamın, bana verebileceği hiçbir şey yoktu.
Burak, gözlerini kıstı, gerginliği fark etmişti.
Ama ben, artık geçmişin bana hükmetmesine izin vermeyecektim. Eğer bu adam, gerçekten bana bir şey vermek istiyorsa… Önce, benden aldığı her şeyi geri vermeliydi.
Ve ben, bunun ne olduğunu çok iyi biliyordum.
Çocukluğumu.
Geçmişin Can Çekişmesi
Adam karşımda duruyordu. Yıllar geçmesine rağmen yüzünde pişmanlık değil, sadece zamanın getirdiği bir yorgunluk vardı.
Ama ben, o bakışların ardında yıllarca taş gibi soğuk duran vicdanın şimdi titremeye başladığını görebiliyordum.
Yine de… geç kalmış bir titremeydi bu.
Derin bir nefes aldı, sanki içine çektiği havayı ciğerleri değil, ruhu taşıyormuş gibi ağırdı.
Sonra konuştu.
"Altay…" dedi, sesi kısıktı. Sanki bir kelime daha ederken bile gücünü tüketiyordu.
"Yakın zamanda son evre kanser olduğumu öğrendim."
Sustum.
O devam etti. "Biliyorum, bunu umursamayacağını sanıyorsun." Gülümsedi. Acı bir gülümsemeydi. "Ama işin garibi, ben de umursamayacağımı sanıyordum."
Sert bir şekilde yutkundu, elini hafifçe göğsüne bastırdı. "Acı çekiyorum, Altay. Çok acı çekiyorum. Ama ölemiyorum."
Bu sefer ben gözlerimi kıstım.
"Bunun benimle ne ilgisi var?"
Başını kaldırdı. Gözlerinde bir şey vardı. Bir insanın, hayatında belki bir kez yaşayacağı bir his.
"Ölebilmem için, senin beni affetmen lazım."** Sesindeki kırılma, bir zamanlar tanıdığım ama unuttuğum bir titremeyi taşıyordu.
"Hakkını helal edersen, huzur içinde gidebilirim."
Hafifçe gülümsedi. "Öyle sanıyorum."
Ben o an, yıllar önce o loş odada yere yığılmış küçük çocuğu düşündüm.
O çocuğun bana ne söyleyeceğini düşündüm.
Ve sonra, içimde bir yerlerin hâlâ buz gibi olduğunu fark ettim.
Yavaşça ileri adım attım. O, sanki elimden bir şey alacakmış gibi hafifçe gerildi.
Eğildim.
Yüzüme hiçbir duygu yerleşmeden, sadece fısıltıyla sordum:
"Sen olsan, affeder miydin?"
Adam gözlerini kaçırdı.
Cevap veremedi.
Çünkü o da biliyordu.
Bazı şeyler bütün bedeni yakıp küle çevirse de, içini hâlâ üşütürdü.
Ve ben, o soğuktan hiç çıkamamıştım.
Geçmişin Kırılma Noktası
Adamın gözlerinin içine baktım. Benden af bekliyordu. Bunca yıl sonra, ölümün eşiğine geldiğinde bile, beni bir kurtuluş kapısı olarak görüyordu.
Ama ben, hiçbir zaman onun kurbanı olmadım.
Kurbanlık kaderini çoktan yakıp geçmiş, küllerinden doğmuştum.
Tam cevap vermek için ağzımı açmıştım ki, yanımdan bir gölge geçti.
İlteriş.
Hareketleri hızlı ama kontrollüydü. Bir anda adamın tam karşısında dikildi. Gözleri keskin, bedeni gerilmiş, öfkesi ateş gibi parlıyordu.
“Senin gibiler ölmeyi değil, sürünmeyi hak ediyor.”
Adam, İlteriş’in bu kadar yakınına geldiğinde bir an irkildi. Etrafındaki gücün farkına varan her zayıf insan gibi.
Ama İlteriş geri adım atmadı.
"Altay’ın askeri liseye girdiği ilk yıl nasıldı biliyor musun?" dedi, sesi tıpkı bir bıçak gibi soğuktu.
Adam gözlerini kaçırdı.
Ama İlteriş nefes almasına bile izin vermedi.
"Bilmiyorsun tabii. Nereden bileceksin?" diye hırladı. "Ben biliyorum. Çünkü en yakın arkadaşı şehit olmadan önce anlatmıştı. Dinlemiştim. O anlatırken Altay hiçbir şey söylememişti. Çünkü anlatmayı bile beceremiyordu.”
İçimde bir şey sıkıştı.
Geçmiş, bir yumruk gibi mideme oturdu.
İlteriş devam etti. “Bu adam, bağırılınca tepki veremiyordu. Biz korkunca irkiliyorduk, tepki gösteriyorduk. O korkunca robot gibi kalıyordu. Kaskatı. Çünkü geçmişte birileri ona tepki vermenin işe yaramayacağını öğretmişti.”
Gözlerimi kapattım.
Askeri okulun ilk yılı… İçimde yankılanan sesleri tekrar duydum.
“Korkuyorum,” demek isterdim ama çıkmazdı.
Çünkü korksam bile kimsenin umurunda olmayacağını biliyordum.
İlteriş, dişlerini sıkarak adama daha da yaklaştı.
"Şimdi sen buraya gelip ‘hakkını helal et’ diyorsun ya… Git buradan. Defol. Siktir git. Ama bizim karşımıza bir daha çıkarsan..."
Sesini daha da alçalttı.
“Seni pipetle beslenecek hale getiririm.”
Odada bir anlık ölüm sessizliği oldu.
Adam, o an ölümden korkan her insan gibi içgüdüsel olarak geri çekildi. Nefesi sıklaştı, yüzü daha da soldu.
Ama ben, sadece baktım. Hiçbir şey hissetmiyordum.
Çünkü İlteriş, benim için en ağır cümleleri zaten kurmuştu.
Benim yapmam gereken tek şey, geçmişin benim üzerimde bir hükmü olmadığını göstermektir.
Sessizce doğruldum, adamla göz göze geldim.
"Bitti." dedim sadece. "Benden alabileceğin hiçbir şey yok."
Sonra kapıyı işaret ettim. "Çık. Ve bir daha karşıma çıkma."
Adam ayağa kalktı. Titriyordu.
Ama bu sefer, benim korktuğum adam gitmişti. Yerine, sadece bir gölge kalmıştı.
Ve ben, ilk kez gerçekten özgür hissettim.
Küçük Altay’ın Sessiz Çığlığı
O adam kapıyı kapattığında, ardında bir boşluk bıraktı. Ama o boşluk öyle kolay kolay kapanacak gibi değildi.
Çünkü bazı boşluklar, yılların, savaşların, kurşunların bile dolduramayacağı kadar derindir.
Ve o an anladım.
Ben, o kapıdan çıkan adamın gölgesinden hiç çıkamamıştım.
Nefesim düzensizdi. Ellerimi yumruk yaptım. Ama neye sıkıyordum yumruklarımı? Öfkeye mi? Korkuya mı? Kendime mi?
O sırada, bir dokunuş hissettim.
Sıcaktı. Gerçekti.
Umay.
Kollarını boynuma doladı.
Kelimelere gerek duymadan, gözyaşlarını sessizce omzuma bıraktı.
İçimde, yıllardır kapalı tuttuğum bir kapı vardı.
Ve Umay, o kapıyı usulca aralıyordu.
Ellerini yüzüme koydu. Avuçları sıcaktı.
Gözlerime baktı.
O gözler… Beni seven gözlerdi.
Ve ben, o gözlerde ilk defa küçük bir çocuk gibi hissettim.
"Seni o kadar çok seviyorum ki…" dedi, sesi çatallandı. "Anlatamıyorum derdimi."
Ben tek kelime etmedim. Çünkü boğazıma düğümlenen kelimeleri nasıl çözeceğimi bilmiyordum.
Başını hafifçe yana eğdi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. "Sen benim her şeyimsin, Altay."
Ellerini yüzümde gezdirdi. Parmak uçları, her dokunuşta beni hayata geri çağırıyordu.
Ama sonra…
O cümle geldi.
Ve ben, işte o zaman ilk defa gerçekten kırıldım.
"Keşke çocuk Altay’ı küçükken karşılasaydım."
Umay bunu söylerken gözyaşları daha da hızlandı.
Ama benim içimde kopan fırtına, tüm dünyayı yerle bir edecek gibiydi.
Çünkü o cümle, beni en savunmasız hâlimle vurmuştu.
Çocuk Altay.
Yetimhanenin soğuk duvarları arasında titreyen, korkan, sesi çıkamayan küçük bir çocuk…
Kimsenin dokunmadığı, kimsenin sevmediği… Kimsenin beklemediği bir çocuk.
O çocuk, yıllardır içimde saklanıyordu. Kimseye göstermediğim, kimsenin dokunmasına izin vermediğim bir köşede.
Ama Umay, onu bulmuştu.
Ve şimdi, ona sarılıyordu.
Bir şey koptu içimde. O kadar yıllık sessizlik, o kadar yıllık katılık, içime ördüğüm bütün duvarlar…
Hepsi bir anda çöktü.
İlk defa… ilk defa, başımı onun omzuna koydum.
Ve… ilk defa ağladım.
Hıçkırıklarım, yıllardır susmuş bir çocuğun çığlıklarıydı.
Göğsüm sarsıldıkça, sanki içimden bir şeyler kopuyordu.
Savaşlar görmüştüm. Ölümler görmüştüm. Kendi ellerimle insan öldürmüştüm.
Ama hiçbir şey, bir çocuğun kaybolmuşluğunu taşıyamıyordu.
Ve ben, o çocuğun ağırlığını sırtımda taşımaktan öyle yorulmuştum ki…
Umay beni bırakmadı.
Hiçbir şey söylemedi. Çünkü bazı acıların kelimesi yoktur.
Sadece sıktı beni. Avuçlarını sırtıma bastırdı.
Sanki, bana tüm dünyayı bırakıp gidebileceğimi, ama onun kollarından asla düşmeyeceğimi söylüyordu.
Ve o an, ilk defa gerçekten inandım.
Belki de yalnız değildim.
Benim omzuma dökülen her gözyaşı, yetimhanenin nem kokan duvarlarından süzülen yılların sessiz ağıtına dönüşmüştü.
Umay beni bırakmıyordu. Bırakırsa düşeceğimi, düşersem bir daha kalkamayacağımı biliyordu.
Ama gözlerim artık göremiyordu. Yaşlar, ömrüm boyunca akmasına izin vermediğim her duyguyu yüzüme kazıyordu.
Ve o an… bir el daha hissettim sırtımda.
Güçlü, sarsılmaz, savaş görmüş bir el. İlteriş.
Başımı kaldırmadan, onun da orada olduğunu biliyordum. Savaş alanlarında yanımdaydı. Ölümle burun buruna geldiğimiz anlarda yanımdaydı. Şimdi de buradaydı.
Ama hiç bu kadar çaresiz görmemişti beni.
“Altay…” dedi kısık bir sesle. O koca adamın sesi titriyordu.
Umay, bana sımsıkı sarılırken o da sırtımı sıvazladı.
“Senin yaşadıklarını yaşasaydım… Ben de böyle olurdum.”
Gözlerimi hâlâ açamıyordum. Çünkü açarsam, dünya üzerime yıkılacak gibiydi.
İlteriş derin bir nefes aldı. “Ama bir şeyi bilmeni istiyorum… Küçük Altay yalnız değildi.”
Sustum. Çünkü cevap veremezdim.
Ama o devam etti.
“O çocuk, hiçbir zaman yalnız değildi.” "Çünkü bir gün, bir tim kuracaktı. Bir gün, bir ailesi olacaktı. Bir gün, Umay gibi biri ona ‘keşke küçükken karşılaşsaydım’ diyecekti. Ve bir gün, bir kardeşi ona sırtını yaslayacaktı."
Benim için zor olan, savaşlar değildi.
Zor olan, inanmaktı.
Ama o an… ilk defa inandım.
Tam o anda, arkadan Burak’ın sesi geldi.
Ama bu kez, her zamanki şakalaşan Burak değil, gerçek Burak konuşuyordu.
"Komutanım…" dedi. Sesi… O sesi duymaya hiç alışık değildim.
Başımdan bir el geçti. Saçlarımı karıştırdı.
“Biliyor musun? Küçük Altay burada olsaydı, ona her şeyin geçtiğini söylemek isterdim.”
Güldü. Ama kahkahasında hüzün vardı.
“Geçmediğini biliyorum. Ama geçmese bile, biz buradayız. Ve ne zaman gerekirse, o çocuğun kavgasını biz de veririz.”
Başımı kaldırdım. Gözlerim şişmişti.
Burak, orada, tam karşımda duruyordu.
Ellerini cebine sokmuştu. Ama gözlerinde, bana söylemek isteyip de söyleyemediği binlerce şey vardı.
İlteriş başını eğdi. “Evet, lanet olası herif. Birimiz hep burada olacağız.”
Umay ise yüzüme baktı. Avuçlarını iki yanağıma koydu.
“Ve ben… Hep yanındayım.”
Sessizlik, savaş meydanında hayatta kalmayı başaranların sessizliği gibiydi.
Ben, ilk defa omuzlarımdaki ağırlığın hafiflediğini hissettim.
Ve o an, küçük Altay’ın loş odasında bir pencere açıldı.
Hâlâ kapanması gereken yaralar vardı. Hâlâ unutulması imkânsız acılar.
Ama artık yalnız değildim.
Ve bu, her şeyden daha kıymetliydi.
Bütün bu duygusallık, gözyaşları, travmalar… Tamam, bunlar önemliydi. Ama ben, bu timi böyle görmeye alışık değildim.
Gözlerimi sildim, derin bir nefes aldım.
Sonra etrafımdaki suratları fark ettim.
İlteriş… İlk defa gözleri nemlenmiş hâlde, ciddi ve anlamlı cümleler kurmuştu.
Burak… Gereğinden fazla ağır konuşmuş, neşesini unutmuştu.
Ve ben… Ben de ilk defa bu kadar açık vermiştim.
Bir an kafamda bir ampul yandı.
Kaşlarımı kaldırdım, gözlerimi kıstım ve gülümsedim.
"İyi ki varsınız lan, ama bakın bir şey diyeceğim…
Bu kadar ciddi olmanız çok garibime gitti."
Herkes bir an bana baktı. Ciddi cümleler bitti, gözyaşları silindi, ama yüzlerde hâlâ bir soru işareti vardı.
Devam ettim. "Hele Burak… Ulan, senin cıvık halin daha güzel lan! Şu hâline bak! Adam olmuşsun resmen, hiç yakışmadı!”
Burak önce dumur oldu, sonra gözlerini kıstı.
“Komutanım… Kalbimi kırıyorsunuz şu an.” dedi dramatik bir sesle. “Ben az önce size hayat dersi verdim!”
Elimi kaldırdım, “Tamam tamam, süper ders verdin, hocam sağ ol. Ama bir dahaki sefere şiir falan okuma bari, midem kaldırmaz.”
İlteriş derin bir nefes aldı, kaşlarını çatıp başını iki yana salladı.
“Lan, adam bir saat önce travmalarıyla yüzleşiyordu, şimdi bizle dalga geçiyor.”
Burak başını salladı. “Evet abi, kesin delirdi bu.
Tam o sırada Umay kollarını daha da sıktı, yüzünü göğsüme yasladı.
“Altay…” dedi sessizce.
Başımı eğdim, kaşlarımı kaldırdım. “Efendim, prensesim?”
Gözlerini kıstı, “Şu an çok saçmalıyorsun ama seni seviyorum.” dedi.
Ben gülümsedim. "Biliyorum, çünkü ben de kendimi seviyorum."
Burak anında ellerini havaya kaldırdı. “Tamam, bitti! Duygusal sahneyi mahvettik. Ben gidiyorum.” dedi ve kapıya yöneldi.
İlteriş derin bir nefes aldı, “Komutanım, yemin ederim bir daha sizi ciddiye almayacağım. Hayır, adam bir saat önce ağlıyordu ya! İçim parçalandı! Boşuna üzülmüşüm lan!”
Umay hafifçe gülümseyerek başını kaldırdı. “Altay işte… Duygusal anları beş dakika yaşıyor, sonra hemen kafa yapmaya başlıyor.”
Göz kırptım. "Hayat kısa, prensesim. Ben travmalarımı şaka yaparak hallediyorum. En sağlıklı çözüm!"
Burak kapıyı açmadan önce arkasına dönüp gözlerini kıstı.
“Komutanım, umarım ilerde bir gün terapiste gitmeye karar verirsiniz.”
Gülümsedim. “Gerek yok, benim timim yeterince kafa ütülüyor.”
Ve o an anladım ki…
Ne olursa olsun, bu ekiple gülmek, travmalarımın en iyi ilacıydı.
Umay hâlâ kollarımın arasındaydı. Gözleri yorgundu ama içinde bir yerde hâlâ umut taşıyordu. Bir insan ne kadar kırılırsa kırılsın, yanında sevdiği biri olduğunda ayağa kalkabiliyordu işte.
Elimi hafifçe saçlarının arasından geçirdim, sonra çenesini kaldırıp gözlerine baktım.
“Toplandıysan gidelim mi, aşkım?” dedim, sesi fazla ciddi kaçırmamaya çalışarak.
Biraz daha beklersem bu evin duvarları üzerimize çökecek gibi hissediyordum. Çünkü geçmiş burada kalamazdı, burada soluyamazdı, burada yaşamaya devam edemezdi.
"Birkaç günlük orduevinden yer ayırttım," diye ekledim gülümseyerek. "Orada kalırız, biraz dinleniriz. Sonra hep beraber ev bakarız. Sen, ben, tim… Hatta Burak kesin her şeye burun sokar, İlteriş mimari eleştiriler yapar, Mustafa Kemal mitolojiden örnekler verir."
Umay hafifçe güldü. "Ulaş da mutfak için listeler yapar."
“Aynen, çocuk komple mutfak tasarlamaya kalkar.” dedim.
Kafamı hafifçe yana eğdim, gözlerine tekrar baktım.
“Bak Umay,” dedim yavaşça. "Bu ev artık senin değil. Duvarları boş, anıları hüzünlü. Ama yeni bir yer… Yeni bir yuva… Onu beraber kurabiliriz."
Bir an düşündüm. Ben 'yuva' kelimesini hayatımda kaç defa gerçekten kullanmıştım?
Yetimhanede? Hayır.
Askeri okulda? Kesinlikle hayır.
Operasyonlarda? Mümkün değil.
Ama şimdi, ilk defa içim rahat bir şekilde kullanıyordum.
Yeni bir yuva.
Umay başını salladı. Gözlerinde bir damla yaş parladı ama akmadı. Çünkü bu sefer, o da geçmişe değil, geleceğe bakıyordu.
Elini tuttum. "Hadi bakalım, prensesim. Gideceğimiz yol uzun."
Ve biz, ardımıza bile bakmadan o evden çıktık.
Yeni Bir Dönemin Başlangıcı
Karargâhın önüne vardığımızda, havada tuhaf bir his vardı. Sanki yıllardır soluduğum bu topraklar, artık bana ait değilmiş gibi.
Burası, gözümü açtığım, kendimi var ettiğim yerdi. Ama şimdi, devretme zamanı gelmişti.
Timin tamamı içtima düzeninde dizilmişti. Hepimiz, yıllardır buradaydık, bu duvarlara, bu koridorlara, buradaki kokulara alışmıştık. Ama bugün, burası başkasının evi olacaktı.
Yeni tim, bizim gibi tam teçhizatlı şekilde sıralanmış, disiplinle bekliyordu. Yeni liderleri, soğukkanlı, sert bakışlı bir yüzbaşıydı. Yüzbaşı Cihan Demirer.
O, şimdi bizim yerimizi alacaktı.
Ben, düzgün adımlarla öne çıktım. Gözlerim, timin her bir ferdini tek tek taradı. Mustafa Kemal, İlteriş, Burak, Ulaş… Onlarla kaç defa ölümü göze almıştık?
Ama şimdi, bayrak devrediliyordu.
Cihan yüzbaşıyla göz göze geldik. Sert, saygılı bir adamdı. Bu adamın da buraya ruhunu koyacağını biliyordum.
“Tim, hazır ol!” diye gürledim.
Herkes, aynı anda dimdik durdu.
Derin bir nefes aldım. Bu, benim için kolay olmayacaktı.
Ama askerken, en zor anlarda bile sesin titrememeliydi.
Öne bir adım attım. Sırtımdaki bordo beremi çıkardım.
“Bugün, Özel Kuvvetler Komutanlığı Mardin Birliği'ni, Yüzbaşı Cihan Demirer ve ekibine devrediyoruz. Biz buradayken, bu vatan toprağına gölge düşürmedik. Ve biliyorum ki, siz de düşürmeyeceksiniz.”
Cihan bir adım attı, gözleri kendinden emin bir şekilde bereme odaklandı.
"Komutanım, bayrağı devralmaya hazırız." dedi, sesi tok ve netti.
O an, elimde tuttuğum beremi uzattım.
Ve Cihan onu iki eliyle aldı. Bu, artık onun yüküydü.
Tim dimdik duruyordu, ama gözlerindeki veda hissediliyordu.
Burak yutkundu, ama gülümsemeye çalışarak mırıldandı: "Ulan, adam emekli olup da gidecekmiş gibi bir hava var."
İlteriş kısık sesle ekledi: "Burak, yemin ederim bir gün şu dramatik anları batırmadığın bir gün görmeyeceğiz."
Mustafa Kemal ise, ellerini arkaya bağlamış, hafifçe başını sallıyordu. "Bu topraklar bizi unutmayacak." dedi, felsefi bir edayla.
Ben hafifçe gülümsedim. Onları bırakmıyordum. Ama burada geçen yılların ağırlığını da üzerimden söküp atamıyordum.
Cihan yüzbaşı, beresini başına yerleştirdi ve dimdik durarak selam verdi.
"Komutanım, emekleriniz için minnettarız. Yolunuz açık olsun."
Timimle göz göze geldim. Bir devrin bittiği, yeni bir devrin başladığı o anı içime kazıdım.
Son bir kez, dimdik selam verdim.
Ve karargâhı, ardıma bile bakmadan terk ettim.
Çünkü önümde, daha yazılacak çok hikâye vardı.

Son Kontrol, Son Emir
Uçağa binmeden önce içimde garip bir his vardı. Burası bizim için bitti, evet. Ama bir şey eksikti sanki.
Son bir defa timimi, ailemi, kardeşlerimi kontrol etmek istedim.
Hemen önümde toplanmışlardı, yeni bir hayata adım atmaya hazır ama hâlâ eski disiplinlerinden bir gram eksiltmemiş bir tim.
Ciğerlerime bir nefes çektim, sert bir sesle gürledim:
“ASKER!”
Bir anda hepsi dimdik durdu, omuzlarını geriye attılar.
“Sağ baştan say!”

''İLTERİŞ YILDIRIM 1’’
‘’BARIŞ ULAŞ MUTLU 2’’
‘’Mustafa Kemal ÖLMEZ 3’’
‘‘ FATİH AKAR 4’’
‘'YAVUZ ALKAN 5’’
‘’KERİM AKTÜRK 6’’
‘’EREN KURALSIZ 7’’
‘’BURAK KOÇAK 8’’
‘’ONUR DEMİRTAŞ 9’’
Mustafa Kemal, ardından ekledi: “Komutanım, mitolojide bu da bir ritüel sayılır biliyor musunuz?”
Ben gözlerimi kıstım. “Mustafa, seni şu an susturmazsam uçakta en arkaya oturturum.”
Herkes hafifçe güldü, ama hâlâ duruşlarını bozmamışlardı.
En sonunda Umay bana yaklaştı. “Ben kaçıncıyım, komutanım?” dedi gözlerini kısarak.
Başımı eğip, onun gözlerine baktım. “SEN, BENİM BİRİCİK NUMARAMSIN.” dedim gülerek.
Burak hemen araya girdi: “Ulan aşk adamı kesildi gene. Biz de tim diye geçiniyoruz ha!”
İlteriş kaşlarını kaldırdı. "Tamam, tamam. Yürüyoruz mu artık? Yoksa burada destan mı yazacağız?"
Son kez etrafıma baktım. Bu topraklardan, bu anılardan ayrılıyorduk.
Ama içimde bir gram korku yoktu.
Çünkü ben, en sağlam adamları ve en büyük aşkı yanımda götürüyordum.
“Hadi bakalım,” dedim gülümseyerek. “Yeni hayatımıza uçuyoruz.”
Ve hep birlikte, gözümüzü kırpmadan uçağa doğru yürüdük.
Taksiden indiğimizde, üstümüzde ne üniforma vardı ne silah. İlk defa, askeri disiplinin katı havası olmadan bir yolculuğa çıkıyorduk.
Ama işin komiği, tim hâlâ ÖKK gibi hareket ediyordu.
Burak, güvenlik kapısından geçerken askeri içgüdüyle ceketini düğmeleyip esas duruşa geçti.
Güvenlik görevlisi kaşlarını kaldırarak baktı. “Buyrun?”
Burak boğazını temizledi. “Komutanım… Şey pardon, memur bey. Silah taşımıyorum. İçeri girebilir miyim?”
İlteriş derin bir nefes aldı, alnını ovuşturdu. “Burak, yemin ederim seninle sivil hayata alışamayacağız.”
Burak kendini toparladı, güvenlikten geçerken bana dönüp, “Komutanım, valla kendimi boşlukta hissediyorum. Üzerimde silah, tabanca, çakı bile yok! Benim güvensizlik seviyem şu an Everest.” dedi.
Mustafa Kemal ciddiyetle ekledi: “Burak, insanın en büyük silahı beynidir.”
Ulaş araya girip, “Senin silahsız doğduğunu düşünsek mi o zaman?” diye sırıttı.
Burak, “Ulan valla askerliği bırakınca saygınızı da bıraktınız ha!” diye söylenirken, Umay hafifçe elimi sıktı.
“Bu ekiple gerçekten Ankara’ya taşınmak istediğinden emin misin?” diye sordu, gözlerini kısarak.
Gülümsedim, başımı ona çevirdim. “Sence, bunlarsız yaşamak mümkün mü?”
Tam o sırada anons geldi: “Ankara’ya gidecek yolcular, lütfen kapıya ilerleyiniz.”
Burak derin bir nefes aldı. "Tamam beyler, yeni hayat başlıyor. Bakalım Ankara'da siviller olarak ne kadar dayanabileceğiz?" dedi.
İlteriş omzunu silkti. "Çok uzun sürmez. En geç bir hafta içinde Burak birini yanlış park ettiği için sorguya düşürür, Ulaş gizli örgütlerle ilgili bir teoriyle olay çıkarır, Mustafa Kemal de Zeus’un gerçek olup olmadığını tartışırken biriyle kavga eder."
Ben iç geçirdim, "Sivil hayata uyum sürecimiz neden bir Netflix dizisi gibi olacakmış gibi hissediyorum?" dedim.
Burak kapıya doğru yürürken arkasına döndü. “Çünkü biz ÖKK’yız komutanım, biz sıradan yaşayamıyoruz.”
Ve haklıydı.
Ama işte, bu “sıradan olamayan” adamlarla yeni bir hayata adım atıyordum.
Ve Umay’ın elini tutarken anladım ki, bu, hayatımın en güzel macerası olacaktı.
Havaalanında beklerken şunu fark ettim: Özel Kuvvetler olarak yüzlerce uçuş yaptık ama hiçbiri bu kadar kaotik değildi.
Biletleri alıp sıraya girdik. Sıraya girerken bile içgüdüsel olarak ikili düzen oluşturduk.
Önümüzde yaşlı bir amca dönüp, “Oğlum siz hac kafilesi misiniz?” diye sorunca Burak atladı:
“Yok amca, biz sivil hayata uyum süreci yaşayan askerleriz.”
Amca başını sallayıp, “Hadi bakalım, Allah sabır versin.” dedi.
İlteriş kıkırdadı, “Bize değil, Ankara’ya versin.”
Kapıya ulaştığımızda biletleri okuttuk. Umay’ın elini tutuyordum, ama arkamda bu ekiple uçağa binecek olmanın yarattığı gerilimi hissediyordum.
“Sakin olun beyler, unutmayın, operasyon değil bu, sadece uçuyoruz.” dedim.
Burak ciddiyetle, “Ama komutanım, eğer motor arızası olursa ve okyanusa düşersek önce kimin hayatta kalacağına karar vermemiz lazım.” dedi.
“Burak, Mardin’den Ankara’ya gidiyoruz, hangi okyanus?”
“Komutanım, büyük düşünmek lazım.”
Uçuş ekibinden biri gülümseyerek seslendi:
“Hoş geldiniz, biletleriniz?”
Biletlerimizi verdik. Uçuş listesinde isimlerimizi kontrol ederken, memur listede şu isimleri görünce kaşlarını kaldırdı:
ALTAY ÖZTÜRK 46
UMAY KARACA 47
İLTERİŞ YILDIRIM 48
BARIŞ ULAŞ MUTLU 49
MUSTAFA KEMAL ÖLMEZ 50
FATİH AKAR 51
YAVUZ ALKAN 52
KERİM AKTÜRK 53
EREN KURALSIZ 54
BURAK KOÇAK 55
ONUR DEMİRTAŞ 56
Sonra yüzümüze baktı.
“Siz… şey… spor takımı mısınız?”
İlteriş gülümsedi. “Evet, ‘Milli Dayanıklılık Takımıyız’.”
Umay hafifçe gülümsedi, ben ise ‘problem çıkarmayın’ bakışı attım.
Burak ise ciddiyetle ekledi:
“Evet, en iyi olduğumuz şey hayatta kalmak.”
Hostes, gülümsemesini kaybetti. "Umarım uçakta buna ihtiyacınız olmaz." dedi.
İlteriş eğildi, “Umarız.” dedi.
Ve o an, uçağa adım atarken fark ettim:
Bu ekiple sivil bir uçuşta bile "problem çıkarmama" ihtimalimiz sıfırdı.
Ekonomi sınıfı olduğu için, bizim gibi iri yapılı adamlar için bir kabus gibiydi.
Uçakta herkes yerleşirken Burak ve Eren yan yana oturdu.
Burak kemerini bağladı, sonra yanındaki Eren’e döndü.
“Ulan, Kuralsız. Senin gibi adama cam kenarı mı düşer?”
Eren gözlerini kıstı. “Bana kural koyamazsın.”
İlteriş ve Mustafa Kemal de yerleşmişti. Mustafa Kemal, hemen acil çıkış broşürünü eline aldı ve okumaya başladı.
“Komutanım, eğer uçak düşerse, kanat üzerinden çıkış yapmamız en mantıklısı olur.”
Burak ellerini havaya kaldırdı. “Ulan biriniz de NORMAL UÇSUN BE! Ne düşmesi?”
Umay’la yan yana oturduk. Elimi tuttu.
“Sence hayatta kalır mıyız?” diye fısıldadı, gözlerinde hafif bir alay vardı.
Gülümsedim. “Benim olduğum yerde her zaman.”
Tam o sırada anons geldi:
"Sayın yolcularımız, uçuşumuza hoş geldiniz. Lütfen kemerlerinizi bağlayın."
Uçak hareket etmeye başlarken Burak kemerini kontrol etti ve “Hadi bakalım, sivil hayatın ilk sınavı: Havada hayatta kalmak.” dedi.
İlteriş gözlerini devirdi. “Eğer bu yolculuk boyunca hayatta kalırsak, asıl test Ankara’da başlıyor.”
Ve o an anladım…
Bizim için asıl macera, gerçekten daha yeni başlıyordu.
Uçağa adım attık, ama bizim için her şey sistematik olmalıydı. Sıradan bir yolcu gibi geçip oturamazdık, çünkü bu tim düzenli olmaya alışkındı.
Kapıda durup biletlere tekrar göz attım.
• ALTAY ÖZTÜRK - 46
• UMAY KARACA - 47
• İLTERİŞ YILDIRIM - 48
• BARIŞ ULAŞ MUTLU - 49
• MUSTAFA KEMAL ÖLMEZ - 50
• FATİH AKAR - 51
• YAVUZ ALKAN - 52
• KERİM AKTÜRK - 53
• EREN KURALSIZ - 54
• BURAK KOÇAK - 55
• ONUR DEMİRTAŞ - 56
İç geçirdim. Normal insanlar gibi rastgele otursaydık, 10 saniyede yerleşmiştik. Ama hayır.
İlteriş biletine baktı, sonra bana döndü. "Komutanım, ne yapıyoruz?"
Burak hemen atladı. "Abi, mantıken, en azından dörtlü gruplar yapmalıyız. Taktiksel düşünelim."
Ulaş gözlerini devirdi. "Ulan taktik falan yapmayacağız, uçak bu! Savaş alanı değil!"
Ama Burak takılmıştı bir kere.
"Bak şimdi, Altay komutanım ve Umay kesin yan yana oturacak." diye başladı. "İlteriş ve Ulaş da onların arkasında olabilir, çünkü zaten yan yana oturmuşlar. Beni cam kenarına almazsanız darılırım."
Kerim, biletine baktı. “Burak, sen 55’tesin, en arkadasın zaten.”
Burak hemen telaşlandı. "Nasıl ya! Arkada olunca daha çok sarsılıyoruz! Benim koltuk değişim hakkım var mı?"
Eren kaşlarını çattı. "Senin kural koyma hakkın yok, otur yerine."
Mustafa Kemal biletine bakıp derin bir nefes aldı. "Beni kimseyle tartışmak zorunda bırakmayın, koltuğumdan memnunum."
Yavuz gözlerini devirdi. "Ben Fatih’le oturuyorum zaten, başınıza buyruk takılın."
İlteriş, “Oğlum, ÖKK’nın en büyük kriz toplantısını şu an uçağın içinde yaşıyoruz. Bir yerine oturun da şu iş bitsin.” dedi.
Ben gülerek “Hadi bakalım, yerlerinize beyler. 3 saniye içinde oturmayanı bırakıp gidiyorum.” dedim.
Sonunda herkes yerleşti. Umay yanıma oturdu, elimi tuttu ve gözlerini kısarak fısıldadı:
“Bu ekiple Ankara’da ev bakacağız, değil mi?”
Başımı hafifçe iki yana salladım, gözlerimi devirdim.
"Aynen aşkım. Daha yeni başlıyoruz."
Tam o sırada Burak arkasını döndü.
"Komutanım, Ankara’da ev ararken en azından balkonu geniş bir yer seçelim. Uçağa bile sığamadık!"
Ve biz, sivil hayatın ilk kaosunu geride bırakırken, asıl fırtınanın bizi Ankara’da beklediğini biliyorduk.
Uçak pistte hızlanmaya başladığında, Umay sağ kolumu sıkmaya başladı. Küçük bir çocuk gibi göğsüme yaslandı.
Ben gözlerimi kısarak gülümsedim. "Aşkım, bak bu normal bir süreç. Uçak böyle hızlanır, sonra havalanır. Yani teknik olarak, şu an fizik kurallarına meydan okuyoruz ama havada kalmayı başaracağız, inan bana."
Burak arkamdan atıldı: "Yenge, sakın dinleme komutanımı! Eğer böyle hızlanırken pilot fren yaparsa takla atarız!"
Umay anında başını kaldırıp bana panikle baktı.
Gözlerimi devirdim, "Burak, sana ne dedik? Yolculuk boyunca gereksiz bilgi vermek yasak!"
Burak ellerini kaldırdı. "Abi, bak gerçekçi olalım, uçak yere çakılırsa en azından nasıl düştüğümüzü biliriz."
İlteriş başını iki yana salladı. "Burak, şu an hepimizi uçaktan atıp bu seyahati daha huzurlu hâle getirmek istiyorum."
Tam o sırada uçak havalanmaya başladı.
Umay nefesini tuttu, ben elini sıktım. "Tamam aşkım, bak kalktık bile! Artık gökyüzündeyiz."
Tam o anda Burak tekrar atıldı: "Eğer motorlardan biri şimdi arızalanırsa, spirale gireriz ve yere çakılırız!"
Umay anında gözlerini kapattı. "Altay! Uçaktan atılma yetkim var mı? Lütfen Burak’ı indirebilir miyiz?"
Ben derin bir nefes aldım. "Burak, eğer bir kelime daha edersen, seni uçaktan önce ben düşüreceğim."
Burak homurdanarak arkasına yaslandı. "Tamam ya, bilimsel bilgi verdik diye kıymetimiz bilinmiyor."
Ulaş başını iki yana salladı. "Sivil hayatta bile bizi çıldırtacak şeyler buluyorsun Burak."
Mustafa Kemal ise her zamanki felsefi havasıyla pencereden dışarı bakarak mırıldandı:
"Uçak, insanın özgürlüğünü kısıtlayan ama aynı zamanda onu gökyüzüne çıkaran bir paradokstur."
Eren kaşlarını çattı. "Bunu Zeus mu söyledi, komutanım?"
Mustafa Kemal başını iki yana salladı. "Hayır, ben söyledim. Ama Zeus’a da danışmış olabilirim."
Burak gülerek ekledi: "Komutanım, eğer uçak düşerse, Zeus bizimle ilgilenir mi peki?"
İlteriş derin bir nefes aldı. "Ya sabır. Şu uçağı kaçırıp hepinizi rehin alsalar bile bu kadar gürültü çıkmazdı."
Ben Umay’a döndüm, o hâlâ sıkı sıkı bana sarılıyordu. Hafifçe gülümsedim.
"Bebeğim, bak en kötü ihtimalle, yere düşersek bile Burak bizden önce panikleyeceği için onun üstüne düşerek yumuşak iniş yapabiliriz."
Umay kahkahalarla güldü. "Tamam, bu plan mantıklı."
Burak arkasını dönerek bağırdı: "Ulan ben sizin acil iniş yastığınız değilim!"
Ve biz, Ankara’ya doğru yol alırken, ÖKK ekibinin neden normal yolcular olamayacağını bir kez daha kanıtlıyorduk.
Uçak hafifçe süzülerek alçalmaya başladığında, pencereden dışarı baktım.
Aşağıda, uçsuz bucaksız bozkırlar uzanıyordu. Güneş, sararmış tarlalara altın bir yansıma bırakmıştı.
Yanımda oturan Umay da camdan dışarı bakıyordu. Gözlerinde garip bir huzur vardı.
Bir süre hiçbir şey söylemedik. Sessizliği sadece motorun hafif uğultusu ve timin arka sıralardaki bitmek bilmeyen muhabbeti bozuyordu.
Sonra hafifçe başımı ona çevirdim. Umay’ın ince parmakları, pencerenin kenarında geziniyordu.
Elini tuttum, parmaklarını kendi parmaklarımın arasına sıkıştırdım.
Ve gülümseyerek fısıldadım:
"Hayatım… Yeni evimize gidiyoruz."
O an başını bana çevirdi. Gözlerinde hem heyecan hem de derin bir hüzün vardı.
"Altay…" dedi, sesi yumuşaktı. "Gerçekten yeni bir evimiz olacak mı?"
Gözlerimi kıstım. Çünkü sorusunun altında yatanı anlıyordum.
"Sadece bir ev değil, Umay." dedim. "Bir yuva. Senin için, benim için… Hepimiz için."
İçini çekti, sonra gülümsedi. Elimizi daha da sıkı tuttu.
Ve o an fark ettim.
Geçmişin yaraları ne kadar derin olursa olsun, önümüzde yepyeni bir sayfa vardı.
Ve biz, o sayfayı birlikte yazacaktık.
Ankara’ya ayak bastığımızda, hava hafif serindi. Mardin’in sıcak, kuru havasından sonra bu değişim garip ama ferahlatıcıydı.
Taksilere binip Kızılay Orduevi’ne geçtiğimizde, herkes yorgundu ama sivil hayatta olmanın verdiği rahatlıkla gevşemişti.
Saatime baktım. 11:00.
“Beyler, saat 13:00’e kadar dinlenme.” dedim net bir sesle. “Ondan sonra eşyaları halletmeye başlıyoruz.”
Burak gerinerek, “Komutanım, bu kadar disipline ne gerek var, artık siviliz!” dedi.
İlteriş kaşlarını kaldırdı. “Burak, senin başıboş kalmanı istemiyorum. Kesin bir yerlerde kaybolup, bize polis merkezinden telefon açarsın.”
Herkes güldü, ama ben artık dinlenmek ve Umay’la biraz yalnız kalmak istiyordum.
Umay’la göz göze geldik. Onun da böyle bir molaya ihtiyacı vardı.
"Hadi bakalım, küçük hanım. Sana bir çay borcum var." dedim, elimi uzatarak.
Umay gülümsedi. “Çay içmek için bile emir mi veriyorsun?” diye takıldı.
“Alıştın artık, değil mi?” dedim, elini sıkarak. “Çaysız emir, emirsiz çay olmaz.”
Beraber orduevinin bahçesindeki küçük çay bahçesine oturduk. Ankara’nın hafif esen rüzgârı, bir şeyleri sıfırlıyormuş gibi hissediliyordu.
Umay, çayından küçük bir yudum aldı. Bense sadece onu izledim.
Çünkü içimde patlamaya hazır bir sürpriz vardı.
Ama şimdi söyleyemezdim. Zamanı gelmemişti.
Umay bana baktı. “Beni neden böyle izliyorsun?” dedi gülümseyerek.
Başımı hafifçe eğdim, çayımdan bir yudum aldım.
“Çünkü ilk defa gerçekten ‘evimde’ gibi hissediyorum.”
Umay’ın gözleri hafifçe parladı. “Altay…” dedi yavaşça.
Ama ben devam etmedim. Çünkü asıl söylemek istediğim şeyin zamanı biraz daha vardı.
Sadece elini tuttum ve önümüzdeki yeni hayatın getireceklerini düşünerek çayımı yudumladım.
Saat tam 13:00 olduğunda, herkes toparlandı. Taksiler sırayla orduevinin önüne yanaştı.
Tim, bavulları ve yorgun bedenlerini taşıyarak araçlara yerleşirken, ben ön koltuğa geçip şoförün kulağına eğildim.
"Anıtkabir’e gidiyoruz. Kimseye söylemeyin." dedim alçak sesle.
Şoför hafifçe gülümsedi, başını salladı.
Taksi hareket ettiğinde, arka koltukta Burak sağa sola bakmaya başladı. Hedefimizden bihaberdi. Ama hepimiz sessizdik.
En sonunda, fazla dayanamayarak bana döndü.
"Komutanım… Biz nereye gidiyoruz?"
Gözlerimi yoldan ayırmadan cevap verdim:
"Sabırlı ol, Burak."
Burak, daha da huzursuzlandı.
"Bak şimdi, operasyonlara giderken bile bize brifing veriyordunuz. Şimdi sivil hayattayız diye mi her şeyi gizli yapıyorsunuz?"
İlteriş, yan koltukta kollarını kavuşturmuş gülümseyerek başını salladı.
"Komutan bir şey demiyorsa, sorgulama Burak."
Burak derin bir nefes aldı, arka koltukta Mustafa Kemal’e döndü.
"Kemal, mitolojide böyle bir olay var mı? Liderin rotayı sakladığı bir hikâye falan?"
Mustafa Kemal ciddi bir ifadeyle başını salladı.
"Tabii ki var. Sisler arasından geçerek bilinmeyene giden kahramanların hikâyesi çoktur. Altay komutan da bize modern bir mitoloji yaşatıyor."
Burak kaşlarını çattı.
"Oğlum, ben destan yazılmasını istemiyorum, sadece nereye gittiğimizi bilmek istiyorum."
Umay hafifçe gülümseyerek bana döndü. "Beni bile söylememek için tembihledin mi?"
Ona hafifçe göz kırptım. "Özel bir yer."
Taksinin penceresinden dışarı baktığımda, Anıtkabir’in etrafındaki geniş caddeleri fark ettim.
İçimde bir şeyler hafifçe titredi.
Biz, bunca zamandır vatan için savaşmış adamlardık.
Ama şimdi, o vatanı bize emanet eden kişinin huzuruna gidiyorduk.
Ve bu, her görevden daha kutsaldı.
Burak ise hâlâ anlamamıştı. Bir süre sessiz kaldı, ama tabelayı görünce gözleri büyüdü.
Başını bana çevirdi.
"Komutanım… Anıtkabir mi?"
Başımı yavaşça salladım.
"Evet Burak, Atamızın huzuruna gidiyoruz."
Taksinin içinde ölüm sessizliği oldu.
Ve ben, ilk defa tüm timin nefesini tuttuğunu hissettim.
Çünkü ne kadar savaşçı olursak olalım, şimdi karşımızda duracak en büyük kahramana yaklaşıyorduk.
Taksiden indiğimizde, kimse konuşmadı.
Aslanlı Yol’un başında, taş döşemeli yolun iki yanında sıralanan aslan heykellerine baktık.
Bu yolu yürümek… Öyle basit bir şey değildi.
Burada yürüyen herkes, bir mirasın omuzlarında olduğunu bilerek adım atıyordu.
Ben en önde, tim arkamda sıralanmış, dimdik yürüyorduk.
Özel Kuvvetler olarak nice savaş alanında, nice vatan toprağında yürümüştük.
Ama burası… Burası her şeyin başladığı yerdi.
Herkes gözleriyle Anıtkabir’i inceliyor, taşların üzerinde yankılanan ayak seslerimizi dinliyordu.
Mustafa Kemal, "Şu an ömrüm boyunca hissettiğim en büyük onuru hissediyorum." diye fısıldadı.
Burak kafasını iki yana salladı. "Bu hissi açıklayacak kelime yok, komutanım. İnsan burada kendini küçücük hissediyor."
İlteriş başını kaldırdı. "Aslında küçük değiliz Burak, tam aksine burada neyin parçası olduğumuzu hatırlıyoruz."
Umay sessizce elimi sıktı. "Babam beni çocukken buraya getirmişti. Ama ilk defa, gerçekten ne anlama geldiğini hissediyorum."
Aslanlı Yoldan yürüyerek şeref holüne vardığımızda, hepimiz gözlerimizi mozolenin önündeki dev Türk bayrağına diktik.
Sessizce selam verdik.
Burada konuşmak gereksizdi. Burada hissetmek yeterliydi.
Bir süre gezindikten sonra, müze bölümüne girdik.
Atatürk’ün el yazıları, mektupları, kişisel eşyaları… Sanki zamanda geriye gitmiş gibi hissediyorduk.
Saat 15:30’a yaklaşırken, bahçedeki kafeye oturduk.
Herkes etkilenmişti ama herkesin içinde bir merak da vardı.
Burak sonunda dayanamayıp sordu:
"Komutanım, sabahtan beri sır gibi saklıyorsunuz. Neyin peşindeyiz?"
Herkes bana döndü.
Tüm gün, asıl sürprizi açıklamamıştım.
Gözlerimi saate diktim. 15:45.
Çayımı masaya bıraktım. Arkamı yasladım.
Ve sesimi sertleştirerek, tek bir cümle söyledim:
"Saat 16'yı bekleyin."
Kimse konuşmadı.
Ama herkes, heyecanla gözlerini bana dikti.
Çünkü bu, sıradan bir gün değildi.
Ve saat 16 olduğunda, gökyüzü bizim için tarih yazacaktı.
Saat yaklaştıkça, timdeki herkes merakını artık gizleyemiyordu. Ama asıl patlayan, tahmin ettiğim gibi Burak oldu.
Gözlerini kıstı, bana tepeden tırnağa baktı.
Üzerimde beyaz, ütülü, tertemiz bir gömlek, altımda ise siyah, kusursuz dikilmiş bir kumaş pantolon vardı.
Kollarımı sıvamıştım, ama bileğimdeki saat bile bu özel güne hazırlanmış gibi ışıldıyordu.
Burak gözlerini devirdi ve sonunda dayanamayıp patladı.
"Komutanım! Siz bu kadar şıksınız, söyleseydiniz biz de giyinirdik!"
İlteriş kollarını kavuşturup başını salladı. "Haklı adam. Biz buraya takım elbiseyle mi gelmeliydik?"
Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi. "Kabul edelim, Altay komutan bayağı bir özenmiş. Acaba neden?"
Umay da bana baktı, ama bir şey sormadı. Gözleri, “Ne planlıyorsun?” der gibi sorularla doluydu.
Gülümsedim ama cevap vermedim. Çünkü daha zamanı değildi.
Ve tam o sırada, Anıtkabir’in önüne vardık.
Gözlerimiz gökyüzüne çevrildiğinde, Ankara’nın sessiz maviliği, güçlü jet motorlarının sesiyle parçalandı.
Solotürk, bir yıldırım gibi gökyüzünü yardı.
Saniyeler içinde, herkesin nefesi kesildi.
Göklerde, Türk bayrağının gururu kanat çırpıyordu.
Pilot, ustalıkla keskin dönüşler yaparken, tüm kalabalığın gözleri o çelik kuşağa kilitlenmişti.
Herkes nefesini tuttuğunda, ben elimi hafifçe cebime götürdüm.
Zaman yaklaşıyordu.
Tim, hala gökyüzüne bakıyordu ama İlteriş bir şeylerin döndüğünü hissetmiş gibi göz ucuyla bana bakmaya başladı.
Burak kısık sesle söylendi:
"Benim burada anlamadığım şey… Komutanım bu kadar özenmiş, bizi buraya getirdi… Ama hâlâ asıl sürpriz ne çözemedik!"
Ben sadece gülümsedim. Gözlerimi Umay’a diktim.
Çünkü birkaç dakika içinde…
Hayatımın en büyük kararını açıklayacaktım.
Gökyüzü, Solotürk’ün kanatlarından süzülen kırmızıyla boyandığında, içimde bir fırtına koptu.
İşte o an.
Hayatımın en önemli anıydı.
Yıllardır ölümle iç içe yaşamış, her anını savaşın gölgesinde geçirmiş bir adam olarak, ilk defa hayatı bu kadar derin hissediyordum.
Ve o hayatın içinde, karşımda bir kadın duruyordu.
Gözleri yüzlerce yıllık bir ateş gibi parlayan, benim içimde donmuş ne varsa ısıtan bir kadın.
Umay…
Adını her andığımda içimde bir sıcaklık hissediyordum, sanki yıllardır süren kış bitmiş, ilkbahar yeniden doğmuştu.
Dizlerimin üzerine çökerken, etrafımdaki dünyanın sesini susturdum. Kalabalık kayboldu, Anıtkabir’in sessiz taşları bile o an bize şahitlik etmek için sessizliğe gömüldü.
Ve sadece ona baktım.
Gözleri, hayretle açılmıştı.
Yüzüme gölgesiz bir ışık düşmüştü, çünkü bu an, benim en karanlık anlarımı bile aydınlatan bir an olacaktı.
Nefesimi tuttum, kalbim, savaş meydanlarında bile hissetmediğim kadar hızlı atıyordu.
Sonra, derin bir nefes alarak fısıldadım:
"Benimle evlenir misin, Umay?"
Sanki zaman durdu.
Rüzgâr bile esmeyi bıraktı.
Tarihin, bu vatanın ve gökyüzünün önünde, ilk defa kendime ait bir hayat istedim.
Ve o hayatın içinde, sadece onun olmasını diledim.
Umay’ın gözleri, yüzündeki şaşkınlıkla dolup taşan gözyaşlarıyla buluştu.
Elleri titredi. Bir şey söylemek istedi, ama kelimeler yetmedi.
Ve sonra…
"EVET!" diye bağırdı.
Sesi, gökyüzüne yazılan bir mühür gibiydi.
Ve tam o an, SoloTürk üçlü geçiş yaptı.
Gökyüzü, bu cevabı kutlamak istermiş gibi, yeniden çelik kanatlarla yırtıldı.
Uğultusu, kalabalığın tezahüratlarıyla birleşti.
Ben yavaşça yerden kalkarken, gözlerim yalnızca ona odaklanmıştı.
Ellerini tuttum, avuçlarımda o hayatın sıcaklığı vardı.
Ve alnına, savaş meydanlarında zafer kazanmış bir komutan gibi, yumuşak bir öpücük kondurdum.
"Sonsuza kadar seninim." diye fısıldadım.
O da gözyaşlarının arasından gülümseyerek başını bana yasladı.
"Ben de Altay… Ben de sonsuza kadar seninim."
O an, sadece biz vardık.
Ve gökyüzü, bu aşkı onaylamak için kırmızıya boyanmıştı.
Aslında bu teklifi görevden sonra yapacaktım.
Her şeyi mükemmel planlamıştım. Özel bir akşam yemeği, belki mum ışığında sessiz bir bahçe, belki Ankara’nın en güzel köşelerinden biri…
Ama hayat… Plan yaparken başımıza gelenlerdi.
Ve ben, tam da böyle bir anı kaçırmak istemedim.
Solotürk gökyüzünü çizerken, kalabalık coşkuyla tezahürat yaparken, tarih bize tanıklık ediyorken…
Bunu ertelemek mi?
Asla.
Çünkü bu an, benim hayatımın en doğru anıydı.
Tam Umay’la göz göze kalmış, sonsuzluğu avuçlarımızın arasına almışken, arkadan tanıdık bir sesin bağırdığını duydum.
"OLEY BEEE! İŞTE BUUUU!"
Daha sesin sahibini görmeden, Burak’ın koca gövdesinin üzerime atladığını fark ettim.
Öyle bir sarıldı ki, iki omzum aynı anda çatırdadı.
"Komutanım! Siz gerçekten yaptınız bunu! Öyle havalıydı ki, ben bile evet diyecektim!"
İlteriş, gözlerini devirdi.
"Ulan bir gün de bir olayı batırma Burak!" diye söylendi.
Ama gözlerinde kocaman bir gülümseme vardı.
Mustafa Kemal sessizce bana yaklaştı, sağ elini omzuma koydu.
"Komutanım, destanlara yazılacak bir teklifti." dedi, hafifçe gülümseyerek. "Mitolojide böyle bir sahne yok, ama eminim Zeus bile sizi alkışlıyordur."
Ulaş başını salladı. "Komutanım, en sarsıntısız, en sağlam teklifi yaptınız. Umarım sivil hayatta da böyle istikrarlı olursunuz."
Yavuz kıkırdadı. "Abi zaten istikrarlı olmasa evlilik teklifi eder miydi?"
Herkes güldü, ama Umay hâlâ ellerimi tutuyordu.
Ve gözlerini benden ayırmamıştı.
İlteriş kollarını kavuşturdu, hafifçe gülümsedi. "Ee, biz düğünü ne zaman yapıyoruz?"
Burak hemen atladı: "En az 300 kişilik olur ha, asker tayfası kalabalık."
Eren kaşlarını çattı. "Burak, oğlum adam yeni teklif etti, bir nefes al!"
Ben sadece gülümsedim. Hâlâ Umay’a bakıyordum.
"Ne zaman istersen, hayatım." dedim.
Ve o an, hayatım boyunca en çok istediğim şeyi yapmanın huzurunu hissettim.
Umay, gözleri ışıl ışıl parlayarak boynuma sarıldı.
Kolları, sanki yıllardır kaybolduğum bir limana dönüşmüştü.
Kalabalık, tezahüratlar, kahkahalar… Hepsi arka planda kayboldu.
Sadece biz vardık.
Başını omzuma yasladı, nefesini boynumda hissettim.
Ve o, hayatımın en güzel cümlesini fısıldadı:
"Ne zaman hazır olursak, hayatım…"
O an, içimde bir şeyler çözüldü. Yıllardır taşıdığım yükler, savaşların, kayıpların, sorumlulukların ağırlığı…
Hepsi bir anda hafifledi.
Çünkü ilk defa bir şey için acelem yoktu.
İlk defa bir şeyi zamana bırakmak, ona güvenmek, onunla yaşamak istiyordum.
Parmaklarımı saçlarının arasına geçirdim, avuçlarım sıcağını hissetti.
Başını kaldırıp bana baktığında, o gözlerde dünyalar vardı.
Ve ben, o dünyaların her köşesinde kaybolmaya hazırdım.
"O zaman… Sonsuz bir vaktimiz var, Umay." dedim, gülümseyerek.
"Ne zaman istersen, nasıl istersen… Seninle her şeye hazırım."
Elleri yüzüme dokundu, avuçlarının sıcaklığı, kalbimin ritmiyle birleşti.
Ve sonra, usulca dudaklarımı alnına yasladım.
Gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı.
İşte o an, tüm dünya bizimdi.
Ne geçmişin yaraları ne geleceğin belirsizliği…
Sadece biz ve bizim zamanımız vardı.
Ve biz, o zamanı birlikte yazacaktık.
Anıtkabir’de yaşadığımız o büyük anın etkisi hâlâ üzerimizdeydi. Gökyüzü hâlâ Solotürk’ün bıraktığı kırmızı izlerle hafifçe kararmaya başlamıştı. Ama hepimizin içinde sanki yeni bir güneş doğmuş gibiydi.
Orduevine döndüğümüzde, herkes hâlâ olanları sindirmeye çalışıyordu. Burak yemek boyunca abartılı bir şekilde ellerini açıp, "Abi, evlilik teklifinin üstüne jet geçişi mi planladın, bu nasıl bir organizasyon?" diye sorup durdu.
İlteriş gülerek, "Altay’ın işi şansa bıraktığını ne zaman gördün ki?" dedi.
Ulaş başını salladı. "Komutanım, gerçekten artık sivil hayata adapte olalım mı? Bugün teklif, yarın muhtemelen düğün organizasyonu, öbür gün çocuk falan derken biz burada aksiyon ararken aile babası olacaksınız."
Umay gülümsedi ama bir şey demedi. Ben de sadece başımı sallayıp çorbama odaklandım. Çünkü yarın, bambaşka bir süreç başlayacaktı.
Kaşığımı usulca masaya bırakıp sesimi tok tuttum:
"Bugün dinleniyoruz. Ama yarın herkes internetten bulduğu ev ilanlarını listeleyecek. Arayıp randevu alacağız. Bu işi bir haftaya bitiriyoruz."
Herkes bir an duraksadı. Sanki sabah hayatımızın en duygusal anını yaşamamışız gibi, akşamına asker disiplinine dönmüştüm.
Burak hemen gözlerini devirdi. "Abi, bir insanın hem romantik olup hem asker kalması nasıl mümkün ya?"
Mustafa Kemal ciddiyetle ekledi. "Altay komutan için bir paradoks. Ama iyi bir paradoks."
Gülerek arkamı sandalyeye yasladım. Bu ekip, her anımı bir kaosa çevirecek olsa da, onlarla yeni hayatımı kuracağım için mutluydum.
Ve artık, o yeni hayatın ilk tuğlasını koyma zamanı gelmişti.
Yemeğimi bitirmiş, Umay’a hafifçe gülümseyerek bakıyordum ki kapının açılmasıyla birlikte salonun havası bir anda değişti.
Gökhan Türksoy.
Solotürk’ün lider pilotu, gökyüzünün efendisi, uçağıyla neredeyse fizik kurallarına meydan okuyan adam…
Ve benimle aynı rütbeye sahip, eski dostum.
Yüzbaşı Gökhan Türksoy, içeri girerken, tim anında kilitlendi.
Normalde devlet büyüklerini ya da yüksek rütbelileri görünce bile bu kadar sessizleşmeyen bu adamlar, Solotürk’ün baş pilotunu görünce resmen ağızları açık kaldı.
Çünkü onlar için Gökhan, artistlerden daha artistti.
Bordo bereliler yerin aslanlarıysa, o da gökyüzünün kartalıydı.
Gülerek ayağa kalktım, o da aynı şekilde gülümseyerek bana yaklaştı.
"Ulan Altay, hâlâ betonun üstünde yürüyorsun ha?" dedi gülerek, kolumu sertçe sıktı.
Ben de aynı sertlikle ona sarıldım. "Sen de hâlâ kafanı bulutların üstüne sokuyorsun?"
Gülerek geriye çekildi, gözlerini kısıp "Ben yukarıdayım, sen aşağıda. Yani ben senden üstünüm." dedi sırıtışla.
Ben kollarımı kavuşturdum. "İkimiz de vatan için savaşıyoruz, ama ben yere düşersem kalkarım. Sen düşersen, hepimiz haberlerde izleriz."
Tim hâlâ hareketsizdi. Gözleri büyümüş, resmen efsanevi bir anı izliyorlarmış gibi bakıyorlardı.
Burak, "Komutanım, şu an Türkiye’nin en karizmatik iki adamı yan yana duruyor. Biz bu anı hazmetmekte zorlanıyoruz." diye fısıldadı.
İlteriş gözlerini devirdi. "Burak, saygılı olsana lan. Bir fotoğraf çeksek mi diye düşünüyordum ben."
Gökhan hafifçe gülümsedi. "Beni timinle tanıştırmayacak mısın Altay?"
Başımla onlara işaret ettim. "Bunlar benim kardeşlerim." dedim. "Ölümden döndüğüm, vatan için her şeye göğüs gerdiğim adamlar."
Tim hemen toparlandı, sırayla Gökhan’a selam verdiler. Burak hâlâ heyecanını gizleyemiyordu.
Ama sonra Umay’ı işaret ederek sesimi biraz daha yumuşattım.
"Ve bu da Umay." dedim. "Sözlüm."
Umay hafifçe başını kaldırıp Gökhan’a gülümsedi. "Sizi bugünkü gösteriden tanıyoruz." dedi. "Hâlâ etkisindeyiz."
Gökhan başını hafifçe eğdi. "Gökyüzünde ne yaptıysam, Altay da yerde aynısını yapıyor Umay Hanım." dedi. "Eğer o sizi seçtiyse, bu dünyada en güvenli yerdesinizdir."
Umay hafifçe bana bakıp gülümsedi. Ben de elini sıktım.
Tim hâlâ bu anın şokunu yaşıyordu. Gökhan ve ben yan yana duruyorduk ve onlara göre bu, iki farklı dünyadan gelen iki efsanenin buluşmasıydı.
Ama bizim için…
Bu, sadece dostluğun, vatan sevgisinin ve aşkın kesiştiği bir başka güzel andı.
Gökhan saatine göz attı, hafifçe kaşlarını kaldırıp başını iki yana salladı.
"Ulan Altay, ben artık kaçayım. Yarın uçuşum var, gökyüzü beni bekler."
Başımı salladım. "Bizi de Ankara’nın trafiği bekliyor, sanma ki yerde hayat daha kolay."
Gökhan hafifçe güldü, sonra tam kapıya yönelmişti ki bir anda arkasını döndü, gözlerini kısıp bana baktı.
"Ama hadi yine iyisin Altay… Biz seni yıllardır sap bilirdik." dedi sırıtışla.
Salonda bir an ölüm sessizliği oldu.
Sonra… Burak’ın kahkaha patlaması geldi.
"Vallahi komutanım, biz de öyle biliyorduk!" diye atıldı anında.
Tim bir anda gülmeye başladı, İlteriş kafasını iki yana sallayıp gözlerini devirdi. "Ulan Burak, bir gün de fırsatı kaçır ya!"
Burak devam etti: "Komutanım, siz askeri disiplin falan diyordunuz ama bizi dumura uğrattınız! Yok sözlüm, yok evlenme teklifi… Biz burada ‘Bordo Bereli Bekârlar Kulübü’ sanıyorduk sizi!"
Ulaş gülerek ekledi: "Komutanım, açık konuşayım, sizin için askeriyede ‘Altay komutanın eşi görevidir’ diye bir teori vardı. Meğer adam gönlünü de kaptırmış!"
Gökhan kahkahalar atarak kapıya yöneldi, elini kaldırdı.
"Beyler, ben kaçar, siz Altay’ın evlilik macerasını detaylı dinleyin."
Kapıyı çekip çıkarken Burak bana döndü, hala gülüyordu.
"Komutanım, açık ve net söylüyorum. Şu an hayatımın en büyük şoklarından birini yaşıyorum. Beni bir tankın altından çıkarırken bile bu kadar şaşırmamıştım!"
İlteriş derin bir nefes aldı. "Burak, senin şaşırma kriterlerini tartışmamız lazım."
Ben kollarımı kavuşturdum, gözlerimi kıstım.
"Beyler, ben sizi ölümün kıyısından aldım, her türlü operasyondan sağ çıkardım, ama iş kız meselesine gelince mi güven kaybı yaşadınız?"
Burak kafasını salladı. "Komutanım, operasyonlar tamam da, bu... Bu bambaşka bir seviye!"
Umay hafifçe gülümseyerek bana döndü, fısıltıyla, "Sana hâlâ inanamıyorlar." dedi.
Gözlerimi devirdim, "Beni sanki yıllardır manastırda eğitim görmüş gibi anlatıyorlar, farkında mısın?" dedim alçak sesle.
Tim hâlâ gülüyordu ama ben ciddi bir ifade takındım, ellerimi masaya koyup hafifçe öne eğildim.
"Beyler, yarın sabah 06.00’da içtima yapıyoruz. Konu: Altay Öztürk’ün sivil hayatta da insan olduğu gerçeğiyle yüzleşme."
Herkes anında sustu.
Burak, "Abi, 06.00'da içtima mı? Biz sivildik?" diye sordu panikle.
Kollarımı kavuşturup göz kırptım. "Ben saplıktan çıktım, ama siz hala içtimadan kaçamayacaksınız."
Ve o an, gülüşmeler, kahkahalar yeniden başladı.
Çünkü bu tim, ölümden de, evlilik tekliflerinden de, şakalardan da, hayattan da birlikte geçecekti.
Tam tim, “Altay’ın saplıktan çıkışı” üzerine dalga geçmeyi bitirmişti ki, Umay hafifçe sandalyesinde doğruldu.
Gözleri parlıyordu. Ama bu, bana aşkla bakan gözlerinin parıltısı değil, yeni bir başlangıca duyduğu heyecanın yansımasıydı.
Elimi tutup hafifçe sıktı ve gözlerini benden ayırmadan konuştu:
“Bende gelmeden önce buradaki üniversitelere başvurmuştum. Eğer kabul olursam, ben de mesleğime dönmeye hazırım.”
Masada birkaç saniyelik bir sessizlik oldu.
Sonra Burak’ın sesi yükseldi:
“Oley be! Yenge de sahalara dönüyor!”
İlteriş hafifçe gülümsedi, başını sallayarak “Beklediğim bir açıklamaydı. Senin boş duracağını hiç sanmıyordum.” dedi.
Mustafa Kemal ciddi bir ifadeyle kaşlarını çattı, “Böyle bir şey yapacağınızı tahmin etmiştim Umay Hanım. Zira mitolojide de güçlü kadın figürleri kendi kaderlerini çizerler.”
Burak hemen atladı: “Ulan gene mitoloji mi? Yenge arkeolog, mitolog değil!”
Ulaş hafifçe gülerek, “Komutanım, biz her sabah bu kadar güzel haberlere alışkın değiliz. Umay Hanım’ın tekrar mesleğe dönecek olması, resmen yeni düzenimizin temelini atıyor.” dedi.
Ben sessizce Umay’a baktım.
Gururla.
Gözlerinde gördüğüm şey, sadece bir meslek heyecanı değildi.
Bu, hayata geri dönmenin, bir amaç uğruna savaşmanın, yeniden var olmanın heyecanıydı.
O, sadece benim hayat arkadaşım değildi. O, kendi yolunu çizen güçlü bir kadındı.
Yavaşça eğildim, elini tuttum ve başına yumuşak bir öpücük kondurdum.
“Sana her zaman destek olacağım, aşkım.” dedim fısıltıyla.
Umay gözlerini kapadı, hafifçe gülümsedi.
“Biliyorum, Altay.” dedi. “Zaten sen yanımdayken, başarısız olma ihtimalim yok.”
Burak, “Abi yeter, romantizmden şekerim düştü. Masada ekmek arası ciğer yiyelim de dengelensin.” diye söylenerek araya girdi.
İlteriş gözlerini devirdi. “Burak, senin romantizm eşiğin bir kaplumbağadan bile düşük.”
Ben gülerek Umay’a döndüm. “Gördün mü? Sen üniversiteye başvuruyorsun, ben burada hâlâ ergen çocuklarla uğraşıyorum.”
Umay gülerek başını omzuma yasladı. “Sen de onların başındaki en büyük ergen değil misin zaten?”
Tim kahkahalarla gülmeye başlarken, ben sadece Umay’a daha sıkı sarıldım.
Çünkü yeni hayatımızın ilk tuğlaları atılmıştı.
Ve biz, bu hayatı en güçlü şekilde inşa edecektik.
Yemek faslı bittikten sonra herkes bir köşeye çekildi. Timin koca gövdeleri, dinlenme odalarına dağılmıştı.
Burak, "Uyumadan önce bir şeyler atıştırsam mı?" diye kendi kendine sorarken, İlteriş "Oğlum, daha 15 dakika önce masayı deviriyordun, ne atıştırması?" diye çıkışıyordu.
Ulaş ise çoktan battaniyesine gömülmüş, Mustafa Kemal ise büyük ihtimalle uyumadan önce bir mitoloji kitabına dalmıştı.
Ama benim içimde başka bir huzursuzluk vardı.
Kendi odamıza geçtiğimizde, Umay’ın gözleri bana bakıyordu.
Sessizce elimi tuttu.
“Biraz gezelim mi?” diye sordu, hafif bir heyecanla.
Ben zaten o anı bekliyordum. Gülümseyerek başımı salladım.
"Hadi bakalım, prensesim. Ankara'yı keşfetme zamanı."
Umay gözlerini kısıp "Senin daha önce keşfetmediğin bir yer var mı?" diye sordu alaycı bir ifadeyle.
“Sana her yeri anlatacağım.” dedim. “Ama önce Kızılay’dan başlayalım.”
Kızılay’a doğru yürürken, Ankara’nın gecesi bizi içine çekiyordu.
Geceleri buranın havası hep başka olurdu. Ne İstanbul gibi kaotik ne de İzmir gibi rahat…
Burası disiplinli ama sıcak bir şehir gibiydi.
“Eskiden burada çok vakit geçirirdim.” dedim, Umay’ın elini sıkarken. “Öğrencilik yıllarında olmasa da askerlik döneminde…”
Umay başını salladı. “Şaşırmadım.”
“Burada anılarım var, ama seninle yeni anılar biriktirmek istiyorum.”
Umay hafifçe gülümsedi. “Sana anlatmam gereken çok şey var, Altay.”
“Mesela?”
“Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni biliyor musun?” dedi gözleri parlayarak. “Belki de Türkiye’nin en önemli arkeolojik koleksiyonlarından birine sahip.”
Ben hafifçe gülümsedim. "Prensesim, sen anlat, ben dinlerim."
Ankara’nın ışıkları altında, o bana kazılardan, tarihten, medeniyetlerden bahsederken, ben sadece onun sesini dinledim.
Ve o an anladım…
Bu şehirde tarih vardı. Ama benim için, en güzel tarih Umay’la başlıyordu.
Odaya girer girmez büyük bir trajediyle karşılaştım.
İki tane tek kişilik yatak.
Durup büyük bir şok içinde yatağa baktım.
Bu, bir komplo muydu?
Yoksa Orduevi’nin evlilik öncesi ahlak polisi mi vardı?
Derin bir nefes alıp kendimi toparlamaya çalıştım.
“Bu yataklar… TEK KİŞİLİK?” dedim, sesim savaş alanında pusuya düşmüş bir komutanın tonundaydı.
Umay ise gayet sakindi.
“Evet?” dedi, bavulunu açarken.
"Bir karışıklık mı oldu yani? Ben ÇİFT KİŞİLİK istemiştim!"
Elimi belime koyup, odanın ortasında dönerek dramayı iyice artırdım.
"Bu ihaneti hiç beklemiyordum."
Ama Umay gayet rahattı.
“Dur bakalım Altay Efendi, henüz nişanlı bile değiliz. Evlenene kadar böyle.” dedi ve hafifçe sırıttı.
Ben Umay’a döndüm.
“Bu düpedüz zulüm!” dedim sert bir sesle.
“İnsan, sevdiği adamı böyle küçük bir yatağa mahkûm eder mi?”
Gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım.
“Ben ki sınır ötesinde ıssız arazilerde yattım, çamurun içinde uyudum, kurşun yağmurlarının arasında sabahladım. Ama böyle bir işkenceyle karşılaşmadım.”
Umay kahkaha attı.
“Altay, sanki dikenlerin üstüne yatırıyorum seni!”
Ama ben, trajedinin hakkını veriyordum.
Yavaşça yatağa oturdum. Elimle yatağın sertliğini kontrol ettim.
Sonra bütün ağırlığımı vererek sırt üstü düştüm.
Yatak gıcırtıyla sarsıldı.
“RAHAT BİLE DEĞİL!” dedim, buruk bir tonla.
Umay kendini tutamayarak tekrar güldü.
“Altay, abartıyorsun.”
“Abartıyor muyum?” dedim sertçe doğrularak. “Sen şu yatağın eni boyu 50 cm falan değil mi?”
"Yatak, ENİME BİLE SIĞMIYOR!"
Umay hala gülüyordu.
Sonra kendi yatağına oturdu, gözlerini kısarak bana baktı.
“Alışsan iyi olur, komutanım. Evlilik öncesi kurallar serttir.”
Kollarımı kavuşturdum, kaşlarımı çattım.
“Tamam, bakalım kim daha fazla dayanacak.” dedim.
Ve battaniyeyi çektim, büyük bir savaşın içine giriyormuşum gibi yatağa yattım.
Ama…
Gerçekten de rahatsızdı lan.
Ve Umay hâlâ kahkaha atıyordu.
Bu savaşı kaybettim.
Ama bu iş burada bitmeyecekti.
Yatakta konforsuz bir şekilde debelenirken, Umay’ın bana doğru döndüğünü hissettim.
Hâlâ gülümsüyordu.
Gözleri, tatlı bir yaramazlıkla parlıyordu.
Ve tam da beklediğim gibi, alayı patlattı:
“Altay’ım… Ama çok drama yaptın. Görevden sonra evleneceğiz zaten, koca bebeğim.”
Başımı hafifçe kaldırıp ona baktım.
"Drama mı?" dedim kaşlarımı çatarak. "Bu, drama değil. Bu, bir insanın hayatta kalma mücadelesi."
Elimi yatağın sert yüzeyine vurdum. "Bak, bu bir taş. TAŞ!"
Umay kahkaha attı, başını yastığa gömüp iç çekerek güldü.
Sonra gözleriyle beni süzdü, tatlı tatlı gülümseyerek:
“Ama bak hâlâ şikâyet ediyorsun. Sanırım koca bir çocukla sözlendim.”
İç geçirdim, ellerimi başımın arkasında birleştirerek tavana baktım.
"Kabul ediyorum… Birazcık şımardım."
Göz ucuyla ona baktım. Hâlâ gülümsüyordu.
Ve o an anladım…
Dünyanın en lüks yatağı da olsa, Umay yanımda değilse uykum kaçardı.
Sessizce elimi yatağın kenarından uzattım, parmak uçlarım onun eline dokundu.
Parmaklarımız usulca birleşti.
Ve gözlerimi kapatırken, gülümsediğimi hissettim.
Bu, savaşı kaybettiğim bir geceydi. Ama kaybetmek, hiç bu kadar güzel olmamıştı.
Sabah 07:00'de, askeri alışkanlıkla gözlerimi açtım.
Sessizlik.
Bu sessizlik, karargâhta olsa asla yaşanmazdı.
Ama burası artık bir karargâh değil, yeni hayatımızın başlangıcıydı.
Yine de, tim hâlâ horul horul uyurken, onları uyandırmam gerektiğini biliyordum.
Sessizce kalktım, üstüme geçici olarak bir tişört giydim ve kapıya yöneldim.
Ama sonra... Umay’a baktım.
Yorganın altında, küçücük kalmıştı.
Saçları yastığa dağılmış, nefesi hafifçe yüzüme vuruyordu.
Bir an için, onu uyandırmaya elim varmadı.
Ellerimi belime koyup, kendi kendime mırıldandım:
"Bu kadar huzurlu uyuyan birini kaldırmak, resmen savaş suçu olur."
Ama tam arkamı dönmüştüm ki, telefonun alarmı çalmaya başladı.
Ve Umay gözlerini açtı.
Hafifçe esneyerek, başını yastıktan kaldırdı ve gülümseyerek fısıldadı:
"Günaydın hayatım."
Kaşlarımı kaldırdım. "Yani beni bekliyordun ha?"
Gözlerini kırpıştırdı, gülümsemesi daha da genişledi. "Tabii ki. Sen beni uyandırmaya kıyamazsın diye alarmımı kurdum."
İç geçirdim, başımı iki yana salladım. "Hep bir adım öndesin, değil mi?"
Gözlerini kısarak hafifçe sırıttı. "Tabii ki, Altay Efendi."
Yatağa hafifçe eğildim, avuçlarımla yüzünü tuttum.
Gözlerine baktığımda, güneşten bile daha sıcak bir ışık gördüm.
Ve usulca fısıldadım:
"İşte şimdi doğdu benim güneşim."
Sonra başımı eğdim, sabaha en çok yakışan şeyi verdim.
Günaydın öpücüğünü.
Ve o an anladım.
Bu hayatın en güzel sabahları, artık Umay’la başlayacaktı.
Umay duşa girerken, ben de asıl zorlu göreve başladım: Timi uyandırmak.
Bu adamlar, çatışma ortasında bir yaprak hışırtısına uyanırlar ama sabah olunca beton gibi yatarlar.
Öncelikli hedef: Mustafa Kemal ve Burak.
Kapıyı usulca açtım.
İlk gördüğüm şey, Mustafa Kemal’in yorganı kafasına kadar çektiği, Burak’ın ise ters dönüp battaniyeye sarılmış bir halde mışıl mışıl horladığıydı.
Yavaşça yaklaşıp burun deliklerinden hala nefes alıp almadıklarını kontrol ettim.
Kesinlikle hayattaydılar, ama sabahları ölü taklidi yapma yetenekleri üst düzeydi.
İç çektim. Kibarca uyandırmak bir seçenek değildi.
Başımı iki yana sallayıp burada eğlenceli bir yöntem seçmeye karar verdim.
Baktım Burak yastığına sıkı sıkı sarılmış, muhtemelen rüyasında da yemek yiyor.
İçimdeki şeytani taraf devreye girdi.
Burak’ın kulağına eğilip fısıldadım:
“Oğlum, lahmacun geldi. Ama herkes üçer tane aldı, sana sadece bir tane kaldı.”
Burak’ın gözü anında açıldı.
Beni görmeden elleriyle yastığını yokladı, sonra panikle doğruldu:
“OHA! Ben üç tane istedim ama!”
Tam o sırada Mustafa Kemal’den bir homurdanma geldi.
Battaniyenin altından derin, filozofik bir ses çıktı:
“Burak, senin derdin sadece lahmacun. İnsanlık tarihi senin açlık dramınla anılacak.”
Gözlerimi devirdim, Mustafa Kemal’i doğrudan hedef almaya karar verdim.
Yorganı yavaşça kaldırdım ve tüm askeri ciddiyetimle bağırdım:
“MUSTAFA KEMAL! ZEUS GELDİ, SİZİ KENDİNE SEÇTİ!”
O an Mustafa Kemal’in gözleri bir anda açıldı.
"NE?! HANGİ OLYMPOS'TAN?!" diye bağırarak dikildi.
Burak hala lahmacunun yasını tutarken, Mustafa Kemal de gözleri fal taşı gibi açılmış bana bakıyordu.
Ben ellerimi belime koydum, başımı iki yana salladım.
"Sabahları sizi uyandırmak, sınır ötesi operasyonlardan daha zor lan."
Burak gözlerini kısıp hâlâ uykulu bir sesle söylendi:
"Abi, gerçekten lahmacun yok mu?"
Mustafa Kemal ise battaniyesine tekrar gömülürken, mırıldandı:
"Zeus falan yoksa ben yatıyorum..."
Ben derin bir nefes aldım, ellerimi şaklattım.
"Kalkın lan! Sabah içtimasına geç kaldınız! Şu an sivil hayattayız ama askerlik reflekslerinizi kaybetmeyin!"
Burak, "Abi sivil hayatta içtima mı olur?" diye söylenirken, Mustafa Kemal battaniyesini kafasına geçirip "Tanrılar bile bu eziyeti çekmedi." dedi.
Ben kapıya yönelirken son darbeyi vurdum.
"Kalkmazsanız Umay’a sizi saçlarınızı örmesi için bırakıyorum."
Ve o an, bir Özel Kuvvetler timine yakışır şekilde, saniyeler içinde yataklarından fırladılar.
Burak ve Mustafa Kemal’i uyandırıp timin geri kalanını kaldırma görevini onlara devrettikten sonra, Ulaş ve İlteriş’in odasına yöneldim.
Kapıyı yavaşça açtım ve...
Beni, hayatımın en travmatik sahnesi bekliyordu.
Ulaş.
Yüzünde kocaman, bembeyaz bir kolajenli maske.
Ellerine krem sürüyor.
Ve dudakları kıpır kıpır, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor.
Bir an beynim hata verdi.
Bu adam, sınır ötesinde düşman hatlarının arasına girip tek başına operasyon yöneten bir ÖKK subayı değil miydi?
Ben "Bu gerçek olamaz." diye düşünürken, Ulaş maske yüzünde bana döndü ve bütün soğukkanlılığıyla şunu dedi:
“Altay, cildin için bir şey yapmayı hiç düşündün mü?”
Bir an hayatımdan sorguladım.
Burada, yağmurda, çamurda, ölümün kıyısında hayatta kalmış bir adamdım.
Ve sabahın köründe bir ÖKK subayından "Cildin için bir şey yapmayı düşündün mü?" sorusunu yiyordum.
Elimle alnımı ovuşturup derin bir nefes aldım.
"Ulaş, bu bir şaka mı?"
Ulaş çok ciddiydi. "Komutanım, asker olmak cildi yıpratıyor. Cilt sağlığı önemli. Bak, 30 yaşından sonra kolajen üretimi azalıyor."
Başımı iki yana salladım, gözlerimi kıstım.
"Ulaş, biz teröristleri avlamaya yemin etmiş bir birliğiz. Kırışıklıkları değil!"
Tam o sırada...
İlteriş’ten derin bir horlama sesi geldi.
Gözümü onun yatağına kaydırdım. Adam öyle bir uyuyordu ki, sanki birazdan gece operasyonuna kalkacakmış gibi derin bir rüyanın içindeydi.
Ama Ulaş cilt bakımından sapmamıştı.
Masayı işaret etti. Üzerinde bir sürü şişe, maske ve bakım kremi vardı.
"Bak komutanım, şu hyaluronik asit serumu. Bunu düzenli kullanırsan, yüzdeki ince çizgileri önler."
Gözlerim kocaman açıldı.
"Hyaluronik mi? Asit mi? Oğlum biz bunu bomba yapımında falan kullanıyorduk!"
Tam kapıyı kapatıp bu delilikten kaçacaktım ki, Ulaş son darbeyi vurdu.
"Ama Altay, eğer güneş koruyucu sürmezsen yaptığımız her şey boşa gider."
İlteriş o an bir şeylerin ters gittiğini hissetmiş olacak ki, gözlerini hafifçe açtı.
Yüzünde, uyku mahmurluğuyla karışık bir ölüm bakışı vardı.
"Ulaş, sabahın köründe neyin propagandasını yapıyorsun?" diye homurdandı.
Ben derin bir nefes aldım, iki elimi de havaya kaldırdım.
"Ben bu saçmalıkla uğraşamam. Ulaş, eğer bu cilt bakım ürünlerini operasyona götürürsen seni bizzat ben ihraç ederim."
Kapıyı çarparak çıkarken, içeriden İlteriş’in kahkahası ve Ulaş’ın 'Ama komutanım, nemsizlik erken yaşlanmaya sebep oluyor!' diye bağırışı geliyordu.
Ve ben, bir ÖKK subayı olarak bugüne kadar çok şey görmüştüm.
Ama bunu hiç beklemiyordum.
Ulaş’ın "komutanım nemsizlik yaşlandırır!" çığlıklarını ardımda bırakarak şok içinde odama doğru yürüdüm.
Hâlâ beynimi toparlamaya çalışıyordum.
Özel Kuvvetler’de her şeye hazırlıklı olmayı öğrenmiştik ama…
Sabahın köründe cilt bakımı yapan bir bordo bereliye karşı hiçbir eğitimim yoktu.
İç çekerek kapıyı açtım ve…
BAM!
Hayatımda ikinci büyük şoku yaşadım.
Çünkü karşımda, bornozuyla duran Umay vardı.
Ve benim beynim o an iflas etti.
Koca bir mavi ekran verdim.
Kas hafızam bile çalışmadı.
Ne içeri girebildim, ne geri çıkabildim.
Sadece durdum.
Bir elim kapı kolunda, diğer elim çaresizce havada…
Baktım.
Umay da bana baktı.
Gözlerini kıstı, kaşlarını kaldırdı.
Ve daha da beter bir duruma düşmem için en tehlikeli soruyu sordu:
"Altay… Şimdi iki seçenek var.
Bir: İzlemeyip gitmen.
İki: 'Sapık var!' diye bağırmam."
İçimdeki tüm Özel Kuvvetler refleksleri beni terk etti.
Ne kaçabildim, ne kendimi savunabildim.
Sadece "Ben… Şey… Yani… Kapı… Ben… Gökhan Türksoy!" gibi anlamsız kelimeler mırıldandım.
Evet. O an heyecandan saçmalayıp Solotürk pilotunun adını söyledim.
Umay kahkahayı bastı.
"Ne? Altay, şu an paniğinle gerçekliği bile saptırdın!"
Kendime gelmeye çalıştım, ama beynim hâlâ beni terk etmişti.
Sonunda tüm askeri disiplinimle başımı eğip gözlerimi sımsıkı kapattım.
"ÖZÜR DİLERİM!" dedim ve kapıyı tam kapatacakken…
Umay eğilip hafifçe kulağıma fısıldadı:
"Altay?"
"Ne?" dedim kısık bir sesle.
"Gökhan Türksoy'u neden söyledin?"
Ve o an resmen yıkıldım.
Tabi, uçak kalkışa geçti diyemezdim…

Açık büfe salonuna adım attığımızda, timin gözlerindeki ışık sanki sınır ötesi bir operasyona giriyormuşuz gibi parlıyordu.
Ama bu operasyonun tek hedefi vardı: Midenin sınırlarını zorlamak.
Masalar sıralanmış, her yerde buharı tüten ekmekler, taze sıkılmış meyve suları, ballar, reçeller, peynirler, sucuklu yumurtalar ve daha ne ararsan vardı.
Tim, sanki aç bırakılmış bir birlik gibi saldırıya geçmeye hazırdı.
Tam adımımı atmıştım ki, Burak’ın alçak sesle Ulaş’a fısıldadığını duydum:
“Oğlum, bak stratejik hareket etmemiz lazım. Önce proteini al, sonra karbonhidrata yüklen. Reçelleri sona bırak. Peynirleri sıralı alırsak, midede daha az yer kaplar…”
Ulaş başını salladı. "Evet, doğru diyorsun. Ama fazla karbonhidrat mideyi hızlı doyurur, yumurtayla dengelemen lazım."
Ben başımı iki yana sallayıp "Siz askeri harekât planlamaktan ne zaman vazgeçeceksiniz?" dedim.
Mustafa Kemal bile kaşlarını kaldırarak mırıldandı:
“Mitolojide kahvaltıya böyle stratejik yaklaşıldığını sanmıyorum.”
Burak omzunu silkti. “Tanrılar ölümsüzdü. Onlar doymuyordu, biz doyuyoruz.”
Herkes tabaklarını alıp saldırı pozisyonuna geçerken, ben Umay’a döndüm.
“Prensesim, bak bunlar şu an sessiz sakin görünüyor ama birazdan tabaklarını silah gibi kullanacaklar. Sen ne istersen söyle, ben sana alayım.”
Umay hafifçe gülümsedi. “Ben kendi yiyeceğimi alabilirim Altay, ama teşekkür ederim.” dedi, ama gözleri hala timin savaşa girmeden önceki sessizliğini bozmasını bekliyordu.
Ve sonra...
İlk hamleyi yapan İlteriş oldu.
Aniden hareket edip, sucuklu yumurtadan büyükçe bir porsiyon aldı.
Bu, çığırı açan hamleydi.
Timin refleksleri devreye girdi.
Burak, Ulaş’la birlikte ekmek sepetine çullandı.
Mustafa Kemal peynir çeşitlerini hızla tabağına dizerken, Yavuz simitleri üçer üçer alıyordu.
Eren ve Kerim, sahanda tereyağlı kavurmanın başına dikilmiş, kaşık kaşığa kapışıyordu.
Ben ise başımı iki yana sallayıp iç geçirdim.
“Bu adamlarla operasyon yapıyorum ama kahvaltı masasında bile hayatta kalma mücadelesi veriyorum.”
Umay kahkaha attı. “Altay, gördüğüm en aç gözlü asker grubu olabilir bunlar.”
Burak, ağzında bir parça börekle başını salladı.
“Komutanım, yanlış anlama ama… Açık büfe dediğin, hakkını vermezsen haram olur.”
İlteriş ciddi bir ifadeyle ekledi:
“Şu an yemin ederim, bütün Özel Kuvvetler tarihini yazsak, en çetin mücadelemiz bu kahvaltı olabilir.”
Ben derin bir nefes aldım, masaya oturdum ve başımı kaldırarak hepsine baktım.
“Tamam beyler, herkes midesini doldursun. Ama unutmayın, bugün çok işimiz var. Birinizi kahvaltı komasında görmek istemiyorum.”
Burak hemen atladı: “Komutanım, açık büfeye oturduysan, bitene kadar buradan kalkamazsın. Bu, Türk kahvaltı yasalarının birinci maddesidir.”
Mustafa Kemal gözlerini devirdi. “Türk kahvaltı yasaları mı? Bunu nereden uydurdun?”
Burak omuz silkti. “Reçelle balın aynı tabağa koyulmaması da ikinci maddesidir.”
Ben ellerimi masaya koydum ve gülerek başımı salladım.
“Tamam beyler, devam edin. Ama unutmayın… Ankara’da daha çok kahvaltı edeceğiz. Bu, sadece başlangıç.”
Ve o an, kahvaltı salonu, resmen bir savaş meydanına dönüştü.
Kahvaltının "hayatta kalma" aşamasını geçtikten sonra, tabağımdaki son zeytini ağzıma atıp çayımı yudumladım.
Gözlerimi masadaki herkesin üzerinde gezdirerek, ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladım.
“Beyler, şimdi önemli bir konuyu konuşacağız. Önümüzde Ankara’da yeni bir düzen kurmak var. Hepimiz karargâhta yaşamayacağız. O yüzden herkes kendi ev düzenini oluşturacak. İstediğiniz arkadaşınızla ev tutabilirsiniz ama en fazla üç kişi olabilirsiniz. İki kişi de kabul.”
Masada bir hareketlenme oldu.
Burak ve Mustafa Kemal göz göze gelip anında el sıkıştılar.
“Biz grup olduk bile komutanım!” dedi Burak sırıtarak.
Mustafa Kemal hafifçe kaşlarını kaldırıp bana döndü. "Evet komutanım, Burak'ı sabahları uyandırma görevini üzerime alıyorum. Bunun bir mitolojik kahramanlık olduğunu düşünüyorum."
Burak hemen atladı. "Abi ben de sana yemek yaparım! Kahvaltıda stratejik planlama bile yaptım, adamın ihtiyacı olan her şeyi hesaplıyorum!"
Ben başımı iki yana sallayıp derin bir nefes aldım. "Mustafa Kemal, bu bir bedel mi yoksa ödül mü bilemedim ama karar senin."
Tam o sırada Ulaş ve İlteriş de birbirlerine bakıp anlaşmışlardı bile.
İlteriş çayını yudumlayarak konuştu. "Biz Ulaş’la bir ev tutuyoruz. Ama tek bir şartla."
Kaşlarımı kaldırdım. "Neymiş o?"
Ulaş ciddiyetle başını salladı. "Banyoya büyük bir ayna koyacağız ve cilt bakım rutinimi bölmeyeceksin."
Masada kahkahalar yükseldi.
Burak, "Oğlum sen bir gün o maskeleri unut da görelim cildin neler çekecek!" diye laf attı.
Ulaş omuz silkti. "Özel Kuvvetler’de de bakım şart."
Ben başımı sallayıp konuyu toparladım.
“Tamam, iki grup oluştu. Mustafa Kemal ve Burak bir evde. Ulaş ve İlteriş bir evde. Şimdi diğerlerini belirleyelim."
Kerim kaşlarını çattı. "Komutanım, ben sessiz bir ev istiyorum. Ev arkadaşım horlamasın, gece yürüyüşü yapmasın, uyurken konuşmasın."
Burak kahkahayı bastı. "Kardeşim sen ev arkadaşı değil, inziva kampı arıyorsun!"
Yavuz elini kaldırdı. "Kerim, ben de sakin biriyim. Beni al."
Kerim memnuniyetle başını salladı. "Tamamdır, Yavuz’la bir grup olduk."
Eren ve Onur birbirlerine baktılar. "Biz de birlikte kalabiliriz komutanım. İkimiz de düzenliyiz, zaten operasyonlarda da iyi anlaşıyoruz."
Ben başımı salladım. "Güzel. Herkes ev işini çözdü mü?"
Herkes birbirine baktı, ufak tefek detayları konuşmaya başladı.
Sonra Burak elini kaldırdı. "Komutanım, size çok önemli bir soru."
Gözlerimi kıstım. "Sor bakalım Burak."
"Evlilik yaklaşıyor… Ama biz sizi Umay yengeyle aynı evde mi sayıyoruz, yoksa hâlâ ayrı mı?"
Masada kahkahalar yükseldi, Umay hafifçe gülümsedi.
Ben Burak’a sert ama eğlenceli bir bakış attım. "Burak, hayatında bir gün benim özel hayatımı bu kadar fazla düşünmezsen başına bir şey mi gelir?"
Burak sırıtıp çayından bir yudum aldı. "Komutanım, ben sizin için planlar yapıyorum. Siz daha haberiniz yok ama düğününüz için askerî konvoy organize etmeyi düşünüyorum."
İlteriş başını salladı. "Burak, sen gerçekten bizim için fazla enerjiksin."
Mustafa Kemal omzunu silkti. "Ama kabul edelim, düğünde tank geçişi fena olmazdı."
Ben çayımı masaya bırakıp başımı salladım. "Tamam, tamam! Şimdi herkes ev işine odaklansın. hepiniz internetten ev ilanlarına bakıp, bulduğunuz ilanları grupla paylaşacaksınız. En uygun yerleri gezeceğiz. Şehirde dağınık yaşamayacağız, belirli bir bölgede toplanacağız."
Herkes başını salladı, görev ciddiye binmişti.
Burak içini çekerek söyledi: "O zaman kahvaltının keyfini çıkaralım. Çünkü bugün hayatımızın en büyük savaşına giriyoruz."
Ulaş kaşlarını çattı. "Operasyon mu?"
Burak gözlerini kısarak dramatik bir tonla fısıldadı:
"Ev sahibiyle pazarlık yapma operasyonu."
Herkes kahkahaya boğuldu.
Ve o an anladım…
Bu ekip, operasyon meydanında olduğu kadar, sivil hayatta da mükemmel bir birlikti.
Kahvaltı faslını mide fesadı geçirmeden tamamladıktan sonra, hepimiz oturup bilgisayar ve telefonlardan ev ilanlarını incelemeye başladık.
Özel Kuvvetler gibi operasyon planlayan adamlar olarak, basit bir ev arama sürecini bile askeri stratejiye çeviriyorduk.
Ben masanın başına geçip, gözlerimi kısarak ekrandaki ilanlara baktım.
"Site içi olursa daha güvenli olur. Tek başına duran binalar risk taşıyabilir, giriş-çıkış kontrolü zor olur." dedim ciddi bir ifadeyle.
Burak, bu cümleyi duyar duymaz şimşek hızıyla atladı:
"Haklısınız komutanım, hem bebek olursa site içinde güvenle oynar!"
Bir an sessizlik oldu.
Sonra tüm tim Burak’a döndü.
Ben derin bir nefes alıp, elimdeki kalemi masaya bıraktım ve Burak’ın kafasına sertçe bir şaplak indirdim.
"Oğlum, senin evde ne bebek yapacağın belli değil, ne konuştuğun!" dedim gözlerimi devirerek.
Burak kahkahayı bastı. "Komutanım, ne yapayım? Konuyu biraz ilerletmek istedim!"
İlteriş başını iki yana sallayıp iç geçirdi. "Burak, senin ağzına bir denetim mekanizması koymamız lazım. Rastgele konuşma hakkını sınırlandırmalıyız."
Mustafa Kemal ciddi bir ifadeyle ekledi: "Mitolojide de böyleydi. Hermes çok konuşan tanrıydı. Burak da bizim Hermes’imiz."
Burak kaşlarını çattı. "Oğlum Hermes kim lan? Ben daha çok Afrodit gibi hissettim."
Ben başımı ellerimin arasına alıp, "Yemin ediyorum şu an sivil hayat bana fazla geliyor." diye mırıldandım.
Umay gülümseyerek bana dönüp "Altay, sen bunlarla nasıl yaşıyorsun?" diye sordu.
"Alıştım." dedim derin bir nefes alarak. "Ama hâlâ sabahları Burak’ın beyin yakıcı cümlelerine uyum sağlayamıyorum."
Burak tekrar söze girdi. "Bakın komutanım, bebek falan espri tabii ama sitelerde park, güvenlik, kapalı otopark falan var. O yüzden aslında doğru düşünüyorsunuz. Ben de diyorum ki… Evler biraz büyük olsun, hani misafir falan ağırlamak için."
Kerim kaşlarını kaldırdı. "Senin misafirin kim olacak Burak? Lahmacuncu mu?"
Burak kendini savundu. "Kardeşim, belki ileride evleniriz, düğünden sonra ailemiz gelir, arkadaşlarımız gelir. Biz de insanız ya!"
Ben kaşlarımı kaldırıp başımı salladım. "Tamam, beyler. Yarın randevu alıp ilanları gezmeye başlıyoruz. Ama unutmayın, öncelik güvenlik. Çok fazla ara sokakta kalmayacağız, giriş-çıkışı net olan yerler olsun."
Ulaş ekrandaki bir ilanı göstererek "Şu sitede güvenlik kameraları ve biyometrik giriş varmış." dedi.
İlteriş başını salladı. "Bak bu mantıklı. En azından kontrol altında olur."
Burak yine devreye girdi: "Yalnız şu aidat meselesine dikkat edelim. Ben zaten fazla yiyorum, bir de kira üstüne aidat yüklenirse bu timin en aç adamı olurum!"
Mustafa Kemal "Sen zaten öylesin." diye ekleyince, tüm ekip kahkahaya boğuldu.
Sonunda listeyi oluşturduk, herkes seçtiği ilanları kaydetti ve yarın sabah erkenden yola çıkmaya karar verdik.
Ama ben hâlâ Burak’ın ‘bebek’ çıkışının şokunu atlatmaya çalışıyordum.
Telefonları elimize aldık ve herkes farklı ilan sahiplerini aramaya başladı.
Bordo bereliler olarak teröristlerin izini sürmede, düşman hatlarının arkasına sızmada ustaydık, ama şu an en büyük savaşımızı ev sahipleriyle yapacaktık.
İlanlara öncelikle Gölbaşı’na yakın olan semtlerden bakıyorduk.
Çünkü hem karargâha ulaşım kolay olmalıydı, hem de güvenlik açısından merkezi noktalara yakın olmalıydık.
Burak, telefonda hararetli bir pazarlığa girişmişti:
“Abi, aidat ne kadar dediniz? 2500 mü? O ne ya, evle beraber siteyi de mi satıyorsunuz?”
İlteriş gözlerini devirdi, "Burak, biraz diplomatik ol. Daha ilk cümlede ev sahibini sinirlendirme." diye uyardı.
Mustafa Kemal telefonunu kapatıp iç çekti. “Bazı ev sahipleri ciddi anlamda Antik Yunan’daki tanrılar gibi. Güç onlarda ve hiç taviz vermiyorlar.”
Ulaş, bir başka ilanı incelerken “Bu ev güzel ama kira fazla. 3 kişi paylaşsak bile biraz zorlar.” dedi.
Kerim, telefonda bir ev sahibiyle konuşuyordu:
“Evet beyefendi, biz sessiz, düzenli insanlarız. İşimiz gereği de disiplinliyiz. Yalnız, evi kiralamadan önce gidip görmek istiyoruz.”
Telefonu kapattıktan sonra başını salladı. “Bu adam düzgün gibi. Randevu alabiliriz.”
Ben de birkaç ilan sahibini arayıp randevularımızı ayarladım.
Ama Burak hâlâ pazarlık yapıyordu:
"Tamam abi, bak aidatta indirim yapamam diyorsunuz, ama en azından kombiyi bırakın. Adamın kombiyle duygusal bağı mı var, neden söküyorsunuz?"
Gözlerimi devirdim, başımı masaya yasladım.
“Bu iş, sınır ötesi operasyonlardan daha stresli olacak.” diye mırıldandım.
Ve böylece, Özel Kuvvetler'in en zorlu görevi başlamış oldu: Ankara'da ev bulmak!
Evi gezdikten sonra kapıdan çıkarken Umay’ın elini sıkıca tuttum.
Tüm emlakçılara ve ev sahiplerine “Nişanlım” diyerek tanıtmıştım.
Gerçi henüz sadece sözlüydük, ama bu kadar detaya gerek yoktu.
Zaten Umay’ın hoşuna gittiğini hissetmemek imkânsızdı.
Yüzündeki hafif tebessüm, gözlerindeki yumuşaklık…
Bu detayları kaçırmak için aptal olmam gerekirdi.
Merdivenlerden inerken hafifçe başımı ona çevirdim, gülümseyerek sordum:
“Ne dersin, prensesim? Beğendin mi?”
Umay, derin bir nefes alıp gözlerini etrafa gezdirdi.
“Bence fena değil…” dedi düşünceli bir ifadeyle. “Ama tam içime sinmedi.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Hımm… Neyini sevmedin?”
Umay hafifçe kaşlarını çattı. “Bilmiyorum, çok yeni, çok ruhsuz gibi geldi. Sanki içinde yaşanmışlık yok. Evet, sıfır bina ama bir evi ev yapan şey sadece duvarlar değil ki.”
Gülümsedim, başımı sallayarak onayladım.
“Senin hislerin güçlüdür. Eğer içine sinmediyse, demek ki doğru yer burası değil.”
Tam o sırada Burak, arkamızdan yetişip söze karıştı:
“Komutanım, ben eve değil ama apartmanın girişindeki fırına bayıldım. Adamlar taş fırında simit yapıyor. Bence bu lokasyon kesinlikle değerlendirilmeli.”
Gözlerimi devirdim. “Burak, sen ev değil, yemek rehberi çıkaracaksın yakında.”
Umay gülerek bana baktı. “Peki sen beğendin mi?”
Gözlerimi kısıp onu süzdüm.
“Beni en çok ilgilendiren şey, senin kendini evinde hissedeceğin bir yer bulmamız. Yoksa bana göre her yer yaşanabilir.”
Umay gözlerini devirdi. “Tabii, sen yıllarca operasyon bölgelerinde çadırda bile yaşadın. Sana her yer yaşanabilir gelir.”
Gülümseyerek burnunun ucuna hafifçe dokundum.
“Aynen öyle, prensesim. Ama bizim yuvamız, senin de içinde kendini tamamen huzurlu hissettiğin yer olmalı.”
Umay, hafifçe başını eğdi. Elimi daha sıkı tuttu.
“O zaman aramaya devam edelim.” dedi yumuşak bir sesle.
Ve biz, hayalimizdeki yuvayı bulmak için yeniden yola koyulduk.
Umay için her şeyin en iyisini istiyordum.
Onu hiçbir zaman lükse boğmak ya da gözünü kamaştıran gösterişli şeylerle etkilemek gibi bir niyetim olmamıştı.
Ama ona huzur vermek, sırtını güvenle yaslayacağı bir hayat sunmak benim boynumun borcuydu.
İncek’te harika bir site bulduk.
Hem güvenliği sağlamdı hem de yaşam alanı olarak rahat ve ferahtı.
Timden herkesin de kendi ev planları yavaş yavaş netleşirken, benim aklımda sadece bizim evimiz vardı.
Birikimim iyiydi.
Özel Kuvvetler’de yıllardır çalışıyordum, maaşımız zaten sağlamdı. Ama ben gereksiz harcamalar yapan biri değildim.
Zaten karargâh yemekhanesinde yediğimiz için mutfak masrafım yoktu.
Lüks bir hayat sürmediğimden, boş yere para harcamazdım.
Ev kirasını İlteriş’le bölüşüyordum, fazladan masrafım yoktu.
Ve en önemlisi…
Ben hep geleceği düşündüm.
Savaş meydanında nasıl bir adım sonrasını hesaplamadan hareket etmiyorsam, hayatta da aynı şekilde ilerliyordum.
Ne olur ne olmaz diye yıllarca kenara para koymuştum.
Bir kısmını dolar yapıp birikime attım, bir kısmını altına çevirdim.
Bugün bir şirket kuracak kadar param vardı.
Ama benim planım şirket kurmak değil, bir yuva kurmaktı.
Ve bu paranın tamamını yuvamız için harcayacaktım.
Eşyaları o ne derse desin kendim halledecektim.
Kuruşu kuruşuna hesap yapmıştım.
O beş kuruş bile çıkarmayacak, ben her şeyi yuvamız için yapacaktım.
Çünkü o benim için her şeydi.
Ve her şeyin en iyisini hak ediyordu.
İncek’teki siteye vardığımızda, bizi bizzat müteahhit karşıladı.
Binalar yepyeni ve modern yapılarla dizayn edilmişti.
Güvenliği sağlam, sakin ve prestijli bir yerdi.
Komşularımız genellikle doktorlar, hakimler ve savcılardan oluşuyordu.
Bu, Umay’ın güvenliği için de ekstra bir avantajdı.
Siteyi gezerken, Umay’ın gözlerindeki heyecanı fark etmemek imkânsızdı.
Balkona çıktığında, manzaraya bakıp gözlerini kapattı, yüzüne huzurlu bir gülümseme yerleşti.
Burası, onun evi gibi hissettiren yerdi.
Ben ise onu izliyordum.
Bütün detayları, nasıl gözlerinin içinin güldüğünü, nasıl hayallere daldığını görebiliyordum.
O bir hayalin içindeyken, ben de ona bakarak kendi hayalimi yaşıyordum.
Çünkü onun mutlu olması, benim için her şeyden önemliydi.
Bina 25 katlıydı ve biz en üst katı seçtik.
Güzel bir terası vardı, geceleri gökyüzünü izleyebileceğimiz bir alan…
Ve işin en güzel yanı, tim de kendi gruplarıyla aynı binada olacaktı.
Bu, hem bizim hem de onlar için güvenli ve konforlu bir çözümdü.
Umay içeri adım attığında, elini nazikçe duvara sürdü, odalara tek tek baktı.
Sonra bana döndü ve sessizce ‘Burası çok güzel, Altay…’ dedi.
O an, kararımı verdim.
Hiç düşünmeden müteahhite döndüm, kesin ve net bir sesle konuştum:
“Tamam, bu evi kiralıyoruz.”
Umay bana şaşkın bir şekilde baktı. "Ama daha konuşmadık bile? Hemen karar verdin!"
Gülümseyerek elini tuttum, parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdim.
“Senin yüzündeki o ifadeyi gördüğüm an kararımı verdim, prensesim.” dedim.
Müteahhit gülümseyerek elini uzattı. “O zaman hayırlı olsun, Yüzbaşı Öztürk. Çok iyi bir tercih yaptınız.”
Ben elini sıkarken gözlerimi Umay’dan ayırmadım.
Çünkü burası sadece bir ev değil, bizim yeni yuvamızdı.
Ev işini biz hızlıca halletmiştik.
25 bin liraya en üst kattaki daireyi tuttuk, hiç pazarlık yapmadan.
Çünkü Umay’ın yüzündeki mutluluğu gördüğüm an, bu paranın tek kuruşunun bile önemli olmadığını anladım.
Ama tim?
Onlar olaya bir Özel Kuvvetler operasyonu gibi yaklaşıyordu.
İlteriş, Mustafa Kemal, Burak ve Ulaş ellerini masaya koymuş, müteahhitle poker oynar gibi bakışıyorlardı.
Müteahhit, "Efendim burası Ankara’nın en iyi sitelerinden biri, 25 bin eder." diye başladığında, Burak anında atladı:
"Abi bak, biz yurt dışı operasyonlarda bile bu kadar büyük bedeller ödemiyoruz, bir yardımcı ol ya!"
Müteahhit hafifçe kaşlarını kaldırdı, ama pes etmeyecekti. "Beyler, burası lüks bir site, aidatlarla birlikte düşünüldüğünde fiyat makul." dedi.
Mustafa Kemal gözlerini kıstı. "Ama tanrılar bile pazarlık yapmıştır. Bakın, Zeus bile Olimpos’u kurarken mükemmel bir denge gözetti. Siz de bizimle bir denge kurmalısınız."
Ben iç çekerek “Beyler, adamı mitolojiyle ikna etmeye çalışmayın.” dedim.
İlteriş kollarını kavuşturdu, "Biz toplu kiralıyoruz, yani dört daire birden. Tek bir daire kiralamıyoruz, bu yüzden bir indirim bekliyoruz." dedi.
Müteahhit düşündü, "Hmmm... O zaman 22 bin yapabilirim ama daha aşağı inemem." dedi.
Burak hemen devreye girdi. "Abi, son bir çaba göster, 20 bin olsun, biz de sizi Ankara'nın en sağlam askerleri olarak ömür boyu koruyalım. Bedava güvenlik hizmeti!"
Müteahhit güldü. "Beyler, zaten site güvenliği var ama tamam. 20 bin son, daha inmiyorum."
Mustafa Kemal ve İlteriş birbirlerine bakıp başlarını salladılar.
"Tamamdır, anlaştık." dediler.
Evler 20 bin olmuştu ve herkes 10’ar bin bölüşerek işi çözdü.
Burak derin bir nefes alıp “İşte bu be! Tarihin en büyük zaferlerinden biri!” dedi.
Ben başımı iki yana sallayıp, "Burak, senin için pazarlık yapmak resmen özel yetenek." dedim.
Umay yanıma gelip hafifçe gülümsedi. "Evin her kuruşuna değdi, Altay. Seninle burası gerçek bir yuva olacak." dedi.
Ben gözlerine bakarak başımı salladım. "Aynen prensesim, burası artık bizim yuvamız."
Ve böylece, Özel Kuvvetler'in kira operasyonu başarıyla tamamlanmış oldu.
Tim, yeni evlerine eşyalarını taşımak için nakliye araçlarını beklerken, Umay’la arabaya atladık ve yola koyulduk.
Ev kurmak konusunda benden daha heyecanlı olduğu kesindi.
İçimdeki asker, “Altay, en dayanıklı ve işlevsel eşyaları seçmelisin.” diye emir verirken, Umay çoktan kararını vermişti:
IKEA.
Ben direksiyona geçerken, Umay yüzüme tatlı bir gülümsemeyle bakarak “İlk olarak IKEA’ya gidelim mi?” diye sordu.
İç çektim. “Prensesim, ben askerî malzeme deposuna bile bu kadar hevesle gitmiyorum.” dedim.
Umay kahkaha attı. “Ama bak, burası bir taktik savaşı gibi. Hem estetik, hem kullanışlı hem de ekonomik olmalı.”
Kaşlarımı kaldırdım, “Yani, sen bana burada bir operasyon planlamam gerektiğini mi söylüyorsun?”
Gözlerini kısıp gülümseyerek başını salladı. “Aynen öyle, Komutan Bey.”
Arabayı IKEA’ya doğru sürerken, bir yandan timi düşünüyordum.
Onların nakliye sürecini gürültüsüz halletmeleri gerektiğini söylemiştim.
Ama içimden bir ses, Burak’ın kesin bir şeyleri devireceğini söylüyordu.
Umay hafifçe elimi tuttu. “Bak, bu bizim yuvamız olacak Altay. Mobilyaları seçerken sadece işlevselliğe odaklanma, biraz da ruh katmalıyız.”
Başımı salladım. “O zaman, benim işim sağlamlık, senin işin estetik.”
Gözlerini kırpıştırarak gülümsedi. “Anlaştık.”
Ankara’nın trafiğinde ilerlerken, Umay telefonundan mobilyalara göz atıyordu.
Ama benim aklımda tek bir şey vardı:
Eve döndüğümüzde, tim gerçekten sessiz mi kalmış olacaktı, yoksa binada bir felaket mi yaşanmış olacaktı?
Şimdilik bunu düşünmemeye çalıştım.
Çünkü asıl sınav, IKEA’nın içinde bizi bekliyordu.
Mobilya mağazasında yatak odası bölümüne geçtiğimizde, gözüm doğrudan en büyük yataklara kaydı.
Çünkü benim gibi 2.04 metre boyunda, geniş omuzlu bir adam için yatak seçmek, resmen bir mühendislik hesaplaması gerektiriyordu.
Normal yataklar? Olmaz.
Standart çift kişilik? Hiç olmaz.
Ben zaten askerde, sahada, arazi şartlarında küçücük yerlerde uyumaya alışkındım.
Ama bu ev, benim huzur bulacağım yerdi.
Ve bu yatakta sadece ben değil, Umay da rahat uyumalıydı.
Gözüme en büyük olanı kestirdim. King Size yatak bile bana küçük gelebilirdi.
Umay yanımda durup yataklara bakarken fark etti, gülümsedi.
“Senin için büyük bir şey seçmemiz gerekiyor, değil mi?” dedi, kaşlarını kaldırarak.
Başımı salladım. “Aynen öyle prensesim. Standart yatak alırsak, ayaklarım aşağıda kalır, sabah uyandığımda bacaklarım donarak düşebilir.”
Umay kahkaha attı. “O kadar da değil Altay! Ama evet, büyük bir yatak şart.”
Satış danışmanı yanımıza yaklaşıp “Nasıl bir yatak düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Ben net bir ifadeyle cevap verdim:
“Sağlam olacak. Çökme yapmayacak. Hareket ettiğimizde gıcırdamayacak. Üzerinde çatışma çıkarsa siper olacak kadar güçlü olacak.”
Adamın gözleri büyüdü, Umay derin bir nefes alıp “Şaka yapıyor.” dedi gülerek.
Ben dönüp ciddiyetle ekledim: “Şaka yapmıyorum.”
Sonunda en büyük ve en sağlam modeli seçtik.
Bütün günün yorgunluğunu atabileceğim, rahatlıkla Umay’ı kollarıma alıp uyuyabileceğim bir yatak.
Ve işte o an anladım.
Evimizi kuruyorduk. Gerçekten.
Bu yatak, sadece bir mobilya parçası değil, bizim yeni hayatımızın en önemli köşelerinden biri olacaktı.
Yatak odasını hallettikten sonra, Umay’ın elini tutup alt kata indik.
Şimdi sırada yemek masası vardı.
Ben, 6 kişilik standart bir masa düşünürken, Umay aniden en büyük masalardan birine yöneldi.
Ve hiç tereddüt etmeden parmağıyla işaret etti:
“Bu.”
Kaşlarımı kaldırıp şöyle bir baktım.
12 kişilik devasa bir yemek masası.
Sanki bir Osmanlı divanı kurulacakmış gibi büyük ve görkemli.
“Aşkım… Farkında mısın? Sen düğün salonu kuruyorsun.” dedim şaşkınca.
Umay bana gülümsedi, kollarını göğsünde kavuşturdu ve gözlerini kısarak konuştu:
“Tim için ideal.”
Bir an durdum.
Bu kadın, beni yine şaşırtmıştı.
Ben hep bizim için düşünüyorum, o ise bizim ailemiz için düşünüyordu.
Çünkü biz artık sadece iki kişilik bir çift değil, kocaman bir aileyiz.
Burak’ın her fırsatta “Yengee, yemek var mı?” diye kapıda bitmesini, Mustafa Kemal’in mitoloji eşliğinde çay yudumlamasını, İlteriş’in derin analizlerini, Ulaş’ın cilt bakım önerileri yapmasını düşündüm.
Ve gülümsedim.
"Haklısın prensesim." dedim sessizce.
Umay parmaklarını avucuma geçirdi. "O zaman bunu alıyoruz değil mi?" dedi heyecanla.
Başımı salladım, "Tabii ki, çünkü bu masa sadece yemek yemek için değil... Anılar biriktirmek için olacak."
Gözlerimiz buluştu, Umay hafifçe parmaklarını sıktı.
Bu masa, sadece bir mobilya değil, bizim yeni hayatımızın tam ortasında duracak bir bağ olacaktı.
Yemek masasını hallettikten sonra beyaz eşya konusuna geldik.
Ve işte orada devreye ben girdim.
Umay daha farklı markalara bakmak ister gibi göz gezdirirken, ben onun elini tuttum ve hiç tereddüt etmeden Samsung mağazasına doğru yönlendirdim.
O an yüzünde “Bu adam ne yapıyor?” ifadesi belirdi ama ben aldırış etmeden mağazanın kapısını açıp büyük bir ciddiyetle içeri girdim.
"Hoş geldiniz efendim, nasıl yardımcı olabiliriz?" diye soran satış temsilcisine askerî bir netlikle yanıt verdim:
“Bütün beyaz eşyaları alıyoruz. Buzdolabı, çamaşır makinesi, kurutma makinesi, bulaşık makinesi, fırın, ocak, davlumbaz, televizyon, robot süpürge… Ne varsa yazın."
Satış temsilcisi şok olmuş bir şekilde bana bakarken, Umay gözlerini kıstı.
"Altay… Samsung konusunda biraz fazla mı fanatiksin?"
Başımı iki yana salladım, "Asla. Bu bir sadakat meselesi, prensesim. Sadakat benim için önemli." dedim.
O an aklıma İlteriş’le yaptığımız Apple-Samsung kavgaları geldi ve içten içe sırıttım.
Biz operasyon bölgelerinde sessiz ve soğukkanlı bir şekilde terörist kovalayan adamlarız, ama iş telefon ve teknolojiye gelince tam anlamıyla mahalle çocuklarına dönüşüyoruz.
“Apple kullanan bir ÖKK subayı olmak… Üzücü.” diye dalga geçtiğim günleri hatırladım.
İlteriş ise her zaman savunmaya geçip "iPhone’un güvenliği daha iyi!" diye iddia ederdi.
Ben ise her seferinde “Oğlum, ben zaten en güvenli sistemim. Bana virüs de girmez, hacker da sızamaz!” diye cevaplardım.
Ama şu an, evimizin teknolojik altyapısını kurarken bu tartışmaya hiç gerek yoktu.
Çünkü burası benim savaş alanımdı.
Umay, “Peki ama neden özellikle Samsung?” diye sordu, kollarını göğsüne kavuşturarak.
Gözlerimi kısıp büyük bir ciddiyetle açıklamaya başladım:
“Bak prensesim, öncelikle dayanıklılık. İkinci olarak senkronizasyon. Üçüncü olarak... Kardeşim ben seviyorum işte!”
Umay kahkahayı bastı. “Senin gibi koca bir adamın markalar konusunda böyle tutkulu olması çok komik.”
“Komik değil, taktiksel bir karar!” dedim kaşlarımı kaldırarak.
Satış temsilcisi de gülümseyerek “O zaman her şeyi listeleyelim efendim.” diyerek hızlıca siparişi aldı.
Ve işte böyle, tüm beyaz eşyaları, televizyonu ve küçük aletleri Samsung’dan alarak yeni evimizi tam teşekküllü bir akıllı eve dönüştürdüm.
İlteriş bu durumu duyunca "Apple olsaydı her şey daha iyi olurdu!" diye isyan edecekti, ama şu an kazanan ben olmuştum.
Ve en önemlisi, Umay yine gülüyordu.
Bu yeterdi.
Mobilya mağazalarındaki yoğun turdan sonra nihayet IKEA’ya geçmeye hazırdık.
Ama önce…
“İşte şimdi IKEA’ya gidebiliriz, prensesim. Ama önce bir kahve molası verelim. Hem benim kahvem bitti.” dedim, elimdeki karton bardağı çöpe atarak.
Umay başını hafifçe yana eğip gülümsedi. "Tamam, komutan bey. Hak ettik bence de."
El ele tutuşup yakındaki bir kafeye girdik.
Kafede küçük bir köşe bulup oturduğumuzda, göz göze geldik ve birbirimize aptal aşıklar gibi sırıttık.
O an fark ettim…
Bu kadın benim için en doğru yerdi.
Bütün hayatım boyunca kendi düzenimi kurmak yerine görevlerime odaklanmıştım.
Ama Umay geldiğinden beri, ilk defa ‘ev’ dediğim bir şey inşa ediyordum.
İkimiz de yorgunduk ama gözlerimiz mutluydu.
Masaya koyduğumuz defterin üzerine eğildik, geri kalanları listelemeye başladık:
✔ Tül perdeler
✔ Halılar
✔ TV ünitesi
✔ Kitaplık
✔ Birkaç aksesuar
Ve daha fazlası.
Ama listeyi yazarken, benim aklım başka bir yerdeydi.
Beni böyle rahat, huzurlu, gülümserken görebilecek kaç kişi vardı?
Kaç kişi, Altay Öztürk’ü sadece savaş meydanında değil, bir kadının yanında mutlu mutlu sırıtırken görebilirdi?
Umay deftere bir şeyler yazarken, ben avuç içini tuttum, parmaklarını okşadım ve hafifçe sordum:
“Benimle olmaktan mutlu musun?”
Bir an durdu. Başını kaldırdı ve bana baktı.
Sanki sorumu anlamlandırmak ister gibi gözlerimin içine derinlemesine baktı.
Sonra, bütün dünyayı unutturacak kadar güzel bir gülümsemeyle elimi sıktı.
"Altay, senin yanındayken mutlu olmamak imkânsız." dedi.
O an içime kocaman bir huzur doldu.
Ve fark ettim ki, bu kadının yanında olduğum sürece, başka hiçbir şeyin önemi yoktu.
IKEA’ya adım attığımız anda, Umay resmen transa geçti.
Beni unuttu.
Gerçekten.
Sanki ben hiç var olmamışım, sanki Özel Kuvvetler’in en disiplinli adamı şu an tamamen görünmez olmuş gibi.
Kadın, kendi boyutuna ışınlanmış gibiydi.
Benim savaş alanım çatışma bölgeleri, operasyon haritaları, brifing salonlarıydı.
Umay’ın savaş alanı ise… IKEA!
Bütün rafları, bütün aksesuarları avına odaklanmış bir jaguar gibi tarıyordu.
Ben ise…
Masum masum IKEA’nın meşhur hediye kalemleriyle oynuyordum.
Önümde birkaç küçük not kağıdı bulmuştum, kalemlerle minik minik çizimler yapıyordum.
Bir noktada kendime otomatik tüfek çizen bir çöp adam bile yapmıştım.
Ama Umay?
O hala aksesuar reyonlarında kaybolmuş, her detaya dikkat ediyor, farklı seçenekleri karşılaştırıyor ve hesaplar yapıyordu.
Arada sırada gerçek dünyaya geri dönüp bana sorular yöneltiyordu.
"Altay, sence bu perde mi daha güzel, yoksa şu mu?"
Ben gözlerimi kaldırıp ciddi bir yüz ifadesiyle cevap veriyordum:
“Hangisi seni mutlu edecekse o güzel.”
Sonra Umay başka bir reyonda kayboluyordu.
Bir süre sonra tekrar dönüp soruyordu:
"Altay, şu yastık mı daha iyi, yoksa şu mu?"
Ben elimdeki hediye kalemi çevirip aynı şekilde cevap veriyordum:
“Hangisi seni mutlu edecekse o.”
Sonra tekrar kayboluyordu.
Bu böyle defalarca devam etti.
Ben… bir köşede… masum masum… IKEA’nın hediye kalemleriyle oynarken…
Umay ise profesyonel bir iç mimar gibi alışverişini yapıyordu.
Bana baktığında minik bir yavru köpek gibi masum durduğumu fark etmiş olmalı ki, kahkahasını tutamadı.
“Altay, sen ne yapıyorsun?” dedi gözleri parlayarak.
Başımdaki hayali hareyle ona gülümsedim.
“Ben… seni bekliyorum.” dedim.
Umay kahkaha attı, yanıma gelip saçlarımı karıştırdı. “Ne kadar sabırlısın, inanılmazsın.” dedi.
Başımı iki yana salladım.
"Prensesim, senin için her şeye sabrederim ama… IKEA’nın hediye kalemleri olmasa biraz zorlanırdım."
Ve böylece, ben çöp adam çizerek Umay’ın alışveriş maratonunun bitmesini bekledim….

Bölüm : 06.02.2025 17:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...