

Umay’ın anlatımı…
Altay…
Adını içimden kaç kez geçirdim bugün, sayamıyorum. Şu an önümdeki fosil parçalarını değil, seni görüyorum. O kocaman ellerinle bana ilk uzandığın anı. "Leydim," dediğin o ilk saniyeyi. Kazı alanında toz toprak içinde kalmıştım, yüzümde güneşten kalma izler, saçlarım darmadağın… Ama sen bana bakarken, sanki bir tanrıçaymışım gibi görüyordun.
O bakışların, o yeşil gözlerin, her şeyi susturmuştu. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. "Kim bu adam?" dedim kendi kendime. Kendi ekseninde dönen, etrafındaki her şeyi sakinlikle sarmalayan bu dev gibi adam… O gün bana doğru elini uzatırken nasıl titrediğimi hatırlıyorum. Altay… Beni o kadar güçlü ama bir o kadar da zarif bir şekilde kendine çekmiştin ki…
Şimdi buradayım, laboratuvarda. Elimde bir kemik parçası, önümde analiz cihazları… Ama sen yoksun. Senden haber alamıyorum. Sesin, gülüşün, o koca cüssenin bir köşede sessizce beni izleyişin… Her şey burnumda tütüyor. O kadar özlüyorum ki seni, bazen nefesim daralıyor.
Altay… Şu an seni hayal ediyorum. Yanımda olduğunu, kollarını omuzlarıma sardığını, saçlarımı kokladığını. Ama yok, hepsi zihnimin bana oynadığı bir oyun. Elimi uzatsam sana dokunamayacağım. Bu gerçek beni her defasında daha da yakıyor.
İlk tanıştığımız günü hatırlıyorum. Nasıl da sarsmıştın dünyamı. O gün anlamıştım, sen benim kalbimin çoktan sahibi olmuştun. Şimdi buradayım, o günü tekrar tekrar yaşıyorum zihnimde. Ama yetmiyor, Altay. Sana dokunmadan, sesini duymadan, seni gerçekten hissetmeden olmuyor.
Bir fosil parçasına bakıyorum şimdi, binlerce yıl öncesinden gelen bir parça. Ama beni geçmişe götüren o değil, senin hatıraların. İlk elimi tuttuğun an, ilk göz göze gelişimiz, ilk öpücüğümüz. Hepsi zihnimde o kadar canlı ki, şu an sensizliğin ağırlığını daha çok hissediyorum.
Altay, kokun burnumda, adın dilimde. Sana yazsam, yine cevap alamayacağımı biliyorum. Ama seni sevdiğimi her hücremle haykırmak istiyorum. Seni seviyorum Altay. O gün, o kazı alanında beni yerle bir ettiğin gibi, şimdi de yokluğun beni yerle bir ediyor.
Bana döneceğini biliyorum. O gün gelene kadar, seni sevmekten başka hiçbir şey yapamayacağım.
Babamın gelişini fark ettiğimde yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Onu her zaman olduğu gibi dimdik duruşuyla, yakışıklı üniforması içinde görmek, içimde bir güven dalgası oluşturdu. Ama hemen ardından aklıma Altay geldi. Aynı kararlı duruş, aynı vakur tavır… Kalbim hızlandı.
“Babasının kızı,” dedim içimden, ama yüzümdeki gülümseme bir anda yerini hüzünle karışık bir ifadeye bıraktı.
Babam kapının önünde durup bana baktı. “Leydim, ne oldu sana böyle? Yüzün solmuş, gözlerin de bir tuhaf bakıyor,” dedi, gözleriyle beni süzerken.
Derin bir nefes aldım. "Yok bir şey baba," dedim, ama sesim bile titriyordu. “Kazı raporları işte… Yoğun bir dönem.”
Babam başını eğip biraz daha yaklaştı. Sandalyeme oturdu ve masanın karşısına geçti. “Umay, beni kandırabileceğini mi sanıyorsun?” dedi, yüzünde hem şefkat hem de sorgulayan bir ifade vardı. “Altay mı?”
Adını duyduğumda, kalbim bir an duracak gibi oldu. Başımı önüme eğdim, gözlerimi ondan kaçırarak. “Evet,” dedim, fısıldar gibi. “Altay.”
Babam derin bir nefes aldı. “O çocuk iyi bir asker,” dedi, sesi düşündüğümden daha yumuşaktı. “Ama senin gibi birini bekleyecek kadar sabırlı mı, bilemiyorum.”
Kaşlarımı çatarak başımı kaldırdım. “Baba!” dedim, biraz sert bir sesle. “Altay bekleyecek. O, sözünü tutan bir adam. Bana dönecek. Eminim.”
Babam bir süre sessizce bana baktı. Gözlerinde hafif bir tebessüm vardı. “Sana olan sevgisini gördüm, Umay. Emin ol, o çocuk sana dönerken koca bir orduyu bile aşar. Ama… Senin onun yokluğuna dayanman gerekiyor.”
Bir süre sessizlik oldu. Sözleri içime işliyordu. Altay’ın bana nasıl baktığını, gözlerindeki sevgiyi hatırladım. Babamın söylediklerini düşündüm.
“Dayanacağım baba,” dedim kararlı bir şekilde. “Altay dönene kadar, ona layık bir kadın olarak bekleyeceğim.”
Babam başını sallayıp sandalyesinden kalktı. Bana doğru eğildi ve omzuma elini koydu. “İşte benim kızım,” dedi. “Seni güçlü tutan, sadece Altay’a olan sevgin değil. Kendi inancın ve iraden. Bu gücü kaybetme, tamam mı?”
Gözlerim dolmuştu ama gülümsemeye çalıştım. Babam alnımdan öptü, ardından da kapıya yöneldi. Çıkarken durdu ve omzunun üzerinden bana baktı. “O çocuk dönecek, Umay. Ama dönene kadar, senin sağlam durduğundan emin olmak ister. Bunu unutma.”
Kapı kapanınca derin bir nefes aldım. Altay’ın gözlerini hatırladım. “Dönecek,” diye fısıldadım. “Dönecek ve her şey daha güzel olacak.” Üniversite Hatay’da olduğu için burada yani Hatay’daydım görev yerim buradaki üniversiteye verilmişti İzmir’den sonra
Babamın o sıcak gülümsemesiyle "Bugün baba-kız günü yapalım mı?" dediğinde içimde hem bir sevinç hem de hafif bir suçluluk duygusu belirdi. Babamı kırmak istemezdim, hele ki bana bu kadar içten bir teklifle yaklaşmışken. Ama aklım Altay’da olduğu için, gerçekten ne kadar anın tadını çıkarabileceğimden emin değildim. Yine de kabul ettim.
"Tamam baba," dedim gülümseyerek. "Nereye gidiyoruz?"
"Bu bir sürpriz," dedi, göz kırparak. “Ama önce şu yüzüne biraz renk gelsin. Sana dondurma ısmarlayacağım.”
Dondurma mı? Babam her zaman bu küçük şeylerle beni mutlu etmeyi başarırdı. Kısa süre içinde üniversiteden çıkıp sahile yakın bir dondurmacıya vardık. Babam her zamanki gibi sade vanilya seçti, ben ise çilekli ve limonlu karışık aldım. Masaya oturduğumuzda, dondurmayı yavaş yavaş yerken, babam aniden konuşmaya başladı.
“Altay’a özlemin seni yoruyor, biliyorum,” dedi. Sesi, her zamankinden daha yumuşaktı.
Kaşığı elimde tuttum, ama dondurmayı yemeyi bıraktım. “Haklısın baba,” dedim. “Ama ona güveniyorum. Sadece… Zor.”
Babam gülümsedi. “Sevgi böyle bir şey, kızım. Bazen acıtır, bazen bekletir. Ama doğru kişiye bağlandıysan, sonunda her şey yerini bulur.”
Gözlerim dolmuştu ama babamın önünde ağlamamaya kararlıydım. Başımı sallayıp çilekli dondurmamdan bir kaşık aldım.
Dondurmadan sonra babam beni bir balık restoranına götürdü. Denize nazır bir masa seçmişti, esen hafif rüzgarla saçlarımın dalgalandığını hissediyordum. Masaya oturduğumuzda babam yine klasik siparişini verdi: levrek ızgara. Ben de her zamanki gibi kalamar tava ve roka salatası istedim.
Yemek boyunca eski hikayeler anlattı. Gençliğinde Altay gibi bir asker olmanın nasıl bir his olduğunu, zorlu görevlerden döndüğünde annemin onu nasıl karşıladığını… Bu hikayeleri dinlerken, aklım bir kez daha Altay’a gitti. Onun da böyle hikayeleri olacak mıydı? Dönüp bana, "Leydim, bir operasyonda şunu yaşadık," diye anlatacak mıydı?
Babam konuşmaya devam ederken bir an dalıp gittim. Altay’ın kıvırcık saçları, çimen rengi gözleri, o kendinden emin gülümsemesi… Kalbim sıkıştı.
“Umay?” Babamın sesiyle irkildim. “Yemeklerini soğutuyorsun.”
“Ah, şey…” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Dalmışım.”
“Altay’ı düşünüyordun değil mi?” dedi, yüzünde babacan bir tebessümle.
Cevap vermedim ama yüzümdeki ifadeden her şeyi anladı. “Düşün, kızım,” dedi. “Ama kendini kaybetmeden. O dönecek, sana söz veriyorum. Sen güçlü kal, tamam mı?”
Başımı salladım ve bir yudum su aldım. Yemek bitince sahilde biraz yürüdük. Babam elini omzuma koymuştu, ben de ona yaslanarak yürüdüm. Arada bana çocukluğumdan bahsetti, bazen annemi hatırlattı. Ama o kadar güçlü bir insandı ki, sesinde hep bir umut vardı.
Eve dönerken, içimde hafif bir huzur vardı. Babamla geçirdiğim bugünü asla unutmayacağımı biliyordum. Ama aklımın bir köşesi hâlâ Altay’daydı. Onu düşünmeden geçen tek bir saniyem yoktu.
Odamda yalnız kaldığımda, yatağıma uzandım ve telefonumu elime aldım. Altay’dan hâlâ bir mesaj yoktu. Ama yine de içimden, “Döneceksin Altay,” diye fısıldadım. “Sana inanıyorum.”
Bugün laboratuvardan çıkarken içimde garip bir huzur vardı. Günüm dolu geçmişti; babamla vakit geçirmek, o özlediğim baba-kız bağını yeniden hissetmek bana çok iyi gelmişti. Ama yine de her şey tamamlanmış gibi hissetmiyordum. Bir eksik vardı. O eksik, benim kıvırcık saçlı, çimen gözlü sevgilimdi.
Orduevine gelir gelmez odama çekildim. Burası sessizdi, fazla sessiz. Dışarıdaki rüzgarın sesi odaya dolarken, çantamdan kağıt ve kalem çıkardım. Bugün yine sana yazacağım Altay. Bu yazdıklarımı sana ne zaman verebilirim, bilmiyorum. Ama bir gün okuyacağını bilmek içimi rahatlatıyor.
Başladım:
**“Sevgilim,
Beni bir saniye bile aklından çıkarıyor musun, bilmiyorum. Ama ben seni bir saniye bile unutmuyorum. Bugün babamla bir gün geçirdim. İkimiz de güçlü görünmeye çalışsak da, ikimizin de seni düşündüğüne eminim. Beni tanıyorsun, Altay. Kendimi işe vererek seni düşünmemeyi deniyorum ama nafile. Gözüm hep kapının arkasında. Hep bir telefon sesi bekliyorum. Ama biliyorum ki, o telefon uzun bir süre çalmayacak.
Sana buradan yazarken seni daha iyi anlıyorum. Görevde nasıl bir sorumluluk taşıdığını, nasıl ağır bir yük altında olduğunu hissediyorum. Ama yine de, bir yanım sadece senin varlığını istiyor. Sesini, dokunuşunu, gülüşünü... Şu an bile yanımda olsaydın, kafamı göğsüne yaslardım. Ellerini ellerimde hissederdim. Belki sen bana bir hikaye anlatırdın, belki ben sana bir şiir okurdum. Ama sessizlikte bile birbirimizi anlayacak kadar yakın olurduk.
Bugün gökyüzüne baktım. Bir yıldız kaydı. Dilek tuttum. Ne dilek tuttuğumu tahmin edersin, değil mi? Sağ salim bana dönmeni istedim, Altay. Bir daha beni bırakma, leydimin yanında olmalıyım demeni istedim.
Sana bir sır vereyim mi? Bu mektupları yazarken seni yanımda hissediyorum. Kalemin ucunda sen varsın, Altay. Seni hayal ediyorum. Beni okurken gülümseyen yüzünü, belki de biraz dalgın gözlerini… Şu anda bu satırları okuduğunda, beni sevdiğini bilerek bir kere daha kalbine sarılacaksın.
Gel Altay. Beni bekletme. Seni beklemek dünyanın en tatlı işkencesi ama artık yanımda olmanı istiyorum. Sana sarılmayı, o kıvırcık saçlarını karıştırmayı, yüzündeki her bir çizgiyi ezberlemeyi istiyorum.
Seni seviyorum. Bunu bil ve asla unutma.
Leydin,
Umay…
Yazmayı bitirdiğimde kalem elimde titriyordu. Altay’ın yüzünü gözümde canlandırdım, gülümseyen dudaklarını, beni hep koruyan ellerini...
Mektubu dikkatlice katladım ve çantama koydum. Altay döndüğünde ona vereceğim, biriktirdiğim tüm bu duygularla beraber.
Pencereden dışarı baktım. Gece serin ve sessizdi. Ama içimde fırtınalar kopuyordu. Altay’ı beklemek zor, ama biliyorum. O, bana dönecek.
Gözlerimi açtığımda kendimi büyük bir salonun ortasında buldum. Yüksek tavanlı, soğuk, kasvetli bir yerdi. Herkes sessizdi. Sessizlik, derin bir acının sessizliğiydi. Siyah takım elbiseli adamlar ve tören kıyafetli askerler, salonun her yerindeydi. Çevreme baktım, bu kadar resmi bir yerde neden olduğumu anlayamıyordum.
“Neler oluyor burada?” diye fısıldadım kendi kendime.
Birden gözüm kalabalığın arasından tanıdık yüzlere takıldı. İlteriş, Ulaş, Mustafa Kemal… Hepsi oradaydı. Ama… neden bu kadar üzgündüler? İlteriş’in o alaycı yüzü, taş gibi sertti. Ulaş, ellerini sıkmış, yüzünü yere eğmişti. Mustafa Kemal, bir duvar gibi dimdik duruyordu ama gözleri bir noktaya kilitlenmiş, bir şeyleri anlamaya çalışıyordu.
Daha fazla dayanamadım. Adımlarımı hızlandırdım. “Ne oluyor burada? Altay nerede?” dedim, ama sesim o sessizliğin içinde boğuldu.
Sonra babamı gördüm. Haluk Yarbay… Dimdik duruyordu. Ama yüzü, hayatımda hiç görmediğim kadar kederliydi. Çelik gibi bakışları bu kez buz gibi donmuştu. Bir noktaya bakıyordu, hareketsiz. O an içime korkunç bir his doldu.
Babamın baktığı yere doğru gözlerimi çevirdim. Ve…
Al bayrağa sarılmış bir tabut…
Kalbim göğsümde patlayacak gibi çarpmaya başladı. Tabutun başında bir fotoğraf vardı. Fotoğrafı görmemem gerektiğini biliyordum, ama gözlerim beni dinlemedi. Adımlarım tabuta doğru hızlandı.
“Hayır…” diye mırıldandım. Gözlerim tabutun önündeki çerçeveye odaklandı. Ve dünyam o an yıkıldı.
Altay…
Fotoğraftaki o gözler, o gülüş… O, Altay’dı. Yüzbaşı Altay Öztürk. Benim Altay’ım. Benim yüzbaşımın portresi…
“Hayır! Hayır! Bu olamaz! Bu doğru değil!” diye bağırdım.
Koşmaya başladım, ama tabutla aramdaki mesafe bir türlü kapanmıyordu. Ellerim uzandı, ama dokunamıyordum. Her şey bir kâbus gibi… Hayır, bu bir kabustu. Olmak zorundaydı.
Babamın gözlerinden bir damla yaş süzüldüğünde, ciğerimdeki nefes kesildi. O damla yaş, bu rüyanın bir gerçek olduğunu haykırıyordu sanki. Dizlerimin üzerine çöktüm, avaz avaz bağırarak…
“ALTAY!”
Ve o an… birden uyandım.
Nefesim kesilmişti. Yatakta doğruldum, vücudum titriyordu. Ellerim alnımda, gözyaşlarım yanaklarımda süzülüyordu. Bir rüyaydı. Evet, sadece bir rüyaydı. Ama kalbim hala o tabutun başındaydı.
Telefonu elime aldım. Babamı aradım. Sesim titriyordu.
“Baba… Ne olur, gelir misin? Sana ihtiyacım var.”
O an başka kimseyi düşünemedim. Altay’a ulaşmam imkansızdı. Babamın güçlü varlığına ihtiyacım vardı. Yalnızca onun sakinliği beni toparlayabilirdi.
Telefonu kapattığımda, gözlerim tekrar doldu. “Altay…” diye fısıldadım. “Ne olur, bana geri dön.”
Babamın güçlü kollarında buldum kendimi. “Geldim yavrum, buradayım,” dediği an, sanki içimdeki tüm fırtınalar biraz olsun duruldu. O koca yüreğiyle beni sarmalarken, kalbimdeki yangını o da hissetmiş gibiydi.
Bir şey söyleyemedim. Dudaklarım titredi, gözlerimden yaşlar süzüldü sadece. “Hadi,” dedi babam, “Toparlanıyoruz. Seni Mardin’e götüreceğim. Orada yanında olacağım.”
Valizimi kendi elleriyle toplarken gözyaşlarımı sildim, ama nafileydi. Yüreğimde birikmiş olan bu hasretin gözlerimden taşmasını engelleyemiyordum. Babamın elini sıkıca tuttum. Bir an olsun bırakmadım. Arabaya bindiğimizde bile o güçlü eli avuçlarımda hissediyordum.
“Turnam Gidersen Mardin’e”
Babam radyoyu açtı, belki bir nebze moral olur diye. Ama ilk notalar çaldığında yüreğime bıçak gibi saplandı o türkü.
Turnam gidersen Mardin’e,
Turnam yâre selam söyle…
Gözlerim camdan dışarı kaydı. Kararan gökyüzü, gözyaşlarımın arasından bulanık görünüyordu. İçimden, “Altay…” diye geçirdim. Sesim çıkmadı. Onun yüzünü düşündüm, ellerini, kokusunu… Bana verdiği o huzuru…
Turnam gidersen aktaşa,
Karlı dağlar aşa aşa…
Türkünün sözleriyle beraber sessizce ağlamaya başladım. Babam fark etti, bir şey demedi. Elini omzuma koydu, sıkıca bastırdı. Sessiz bir teselli… Biliyordu. Altay’ın benim için ne demek olduğunu biliyordu.
Hem kavime, hem kardaşa,
Turnam yâre selam söyle…
İçimden tekrarladım. “Turnam, Mardin’e giderken selamımı ilet. Altay’a söyle… Ona ne kadar hasret kaldığımı, ne kadar beklediğimi söyle.”
Camdan dışarı bakarken, hayalimde Altay’ın yüzü belirdi. O güçlü, kararlı bakışları. Gülümsemesi… Gözlerimi kapattım. Onu hatırladıkça acı bir tebessüm yayıldı dudaklarıma.
“Altay…” diye fısıldadım. “Döneceksin. Ben buradayım. Seni bekliyorum.”
Babam direksiyonda sessizce türküye eşlik ederken, benim aklım hâlâ Altay’daydı. Bu hasret, içimde dağ gibi büyüyordu. Ama biliyordum. Bir gün bitecekti. Altay, geri dönecekti. O gün, bu acı türkü, mutluluğun ezgisine dönüşecekti.
Turnam, yâre selam söyle…
Mardin’e vardığımızda güneş yeni yeni doğuyordu. Gecenin karanlığı dağılırken, içimdeki karanlık büyüyordu sanki. Babam, arabayı durdurup bana baktı. “Hadi, kızım,” dedi, yumuşak bir sesle. O yorgun ama kararlı bakışlarını unutamam. “Seni odana götüreyim. Biraz dinlen, yavrum.”
Elimi tuttu, o güçlü eller beni bir kez daha hayata bağladı. Sessizce eve girdik. Her şey öyle sessizdi ki, nefes alıp verişlerimiz bile yankılanıyordu sanki. Babam beni kollarına aldı. İtiraz edemedim. “Babacım, ben yürüyebilirim,” diyecek oldum, ama gözlerimden yaşlar süzülürken sesim çatallaştı.
“Biliyorum, ama bırak bu gece ben taşıyayım seni, Umayım,” dedi. Ve o güçlü kollarıyla beni odama kadar taşıdı. Annemden sonra ilk defa böyle taşınıyordum. Annemin kokusunu duyar gibi oldum.
Odamda, yatağa bırakacağını sandım ama bırakmadı. Kendisi de yatağa oturdu ve beni kollarında tuttu. Başımı göğsüne yasladım. Onun kalp atışlarını dinledim. Güvende hissediyordum. Ama içimdeki o hasret… Altay’ın yokluğu…
“Babacım,” dedim. Sesi titreyen bir çocuk gibi. “Geçer mi bu hasret?”
Sustu. Ellerini saçlarımda gezdirdi. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Beni sarmalayan sessizlik, cevabını beklediğim bir sessizlikti.
Sonunda konuştu. Sesindeki ton, göğsümde bir ağırlık gibi çöktü. “Sana net olacağım, Umay,” dedi. “Geçmiyor.”
Durdum. Kalbim bir an için sıkıştı. “Ama,” diye ekledi, sesi çatladı. “Bak, seninkinin dönme şansı var. Benim aşkım… Senin annen…” Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. “O bir daha dönemeyecek.”
Bunu duyduğum an içimdeki tüm setler yıkıldı. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Onun da gözyaşları akıyordu. Babam, benim güçlü babam, gözyaşlarına hâkim olamıyordu.
“Biliyor musun, Umay,” dedi, sesindeki hüzün ağır bir kaya gibi üzerime çöktü. “Ben de hâlâ geçecek sanıyordum. Ama geçmiyor. Sadece onunla yaşamanın bir yolunu buluyorsun. Çünkü sevdiklerin seni bırakmıyor. O seni bırakmadı, Umay. Senin annen hâlâ burada, bak…” Elini göğsüne götürdü. “Tam burada.”
Onun hıçkırıklarını duymak, kendi hıçkırıklarımı ikiye katladı. “Ben de Altay’ı burada saklıyorum,” dedim, elimi göğsüme koyarak. “Ama… Ama çok zor, baba.”
O gece, o odada, iki kayıp ruh birbirine tutundu. Hıçkırıklarımız, kalp atışlarımızla karıştı. Babam beni sıkıca tuttu. Tüm dünyaya karşı korur gibi. Ve o anda, annemin sıcaklığına, Altay’ın özlemine rağmen, babamın kollarında güvende hissettim.
Ama hasret, içimizde bir yangın gibi yanmaya devam ediyordu.
Gözlerimi açtığımda güneş odama usulca sızıyordu. Huzurlu bir sıcaklık hissettim, ama bu huzurun bir parçası da babamın güçlü kollarıydı. Kafam hâlâ onun göğsüne yaslıydı. Kalp atışlarını duyuyordum. Çocukken nasıl böyle uyuduğumu hatırladım. Annem odaya gelip bizi gülerken izlerdi. Şimdi ise... Annemin eksikliği yine içimi dağladı.
Babamın eli saçlarımda dolaşıyordu. Hafifçe kıpırdadım, ama konuşmadım. Sadece bu anın biraz daha sürmesini istedim. Babam, her zamanki yumuşak sesiyle, “Hadi bakalım, güzel kızım, artık uyan. Karnımız zil çalıyor olmalı,” dedi.
Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerinin altı mosmordu, hiç uyumadığı belliydi. “Baba, hiç uyumadın mı?” diye sordum, hafifçe suçluluk duyarak.
“Önemli değil,” dedi, yorgun ama huzurlu bir gülümsemeyle. “Sen biraz dinlendin ya, bana yeter.”
Gözlerim doldu, ama ağlamak istemiyordum. Annemin eksikliğini hissettiği kadar, benim de Altay’a olan özlemimi hissettiğini biliyordum. Sessizce babama sarıldım. “Hadi kalkalım,” dedi, elini uzatarak.
Mutfakta beraber kahvaltı hazırlamaya başladık. Babam mutfağın her köşesini ustalıkla kullanıyordu. Annemden sonra bu beceriyi nasıl geliştirdiğine hâlâ şaşırıyordum. “Bugün ne yemek istersin?” diye sordu.
“Baba, ben yaparım,” dedim, ama elimi tutarak beni durdurdu. “Hayır, bu sabah ben yapacağım. Sana bir babalık kahvaltısı hazırlayayım.”
Yine itiraz etmedim. Ocağın başına geçti, yumurtaları hazırlarken bir yandan beni izliyordu. Ben de çayı demledim, zeytin ve peynirleri masaya koydum. “Sen hâlâ aynı Umay’sın,” dedi, birden. “Her şeyi düzenlemeden masaya oturmazsın.”
Birlikte kahvaltı masasına oturduğumuzda annemin masadaki eksikliğini daha derinden hissettim. Ama babamın çabası, bizi ayakta tutuyordu.
“Baba, Altay’dan haber var mı?” diye sordum. Bu soruyu sormaktan bile korkuyordum. Babam gözlerimin içine baktı.
“Şimdilik bir şey yok. Ama o iyi bir asker, Umay. Döndüğünde seni nasıl sevdiğini, ne kadar özlediğini anlatacak.”
Babamın bu sözleri içime biraz olsun su serpti. Sessizce kahvaltımıza devam ettik. Birlikte çaylarımızı yudumlarken babam birden gülümseyerek, “Annen burada olsaydı, ikimizi de böyle görüp çok kızardı. ‘Hüzünlenmeyin artık, her şey güzel olacak,’ derdi,” dedi.
Gözlerimi kaçırdım. Annemin hayalini düşündüm, babam haklıydı. Ama bir yanım Altay’a olan özlemle doluydu. Yine de o sabah babamın yanında olmak, yaralarımı bir nebze de olsa sardı.
Babamla yan yana yürürken heyecanlıydım. Karargaha gitmek her zaman ilginç bir deneyimdi, ama bu sefer başka bir anlam taşıyordu. Altay yoktu, ama onun dünyasına biraz daha yaklaşma fırsatı bulacaktım. Timin diğer üyelerini görmek, o dünyayı anlamak istiyordum.
Babam arabayı sürerken, ona yan gözle baktım. Üniformasının yakasını düzeltiyordu, her zamanki gibi kararlı ve güçlü görünüyordu. “Gerçekten emin misin, Umay? Orada pek hareket yok, sadece Burak ve Mustafa Kemal var,” dedi, direksiyonu çevirirken.
“Eminim baba,” dedim, gülümseyerek. “Biraz kafa dağıtmak iyi gelecek. Hem Mustafa Kemal’in mitoloji sohbetlerini özledim.”
Babam gülümseyerek başını salladı. “Peki, ama Burak’a dikkat et. O tam bir baş belasıdır. Altay’ın bile sabrını zorluyor,” dedi.
Karargaha vardığımızda, tanıdık atmosfer beni sardı. Sert, düzenli ve her şeyin yerli yerinde olduğu bir yerdi. Altay’ın burada geçirdiği zamanları düşündüm, buranın onun için ne ifade ettiğini anlamaya çalıştım.
Babamla içeriye girdiğimizde Burak ve Mustafa Kemal’i dinlenme salonunda bulduk. Burak, her zamanki gibi sandalyeye yayılmış, elindeki bir kart destesiyle oyalandığı sırada, Mustafa Kemal ciddi bir şekilde bir kitaba dalmıştı. Bizi görünce ikisi de hemen toparlandı.
“Umay hanım, hoş geldiniz!” dedi Burak, abartılı bir selam vererek. “Komutanım, kızınızı yine mi getirdiniz? Bizim motivasyonumuz düşecek böyle,” dedi, gülerek.
Babam ona sert bir bakış attı. “Burak, laubalilik etme. Hem işin yok mu senin?”
Mustafa Kemal ise kitabını kapatıp bana döndü. “Umay hanım, sizi burada görmek güzel. Altay komutanımız yokken bize moral oldunuz. Hoş geldiniz,” dedi, kibar bir şekilde.
“Hoş bulduk,” dedim, gülümseyerek. “Beni çok şımartıyorsunuz. Ama sizinle biraz vakit geçirmek istedim. Bir de Altay’ın nelerle uğraştığını daha iyi anlamak istiyorum.”
Mustafa Kemal hemen lafa girdi. “Ah, Altay komutanımız şu an kesinlikle bir macera yaşıyordur. Ama onun kadar disiplinli biri yoktur, eminim işin altından kalkıyordur.”
Burak, bu fırsatı kaçırmadı. “Yalnız Altay komutanın disiplinli hâlleri bizi biraz yoruyor, Umay Hanım. Şöyle bir haftalık izin verse de rahatlasak,” dedi, gülerek.
“Burak, abartma,” dedim, gülümseyerek. “Altay’ın ne kadar disiplinli olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama eminim sizinle de uğraşmak zor oluyordur.”
Babam, Burak’a yine sert bir bakış attı. “Tamam, yeterince vakit kaybettiniz. Hadi bakalım, herkes işinin başına. Umay, sen burada biraz oturabilirsin. Ama bir şeylere karışma, tamam mı?”
Göz kırptım. “Tamam baba, sadece izleyici olacağım.”
Babam gittikten sonra Burak, masanın bir köşesine oturup kart destesiyle bir oyun oynamaya başladı. Mustafa Kemal ise bana dönüp, “Umay hanım, size bir çay söyleyeyim mi? Hem belki mitoloji üzerine biraz sohbet ederiz,” dedi.
Gözlerim parladı. “Harika olur. Ama siz bana mitolojiyi değil, burada geçen ilginç anılarınızı anlatın. Altay’dan bir şeyler dinleyemiyorum, bari siz anlatın.”
Mustafa Kemal gülerek başını salladı. “Pekâlâ, o zaman size Altay komutanımızın bir keresinde Burak’ı nasıl buz gibi suyla uyandırdığını anlatayım…”
Karargâhta geçen bu küçük anlar, beni bir nebze olsun rahatlattı. Altay’ı düşünmeye devam etsem de onun ailesinin bir parçası gibi hissetmek içimi ısıttı.
Artemis, Apollon ve Burak’ın Cips Felsefesi
Karargâhta geçirdiğim vakit, garip bir şekilde, beni hem rahatlatıyor hem de Altay’a olan özlemimi daha da büyütüyordu. Mustafa Kemal’in mitoloji sohbetlerine daldığınızda, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordunuz. Bugün de o günlerden biriydi. Konu Artemis ve Apollon’un ikizliği üzerineydi ve Mustafa Kemal’in anlatımı, profesörlere taş çıkaracak cinstendi.
“Umay Hanım, düşünsene,” dedi Mustafa Kemal, ciddi bir edayla. “Artemis ve Apollon, sadece fiziksel olarak değil, niteliksel olarak da birbirlerinin tamamlayıcısı. Artemis, ay ve avın tanrıçası; Apollon ise güneş ve sanatın tanrısı. Yani gece ve gündüz gibi, yin ve yang gibi…”
Burak, yan masada, bir paket cipsi çıtırdatırken, birden lafa karıştı. “Hocam, bir şey diyeceğim ama yanlış anlamayın. Bunlar ikiz değil mi? İkiz dediğin aynı olur. Bu Artemis’le Apollon niye bu kadar farklı? Biri yayla geziyor, diğeri lir çalıyor. Allah aşkına, aynı anneden mi doğmuş bunlar?”
Mustafa Kemal, cipsin sesine rağmen sabırla gülümsedi. “Burak, mitoloji bu. Her şey sembollerle dolu. Artemis’in yayla avlanması, özgürlüğü ve bağımsızlığı simgeler. Apollon’un lir çalması ise sanatı ve uyumu…”
Burak, bir cipsi havaya atıp ağzıyla yakaladı ve yüzünde ciddi bir ifadeyle ekledi: “Ama hocam, bu kadar farklıysa nasıl ikiz oluyorlar? İkiz dediğin aynı yumurta, aynı kafa, aynı hareketler… Bizim mahalledeki Cemal’le Kemal gibi. Adamlar kopya kâğıdıyla yapılmış gibiler. Bunlar bambaşka dünya.”
Ben, Mustafa Kemal’in sabrını test etmek istemeyen bir öğrenci edasıyla araya girdim. “Burak, mitolojide ‘ikiz’ olmak illa fiziksel benzerlik değil, daha çok bir denge meselesi. Gecenin ve gündüzün birbirini tamamlaması gibi düşün.”
Burak, elindeki cipsi bir süre inceledi, sanki cipsin yüzeyinde evrenin sırlarını bulmaya çalışıyormuş gibi. Sonra başını kaldırıp dedi ki: “Ama bakın, gecenin sabaha kavuştuğu bir mantık var. Bunlar nasıl bir araya geliyor? Artemis ormanda geyik peşinde, Apollon şiir yazıyor. Bunlar birbirini ne zaman görüyor?”
Mustafa Kemal derin bir nefes aldı ve ciddi bir ses tonuyla konuştu: “Burak, mitolojiyi bir hikâye gibi değil, bir felsefe gibi düşünmelisin. İnsan zihnindeki zıtlıkları, çatışmaları ve uyumu anlatıyor. Artemis, insanın özgürlüğünü ve bağımsızlığını temsil ederken; Apollon, düzeni ve sanatı temsil ediyor. İkisi birlikte, hayatın dengesi.”
Burak, kaşlarını çattı, sonra bir cips daha yedi. “Hocam, çok güzel anlatıyorsunuz da… Bu cipsle çikolata gibi bir şey. Ben tatlıyı seviyorum, ama tuzlu da lazım. Bence bunlar birbirini tamamlıyor. Ama yine de Apollon biraz torpilli gibi. Adam güneşi yönetiyor sonuçta. Artemis de biraz daha azıcık güneş alsaydı fena olmazdı.”
Bu sefer Mustafa Kemal de dayanamadı, kahkahayı patlattı. “Burak, sen mitolojiyi kendi mahallene taşımışsın. Helal olsun!”
Ben ise kahkahamı tutmaya çalışırken Burak’a dönüp, “Bence sen bu kafayla kendi mitolojini yazabilirsin. Belki de modern çağın Apollon’u ve Artemis’i, çikolata ve cipsi yönetir,” dedim.
Burak gururla bir cips daha yedi. “Valla, hocam, neden olmasın? Apollon liri bırakır, gitar çalar. Artemis de yayla ok yerine drone kullanır. Modern çağın tanrılarıyız biz.”
Karargâh, Burak’ın modern mitoloji teorileriyle yankılanırken, Mustafa Kemal ve ben göz göze gelip gülümsemekten başka bir şey yapamadık.
"Altay Olacakları Bilseydi…"
Burak, elindeki cipsi havaya atıp ağzıyla yakalamaya çalışırken Mustafa Kemal sabrının son zerresini tüketmiş gibiydi. Bir yandan Apollon ve Artemis'in sembolik anlamlarını açıklamaya çalışıyor, bir yandan Burak'ın sonsuz gevşekliğine anlam yüklemeye çalışıyordu. Tam o sırada, derin bir iç çekerek bana döndü.
“Umay hanım, şunu kabul edelim: Eğer Altay komutanım burada olsaydı, şu an Burak’ın kafasına en az on kere vurmuştu. Ve haklı olurdu.”
Kendimi tutamadım, kahkahayı bastım. “Merak etme Mustafa Kemal,” dedim, Burak’a göz ucuyla bakarak. “Altay burada olsaydı, bırak vurmayı, Burak’ın cips paketini kafasına geçirirdi. Ama o cips paketini elinden almasına bile gerek kalmazdı. Çünkü ben, buna asla izin vermezdim.”
Burak, şaşkın bir şekilde dönüp baktı. Elindeki cipsi bırakıp savunmaya geçti. “Yenge, sen de mi? Ben burada entelektüel bir tartışma yürütüyorum. Cipsle falan ne alakanız var?”
Mustafa Kemal, bu sefer tamamen pes etmiş bir ifadeyle başını iki elinin arasına aldı. “Burak, senin ‘entelektüel tartışma’ dediğin şey, modern mitolojiye cips eklemek. Artemis, Apollon, hatta Zeus bile sana karşı birleşip beni haklı çıkarırdı.”
Burak durdu, düşünür gibi yaptı. Ardından, her zamanki rahatlığıyla bana döndü. “Yenge, siz söyleyin. Altay komutanım bana vurur muydu gerçekten?”
Gözlerimi Burak’ın gözlerine diktim, ciddi bir ifadeyle başımı salladım. “Kesinlikle. Ama önce bir süre sabrederdi. Çünkü o, eğitimli bir asker. Ancak sabrının sınırı var. İşte o sınır, senin şu cipsleri havaya atıp tutmaya çalıştığın an geçilir.”
Burak, sanki çok önemli bir sırrı çözmüş gibi gözlerini kıstı. “Demek o yüzden Altay komutanım hep bana ‘Burak, şu ellerini bir meşgul et’ diyordu. Adam haklıymış.”
Bu laf hepimizi kahkahalara boğdu. Mustafa Kemal, araya girip konuyu toparlamaya çalıştı. “Burak, cipsleri bırak. Altay komutanımın yerinde olsaydım, sadece kafana vurmaz, seni Apollon’un liriyle kovalar, Artemis’in oklarıyla nişan alırdım.”
Burak, bu lafın üstüne kendini biraz toparlar gibi yaptı. Ama son bir şakasını da yapmadan duramadı: “Valla, Altay komutanım ne derse desin, Artemis de, Apollon da benim gibisini bulamaz. Beni tanısalar mitolojiye eklerlerdi.”
Gözlerimi devirdim, Mustafa Kemal’in sabrının sınırını görmek için her şeyi yapan Burak’a bakıp, “Burak, sen Altay komutanımı tanıyorsun. Eğer mitolojiye eklenirsen, seni ‘Efsanevi Sabır Taşı’ yapar. Ona göre,” dedim.
Mustafa Kemal, kahkahalar içinde bana döndü. “Yenge, işte Altay komutanımın tam olarak ihtiyaç duyduğu destek sizsiniz. Burak’la baş etmenin yolu bu!”
Burak ise cips paketine döndü, kendinden emin bir şekilde mırıldandı: “Efsanevi Sabır Taşı mı? Bence havalı. Kabul ediyorum.”
Altay’ın odasına adımımı atar atmaz kalbim hızlandı. Onun kokusu… Ah, nasıl da özlemişim. İçimdeki boşluğu dolduran, beni bir anda huzura kavuşturan o koku her yerdeydi. Her sabah giyip kararlılıkla görevine gittiği ceketi, sandalyesinin sırtında asılı duruyordu. Parmaklarım ceketine uzanırken hafifçe titrediğimi fark ettim. Ceketi kucağıma aldım ve yüzümü kumaşına gömdüm.
Kokusunu içime çekerken bir an için yanımdaymış gibi hissettim. Kalp atışlarım sakinleşti, dudaklarımda kendiliğinden bir gülümseme belirdi. "Nasıl özledim seni, Altay," diye mırıldandım sessizce. Onun bu ceketle kaç kez koştuğunu, kaç kez terlediğini, kaç kez mücadele ettiğini düşündüm. Bu sadece bir kıyafet değil, onun azminin, cesaretinin ve bana olan sevgisinin bir parçasıydı.
Gözüm masasına kaydı. Yazdığım mektupları saklayacak bir yer arıyordum. Çekmeceye uzandım ve yavaşça açtım. Boş bir alan görünce, her gün yazdığım, sevgimi ve özlemimi kâğıda döktüğüm mektupları dikkatlice yerleştirdim. Onları buraya bırakırken içimden bir söz verdim: "Bir gün bunları birlikte okuyacağız, Altay. Sana her harfimde ne kadar sevildiğini göstereceğim."
Ceketi dikkatlice yerine astım, ama ellerim istemsizce bir kez daha dokundu kumaşına. Bu sefer yüzümde bir gülümsemeyle, hafif bir iç çekişle bıraktım onu.
Babamın sesi uzaktan yankılandı: "Umay, hadi kızım, bekliyorum!"
"Geliyorum baba!" diye seslendim, aceleyle odadan çıkmadan önce ceketine son bir bakış atarak. Koridora adım atarken içimdeki o özlem biraz daha büyümüştü, ama bir yandan da onunla bir gün kavuşacağımıza dair inancım daha da güçlenmişti.
Babamın yanına yürürken yüzümde bir gülümseme vardı. Altay’ın kokusuyla dolmuş ruhum biraz olsun hafiflemişti.
Eve döndüğümde içimde bir ağırlık vardı. Babam yol boyunca bana neşeli şeyler anlatmaya çalışmıştı, ama hiçbirine tam anlamıyla odaklanamamıştım. Kapıyı açıp içeri adım attığımda derin bir nefes aldım. Sessizlik. Bazen sessizlik huzur verir, bazen ise içindeki fırtınayı daha da büyütür. Bu sefer ikinci türdendi.
Altay. Şu an ne yapıyorsun acaba? Gökyüzüne baktım. Belki o da benim gibi gökyüzüne bakıyordur, belki yıldızları izliyordur. Ya da… belki çok daha tehlikeli bir yerde, hayatta kalmak için mücadele ediyordur. Düşünmek istemedim. Ama nasıl engelleyebilirdim ki?
Oturup yazı yazmaya çalıştım. Elim kaleme gitse de, cümleler yarım kalıyordu. Düşüncelerim hep Altay’a kayıyordu. Yaptığım işi bırakıp pencereye yürüdüm. Ellerimi kollarıma sardım. "Altay," diye mırıldandım, kimsenin duymadığı bir fısıltıyla. "Keşke bir anlığına da olsa burada olsaydın. Sadece bana iyi olduğunu söyleyebilseydin."
O anda onun ne kadar uzakta olduğunu, ama kalbime ne kadar yakın durduğunu hissettim. "Acaba şu an beni düşünüyor musun?" dedim sessizce. "Beni sevdiğini söylediğin o sesini duymayı o kadar özledim ki..."
Kendimi toparlamaya çalıştım. Bir şey yapmam gerekiyordu, ama hiçbir şey yapasım yoktu. Belki sadece biraz uyurum. Belki rüyamda onu görürüm. Altay, lütfen… sadece iyi olduğunu bilmeye ihtiyacım var.
Yavaşça yatağıma uzandım. Kalbim Altay’a doluydu, ama göz kapaklarım hüzünle ağırlaştı. Onu düşündüm, sıcak bir tebessümle gözlerimi kapadım. "Bana dönmek için mücadele ediyorsun biliyorum. Ne olursa olsun seni bekleyeceğim, Altay."
ALTAYIN AĞZINDAN…
Ulaş, İlteriş ve ben villanın geniş oturma odasında oturmuş, günün muhasebesini yapıyorduk. İki ayı devirmiştik, ama hissettiğim ağırlık sanki iki yıl geçmiş gibi. Ortamın havası yavaş yavaş değişiyordu. Halid’in güvenini kazanmak için harcadığımız zaman işe yaramış gibiydi, ama bu her şeyin daha tehlikeli hale geldiği anlamına da geliyordu.
"Bu adamın güvenini kazandık, ama kazandıkça daha derine batıyoruz," dedim sigaramın külünü titiz bir şekilde küllüğe silkeleyerek. İlteriş, her zamanki rahat tavrıyla arkasına yaslandı.
"Doğru," dedi. "Ama tam da plan bu değil miydi? Suyun kaynadığını hissediyoruz çünkü doğru yoldayız."
Ulaş ise dizlerini ovuşturuyordu, düşünceli bir ifadeyle: "Evet, ama Halid’in güveni tehlikeli bir şey. Sana güvendiği an, senden şüphelendiği anla aynı yerden başlıyor. Adamın işine girersen çıkamazsın. Şimdi biz bu çıkmazın tam kenarındayız."
Kafamı salladım. Ulaş haklıydı. Halid’in güvenini kazanmak demek, onun karanlık dünyasına adım atmak demekti. Daha fazla bilgiye ulaşıyorduk, ama her yeni bilgi, üzerimize daha ağır bir yük bırakıyordu.
"Bakın," dedim. "Burada bir yanlış yapma lüksümüz yok. Birimiz yanlış bir şey söyler, bir adımda tökezlersek, Halid bizi havaya uçurur. Kelimenin tam anlamıyla."
İlteriş alaycı bir gülümsemeyle araya girdi: "Beni mi korkutmaya çalışıyorsun Altay? Çünkü başaramıyorsun. Biz bu oyunu kazanmaya geldik."
Tam o sırada, Ulaş kaşlarını çatıp bir şey fark etmiş gibi konuştu: "Bu arada, Halid son birkaç gündür beni sürekli tuvalete gitmekle dalga geçiyor. Sence bir şey mi anladı? Yoksa adam beni test mi ediyor?"
Bir an sessizlik oldu. İlteriş güldü, ben ise ciddiyetle cevap verdim: "O her şeyi test eder. Tuvalet kapısının arkasına kamera koymadığına dua et. Şimdilik dikkatli ol, ama panik yapma. Onun gözünde zaten ‘tuhaf İmam Ulaş’ profili iş görüyor."
Ulaş bir şey demedi, ama içindeki huzursuzluğu gözlerinden okuyabiliyordum. Onun moralini bozmak istemezdim, ama gerçek bu.
"Yarın Halid’in yeni sevkiyatını kontrol edeceğiz," dedim. "Daha çok adamıyla tanışacağız. Herkes rolünü hatırlasın. Bu işten sağ çıkmak istiyorsak, birbirimize her zamankinden daha fazla güvenmek zorundayız."
İlteriş dalgınca parmaklarını masaya vuruyordu. Ulaş sessizce başını salladı. Sessizlik odaya oturdu. Bu sessizlik, görevin yükü kadar ağırdı.
Kendi kendime, "Dayan Altay," dedim. "Bu cehennemden çıkış yolunu bulacaksın."
Halid’in korumaları eşliğinde siyah SUV’un arka koltuğunda oturuyordum. Yanımda Halid, altın işlemeli tesbihini çevire çevire konuşuyordu. İleriye dönük planlarından, gücünden ve sözde "sadakatten" bahsediyordu. Adam, kendi ağzıyla kendini bir kahraman gibi anlatırken içimden lanet okuyordum.
"Ahmed," dedi, beni kod adımla çağırarak. "Sana göstereceğim yer, bu işin kalbi. Oraya giren herkes benim adamımdır. Eğer orada bir yanlış yaparsan, buradan çıkışın olmaz."
Göz ucuyla ona baktım, yüzümde soğukkanlı bir gülümseme. "Elbette, Halid Bey," dedim. "Sadakat benim için her şeyden önce gelir."
Araç, tenha bir dağ yoluna saptı. Uyuşturucu imparatorluğunun merkezi olduğu söylenen bu yer, bir karargâhtan farksızdı. Tıpkı bir askeri üs gibi korunan, dikenli tellerle çevrili, güvenlik kuleleriyle donatılmış bir kompleksin önüne geldik. Halid’in korumaları araçtan inip bizi kapıya kadar eskort etti.
Kompleksin kapısına geldiğimizde Halid, özel bir kartla kapıyı açtı. İçeri adım atar atmaz, geniş bir depo ve paketleme alanı gördüm. Her tarafta işçiler vardı; kimisi maske takmış, uyuşturucuyu tartıyor, kimisi paketliyor, kimisi ise kolilere yüklüyordu.
Halid, bana gururla burayı gösterdi. "Ahmed," dedi. "Burası benim gücümün kaynağı. Bu işte zekâ, güven ve doğru insanlarla çalışmak önemlidir. İnsanları doğru yerde kullanmayı bilirsen, dünya senindir."
Gözlerimi hafifçe kıstım, etrafı dikkatle inceliyordum. Duvardaki güvenlik kameralarının konumlarını, depo kapılarının yerlerini ve içerideki hareketi aklıma kazıyordum. Halid’in her lafını onaylayarak başımı sallıyor, ama bir yandan da cebimdeki küçük GPS cihazına koordinatları kaydediyordum.
Halid devam etti: "Buradan çıkan mallar Avrupa’ya, Amerika’ya kadar gider. Herkes benim ürünümü ister. Kaliteli mal sunarım. Herkesin yaptığı işi yapmam."
Bir süre sessizlik oldu. Halid’in bu gücünden ne kadar sarhoş olduğunu izliyordum. "Gerçekten etkileyici," dedim sakin bir sesle. "Ama bu kadar büyük bir operasyonu sürdürmek zor olmalı. Güvenilir insanlara ihtiyacınız var."
Halid başını salladı. "Kesinlikle," dedi. "Bu yüzden senin gibi adamlara ihtiyacım var Ahmed. Sen sadık bir adamsın. Ve sadakat her şeydir."
O an midemde bir yumru hissettim. Sadakat... Bu kelimeyi onun ağzından duymak midemi bulandırıyordu. Ama yüzümdeki gülümsemeyi korudum.
Halid beni depoyu gezdirmeye devam ederken, zihnimde bu yeri nasıl etkisiz hale getireceğimizin planlarını kuruyordum. Buradan çıkışta İlteriş ve Ulaş’a her detayı anlatmam gerekiyordu.
Halid, son bir kez dönüp omzuma elini koydu. "Ahmed, seni daha büyük işler için hazırlıyorum. Sadakatini kanıtlarsan, bu işin tepesine çıkarsın."
Başımı eğdim, "Şeref duyarım Halid Bey," dedim. Ama içimden sadece bir şey geçiyordu: "Seni tepeye çıkarmak değil, bu cehennemi yerle bir etmek için buradayım."
Halid’in operasyon merkezinde geçirdiğimiz birkaç saat, zihnimde sonsuz bir döngü gibi tekrar ediyordu. Her detay, her köşe, her güvenlik önlemi bir puzzle parçasıydı. Dışarı çıkarken içimdeki görev bilinciyle adımlarımı sıklaştırdım. İlteriş ve Ulaş’ın ne kadar ileri gidebileceğimizi anlaması gerekiyordu.
SUV’a bindiğimizde Halid, şoförüne kısa bir talimat verdi ve araç hareket etti. Sessizliğimi koruyarak yanımda duran İlteriş’e kısa bir bakış attım. Göz göze geldiğimizde, her ikimiz de kelimeler olmadan anlaşmıştık.
Villaya vardığımızda Halid, “Bugünlük bu kadar Ahmed. Adamlarına benim selamımı ilet,” dedi ve bir kez daha o yapmacık dostane tavrıyla elimi sıktı. Kendimi tutarak hafifçe eğildim ve “Elbette Halid Bey, emrinizdeyiz,” dedim.
Eve döner dönmez, Ulaş oturma odasında bekliyordu. Bilgisayarının ekranında istihbarat yazılımlarını açık bırakmış, çalışmaya devam ediyordu. İlteriş kapıyı kapattıktan sonra konuşmaya başladım.
“Halid’in operasyon merkezi, tamamen askeri düzende kurulmuş bir depo. Güvenlik kameraları her köşede. Dışarıda nöbetçiler, içeride ise organize bir ekip var. Ana depo kısmında uyuşturucu tartımı ve paketlemesi yapılıyor. Gönderim lojistiği için de özel bir ağ kullanıyorlar. Bugün, Halid’in bu işin sadece uyuşturucu kısmıyla sınırlı kalmadığını öğrendik.”
Ulaş kaşlarını çattı. “Kadın ticareti ve insan kaçakçılığına dair bir şey söyledi mi?”
Başımı salladım. “Açıkça söylemedi ama verdiği imalar netti. Özellikle Avrupa’ya yapılan sevkiyatlarda, uyuşturucunun yanında insan ticaretinin de yer aldığını düşünüyorum. Kadın ticareti konusundaki ağı ise henüz tam çözemedik. Ama Halid, bu konuda daha fazla bilgi paylaşacaktır.”
İlteriş koltuğa oturup ciddi bir ifadeyle, “Bize ne kadar güveniyor?” diye sordu.
“Şu an tamamen güveniyor,” dedim. “Ama bu güveni devam ettirmek için daha fazla risk almamız gerekecek. Bir sonraki aşama, Halid’in sevkiyat ağını açığa çıkarmak. Ulaş, lojistik ağını çözmek için sistemlere erişmen gerekecek. Bu, fiziksel olarak merkeze tekrar sızmamız anlamına geliyor.”
Ulaş, dizüstü bilgisayarını kaldırıp bize döndü. “O zaman şifreli dosyalara erişim sağlayacağım. Merkeze girmek için ne kadar zamanımız var?”
“En fazla bir hafta,” dedim. “Halid bizi sevkiyat ekibine dahil ederse, lojistik sistemine doğrudan erişimimiz olur. Bu sürede hazırlıklarımızı tamamlamamız gerekiyor.”
Raporu tamamladıktan sonra kısa bir nefes aldım. İlteriş bana dönerek, “Altay, Halid’i etkisiz hale getirmek için ne kadar zamanımız var?” diye sordu.
“İstihbaratın dediği gibi hareket edersek, bir ayımız var. Ama biz bu süreyi daha erken bir şekilde bitirebiliriz. Her şey Halid’in güvenini ne kadar hızlı kazandığımıza bağlı.”
Gözlerimi İlteriş ve Ulaş’a çevirdim. “Şimdi, dinlenmek zorundayız. Yarın, Halid’in bir başka toplantısına katılacağız. Bu sefer, sevkiyatın detaylarını öğrenmemiz gerekiyor. Bu bilgi, operasyonun en kritik parçası olacak.”
Hepimiz başımızla onaylayarak odalarımıza çekildik. İçimde, Halid’in çirkin düzenini yıkacak bir volkan kaynıyordu. Ama dışarıdan bakıldığında, mücevher tüccarı Ahmed’in maskesini asla düşürmemem gerekiyordu.
Dinlenme faslını hızlıca tamamladık. Ulaş ve İlteriş, Halid’in kadın ticareti ağına dair detayları ortaya çıkarmak için görevlendirilmişti. İkisi de dış istihbarat toplamak üzere harekete geçti. Görev gereği sahada dikkat çekmeden çalışmaları gerekiyordu, bu yüzden düşük profilli hareket etmeleri elzemdi. Ben ise içeride, Halid’in ağındaki diğer unsurları analiz etmek için kalıyordum.
Sabah 05:30’da kalktık. Ulaş ve İlteriş, sahte kimlikleriyle hazırlıklarını tamamladı. Görev talimatlarına göre, Halid’in kadın ticareti operasyonlarının hangi bölgelerde yoğunlaştığını tespit edeceklerdi. Şehir merkezine yakın barlar, oteller ve Halid’in adıyla anılan birkaç gece kulübü hedef noktalarıydı.
Ulaş’ın yanında şifreli bir telsiz ve bir GPS cihazı vardı. Görev tanımı netti: Gözlem, raporlama ve analiz. İlteriş ise yanına HK USP tabancasını aldı. Düşük profilde ilerleyecek olsalar da herhangi bir tehdit durumunda caydırıcılık önemliydi.
“Unutmayın,” dedim, kapıda onları uğurlarken. “Hiçbir şekilde dikkat çekmeyeceksiniz. Halid’in adamları şehirde devriye geziyor. Şüpheli bir hareket, hem sizi hem de görevi riske atar.”
İlteriş hafifçe gülümsedi. “Merak etme, Altay. Bir kere sivil kıyafetle görev yapıyoruz diye bizi unuttuğunu sanma.”
“Beni değil, Halid’in burnunun dibinde olduğunuzu unutmayın,” dedim sertçe. “Her hareketiniz raporlanıyor olabilir. Gözleriniz açık, sırtınız sağlam olsun.”
Saat 07:00’de sahaya çıktılar. İlk durak, Halid’in bağlantılı olduğu bir oteldi. Otelin lobisinde, Halid’in ticaretini yürüttüğü kadınların bazılarının tutulduğu bilgisini almıştık. İlteriş, otele giriş yapmadan önce çevredeki güvenlik kameralarını inceledi. Ulaş ise otelin giriş-çıkışlarını not aldı.
Bir saatlik gözlemin ardından, Ulaş telsizle bilgi verdi:
“Altay, otelin girişinde sürekli devriye gezen iki adam var. Ellerinde silah görünmüyor, ama ikisi de iletişim cihazları taşıyor. Ayrıca giriş-çıkış yapan kadınların profili oldukça genç.”
Telsizi elime aldım. “Kamera sistemine erişim mümkün mü?” diye sordum.
Ulaş, “Hayır,” dedi. “Otelin kamera sistemi kapalı devre. Ancak içeriden bir sinyal alabilirsek, sistemlerini hackleyebilirim.”
“Şimdilik gözlemde kalın,” dedim. “İçeri girmek için acele etmeyin. Otelin haritasını çıkarttıktan sonra tekrar değerlendirme yaparız.”
Bir sonraki durak, Halid’in kadın ticareti operasyonlarının en aktif olduğu gece kulübüydü. İlteriş, kulübün yan sokağında bir taksiye bindi ve beklemeye başladı. Ulaş ise sokakta yürüyenlerden biri gibi davranarak içeriye göz attı.
“Altay, kulübün iç kısmı neredeyse bir kale gibi,” dedi telsizden Ulaş. “Her kapıda bir güvenlik var. İçerideki kadınlar ise genelde turist gibi görünüyor. Ama gözlerindeki korku, hiçbir turistte görmeyeceğin türden.”
“Şifreli telsizle iletişim kuruyorlarsa, frekanslarını tespit edebilir misin?” diye sordum.
“Deniyorum,” dedi Ulaş. “Ama bu, biraz zaman alacak.”
Saat 17:00’de eve geri döndüler. Yorgun görünüyorlardı ama her ikisi de kritik bilgilerle geri dönmüştü.
“Altay,” dedi İlteriş, masanın başına otururken. “Halid’in bu işi ne kadar geniş çaplı yürüttüğünü bir görsen... Adam neredeyse bir orduyu yönetiyor. Kadın ticareti operasyonu, uyuşturucu işinden daha organize. Bu adam, şehirdeki en büyük köle tüccarı.”
Ulaş, bilgisayarını açtı ve gün boyunca topladığı verileri ekrana yansıttı. Otel, gece kulübü ve diğer birkaç noktanın haritasını çıkarmıştı.
“Şu an elimizde üç ana hedef var,” dedi. “Otel, gece kulübü ve sevkiyat noktası olarak kullanılan bir depo. Halid’in kadın ticareti operasyonunun büyük bir kısmı, bu üç yer üzerinden yürütülüyor.”
“Bundan sonraki adımımız, bu yerleri nasıl etkisiz hale getireceğimizi belirlemek,” dedim. “Ama önce, bu bilgileri merkeze ulaştırmamız gerekiyor.”
Hızlıca bir rapor yazıp şifreli sistem üzerinden merkeze gönderdim. Raporu bitirirken, gözlerimi ekrandan ayırmadan şunları düşündüm:
“Halid, kendi cehennemini hazırlıyor. Biz ise bu cehennemi alevlendirecek kıvılcımı çakmak için buradayız.”
Odada derin bir sessizlik hâkimdi. Halid’in yalnızca bir piyon olduğunu öğrenmek, görevimizin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı. Masanın başında otururken gözlerimi İlteriş ve Ulaş’a çevirdim.
“Şimdi,” dedim kararlı bir sesle, “merkezden gelen talimat doğrultusunda Halid’i öldürmemiz gerekiyor. Anlaşılan o ki, Halid sadece bir kukla. Bizim işimiz, o kuklayı oynatan ele ulaşmak. Halid’i öldürdüğümüzde, sahibi büyük bir darbe alacak. Gelir kaynaklarının en büyük damarını kesmiş olacağız.”
İlteriş’in gözleri ciddiyetle parladı. Ulaş ise başını hafifçe sallayarak beni dinliyordu.
Masaya yaslanıp dosyaları toparladım. “Şimdi,” diye devam ettim, “ben Halid’i nasıl ve nerede yok edeceğimize dair bir plan yapacağım. Siz de Halid’in çetelerine baskın yapacak timlerle ve komutanlarla iletişim kurun. Herkesin hazır olması lazım. Operasyon tek bir hata bile kaldırmaz.”
Bir an durup ikisine baktım. Derin bir nefes alarak sesimi biraz daha alçalttım.
“Ve eğer... olur da bu operasyondan sağ çıkamazsam...” Yutkundum. Boğazıma bir düğüm oturmuş gibiydi. “Hakkınızı helal edin. Ayrıca gizli yerdeki mektupları Umay’a vermeyi unutmayın. O mektuplar, bu dünyadan geriye bıraktığım tek iz olacak.”
Bu sözlerim odadaki atmosferi daha da ağırlaştırdı. Sessizlik o kadar yoğundu ki, bir iğne düşse yankılanacaktı. İlk kendine gelen İlteriş oldu.
“Saçmalama Altay,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. “Sen vereceksin o mektupları. Bizim görevimiz, seni sağ salim buradan çıkarmak. Sen ölürsen, Umay’a ne diyeceğiz abi? O kızın gözyaşlarını kim dindirecek? Bunu düşün.”
Ulaş, masanın diğer ucundan hafifçe başını salladı. Gözleri yere dikilmişti ama sesi netti. “Allah korusun komutanım. Böyle konuşmayın. Biz bu operasyondan hep beraber çıkacağız, hem de zaferle.”
İlteriş, bir adım öne çıkıp omzuma dokundu. “Abi,” dedi yutkunarak. “Biz bu kadar zorluğu beraber atlattık. Bu görevi de atlatacağız. Ama bir daha o mektupları verememek ihtimalinden bahsetme. Çünkü o ihtimal yok.”
Başımı salladım, ama içimdeki sıkıntı kolay kolay geçecek gibi değildi. Gözlerimi tekrar dosyalara çevirdim ve derin bir nefes alarak söze girdim.
“Tamam,” dedim. “Hepimiz görevimizi yapacağız. Halid’i devireceğiz ve bu oyunu bozacağız. Ama önce bir şey net olsun.” Gözlerimi ikisinin de gözlerine diktim. “Bizim birbirimize güvenimiz tam. Sadece kendinize değil, birbirinize de güvenin. Görev bunu gerektirir.”
Odada bir süre daha planlama yaptık. Ama aklımın bir köşesinde hâlâ Umay vardı. Her an, her saniye onun yüzü gözlerimin önüne geliyordu. Bu görevi sağ salim tamamlayıp, o mektupları kendi ellerimle teslim etmekten başka hiçbir şey istemiyordum.
Direksiyon başındaydım. Gözlerim yolda, aklım ise bir yerlere savrulmuştu. Türküyü mırıldanmaya başladım. İçimde birikmiş ne varsa, kelimelerle dışarı dökülüyordu sanki. Sesim, geceye karışan bir sır gibiydi.
“Bahçalarda mor meni,
Verem ettin sen beni,
Nasıl verem olmayım,
Eller sarıyor seni...”
Dilime dökülen her kelimede, içimdeki o ağır yük biraz hafifler gibi oluyordu. Ama bu türkü, Umay’ı düşünmeden söylenebilir miydi? Onun yüzü, onun sesi, onun dokunuşu… Hepsi aklıma hücum etti. Direksiyonu sıkıca kavradım, gözlerimi yoldan ayırmadım. Bu düşüncelere teslim olamazdım.
Arka koltukta Ulaş ve İlteriş vardı. Sessizdiler. Ulaş, dizine ritim tutuyor, ama türküye eşlik etmiyordu. İlteriş ise göz ucuyla beni izliyordu. Biliyordum, içinden bir şeyler söylüyordu, ama sesini çıkarmıyordu.
“Ben sana yandım gelin,
Yanağı allı gelin,
Gaziantep yolunda,
Öldürdün beni gelin...”
Bu mısralar dudaklarımdan dökülürken, yüreğimde bir şeyler yerinden oynadı. Umay… O yanımda olsaydı, bu türküyü benimle söyler miydi? Yoksa her kelimesinde beni susturup, “Bu kadar hüzün yeter Altay,” der miydi? Yutkundum. İçimden gelen özlemi bastırdım. Şimdi değil. Görev vardı.
“Bahçalarda saz olur,
Gül açılır yaz olur,
Ben yârime gül demem,
Gülün ömrü az olur...”
Son mısrayı söylerken sesim kısıldı. Bir an düşündüm; ömrüm gerçekten kısa mıydı? Gül gibi solup gidecek miydim? Hayır. Hayır! Kendime kızdım. Böyle düşünemezdim. Görevim vardı. Görev kutsaldı. Görev, Umay’a sağ salim dönebilmek için bir köprüydü.
O sırada İlteriş, omzuma hafifçe dokundu. “Abi,” dedi kısık bir sesle. “Ne olur bu türküden sonra başka bir şey söyleme. Daha çok gerileceğim.”
Bir an duraksadım. Kahkahamı tutamadım. “Korktun mu lan İlteriş?” dedim sırıtarak.
“Yok abi, korkmadım da… Yani… Hadi, başka bir şey düşünelim,” dedi, mahcup bir şekilde önüne bakarak.
Kısa bir kahkaha daha attım. Ama içimdeki fırtına hâlâ dinmemişti. Umay’ı düşündüm. Her kelimem ona dönmek için ettiğim bir dua gibiydi. Dudaklarımdan dökülen türkünün yankısı hâlâ içimdeydi. Ve yola, ona kavuşacağım o anı düşünerek devam ettim.
Adım kararlıydı, nefesim kontrol altında. İlteriş ve Ulaş arkamda, her an harekete geçmeye hazır bekliyordu. Ama bu, benim işimdi. Bu hesap, benim ellerimle kapanmalıydı. Derin bir nefes aldım ve onlara döndüm.
“Bunu ben halledeceğim,” dedim, sesim net ve kesindi. “Sizin göreviniz gelen timleri yönetmek ve koordinasyonu sağlamak. Benim arkamı kollayın, ama içeri girmeyin. Bu benim işim.”
İlteriş kaşlarını çattı. “Altay, saçmalıyorsun. Biz burada sadece figüran mıyız? Hayatta bırakmam seni tek başına!”
“İlteriş, emir verdim. Bunu ben yapacağım.” Gözlerim gözlerindeydi. Sessizlik oldu. Sesim yeniden yumuşadı. “Güven bana kardeşim. Buradan sağ salim çıkacağım.”
Ulaş da direnmek istiyordu ama sustu. “Abi…” dedi sadece, sesi hüzünle kırılmış gibiydi.
İçim burkuldu. Yaklaşarak ikisine de sıkıca sarılmak istedim. İlteriş huysuzca geri çekildi, ama gözlerinde bir şey vardı. Derin bir endişe. “Veda etme lan,” dedi dişlerinin arasından. “Bunu yapma bana.”
Elimi omzuna koydum. “Senin gibi dostlarım olduğu sürece veda etmem gerekmez, kardeşim.” Ulaş’a baktım. “Sizden ricam, dışarıdaki timleri yönetin ve planı uygulayın. Halid’i temizlemek işin sadece ilk adımı.”
Onları geride bırakıp içeri adım attım. Koridorlarda ölüm sessizliği vardı, ama ben sessizliği bozmaya hazırdım. Gölgeler gibi ilerledim, elimdeki susturuculu Glock tabanca tetikteydi. Karşımda çıkan ilk adam, devrildi. Ardından diğerleri. Her adımımda, bir engel daha kalktı önümden.
Siyah kıyafetlerimin içinde görünmezdim, ama ölümün kendisi gibi hissediliyordum. Hedefime ilerlerken gördüğüm herkesi susturucudan çıkan kurşunlarla yere serdim. İçimden geçen tek şey: Bu işi bitireceğim.
Halid’in odasına vardığımda kapıyı tekmeleyerek açtım. Halid, karşısında beni görünce gözleri dehşetle büyüdü. Ellerini havaya kaldırırken nefesini hızlandırdı. Ama gözlerinde korkunun yanında bir şaşkınlık vardı.
“Dağların aslanı, Yüzbaşı Altay Öztürk burada.” Sözlerim odada yankılandı. Halid bir şeyler söylemeye çalıştı, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Yavaşça silahını almak için hareket etti.
“Yapma.” Silahını çıkarmadan önce Glock’un namlusunu ona doğrulttum ve tetiği çektim.
Kurşun, alnının ortasına tam isabet etti. Halid geriye doğru devrildi, yüzünde korku ve şaşkınlıkla karışık bir ifadeyle. Görev tamamlanmıştı. Ama bu, sadece bir başlangıçtı.
Tabancamı kontrol ettim, odayı hızla taradım. Her şey temizdi. İçimde garip bir sessizlik vardı. Ama o sessizlik, Umay’ı düşününce bir an için huzura dönüştü. Bu işi bitirip ona döneceğim.
Kapıdan çıktım, İlteriş ve Ulaş’a bir işaret verdim. “Temiz. Hedef etkisiz.” dedim, sesim soğukkanlıydı. Ama içimde bir an önce geri dönmenin arzusu yanıyordu.
Görev tamamlanmış, üzerimde zaferin ağırlığı ve tatlı gururu vardı. Hedefi temizlemiştik, ama daha yapılacak çok şey vardı. Halid'in düşmesi, organizasyonun köklerine bir darbe olmuştu. Ama bu sadece bir başlangıçtı. Yine de, bu anın tadını çıkarmak hakkımdı. Glock’umu kılıfına koyup, sessiz bir gururla arabaya doğru yürüdüm.
İlteriş ve Ulaş, biraz ileride beni bekliyorlardı. İkisi de dikkatle bakıyor, yüzlerinde gizleyemedikleri bir sırıtış vardı. Özellikle İlteriş, kollarını göğsünde bağlamış, adeta bir şeyler söylemek için sabırsızlanıyordu.
“Altay komutan geliyor!” diye bağırdı Ulaş, alaycı bir tonla. “Dağların aslanı yürüyüşüyle sahada! Kaptanın kaptanı! Hadi İlteriş, ayağa kalk!”
İlteriş gözlerini devirdi ama dayanamadı. “Altay, sen var ya… Vallahi tam bir aksiyon filminden fırlamış gibisin. Şu yürüyüşe bak! O Glock’u da havada çevirsene bir, tam olsun!”
Ben sustum, gülmemek için kendimi zor tutarak arabaya yürümeye devam ettim. Tam arabanın kapısına vardığımda İlteriş ve Ulaş yanıma koştular. İlteriş, omzuma vurup kollarını açtı.
“Kardeşim, sen neler yaptın içeride? Adamı derdest edip geri döndün, helal olsun!” dedi, sesi hem gururlu hem de şakayla karışıktı.
Ulaş ise hızla yanımıza geldi. “Komutanım, yeminle söylüyorum, içeride neler oldu anlatmadan buradan ayrılmıyoruz. Bize birkaç ipucu verin bari. Yoksa hayatta uyuyamam bu gece!”
“Sizi böyle bırakır mıyım hiç?” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Ama önce bir sakinleşin. Görev tamam, ekip sağlam. Şimdi her şeyi sırayla konuşacağız.”
“Sırayla mı? Hadi be Altay, adamı vurmuşsun, operasyonu tek başına bitirmişsin. Bu sırayla anlatılacak bir şey mi? Bir kahramanlık hikâyesi gibi anlat, bize biraz eğlence olsun!” dedi İlteriş, yine şakacı bir ses tonuyla.
Omuz silktim. “Kahramanlık hikayesi değil, kardeşim. Görev bizim için neyse o. Ama şunu söyleyebilirim, Halid son anda tetiğe gitmeye kalktı. Ona izin vermedim. İşte bu kadar.”
“O kadar mı?” diye sordu Ulaş, inanmaz bir şekilde. “Koca Halid’in son anları mı bu? Yok mu biraz daha aksiyon, biraz daha drama?”
Gözlerimi devirdim. “Ulaş, senin aksiyon filmleriyle aranda ciddi bir bağ var. Ama hayır, bu gerçek dünya. Ve burada bir saniye bile tereddüt etmeyeceksin. Anladın mı?”
İlteriş yine güldü. “Ama yürüyüşünle aksiyon filmindeydin Altay, orası net. Yeminle o yürüyüşü izleyen adam sana imza isterdi.”
“Sizi ciddiye alıp bu konuşmaya devam edemem. Hadi arabaya binin. Buradan uzaklaşmamız lazım. İşimiz bitmedi.” dedim ve arabaya geçtim.
Ulaş, direksiyon başına geçti, İlteriş yan koltuğa oturdu. Ben arkaya yaslandım. Başımı arkaya dayarken içimden bir huzur geçti. Görev bitmişti, en azından bu kısmı. Ama aklım Umay’daydı.
İlteriş döndü, bana baktı. “Altay, eve dönüyoruz. İyi misin?”
Başımı salladım. “İyiyim. Çok iyiyim. Ama aklım birinde kaldı, o kadar.”
Ulaş dikiz aynasından gülümseyerek baktı. “Umay yenge ha? Söyleyeyim, döndüğümüzde o mektupları vermeden hayatta rahat edemezsin.”
“Haklısın, Ulaş. Ama önce eve döneceğiz. Sonra her şeyi yoluna koyacağız.” dedim. Ve arabada, huzurla başımı cama yasladım.
Görev sona ermişti, ama hâlâ tetikteydik. Halid’in malikanesinden döndükten sonra eve geldiğimizde, fazla zaman kaybetmeden toparlanmaya başladık. Gözüm sürekli saate kayıyordu; her saniye burada kalmamız risk demekti. İlteriş ve Ulaş hızlı hareket ediyor, valizlere yalnızca en önemli eşyaları dolduruyordu.
Ben masanın başına geçip, o lanet olasıca Halid’in bize sunduğu “hediyelerden” birini, altın kaplamalı bir kalemi alıp yere fırlattım. O pisliğin dokunduğu her şeyden nefret ediyordum.
“Altay, sakin ol. Bitti işte.” dedi İlteriş, omzuma hafifçe vurarak.
“Sakin olmak mı? Bu kadar çürümüşlüğü gördükten sonra nasıl sakin olayım, İlteriş? Kadın ticareti, uyuşturucu… Bu herifin yerini bir gün biri dolduracak. Bunu biliyoruz.”
“Evet, ama o gün bugün değil. Bugün işimizi yaptık. Şimdi buradan çıkmamız lazım.” dedi Ulaş, her zamanki sakin sesiyle.
Başımı salladım, derin bir nefes aldım. Çekmecede sakladığım mektupları son kez kontrol ettim. Gizli bölmeye yerleştirdiğim raporların güvenliğini teyit ettim. Sonra gözüm Umay’a yazdığım son mektuba kaydı. Gülümsedim. “Bunları teslim edeceğim gün gelecek. Bekle beni, Umay.” dedim sessizce.
Eşyalar tamamlanınca evden hızla çıktık. Sokaklar sessizdi, ama bu sessizlik her an patlamaya hazır bir bombayı andırıyordu. İleride bekleyen siyah SUV’a bindik ve Mit’in belirttiği buluşma noktasına sürdük. Her birimiz camdan dışarı bakıyorduk, her ihtimale karşı.
Sonunda, Mit’in helikopteri pistte bizi bekliyordu. O rotoru dönen dev kuşu görünce içimde bir huzur dalgası yayıldı. İlteriş omzuma vurdu.
“İşte bu, Altay. Eve gidiyoruz.”
“Evet, gidiyoruz. Ama önce şu lanet bölgeden çıkalım.” dedim, gözlerim etrafı tararken.
Helikoptere binip kemerlerimizi bağladık. Rotor hızlandığında çıkan ses bile bir melodi gibi geliyordu. Yer çekiminden kurtulup havalandığımız an, sırtımdaki yük biraz daha hafifledi. Gözlerimi kapattım ve başımı arkaya yasladım. Umay’ın yüzü gözlerimin önüne geldi.
İlteriş yana döndü ve bana baktı.
“Ne düşünüyorsun?”
“Evimi, İlteriş. Evimi.” dedim hafif bir tebessümle.
“Ve evimde beni bekleyen kadını.”
Ulaş, karşı koltuktan döndü ve gülümsedi.
“Yazdığın mektupları okurken o da seni düşünecek, komutanım. Eminim.”
Helikopter gece karanlığını yararak yükselirken, Mardin’in ufuk çizgisi aklımda tek bir şey vardı: Görev bitti, ama hayat devam ediyor. Umay’ın beklediği bir Altay olmak için hayatta kalmam gerekiyordu. Ve bunu başaracaktım.
Gözlerimi kapatıp içimden tekrarladım: “Döneceğim, Umay. Söz veriyorum.”
BU BÖLÜM KISA OLSUN DEDİM ಥ_ಥ
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |