
Hikayenin, canım kahramanlarının beşinci bölümü. Önümüzde koca koca, uzun bölümler olmasına rağmen her yeni bölümde başka bir his doluyor içime. Mükemmel olsun diye canhıraş bir çaba içinde çabalayıp, defalarca okuyup, bir bölüm için dahi her kelimeyi defalarca yazdığım ve defalarca değiştirdiğim için olsa gerek. Yazdığım her karaktere bağlanırım ama bu sefer daha bir başka, daha bir çıkmaz. Sinirlenip bağıramamak; üzülüp ağlayamamak gibi bir şey... Aylar süren bir soluk, tükenmek nedir bilmeyen ışık var içimde. Üstelik yazıp, tekrar okuyup satırlar arasında dolaştıkça nasıl bir karanlıktan bu ışık yansıyabiliyor anlam veremiyorum.
Kocaman kocaman uzatmaları oynamadan, girişi daha fazla sündürmeden hadi bölüme geçelim. Hazırsak kapıyı aralamıyor, çat diye dalıyoruz içeri.
İletişim için ve yeni bölüm haberi için instagram kullanıyorum beybiler... (BiCeruVar)
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Göğsümün sol üst köşesinde bir harabe,
Kafatasımın içinde de bir virane vardı.
İçsel bir dönüşüm için,
Duvarlarımı kendi üzerime yıkmam şarttı...
Zifiri karanlıkta içimi alıyordu ışık. Çoğunun gözünü alır fakat benim içimi alıyordu. Öyle ki baktığım yer gözümle görünen bir nokta değildi zaten. Kendime bakıyordum. Önümde ayna yokken, bir fotoğraf karesinde değil fakat bu heyecanıma bakınca içimi alıyordu ışık. Uzanıp dokunduğumda biliyordum ki elektrik akımına kapılacak, yanacak, tükenecektim. Fakat tüm bunlara ait tafsilatım mevcut değildi ne yazık ki… Kalbim atıyordu da durduracaklardı. İmkansızdı ve ben o ışığa bir taş atıp dokunmadan söndürecektim.
‘Biliyordum be! Tamam, git ama döndüğünde yol boyunca bana her şeyi anlatacaksın.’ Simay’ın sesiyle daldığım dipten irkilerek çıktım. Zafer nidası attığın yer burası değil benim özgürlüğümü bulduğum gün olmalıydı be Simay. Şimdiki mutluluğun ve merakın umarım ağır nedametle son bulmaz canım kuzenim.
Gizay bileğimden yakaladığında ne olduğunu anlamasam da Simay’la beni denize açılan alana kadar çekip yüzünü kulübün içine çevirdi. Bakışları etrafta gezinirken diğer tarafına gelip kolunu omuzuna atan Denker abiye baktığımda ne yaptıklarını anlamasam da onlar Simay’la çoktan muhabbet etmeye başladılar. Ki muhabbet aşırı derecede enteresandı.
‘Ay siz ailecek yakışıklı mısınız? Vallahi genetiğinizin maşallahı var.’ Simay’ın yorumuyla Denker abi de, Gizay’da güldü.
‘Allah boş zamanında ilgilenmiş bizimle, tabi bazen yakışıklı olmanın zor tarafları da olmuyor değil.’ Diyen Gizay’ın ne kadar alçak gönüllü olduğunu da tartışabilir miydik acaba? Bir anda kolunu omuzuma atan bedene dönsem de Şanze kocaman bir gülümsemeyle göz kırptı. Gizay ise çok geçmeden hala tuttuğu bileğimi çekerek ikisinin arasından arka tarafa geçmemi sağladı. Koca adamlar resmen oyun oynuyorlardı kimseye görünmemek için. Bu da durumun vahimliğinden haberdar olduklarını gösteriyordu. Bileğimi bırakıp eliyle git dercesine işaret yaptığında gülerek deniz taksiye yaklaştım. İçerideki adamın yardımıyla binip uzaklaşmaya başladığımda arkamda kalan dört bedene de göz atmıştım ki Simay ve Şanze iki adamın önünde dursa da ufacık kalan bedenleriyle ellerini iki yana açtıklarında Denker abi, Şanze’nin ve Gizay’da Simay’ın avucuna desteklercesine vurdular.
Ben ne yaşadığımı, hangi kafada olduğumu bilmiyordum. Daha da fenası içimdeki söz geçiremediğim heyecanla allak bullak oluyordum ama gördüğüm bir gerçek vardı. Yaşadığım bütün lanet günlerin ötesinde şu an yaptığım büyük yanlışa rağmen destekleyen dört beden orada, hemen barın ufak terasında, uzaklaşmamı izliyor ve bundan mutluluk duyuyorlardı.
Yanlış olup olmadığı konusunda da emin değildim. Bu paniğimin, heyecanımın ve karnımın içindeki rahatsız edici hissiyatın da ne olduğundan emin değildim. Hiçbir durumdan emin olamasam da kalkmış daha birkaç gündür tanıdığım adama deli gibi koşarak gidiyordum resmen. Fakat bilincinde olduğum bir nokta vardı, ilk kez yaptığımın beis talihini düşünmüyor daha doğrusu umursamıyordum. Onun söylediği lafların suratıma keskin soğuklukta bir su gibi çarpması çok gerçekti ancak her şeye rağmen gidişim koca bir boş vermişlik…
Yaklaştığım yattaki bütün ışıklar olabildiğince loşken tam uçta duran uzun boylu siluetle derin bir nefes aldım. Yüzünü seçemiyordum fakat gülümsediğini hissediyordum. Sol yanağındaki gamzesinin derinleştiğini, dudaklarının gergin halini ama en çok beni alıp yere vuran, aptallaştıran çıra kokusunu hissediyordum. İstanbul boğazında bir koku hissetmek zordu halbuki, üstelik aramızda hala bir mesafe mevcutken...
Yosun ve iyot kokardı boğaz, bazen mide bulandırıcı dahi olurdu da ben henüz o kötü kokuyu alamıyordum. Gittikçe yaklaşırken sonunda deniz taksi yanaşıp durduğunda Noyan’ın netleşen ve tıpkı hissettiğim gibi olan yüzüne baktım. Başka bir evrene adım atar gibi uzattığı eline sımsıkı tutup yata adım attığımda dengemi korumam için bir kolu da belimi desteklemişti ki ayağımdaki topukluları çıkarıp zemine adam akıllı bastım. Dip dibe olduğum adamın hafif tebessümü sadece yüzünde değil gözlerinde dahi parlarken ben de gülümsediğimde yanımızdan ayrılan araçla derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Konu buralara nasıl gelmişti sahiden haberim yoktu. Tek bildiğim, içim imkansız diye canhıraş bağırırken; ona temaşayla yaklaştığımdı.
Avucunun içinde kaybolmama neden olan büyük eli sıcaklığını çekerken çenemi yakaladığında kapatıcısını tazelediğim yanağımda tüy gibi gezindi baş parmağı. Kırık dökük ruhlar cemiyetine onur üyeliği ile olan kaydımı silmeye çabalıyordu sanki derin bakışlarıyla. Teni usulca dudağımın kenarına kayarken önce acıyla kasıldı mimikleri fakat çok geçmeden o puslu bakan maviler buz kesti.
‘Dudağına pansuman yapalım.’ Sesi de gözlerine eşlik ettiği esnada sinirli gözleri de dudağımın kenarında oyalandı. Başımı uysal bir çocuk edasıyla sallarken ortadaki koltuğa ilerletti. Orada beni bırakıp kamaraya geçtiğinde sakince oturdum. Gözlerim etrafta gezinirken yatın beyaz ve ahşap dokuyla harmanlandığını fark ettim. Işıkları olabildiğince loştu ve boğazın ortasında öylece duruyordu. Dışarıdan bakıldığında yatta birilerinin olduğu anlaşılsa da kim oldukları tahmin veya tespit edilemezdi. Bunun dışında bana olanları birisi açıklamalıydı ama tüm olanları değil, bizzat bana olanları ve boğazımda atan kalbimi açıklamalıydı. Çünkü denizden daha çalkantılıydı kalbimin karanlığı. Duvarlarına çarpan dalgaların sesleri sanki kulaklarımda uğulduyor, her seferinde bir serzeniş gibi içimin titremesine sebebiyet veriyordu.
Geri dönen Noyan elindeki ilk yardım çantasını ortadaki masaya bırakıp açtığında üzerindeki takım elbise ceketinden kurtulduğunu ve gömleğinin düğmelerinin yarısından fazlasını açtığını fark ettim. Çenemi canımı yakmaktan korkarcasına tutup çevirdiğinde yüzü buruşsa da hazırladığı pamukla temizlemeye başladığında içinden onlarca küfür sıraladığını sadece bakışlarından anlayabiliyordum. Tentürdiyottun açık yarama nüfuz etmesiyle yüzüm buruştuğunda sıkıntıyla bir nefes alıp usulca üfledi dudağıma.
‘Canını acıtıyorum, hastaneye mi gitsek?’
‘Dudağım patladığı için mi?’ kaşlarımı çattığımda sanki çok makul bir teklifi var gibi başını olumluca salladı, ‘Saçmalama, altı üstü bir yara. Büyük bir durum değil.’
‘Benim için cinayet ve cinnet sebebi.’ Sıkıntıyla tekrar mırıldandığında pamuğu tekrar yarama dokundurmuştu ki buruşturdum yüzümü. Canım tatlı değildi fakat şu an öyle bir yanıyordu ki bu gerçekten yaramla mı yoksa kalbimle mi ilgiliydi bilmiyordum. Bir yanda yirmi beş yılı beraber geçirdiğim babamın galiz tavırları, diğer tarafta ise yeni tanıdığım Noyan’ın nahif tedavi çabası. Tümden duman olmuştu ciğerlerim sanırım. Yangın ile su aynı anda olunca duman çok tüterdi, ondan sanırım içimde isli dumanlar savrulup duruveriyor, ben ise dur diyemiyordum. Elim Noyan’ın bileğini kavrarken bakışları şaşkınlıkla bana döndü.
‘Çok mu yaktım?’
‘Noyan, yanlış bir şey yapıyoruz.’ Mırıldanmamla beraber hafif bir tebessümle kıvrıldı dudakları, çatılan kaşları yüzünden alnının ortasında olan çizgi gevşedi. Başını sallarken ilk yardım çantasından çıkardığı bantla dudağımın üzerini kapattığında sertçe yutkunup puslu mavilerini benim mavilerime dikerek gülümsedi.
‘Hislerimin yanlış veya doğru olduğuna kim karar veriyor?’
‘Yapma…’ yalvarırcasına çıkan sesimle başımı sağa sola sallayarak baktım, ‘Kaç gündür tanıyoruz birbirimizi, kaç gündür iletişimdeyiz ki doğru olduğuna karar kılıyorsun?’ bileğini sıkıntıyla elimden kurtardığında gömleğinin yakalarını kavrayıp sıcaklamış gibi silkeledi.
Yapma demek istedim tekrar, yapma Noyan ben o ithamı kaldıramam, Zeren beyin gözünde düştüğüm duruma kendimi düşüremem, yapma içimde bir ateş yanarken senin de körüklemene izin veremem çünkü söndürecekler. Üzerimize litrelerce su sıkacaklar ve senin hissettirdiğin gibi olmayacak bu su, yangın söndürme tüpünü tepemizden aşağı boşaltacaklar, yapma, demek istedim. Kalbimizin üzerindeki o garip ve adlandıramadığım his hasıl olamaz, biz biz olamayız, demek istedim.
İsyan etmek, ben birinin sürtüğü değilim demek istedim. Bunu yapmak, bizim için çok masum bir duygu bile olsa Zeren İmerler’i haklı çıkarmak olur ve ben onu haklı çıkarmak istemiyorum demek istedim. Bana yapıştırdığı o ithamı hak etmedim, hak etmemeliyim diyerek anlatmak istedim. Ama yapamadım.
Silkelediği gömleğinin gölgesinden arada gözüken arada kaybolan gözlerimin takıldığı ize çatık kaşlarla bakmaya başlasam da o başını gökyüzüne kaldırmıştı ki bende fırsat değerlendirmek istedim herhalde çünkü parmaklarım istemsizce gömleğine ulaştı. Kenara sıyırırken onun da bakışları benimle aynı noktaya odaklandığında hızlıca elimin üzerine elini yerleştirdi. Köprücük kemiğinin hemen altındaki kapanmış ancak izi kalmış bir yara vardı, ağır bir yaralanma iziydi üstelik.
‘Bak Deran.’ Yaydığı bedenini toparlayıp mırıldandığında gözlerim de tekrar gözlerine döndü. Bedenini bana çevirip tek bacağını katlarken kolunun birini oturma grubunun sırtına diğerini ise masaya yaslamıştı ve aldığı nefes tüm gövdesinin hareket etmesini sağlayacak derinlikteydi. Cümlelerini toparlayıp en masum şekilde dile getirmek istiyordu çünkü bu derin izin beni korkutacağını tahmin ediyordu. Korkutmuştu da…
‘Sana yalan söylemeyeceğim, söylesem de bir halta yaramayacak zaten.’ Kaşlarım hala çatıkken alt dudağını sertçe ısırıp toparlamaya çalıştığı cümlelerle etrafa göz attı. Dudakları iki kez aralanıp tekrar kapansa da sonunda tafsilatını belirlemiş olacak ki gözlerini gözlerime dikti.
‘Ben bir süredir senin farkındaydım zaten, fakat gördüğün o iz gibi nedenlerden dolayı yaklaşma taraftarı değildim. Gizay’da yaklaşmam taraftarı değildi, hatta o gün salonda o kadar atar tutar yapmasının nedeni de buydu. Sana değer veriyor ve bende değer veriyorum. Hislerimin doğru veya yanlış olmasına gelirsek, kusura bakma ama iki dakika sonra üzerime ateş açılıp açılmayacağı meçhulken hiç umurumda değil. Doğru veya yanlış olsun kaç yazar?’ bu kadar rahat şekilde iki dakika sonra ölebilirim demesini mi kafama takmalıydım, yoksa bir süredir benim nasıl farkımda olduğunu mu? Ya da hepsi bir yana Gizay’ın bunu bilerek bana çaktırmayışını mı? Hiç olmadı acaba hislerin doğru veya yanlış oluşunu ben düşünmeli miydim?
‘Ne zamandır?’ kaşlarımı havalandırıp mırıldandığımda gerçekten bunu mu sorguluyorum diye kendime de kızmakla meşguldüm. Ki Noyan bir anda kahkaha attığında onun da garipsemesini fark etmem zamanımı almadı.
‘Yaklaşık beş aydır.’ Kahkahası arasında yanıt vermekten de kaçınmadığında gülerek ayağa kalkıp kenardaki dolabı açtığı gibi beni şaşkın halimle ardında bıraktı. Duruma onun gibi mutedil olamıyordum. Bu ılıman iklimi içimi sarıyordu ancak Zeren beyi düşündükçe o sardığı ruhuma sırçalar batıyordu. Bir şişe viski ve iki kadehle tekrar yanıma döndü. Gülümsemesi hala yüzünde olsa da kahkahasına ara vererek viskiyi kadehlere servis ettiğinde derince nefeslendi.
‘Başka şeyler sorman gerekmiyor mu? Mesela ne demek ateş açılacak? Ne iş yapıyorsun ki? En kötü yanlışsa ve beni harcıyorsan diye hesap falan sormalıydın bence.’ Kadehiyle diğer bardağı bana usulca sürüklediğinde omuz silkerek baktım. Beni kendi babam harcarken tutup ona bu soruyu yöneltmek saçmalığın daniskası olurdu. Ki göğsündeki o yara izini gördükten sonra zaten ne ateşi diye sorgulamam aptallıktan başka bir halt olmazdı. Fakat bizi ne engellerdi… Başta ben. Bizi ben engellerdim. Bizi biz olmadan ben darmaduman ederdim. Bir de kesinlikle aile içi ve dışı çatışmalar. Zinhar bunun içine düşmemeliydik. Engel olmalı, genzime dolan çıranın rayihasından sıyrılmalıydım. Başka türlüsü bize karşı acımasızlık olurdu. Henüz bir biz dahi yokken hatırasız ve hasarsız bitirmeliydik bu işi.
‘Olamayacağımızı biliyorsun, yani Denker abi ve Gizay epey bilir gibilerdi beni kaçırmaya çalışırken. Ortalık ne derece karışacak, babalarımız zaten birbiriyle çatışma halinde, durum daha da kötüleşe-‘ ben aklıma gelen felaket senaryolarını anlatmaya devam edecekken üzeri örtülen dudaklarımla susmak zorunda kalmıştım ki havada asılı duran ellerim Noyan’ın geri çekilmesiyle olduğu gibi kaldı. Daha önce böyle baktığına şahit olmadığım menevişli mavilerine rağmen kaşlarını havalandırdı.
İyi alışmıştı bir anda öpmeye bu da. Burada derdimi anlatıp, olmayacağımızı açıklarken bir anda öptüğünde benim tüm dengem kayboluyordu. Eli kolu zaten sıkıntı yaratmıyordu fakat dudakları bir düzgün mü dursaydı acaba, bir de gözleri… Gözleri lanet olsun ki içimi eritiyordu ve bana böyle bakmayı kesmeliydi çünkü itiraz etmem ve kabullenmemem gerekiyordu.
‘Umurumda değil.’ Bakışları direkt olarak harelerime odaklıyken ve bulunduğumuz alan oldukça loşken bile okyanusu aşan gözleri parlıyordu, ‘Anlıyorsun değil mi beni? Zerre umurumda değil.’
‘Aklını mı kaybettin sen?’ kaşlarımı çattığımda omuzlarım da olabilecek ihtimallerin kötülüğüyle düşerken gülerek geriye çekilip başını onaylarcasına salladı.
‘Lavaboda seni öperken kaybettim.’ Sesi çok ciddi olsa da gülümsemesi bana nedense ciddiyetten çok uzak geliyordu, ‘Sabaha karşı içinde tuttuğun tüm gözyaşlarını göğsümde azat ettiğinde kaybettim.’ Diye devam ettiğinde başımı sağa sola salladım, ‘Seni görebildiğimde, okuyabildiğimde kaybettim.’ Başını usul usul salladı, sanki senelerdir bu itirafı yapmayı bekler ve beni ikna etmek ister gibi, ‘Yaralarınla bana sarıldığında kaybettim.’ İyice yüzünü yüzüme yaklaştırdı, dudakları dudaklarıma milimlik bir mesafedeydi ve ben nefes almayı unutuyordum, ‘Ölmeden bir dakika önce seninle nefes almayı istediğim an kaybettim.’ Dudaklarından dökülen kelimeler hem baskın hem de fısıltılıydı, bakışları kabullen der, ruhu diz çökmüş gibi…
‘Noyan dalga geçmiyorum.’ Başımı sağa sola sallasam da aklından neler geçtiğini kestiremiyordum. Sadece bakışları, onlar netameliydi. Ürkütecek şekilde üstelik… Fakat öyle ki yüzündeki gülümseme, sesindeki net tutum, sorduğum her soruya veya negatif yoruma karşı bir cevabı vardı. Ancak benim aklımdan geçen, beynimde çınlıyordu. Tek kelime, sadece tek kelime, sürtük.
‘Bende geçmiyorum. Aklımı o si-herifin sana tokat attığını fark ettiğim dakika kaybettim.’ konuştuğunda diliyle dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldı. ‘Deran. Senden tek bir şey için yanıt istiyorum. Seni öptüğümde bomboş muydu her şey, yoksa bir şeyler hissettin mi?’ sorusuyla dudaklarım aralansa da beklentiyle bakan harelerine başımı omuzuma düşürüp bakarak karşılık verdim. Birazda dudaklarından kaçmak içindi bu tavrım. Kendini keşfedecek alanı olan bir kadın değildim fakat bildiğim bir gerçek vardı ki kalbim o lavaboda öperken de, buraya gelirken de, Noyan gözlerime baktığında da boğazımda atıyordu. Aksi halde kim ısrar ederse etsin gelmezdim buraya. Korkularım getirmezdi, kalbim getirmezdi, ayaklarıma dahi izin vermezdim.
Böyle dirençli bir baş kaldırı görmemiş insan olarak ona hislerim var diyemezdim ama yokta diyemezdim. Hali hazırda bu korku mu, gerginlik mi, yoksa yasak elmaya uzandığım için heyecan mı ayırt edemiyordum. Ne hissettiğimi ayırt edemezken dönüp boynuna atılamazdım ki. Bakışları bir an gözlerimden ayrılmazken dudaklarında yeniden ufak bir tebessüm oluştu. O sol yanağındaki çukur kirli sakalına rağmen kendini canıma okur gibi usulca belli etti.
‘Bizden-‘ dedim duraksayarak, ateş olur Noyan, yangın olur, sel olur, cehennem olur, cinnet olur, cinayet olur, bir olmaz Noyan. Bizden, sen ve ben olur ancak biz olmaz. Çünkü ben bütün o savaştan sağ çıkamam benliğimle. Çünkü benim artık bir benliğim bile olduğundan şüpheliyim. Edilecek tek kelimem dahi kalmadı, o yüzden sessizce yutkunuyorum. Çünkü benim ben olmamı kabullenmedi kimse. Sen, içimde olmayan biz halimizle yasaklı bir kitabın yakıldığı andaki acı olarak kalacaksın aklımda belki de. Bir cümlenin kayıp öznesi olacaksın ve ben toprak altındaki yazarı. Fakat biz olamayacağız Noyan! İçimdeki savaştan galip çıkamayacağım.
Elimi kavrayan güçlü eliyle beraber duraksadığımda derin bir nefes aldı. Anladı, belki de kendi istediğini anladı ancak anladı. Dilini hafifçe dudakları üzerinde gezdirdiğinde usulca başını salladı. Bakışları vakanüvis gibi tüm bildiği savaşları anlatıyordu ancak bir o kadar da savaş alanı gibiydi. Aldığı nefes kendini yerle bir edecek kadar derindi.
‘Bundan sonrası boş. Her şeyin bir çaresi vardır, buluruz.’ Dediğinde yeniden başımı sağa sola salladım. Niye böylesine kararlı ve kendinden emindi ki? Nasıl oluyor da böyle zihninde kavgaya tutuşmadan devam edebiliyordu? Çıldırmamak elde değildi benim için. Belgi Deran İmerler olaylar, olaylar sonrası oluşacak kaoslar ve kaoslara verilecek tepkiler üzerine yetiştirilmişti. Ben buydum. Daha fazlası yoktu, mutlu olunca, belki hoşlanınca, gülmekten karnım ağrıyınca ne tepki vereceğimi asla ama asla bilmiyordum. Kulaklarımda bana ithaf edilmiş ne kadar çirkin söz varsa onlar çınlıyor, bende onlara göre yol çiziyordum.
‘Birazdan Simay arayacak ve geri döneceğiz, o dakika sonrasında rahat görüşebileceğimiz tek ortam olacak Noyan o da spor salonu, farkında mısın? Kaldı ki telefonla bile haberleşebileceğimizi zannetmiyorum, Zeren bey eminim dinlemek için bir takım ayarlamalar yapmıştır. Birbirimizi tanımayacağız, tanıyamayacağız. Bu anlamsız, tüm bu konuşmalar anlamsız. ’ Tüm ciddiyetimle karşısında dursam da, umursamaz haldeydi. Tamamen boş vermiş gibi duruyordu. Başına ne gelirse gelsin hep öyle kalabilecek kadar umursamazdı…
Bakışlarıma çivilediği gözlerini kaçırıp oturduğumuz koltuğun altına eğilerek kapak açtığında ne yaptığını anlamaya çabalasam da birkaç takırtı sonrasında kapağı kapatıp tekrar dikleştirdi bedenini. Elinde tuttuğu telefonu bana uzattığında şaşkınca baktım yüzüne.
‘Bu dinlenebilecek bir telefon değil. Fakat madem o kadar ruh hastası baban, ki kendiminkinden biliyorum odandayken veya onun erişebileceği yerlerde sadece mesaj at. Şirkette çalışmaya başlayacağına göre yarın rahat bir ortam ayarla, arabanı kontrol ettirelim. Herhangi bir takip sistemi var mı, ses kaydı alan cihaz mevcut mu görelim. Düşündüğün gibi epey zorlayacak bizi bu mesele fakat ayar çekeceğiz. Gerçi…’ gözlerini sıkıntıyla etrafta gezdirdiğinde emin olmuş gibi bakışları bana döndü, ‘Kessen seninki de benimki de ılımaz bu konuya ama olsun. Patlayana kadar böyle, patladıktan sonra da, benim hep bir çözümüm vardır.’
‘Patladıktan sonra?’ kaşlarım havalandığında ufak bir tebessümle omuz silkti.
‘Bir daha sana el kaldırma gibi bir hataya düşerse mesela.’ Kaşları beni taklit eder gibi kararlılıkla havalanırken içimi tarumar edecek derinlikte soluklandım. Acele ve ecele kısımlarının her ikisini aynı anda yaşıyorduk. Hızımız için yavaş uyarısı dahi çıkamazdı fakat ecellerimiz kesin ve net şekilde belliydi. Ancak umursamaz şekilde ilk kez kafamın attığı şekilde hareket etmek istiyordum. Bana dalgalanarak bakan mavilerini görmek istiyordum. Yanağıma dokunan parmağının nahifliğini tenimde hissetmek, büyük elinin içinde elimi kaybetmesini onlarca kez yaşamak, kendi kendime kızmış olsam da bir anda dudaklarımın üzerinde dudaklarını bulmak istiyordum. Biliyorum, akıl almazdı fakat gönül çarçabuk kabullenmişti.
Dudaklarımı ıslatıp kabullenen içime rağmen itiraz etmek için araladığımda elimi kavrayan sıcak parmakları hissettim. Yine kayboldu tenim büyük avucunda, yine baş parmağı nazikçe bileğimin içine okşadı. Bakışları söylenecek söz, düşünülecek konu bırakmıyordu. Bakışları da, olağan rüzgar sayesinde gelen kokusu da beni olağanüstü şekilde zorluyordu.
‘Ben ne isem oyum. Eğer birine kızdıysam gösteririm, darıldıysam söylerim, onunla mutluysam onu da mutlu ederim. Hislerimi, içimde olanları gizli saklı yaşamam, yaşayamam, karakterime ters. Fakat ben seninle ne zaman rastlaşsam Semiha Ayverdi’nin sözleri geliyor aklıma…’ kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken dudaklarını ıslatıp derin bir nefes aldı.
‘Bir Anka var içimde, ona kanat istiyorum.’ Tuttuğu elimi usulca kaldırıp yüzüne yaklaştırdığında avuç içimden öpüp sakallarına dokunmamı sağladı, ‘Bir mahşer var içimde, ona mizan istiyorum.’ Elim hala avucunun içinde sakallarının üzerindeyken başını hafifçe çevirip bir kez daha öptü ve bu kez göz kapakları da titreyerek kapandı. Dudakları birkaç saniye avuç içimde öylece dururken yeniden yanağını yaslayıp mavilerini gösterdi, ‘Bir dünya var içimde, ona nizam istiyorum.’ Dudaklarım hafif bir tebessümle kıvrıldığında bir an kirpiklerinin oynamasına izin vermeden izledi. Öyle derin bakıyordu ki Noyan’ın gözleri artık sadece puslu bir çift mavi değildi, koca bir okyanustu. Kahretsin ki beynimi kullanmamı engelleyecek kadar güzel bakıyordu. An itibariyle kendimi durdurmalıydım, sol tarafımda olan organa da, aklımdaki benimle iş birliği yapmaya çalışan şeytana da sinkaflı laflarımı savurup bir kenara atmalıydım. Ama yapamıyordum. Lanet olsun ki bu kadar duygusal bakan adamın gözlerinin ardında bir sis perdesi vardı ve ben bunu gördüğüm halde o karanlıktan korkmak bir yana aksak ritim nefesimle dur dahi diyemiyordum.
‘Korkuyor musun?’ fısıltılı sesiyle beraber bakışlarımı izlediğimiz sahil şeridinden çekip Noyan’a çevirdim. Aydınlatmaları daha da kısmış, masanın aşağıya inmesini sağlamıştı. Artık yüzünü dolunayın ışığı sayesinde ayırt edebiliyordum sadece ve şimdi fark ediyordum ki sahil şeridindeki caddeden geçen arabalara, arada sırada yıldızlara ve dolunaya, bazen de simsiyah denize bakarken Noyan’ın tek odak noktası ben olmuştum. Yumruğuna şakağını yaslamış öylece kıpırdamadan duruyordu.
‘Korkmamalı mıyım?’ dudak büküp böyle bir seçenek olup olmadığını sorgularcasına izledim onu. Şu halden, durumdan korkmamak gibi bir payım var mıydı acaba?
‘Tüm direnişler korkuyla başlar.’ Kaşlarım anlamayarak havalandığında birkaç saniye yüzünde dolaştı bakışlarım. Söylediği cümleden oldukça emindi.
‘Cesaretle değil mi o?’ soruma başını olumsuzca sallayarak yanıt verdi. Kendinden emin, bilinçliydi, daha önce bir direnişe korkusuyla girmiş gibi netti hali. Daha önce onlarca direnişi kendi içinde başlatmış gibiydi…
‘Korkuyla… O korkuyu cesarete dönüştürmek senin elindedir. Fakat korkun yoksa, bir şeyleri kaybetmekten korkmuyorsan ortada direnecek bir konu da yoktur. Direnmek için sebep gerekir, sebep ise korkularında gizlidir.’ Kaşlarını havalandırıp gülümsediğinde bakışlarım bazı yerleri açık olsa da çoğunluğu lacivert gökyüzün gezindikten sonra tekrar Noyan’a döndü.
‘Bu korkumuz, direnişe mi dönüşecek yani?’
‘Korkumuz değil, ben korkmuyorum.’ Elindeki kadehten bir yudum daha aldığında hala gözlerine odaklıydım ve ciddi anlamda yoğun olan birbirine geçmiş kirpikleri bile aklıma takılan soruyu unutmamı sağlayamıyordu, ‘Ben sana rağmen seninle savaşacağım, sana direnmeyeceğim.’ Diye devam etti başını onaylarcasına sallarken. Benimle, gözlerimde gördüğü o umutsuzlukla savaşacaktı bunu anlıyordum ancak dudaklarımı ıslatıp derince iç çektim.
‘Nasıl?’ kaşlarım çatılırken Noyan gülümsemesini büyüttü.
‘Korkacağım tek şey senden karşılık alamamaktı ve alamamış olsaydım eğer…’ alamamış olsaydı? Almış mıydı? Olumlu bir cümle kurmamıştım, o halde bile almış mıydı karşılık? Anlamıyordum fakat anlamadığımı o anlıyordu. Sanki o karşılık buradan verildi der gibi yüzüme yasladığı avcundan sonra baş parmağı usulca gözümü okşadı. Eğer gözlerimden o onayı almasaydı? O zaman o da bir direniş mi başlatacaktı? Bana karşı? Derince iç çektikten sonra yeniden dudaklarını ıslatıp gülümsedi, ‘Sana karşı bir direniş başlatırdım. Eğer direnişimde alaşağı etseydin beni, bu kez kalbime karşı olurdu direnişim.’
‘Beni adam akıllı tanımıyorsun Noyan…’ isyan eden halimle beraber basbariton bir kahkaha atıp başını geriye attı.
‘Uzun zamandır tanıdığım birini sevecek olsaydım Gizay’la bir ilişkim olması gerekirdi.’ Bende kahkaha attığımda gözleri gökyüzünde gezinmeye başladı, ‘Fakat bu öyle bir şey değil Deran. Ben seni içimde hissettiğim kadın olarak seviyorum. Ben seni bir direnişin başlığı olarak seviyorum. Bir baş kaldırı, bir isyan, belki de bir kuralı yıkıp geçmenin verdiği haz gibi seviyorum.’
‘İçinde tasarladığın kadın değilsem?’
‘O zaman da sevmek için severim. Sen olduğun için severim.’ Dediğinde ekranı aydınlanan telefonuma kaydı bakışlarım, Simay’ın zamanlaması iyi mi kötü mü ayırt edemesem bile harelerim Noyan’ı tekrar bulduğunda bunu asla beklemiyor gibi yüzünü buruşturduğunda cevap verdim aramaya. Simay’ı biliyordum, eğer biraz daha zaman tanıyabilme şansı olsa asla aramazdı fakat o malum saate ulamıştık. Sanırım at arabası bir balkabağına dönüşecek, yedi cücelerin ormanı yok olup gidecek, zehirli elma nerede olduğunu bilmediğimiz şekilde ortalarda dolaşıp duracaktı. Gün gelecek balkabağını birileri tatlı yapacak, orman yapmak için yeni fidanlar dikilecek, başka yedi cüceler doğacak ve zehirli elma da birimize denk gelecekti.
Tekrar geldiğim yoldan döneceğimde Noyan belime sıkıca sarılıp bedenimi bedenine yasladı. Uzun parmakları şakağıma düşmüş saçımı geriye iterken derin bir nefes alarak gülümsedim.
‘Bir durum olursa haber ver. Gazeteciler sorarsa reddet, eminim ki soracaklar, kapıda pusuda bekliyorlardır. Eve ulaşınca da mesaj at, merakta bırakma.’ Başımı usulca salladığımda elindeki telefonu parmaklarım arasına bıraktı.
‘Hatta benim, abimin ve Gizay’ın numarası kayıtlı. Bir sıkıntı yaşadığında gece kaç olursa olsun üçümüzü de arayabilirsin. Biz zaten burada takılırız bu gece.’ Başımı tekrar salladığımda tebessümüyle kıvrılan dudaklarını şakağıma bastırdı, ‘Deran…’ içi gider miydi insanın? Daha üç saat önce öptüğü bir adama gider miydi, gidiyordu işte.
‘Efendim?’ başımı hafifçe omuzuma eğip baktığımda gülümseyerek bu kez dudaklarımın üzerini kapattı.
‘Sen, Tanrının hediyesisin.’ İsmimin anlamını bilecek kadar dikkatini çekmiş olmak, böyle derin bakacak kadar kendini göstermek, hangi hal ve durum anlatırdı bilmem ama net bir şekilde mum gibi yavaş yavaş eriyordum. Gelen deniz taksisiyle başımı düzeltip bu kez ben kapattım Noyan’ın dudaklarının üzerini. Geri çekildiğimde sıkıca tuttuğu eliyle inmeme yardımcı olup ayakkabılarımı uzattı.
‘Dikkatli ol Adel.’ Dediğinde bakışlarım bir an tekneyi kullanan adama dönse de o yüzünü bana çevirmeden baş sallamıştı. El sallayıp uzaklaşırken elleri cebinde sanki koca dünyayı yerinden oynatacak tavırda öylece yatın ucunda dikilişine derin bir nefes çektim. Ciğerlerimi yakan, kendimi sorgulatan, doğru ile yanlışı ayırt edemediğim bir soluk…
Yaklaştığım gece kulübüyle bu kez Denker abi elini uzattığında sıkıca tutup çıktım yukarı. Bakışlarım önüme set olan muhteşem dört bedende gezindiğinde içerinin hala kalabalık oluşuyla gülümsedim.
‘Teşekkür ederim.’ Denker abiyle diğerlerinin yanına yaklaşıp mırıldandığımda bir bir hepsine de minnettar bakışlarımı attım. Birileriyle mücadele etmişler miydi, zor duruma düşmüşler miydi bilmiyordum fakat hepsi sanki yapmaları gereken bir şeyi yapmışçasına durumu önemsiz kılarcasına omuz silktiler.
‘Levent’e veda edip kaçalım biz. Bir durum olursa haber verirsin.’ Hala elimde olan telefonu işaret eden Denker abiyle başımı salladığımda Gizay ve Şanze’yi yanına alarak Levent’e yaklaştı. Yanımda dikilen Simay dirsek atıp göz kırptığında gülümseyerek tekrar döndüm ilerleyen üç bedene. Yan yanalardı, bedenleri çok uzakta olsa da hep omuz omuza kalacak gibilerdi. Denker abinin ağır başlı hali, Gizay’ın serseri gibi takındığı tavır veya Şanze’nin olağan şirinliğiyle iki adamın arasında ufacık kalmasına baktım. Gizay’ın defalarca anlattığı o aileye baktım. Öyle ki Gizay’ın anlattıkları hafifletişmiş şekildeydi, bunu birbirlerine bakışlarından dahi görebiliyordum.
Gamze, Denker abi ve Gizay’ın elini sıkıp Şanze’ye sıkıca sarıldıktan sonra Atakan’ın çağırmasıyla yanlarından ayrılmış, Levent ise kısacık bir süre bakışlarını bana çevirip adından gülümseyerek tekrar yanındaki bedenlere dönmüştü. Dudaklarından okuyabildiğim kadarıyla, ben hallederim gibi bir şeyler söylediğinde tokalaşıp tekrar bize yaklaştılar. Sanki hiç tanışmamışız gibi yanımızdan geçerek hala bekleyen deniz taksiye indiklerinde Simay’da koluma girip derin bir nefes alarak başını omuzuma yasladı.
‘Her zaman yanındayım kuzen.’ Mırıldanması ve henüz sorularını içinde tutması zorlanacağımı biliyor oluşundandı. Şu dakika mutlu iken mutluluğumu yaşayayım daha sonra nasılsa çıldırırım başlığı altında sessiz kalıyordu.
‘Simay...’ derken sesimde nasıl bir ton varsa omuzuma yaslı başını çekerek dikkatle yüzümü incelemeye başladı, gözlerim içerideki kalabalık insan grubunda gezse de onun hareleri bir an bile üzerimden çekilmiyordu ve tedirgindi. Bu kez ne halt oldu dercesine. ‘Zeren bey…’ devam etmek adına mırıldansam da sanki hiç problem yokmuş gibi gülümsedi bu kez. O tedirginlik ortadan kalkmıştı Simay için çünkü zaten Zeren bey yıllardır bir problemdi. Yüzlerce matematik dehasını bir araya getirsek çözülmeyecek bir algoritmaydı.
‘Boş versene, mutlu olmaya bak. Amcam nasılsa bir şeyleri her zaman berbat eder.’ Gülerek koluma sarılı kolu yüzünden çekiştirerek hamağa yaklaştırdığında bedenini benimle bırakmıştı ki sırıtması daha da büyüdü.
‘Gözlerinin içi parlıyor, bu benim deli dolu, çılgın arkadaşım. Ve her kim o arkadaşın arkadaşına bir şey derse desin, böyle gülümsetiyorsa… Boş ver, kıyamet kopsun.’ kahkaha atıyordu, o gülüyordu fakat ben sadece tebessüm edebiliyordum. Aklıma o kadar şey dolup taşıyordu ki ben ufak bir tebessümden öteye gidemiyordum.
Yıllar öncesi geliyordu zihnimin kuytu köşelerinden ortalık yere, gençlik heyecanım… Şu an da gençtim ama ergenlik dönemimde aşık olmamla aynı değildi. O aşkı yakmam yıkmamla da aynı olmayacaktı şimdiki halim. Çünkü Noyan, o değildi. Üçüncü tekil şahıs değildi ve bir kıyametin çanları nasıl çalarsa Noyan’ın siniri de ancak o kadar durdurulabilir gibi geliyordu. Gözlerinden görünüyordu, Noyan’ın korkulması gereken bir adam olduğunu cayır cayır yanan bakışlarından görebilmiştim.
‘Zeren bey beni Noyan’ın sürtüğü olmakla itham etti.’ Cümlemle beraber Simay’ın kahkahası bıçak gibi kesildi. Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırıp ciddi olmamamı isteyen haline başımı onay verircesine salladım. Zeren bey bu zamana kadar birçok şey yapmıştı, hepsi de acıydı fakat bu kelime ilk kez dökülmüştü dudaklarından. Çocukken, ergenken ve şimdi birçok kez fiziken şiddetine rastlamıştım. Çok acı vericiydi ve bu dille anlatabilecek kadar kolay geçmemişti. Kimsenin bilmediği, duymadığı, hatta hissetmediği kadar psikolojik ve fiziksel baskı da kurmuştu üzerimde, o da çok ağlatmıştı beni. Fakat bu zamana kadar karakterim hakkında bir kez olsun böyle yakıştırmalar yapmamıştı. Demek ki bu vakte kadar beklediği zaman gelmemişti.
‘Ol o zaman.’ Duyduğum cümlenin şaşkınlığıyla Simay’a baktığımda sinirden çatılan kaşlarına rağmen dudaklarında ufak bir tebessüm vardı, ‘Bakma bana öyle, bir adama aşık oldun ve o adamla seviştin diyelim. Aşık olduğun adamla sevişmen sürtüklükse, sürtük ol. Bunu neden bu kadar umursuyorsun ki?’ hafifçe omuzlarını silktiğinde ne diyeceğimi bilemeyerek araladım dudaklarımı.
‘Ben-‘ bulamıyordum ki bir cevap, gözlerim etrafta dolaştığında derince soluklandım, ‘Daha önce böyle bir itham-‘ saçmaladığımı sadece kendim değil Simay’da fark etmişti. Hala koluma sarılı eli hafifçe kayıp parmaklarımı sıkıca kavradığında gülümsedi.
‘Sana daha önce ne yaptığının farkında mısın Belgi?’ derken gözlerini büyüttüğünde iç çektim, öyle bir iç çektim ki Simay’ın yüzüme çarpacaklarını bilerek, ‘Sana bir hafta önce tokat attığının farkında mısın? Onun yaptıkları utanılacak değil ama olsun veya olmasın bir adamla sevişmen sözde sürtük olman senin utanacağın bir konu mu yani?’ sesi isyan dolu olsa da başım omuzuma düştüğünde dudaklarında bu kez kırgın bir tebessüm vardı. Öyle kırgındı ki sanki sadece amcasına ve bana değil tüm dünyaya gibi, tıpkı bir kardeş gibi…
‘Asıl konu bu değil…’ derken başını usul usul sağa sola salladı, ‘Onun yüzünden değil mi? Yaptıkları, babanla birlik olması yüzünden… Çelik yüzünden.’ yanımıza yaklaşan hatta dibimize kadar ulaşan Levent ve Gamze’yle oturuşumuzu düzeltmiş olsak da sanırım bazı şeyler için bir miktar geç kalmıştık. Levent elindeki kokteylleri uzattığında onlar da uzun tabureleri çekerek karşımıza oturmuşlardı ki uzun uzun beni süzen gözleriyle sıkıntılıca nefeslendim. Kaşları çatılmasa da sinirlendiğini görebiliyordum.
‘Çelik mi?’ diyen Gamze’yle bardağı dudaklarıma yaslarken Levent’ten gözlerimi kaçırdım. Konuyu bu çerçevede bilen bir tek Simay ve Levent vardı. Öyle ki o akşamı bire bir benimle yaşamış, yetmemiş titreyen halime sarılırken, korkma, diyerek saçımı okşamıştı Levent. Korkmamıştım, kırılmış, yıkılmış, dağılmıştım fakat o bir abi şefkatiyle korktuğumu düşünmüştü. Aklımda dönen o akşama dair her detayın içinde yeniden dağılmaya başlarken elimin üzerindeki parmaklarla bakışlarımı Gamze’ye çevirdim. Duymamıştım ama Simay konunun üzerini dağıtmıştı muhtemelen.
‘Korkma.’ Elimin üzerindeki parmaklarını sıkılaştırırken duyduğum kelime tekrar Levent’e dönmeme sebebiyet verdi. O anı hatırlar gibi bu kez o gözlerini kaçırdığında gülümsemeye çalışarak harelerimi Gamze’ye çevirdim.
‘Anlamadım…’ derken kahveleri ortamın karanlığından siyaha dönmüş başını usulca Levent’in omuzuna bırakarak aslında anladığımı bildiğini belli eder gülümsemeyle baktı yüzüme.
‘Korkma diyorum, Levent’i ne kadar zor kabullendiklerini biliyorsun fakat şimdi halimize bak, resmen nişanlıyız.’ Elini havalandırıp hala çıkarmadığı kurdelesiyle yüzüğünü işaret ettiğinde üçümüzden de koca bir kahkaha kopmuş, Levent ise sadece tebessüm etmekle yetinmişti. Ne kadar yalan bir kahkaham var Simay ve Levent farkındaydı fakat gerginliğini saklayamayan tek oydu.
‘Sen benim kardeşim gibisin, biliyorsun…’ bu kez de Levent’in anlayışlı bakışlarına çevirdim gözlerimi. Başımı usulca sallayıp onay verdiğimde kolumu okşayarak kendi kadehini tepesine dikti. Muhtemelen kendi yaşadığı zorlukları hatırlayarak, bir de pek tabi yatağın dibine çökmüş titreyen Belgi’yi anımsayarak Gamze’nin elindekini de alıp onu da bir dikişte bitirdiğinde üç kadın olarak büyümüş gözlerle izliyorduk.
‘Eskileri hatırladım.’ Dediğinde sertçe yutkundum. Bütün olan bitenden habersiz Gamze ise yeni bir kahkaha attı. O gece öyle bir geceydi ki Gamze ulaşamadığı Levent’e fırça atarken, kavga ederken o sessizliğini korumuş açıklama dahi yapamamıştı. O geceden sonra konu bir kez daha açılmamış, hatta Çelik’in ismi bu akşama kadar anılmamıştı. O geceden sonra dört kişi dışında herkesin Çelik hakkında bildiği tek şey iş için taşınması gerektiği ve bizim tartışmalarımızın uzak mesafe ilişkisini kaldıramayacağını düşünmemizden saygılıca ayrılmamız olmuştu. Gerçek ise o gecenin karanlık koynunda gömülüydü bilen dört kişiyle beraber.
‘Korkutmasana arkadaşımı ya!’ Gamze cırlasa da anında Levent’in koluna girdiğinde adam gülerek daha doğrusu resmen ruhunu teslim ederek bakmıştı ona. Şaka değildi, senelerdir süren ilişkileri buraya kadar çok badireler atlatmıştı. Ne gözyaşları ne yalvarıp yakarmalara şahit olmuştuk. Başlarda hiçbir pürüz yokken sonrasında tümüyle ortalık talan hale gelmişti. Fakat Levent gözlerini tüm kargaşaya rağmen Gamze’den bir an çekmemişti. Ben şimdi geriden bakıp ikisini süzmeye kalktığımda kötü bir adam ve ona aşık masum kadından ziyade ilk zamanlarındaki heyecanlarıyla, tutkularıyla birbirine bağlı iki insan dışında bir ayrıntı göremiyordum.
‘O deli Belgi, korkmaz ki güzelim.’ Levent’in tepkisiyle bu kez sadece ben tebessüm ettim. Yorulmuş olmak, belki biraz bıkkınlık, belki de artık iplerin kopacağı yaşa gelmem sayesinde omuzlarımda ağırlık vardı. Fakat bu gece, o ağırlığı hissetmiyordum, hatta aksine hiç yokmuş gibiydi. Sadece arada bir tenim ürperiyordu ve bu bana aslında o kadar şey açıklıyordu ki.
‘Aslını istersen Noyan zor bir adamdır.’ Kaşlarımı Levent’in cümleleriyle havalandırdığımda alt dudağını dişleriyle ezip iç çekti, ‘Yani herkes kapalı kutu olabilir, fakat o bütün kartlarını açık oynar. Biraz aşırıyı seven bir tip. Mutluluk kadar nefreti de abartarak yaşar. Belki de duygularını anında belli ettiği için bize aşırı geliyordur.’ Hafifçe omuz silktiğinde başımı ona onay verircesine salladım.
‘Bunları neden anlatıyorsun bana?’ dediğimde yine o zorlu yutkunuşuyla tebessüm etti. O an bana Noyan’dan korkmamam, ona güven eksikliği duymamam konusunda uyarıda bulunamadı. O an bana Çelik gibi değil o diyemedi. O an bana hayatını alt üst etmez, mert bir adamdır diyemedi. Baktı. Sadece bakıp hafifçe omuzlarını havalandırdıktan sonra bıraktı.
‘Bilmem, boş yapıyorum işte.’ Bir kez daha omuz silktiğinde aslında boş yapmadığını, bir nebze Noyan’ı açıklama ihtiyacı duyduğunu fark ettim, ‘İşler rayına girene kadar o babanın sözünden çıkma, her dağınıklık toparlanır kafaya da takma.’ Başımı onaylarcasına salladığımda arka plandan yükselen o eski parçayla Gamze yerinden fırlamıştı. Levent’in elini tuttuğunda bize göz kırpıp sürüklercesine boş alana çekmişti adamı. İkisinin birbiri dışında odaklandığı tek nokta dahi yokken Levent Gamze’yi tam anlamıyla bedenine çektiğinde gülümsememiz büyüdü Simay’la.
Seneler önce biz henüz lise ikinci sınıftayken Gamze’nin ailesi ilişkilerini öğrenerek nice yasaklar koymuşlardı. Levent’in babası pek iyi bir insan gibi gözükmezdi. Daha doğrusu girdiği her ihaleyi alarak turizm sektörünün öncüsü olmuş ve çoğuna da hile veya tehdit karıştırıldığı konuşulmuştu o sıralar.
Gamze haftalarca okul ev arası mekik dokurken ve pek tabi okulda dahi Levent yaklaşmasın diye çevresinde korumalar varken Levent üç hafta sonunda isyan çıkarmıştı. Net bir şekilde o kadar kıro halde onu göreceğimi düşünmezdim. Gecenin bir vakti hepimizin kafası güzelken ve okul henüz tatil olmuşken Gamze’nin odasının penceresine denk gelecek şekilde arabasını park etmiş, bizi görünmeyelim diye bir köşeye saklamış ve son ses bu parçayı açmıştı. Çıkan rezillik kenarda dursun Levent’in bitene kadar şarkıyı kapatmasını korumalar bile sağlayamamıştı. Zeki Müren arka planda ‘’Benim içimde yanar ateş var, sevgilim, ne zaman buluşacağız…’’ derken Levent’in hem korumaları atlatma hem de Gamze ile uzun süre göz göze kalmasını aklımdan çıkaramazdım.
Gamze’nin de, Levent’in de uzun yıllar süren mücadelelerinden sonra şimdiki hallerini izlemek bizim için de ödül gibiydi. Simay’la en başta inatlaşmış olsam da, hatta eğer bu hafta olanlar olmasa ve Simay beni sürüklercesine getirse de teşekkür borçlu olacağımdan emindim artık. Çünkü o vakitler komik gelen Levent’in hal ve hareketlerini artık anlayabiliyor ve korksam da içsel bir başkaldırı yaşayacağımı biliyordum.
Ortalıktaki insanların durgunlaşması, Sergio’nun tabiriyle Gamze’nin kudurması son bulurken oturduğum hamaktan kalkarak son kez Gamze’ye sarıldım. Ardından artık pek değerli nişanlısına da sarıldığımda geri çekilip gülümserken Levent’e başımı sallayarak onay verdim. Simay’la beraber geldiğimiz sakinlikte çıkışa yöneldiğimizde yüzümüze çarpan flaşlara rağmen güvenlikler yardımıyla ilerlediğimizde üzerime yağan onlarca soruyu yanıtsız bıraktım. Noyan Cenker Visam ile ilişkiniz nasıl gidiyor? Kendisi de içeride miydi? Birlikteliğiniz hakkında söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tüm bu sorulara Zeren beyin istediği gibi yanıt verecektim. Şu saatten sonra elinde tuttuğunu zannettiği kızı tam da istediği gibi olacakken aslında nefret ettiği birine dönüşecekti ve ben o tokadın kızgınlığını asla üzerimden atamayacaktım. Yıllar önce bir kumpasa düşen Belgi, şimdi babasına o fırsatı sunmayacaktı.
Tüm yol boyunca Simay’ın son darbe gibi ardı ardına üzerime fırlattığı sorulara cevap verdiğimden olsa gerek gelir gelmez duşa girdiğim gibi uzandım yatağa. Yastığımın altına sakladığım telefonu çıkarıp evde olduğuma ve sıkıntı çıkmadığına dair Noyan’a mesaj attıktan sonra gözlerimi kapatsam da titreşim sesiyle tekrar aldım yastık altından telefonu.
Gecen senin kadar güzel olsun. Telefonu birkaç dakika için göğsüme bırakıp derin bir nefes aldım. Ne yapıyordum ben? Neredeydim veya nereye gidecektim? Birine tekrar güvenebilir miydim? Noyan’ı tanımıyordum dahi. Fakat çok tanıdık geliyordu bir yandan da. Sanki yıllardır arkadaş gibiydik, yıllardır o hayatımın herhangi bir noktasında bana güven vermiş, şimdi olan kadınla da anlaşma sağlamıştı. Bu his öyleydi ki ellerimin titremesine, ruhumun bir girdaba kapılmasına neden oluyordu. Hislerim çarnaçar gibi orada öylece yerleşivermişti ruhuma.
Kör bir düğüm vardı ortada, o kadar sıkı çekilmişti ki ip iki tarafından artık birbirine geçmişti her tel ve saatlerce elimde incecik bir iğne ile açmak adına çaba harcayacaktım onu. Noyan’a bunu yapamayacağıma dair mesaj atmalıydım. Bu kadar tanıdık gelse de, güven verici bir aurası olsa da kendimden başkasına güvenemezdim. Aynı yerden vurulup, aynı soruların çözümleri için çaba harcayamazdım. İç çekerek göğsüme bıraktığım telefonu aldığımda komodine bıraktığım kendi telefonumun benden bağımsız aydınlanan ekranındaki isme baktım.
Levent…
Ya korkularımı körükleyecek ya da gerçeklerle beni yüzleştirecekti. Biliyordum böyle olacağını çünkü onun bir dost olarak asla ortası yoktu. Dümdüz cümleleri insanı ezip geçebilirdi de, gülümsetebilirdi de. Kararsızlık içinde boğulsam da aramayı yanıtladığımda uzandığım yatakta doğruldum.
‘Bulanık…’ diyerek mırıldandığımda araba kapısının kapanma sesiyle karşılık aldım.
‘Deli. Artık bulanık değil enişte demen gerekiyor. Gerçi sen görümcesin, abiyi de kabul edebilirim bu yüzden.’ Sesindeki rahatlatmaya çalışan hali fark ederek bende uyum sağladım.
‘Kural mı koyuyoruz?’ dediğimde gülse de gerçeklikten uzaktı. Hem de çok uzak.
‘Dışarı çıkabilir misin?’ soruma cevap verme zahmetine girmeden mırıldandığında bu kez de az önce bindiği arabanın motor sesi ulaştı kulaklarıma.
‘Sanmıyorum, sadece Gökmen abinin evine kadar uzaklaşabilirim.’ Zeren beyin her bir güvenlik görevlisini uyardığından, görmesem de yaptığından emindim. Bu saatte kocaya kaçma opsiyonumu da düşünerek haliyle peşime birilerini takardı. Her ne kadar farkında olmadığımı zannetse de Gamze ve Levent’in nişanlarına gittiğimiz anda da takip edenler mevcuttu, sadece Levent’in yüksek güvenlik önlemleri nedeniyle barın içine girememişlerdi.
‘Koru’da, on dakika sonra.’
‘Pekala…’
‘Telefonu evde bırak.’
‘Pekala…’ ve yüzüme kapattığı telefon. Bu görüşmeyi istemesini garip karşılayamazdım, telefonu bırakmamı istediğinde de art niyet olarak düşünmezdim. Çünkü arkadaş grubu ile herhangi bir kafede otursak bile Levent telefonlarımızı kapatmamızı isterdi. Alışılagelmiş bir istekti bu bizler için. Her an gerilim dolu bir filmde gibi yaşayan adama göre de çok normaldi. Kendini güvence altına alıyordu.
Hala elimde olan telefonu komodinin çekmecesine bırakıp diğerini alarak göğüslerimin arasına sıkıştırıp yataktan çıktıktan sonra üzerime geçirdiğim hırka ile kenardaki spor ayakkabıları giydim. Hava buz gibiydi ama maksimum on dakika olacak bir görüşme için hava yastığına dönüşme niyetinde değildim. Sessiz olmaya özen göstererek önce odadan çıktım. Etrafta büyük bir sessizlik vardı, rahatsız edici bir durgunluk… Parmak uçlarımda aşağı kata inip dışarı çıktığımda sadece bir ceketle çıkmamın aptallığını da sorguluyordum fakat dış kapıdan adım attığım dakika koşar halde Gökmen abinin evine ilerlemeye başladım.
Kapısının önündeki ışık yanıyor, gecenin ayazına rağmen her zamanki gömleklerinden biriyle ahşap masasının önünde oturuyordu. Önünde ince uzun bir kadehte rakısı vardı ve arkada çok kısık diyebileceğim düzeyde nostaljik bir parça çalıyordu. Kendine doğru koşanın ben olduğumu fark etmediği için harekete geçtiğinde gülerek yaklaştım yanına.
‘Ne yapıyorsun kızım? Hastalanacaksın!’ büyüttüğü gözleriyle bir üzerimdeki saten pijamalara bir de cekete baktığında omuz silkerek kapının üzerindeki anahtarı çevirdim. Ben içeri dalarken Gökmen abi de arkamdan geldi.
‘Koru’ya geçeceğim on dakika.’ Dediğimde bakışları yeniden baştan ayağa süzdü beni. Kaşları çatılırken yüzüme ufak bir tebessüm kondurdum.
‘O herif buraya gelmeyecek değil mi Belgi?’ bu ses tonunu da, kaş çatmayı da tanıyordum. Bu Gökmen abinin uyarır ama aynı zamanda kıyamayan alt yapısındaki haldi.
‘Levent konuşmak istedi abi. On dakikacık.’ Başımı sağ omuzuma düşürerek yavru bir kedi gibi bakmaya başladığımda sıkıntıyla kapanan göz kapakları derin bir nefesle açıldı.
‘Sadece on dakika, çay hazırlıyorum, o demlenene kadar gelmiş olacaksın.’ Az önce soğuktan bedenime sardığım kollarımı boynuna dolayıp yanağına derin bir öpücük bıraktım.
‘Söz abicim.’ Derken bir yandan da kollarımı boynundan çözüp ayrılarak koruya açılan arka kapıya yöneldim. Benimle Gökmen abi de harekete geçtiğinde kenardaki siyah montunu omuzlarıma bırakıp dışarı çıkmam için kapıyı açtı.
Adımlarımı hızlı tutarken Levent çok diplere dalamayacağımdan haberdar olduğu için karanlık alana dikkatle göz atmaya başladım. Bu saatte o da korunun derinlerine inmemi istemezdi sonuçta öyle değil mi? Yani Levent’ti o ve ona kalırsa ağaçlık alan ne kadar şehir içine yakın olursa olsun tehlikeliydi. Gerçi bunu ayı, kurt, domuz gibi şeyleri düşünerek söylediğini zannetmiyordum. Muhtemelen buluşma alanı olarak kendisi genelde ağaçlık alanı tercih ettiğinden kafasında ‘Dikkat mafya çıkabilir!’ başlıklı bir ana fikir oluşmuştu.
Kendi kendime gülsem de başımı sağa sola sallayarak Gökmen abinin montuna daha çok sarıldım. Hava öyle soğuktu ve ben onun söylediğinden daha kısa sürede gelmiştim ki caddeye çıkana kadar yürüsem şaşırmazdım. Veya burada bir buzdan heykele de dönüşebilirdim, o da makuldü. Göğüslerimin arasına sıkıştırdığım telefonu çıkarıp güç tuşuna basacakken gözüme vuran ışıkla başımı etrafta dolaştırdım. Biraz ileriden tekrar yüzüme çarpan ışıkla bu kez telefonu cebime atıp oraya yöneldim. Levent dekor niyetine hala koruda bulunan büyük kayanın üzerine oturmuş, elinin birini cebine yerleştirmiş öylece suratıma bakıyordu. Elindeki feneri kapatıp derince soluklandığında bende ondan arta kalan yere yaslandım.
‘Kısa keseceğim zatürre olma diye.’ Dediğinde başımı onay verircesine sallamıştım ki bu kez sigara çıkarıp uzattı. Bir dal aldığımda ateşlediği çakmakla ucunu tutuşturarak derin bir nefes çektim. O da aynı şeyi yaparken beklemeye başladığımda iç çekerek başını havaya kaldırıp bıraktı dumanı.
‘Bugün Simay ile Çelik’ten bahsediyordunuz.’ Başımı yeniden onay verircesine aşağı yukarı salladım, ‘Bak, Noyan’ı uzun zamandır tanırım ben. Nasıl sizinle lisede tanıştıysak, onunla çocukluğumuzdan beri arkadaşız. Babalarımız arkadaştı bizim, annelerimiz de aynı şekilde. İyi de tanırım. Noyan, Çelik ile kıyaslamaya sokulmayacak bir adam Belgi. Hepsini bir kenara bırakacak olursam mert adamdır. O gece-‘ derken duraksama ihtiyacı hissettiğinde bakışlarım hala yüzüne çakılıydı, kendine bile bu konuda kızıyordu, çünkü o gece en çok kendini suçlamıştı Levent, elini çabuk tutmadığı için…
‘Aynısını yaşatmaz sana.’ Dediğinde gülümsemeye başlarken kaçırdığı gözlerini üzerime çevirdi, ‘Fakat, çok daha kötü şeyler yaşayabilirsiniz beraber.’ Açık sözlüydü Levent ve bu gece bunu bir kez daha kanıtlıyordu. Kaşlarımı çatıp sessizliğimi korumaya devam ettim o yüzden. Açıklaması için, neler yaşayacağımı duymak, ihtimallerden haberdar olmak için…
‘Onlara beni sorduğun gün, gazetelere manşet olduğunuzda aradı beni. Nereden beni tanıdığını, işlerimi nereden bildiğini öğrenmek için. Bir bakıma tehdit misin onu öğrenmek için. Sende aldığın cevaptan anlamışsındır ki tıpkı benim gibi onun da kolay bir hayatı yok.’ Tekrar salladım başımı. Levent’in bir yandan Noyan’ı övmesini, diğer taraftan da kaygı duyduklarından haberdar olmam için en yumuşatılmış halde anlatışını zihnime kaydettim.
‘Onu sana anlatamam ama şunu bil…’ dedikten sonra sigarasından derin bir nefes çekip oturduğumuz kayanın kenarına basarak söndürdü. İzmariti avucuna alıp cebine attıktan sonra kaşlarını havalandırarak bana baktı, ‘Bu bir savaş ve Cemal Süreyya kafanda bildiklerinle, kalbinde hissettiklerinin arasında olan savaşın en zoru olduğunu düşünmüş.’ Dediğinde kayanın üzerinden inerek bana son bir kez baktı. Elini uzattığında gözleri de sigarama dönmüştü ki bir nefes daha çekip onun gibi kayanın üzerine basıp söndürerek izmariti avucuna bıraktım. Bu da Levent’in bir huyuydu. Olduğu yerde sadece DNA’sı değil, geçtiğinin varlığı dahi hissedilmesin diye alkolü dahi pipetle tüketir, sonra da pipeti alıp çok farklı bir noktada çöpe atardı. Yani bir miktar ruh hastasıydı. Gülümsemesi yüzüne dağılırken usul adımlarla benim gideceğimin aksine ilerlemeye başladı.
‘Levent.’ Seslenmemle ayakları altında ezilen yaprakların hışırtısı kesildi, bana dönmedi, soracağım birçok soru olsa da hiçbirine cevap vermeyecekti biliyordum, ‘Kafanı mı galip çıkardın, kalbini mi?’
‘Benim ve Gamze dışındaki herkesi eğitim zaiyatı olarak yazdım. Benim savaşımda kaybeden biz değiliz.’ Dedi olduğu yerden. Sonra daha fazlasını konuşmamak için belki de yürümeye devam etti. Ki Levent’i biraz tanıyorsam Gamze’yle olan ilişkisine kimsenin zararı dokunmasın diye herkesi ziyan etmişti. Dudaklarımda istemsiz bir tebessüm oluşurken Gökmen abinin montuna biraz daha sıkı sarılıp geldiğim yolu adımlamaya başladım.
Bazı soğuklar teni, bazıları ise kalbi keserdi. Benim bu gece tenim, kalbim, ruhum ve varoluşum soğuk tarafından kesiliyordu. Yasak o ağaca uzanmak ilk önce Havva ve Adem’le başlamıştı. Onları şimdi çok iyi anlıyordum. Yasak o ağaç, o elma delicesine cazip geliyordu. Öyle güzel kırmızıydı ki göz alıyor, aynı zamanda hevesle atılmayı sağlıyordu. Hatta o kadar ki bir an önce uzanıp koparmak, tüm dünya seyrini değiştirmek istiyordum.
Korku öyle cesaretle tutuşturuyordu ki ruhumu, içimde yanan ateşe elimi uzatmak niyetindeydim. O ateşte tüm parmaklarımı kaybedecek olsam bile tüm közleri avuçlarım arasına almak istiyordum. Tek bir gözyaşı dökmeden, çünkü biliyordum, içimdeki o ateşi gözyaşım ya söndürür ya da daha çok alevlendirirdi. Kendim için, kendi içimdeki yangına kocaman bir sarılmayla karşılık verecektim.
Yaklaştığım evle beraber cebimdeki telefonu çıkarıp açtım. Dakikalar içinde ekran aydınlanıp kendine geldiğinde derin bir nefes alarak Noyan’ın mesajına girdim. Bir savaş başlatmak için. Bir savaşın arasında kalmak için. Bir savaştan galip olarak olmasa da gurur ve onurumla ayrılmak için…
Günün şimdiden güzel olsun…
Bir nebze egoistlik, belki çocukluktu fakat bu vakte kadar şımarmamış bir kadın olarak şu dakika canım şımartılmak istiyordu. Şu anlarda daha iyi bir insan olmak, gerçekten gülmek istiyordum. Levent’in bahsettiği kafam ve kalbim arasındaki harpte galibin kim olacağı önemini yitirsin, bir uçurumdan itilsin istiyordum. Noyan’ın da buna karşı çıkacağını asla ama asla zannetmiyordum. Sırıtarak yanıtı gönderdiğimde beklemeye başlamıştım ki anında gelen yanıtla tebessümümüm dudaklarıma iyice yapıştı.
Seni gördükten sonra öyle olmaması ne mümkün.
Önce telefonu tamamen sessize alıp ardından kilitleyerek yeniden göğüslerim arasına sıkıştırdığımda bakışlarım da dibine kadar geldiğim kapıya kaydı. Fazla gürültü çıkarmadan iki kez vurduğumda içeriden gelen ayak seslerinden sonra açıldı. Gökmen abinin ayırdığı sürenin bitimine denk geldiğimi elindeki tepside olan iki ince belliyle anlayabiliyordum. Gülümsemem dudaklarımdayken başıyla içeriyi işaret ettiğinde iç çekerek girip takip ettim onu. Eve açılan kapıdan çıktığımızda bir sandalye daha eklediğini, üzerine de battaniye bıraktığını fark ederek montunu çıkarıp içeriye astım. Battaniyenin katlarını açıp omuzlarıma alarak çıkardığı sandalyeye yerleştiğimde sessizce anlatmamı bekliyordu. Hep sessizce beklerdi Gökmen abi, bir şeylerin zamanı gelsin, dilim çözülsün, doğruları göreyim, kendime karşı çıkmayayım, gerçek bir ruh bedenimi bulsun diye beklerdi.
Bir saate yakın tepemizde yanan titrek ışıkla, defalarca tazelediğimiz çay bardaklarımızla sustuk. Sandalyenin kenarına ayaklarımı çekip kollarımı bacaklarıma sararken başımı da dizlerime yasladığımda harelerim düşünceli düşünceli etrafı süzen Gökmen abinin gözleriyle çarpıştı.
‘Bana bir şey oldu.’ Fısıldarcasına mırıldandığımda önce kaşları havalanmış ardından başını usulca sallayarak gülümsemişti. Bu bir bakıma kendisinin yorum yapmayacağını, konuşmaya devam etmemi söylediğini belirten tavırlarındandı. İç çekip kenardaki sigara paketinden bir tane alarak ateşlediğimde çektiğim uzun nefesi hapsettim ciğerlerime, ‘Fakat korkuyorum.’ Diye devam ettim, bir tepki beklememem gerektiğini bilerek. Gözleri sigara paketine dönerken bir dal da o ateşlediğinde çayından da içmekten kaçınmadı. Sabah ayazı iyice etrafı esir almıştı ve ben üzerimdeki ciddi anlamda kalın olan battaniyeye rağmen üşürken Gökmen abi bir tek gömleği ile oturuyordu, ‘Duydun mu bana yakıştırdığı ithamı.’ Gözleri bana dönmezken bir kez daha çekti sigarasından. Bende sessizleştim. Belki de doğru cümleleri bulmak istiyordum veya ne diyeceğimi bilemiyordum.
‘Başka birisi babam olsaydı eğer…’ çattığım kaşlarımla iç çektim göğsümü patlatmak istercesine, ‘Sen olsaydın babam…’ başımı dizlerimden kaldırıp çenemi yasladım bu defa, gözlerim tam ortadaki o çam ağacına dikildi, ‘Böyle oturup konuşmazdım, konuşturmazdın muhtemelen ama etiket için değil.’ Dolan gözlerimi geçiştirmek istercesine kirpiklerimi hızla kırpıştırdım, genzim yanıyordu, üstelik sabah ayazı da yanaklarımın üşümesine neden oluyordu, muhtemelen gözyaşlarımı geri göndermek için geç kalmıştım, ‘Kalbim için çırpınır, kızardın.’ Dedim dizlerimden çenemi de çekip sigaramı derince çekerek. Dumanını havaya bırakırken bir süre gidişini izledim, hafif esintide savruluşunu, ne hissettiğimden bir haber olan babamı, Zeren İmerler’i düşündüm dağılan gri dumanı seyrederken.
‘Ama biliyor musun, eğer kalbimi düşünen bir babam olsa sözünden çıkmazdım.’ Dudaklarımdaki kırgın tebessümle Gökmen abiye döndüğümde havalanmış kaşlarıyla dinliyordu, aklından ne geçiyordu acaba? Sıyırdığım, akli melekelerimi kaybettiğim, acı çektiğim veya sırf Zeren beyi kudurtmak için böyle yaptığım? Hangisini tercih ediyordu zihni de merakla bakıyordu, ‘Şimdi sen, anlamazdın o zaman da laf dinlemezdin diye düşünüyorsun belki… Doğru aslında, sanırım anlamazdım, o zaman da ağlardım fakat bilirdim.’ Derken alt dudağımı dişlerim arasına alıp ezdim, ‘Beni düşündüğünü bilirdim. Bana benim için karşı çıktığını bilirdim.’ Dedikten sonra sigaradan son bir nefes çekip küllüğe söndürdüm. Ilımış çayımı parmaklarım arasına aldığımda bakışlarımı da çevrede gezindirdim.
İnsanın çocukluğu bir evde geçiyordu da kötü olunca o ev onun evi olamıyordu. Gördüğüm iki katlı, lüks, çoğu insanı merakta bırakacak bu eve ait hissetmiyordum. İç rahatlığıyla evim diyebilmeliydim, yıllarım geçmişti burada fakat diyemiyordum. İç rahatlığı bir yana, alelade şekilde dile dahi getiremiyordum. Herkes yaşamadığını merak ederdi, mesela bir mahkum özgürlüğü, bir özgür mahkumiyeti… Ben sözde özgür olan bedenime rağmen mahkumiyeti merak dahi edemiyordum. Bu şatafatlı dünyada demir parmaklıklar ardında kaldığımdan beri en azından.
‘Kırgınlığın, aşık olduğun için kalbine mi yoksa babanın cümlelerine mi? Hangisini taşıyamıyorsun?’ saatler sonra Gökmen abinin sesi ilk kez çıktığında bakışlarımı da hızlıca ona çevirdim. Merakla cevabımı bekliyordu fakat bu duyacaklarından korkan bir merak değildi. Aksine, gerçekten ne hissettiğimi, neden bu kadar dipte dolaştığımı merak ediyordu.
‘İkisi de sanırım.’ Derken dirseğimi masaya yerleştirip çenemi de elime yasladım, aklıma gelen anıyla kaşlarımı havalandırdığımda dudaklarımda ufak bir tebessüm oluştu, ‘Ne hayatın hakimisin ne de hayat karşısında çaresiz.’ Diye devam ettiğimde az önce merakla bakan Gökmen abinin tebessümü ile gözleri kısılmış, başı da onay verircesine sallanmıştı. Yıllar önce, bu kez diplerde olan Gökmen abiyken dudaklarından dökülen kelimelerdi bunlar. Yıllar sonra ben dipteydim ve bu kez benim dudaklarımdan dökülüyordu.
‘Başka bir söz…’ dediğinde bir sigara daha yakıp dudaklarım arasına sıkıştırarak başımı salladım, gözüme duman gelmesin diye hafifçe sağ omuzuma düşürdüğüm yanağımla Gökmen abi kaşlarını havalandırıp gülümsedi ve ‘Köz ateşten kaçmaz da, çekinmez de.’ Diye devam etti. Dudaklarındaki kırgın tebessüm o kadar uzun zamandır oradaydı ki onun gülümsemesi buydu, kalbimdeki hançer o kadar yerli yerindeydi ki kendiyle beraber kalbimi de paslandırmıştı.
Kırık çıkıklarla dolu kalbim eski usul bir kocakarı ilacıyla düzelmeyecek kadar harap durumdaydı. Zihnimin içinde zincirleme trafik kazası vardı ve işin kötü yanı tüm tilkilerim arabalar arasında ezilmişlerdi. Kuyruklarının değmesi kenarda dursun kendileri bile yoktu artık. Herhangi bir kalp cerrahı ve beyin cerrahı hallerini görse bırakın daha fazla acı çekmesinler derler, öylece ölüme terk ederlerdi. Tüm tükenenlerle, ölüp gidenlerle, asla gelmeyeceklerle ve Juliet’in kendini sorguladığı yerde ve dudaklarımdan aynı sözler dökülürken duruyordum.
Zehri elinde tutuyorsun Juliet.
Kimin için içeceksin onu?
Kimin için mahvedeceksin hayatını?
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘🌑
Şimdi henüz erken olmasına rağmen sizlere güzelim birkaç sorum olacak...
Belgi Deran karakteri hakkında şimdiden ne düşünmeye başladık?
Noyan Cenker Visam'ı nasıl buluyorsunuz?
Diğer karakterler ve kurgu hakkında aklınıza takılanlar mevcut mudur acaba...

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |