8. Bölüm

Bölüm 7

Ceren Öztürk
biceruvar

 

 

Bir yer kazdılar,

 

 

Kadının göğsüne, adamın karnına kadar geldi derinlik.

 

 

Bir iz düşürdüler geceye,

 

 

Kimi ölmeden gömüldü, kimi yaşarken hiç nefes alamadı.

İnsanın düşmanı olur, hep olur, bir yerden çıkarlar onlar. Ruhunu bir kağıt öğütücüsü gibi kesip parçalara böler ve seni bir çöpe hazır hale getirirler. İlla ki büyük veya küçük düşmanı olur insanın. Bu bazen ilişkisini kıskanan bir arkadaşıdır, bazen elindeki imkanları sana çok görendir, bazen de tamamen anlamsız şekilde seni sevmeyendir. Fakat insanın kızı düşmanı olmaz, insan kızına da düşman olamaz. Bu o kadar zordur ki hissetmemek gerekir. Ben Zeren beyin hiç düşmanı olmamıştım. Hatta o kadar ki çoğu zaman imrenerek ve gurur duyarak bakmıştım ona tüm olanlara rağmen. Çünkü güçlüdür Zeren bey. Yıkılmaz, dimdik, çenesi hep yukarıda, zeki bir adamdır. Biraz hırçındır, diğer insanların gözünde ise fazlaca vicdan sahibi…

Çok kolay maskesini yüzüne geçirebilir mesela veya çok hızlı hislerini değiştirebilir. Ona dışarıdan herhangi bir göz baksa, onu tanımayan, bilmeyen, gerçeğiyle yüzleşmemiş şekilde, bir an derin düşüncelere daldığını zanneder, fazlaca makul ve mantıklı bir adam olduğunu dile getirir. Veya tamamen denk gelmiş şekilde sosyal sorumluluk projesinde izlense ne kadar merhametli olduğu düşünülür. Aslında bunların hepsi Zeren İmerler’dir. Fakat bundan çok daha farklı bir adamla karşılaşmak can sıkıcı olabilir. Yıllardır bizimle olan Ilgın hanım dahi o acı reçeli henüz tatmamıştır. Çevremizde olan onlarca hatta yüzlerce insandan sadece iki kişi bilir o tadı. Birisi ben, diğeri Gökmen abi. Çünkü yıllardır bu evde değişkenlik göstermeden sadece ikimizin bedenleri yaşam sürdürür.

Aklımdan geçen her bir kelimenin altına imza atabilirdim, fakat bakışlarım yerdeki parçalardan babama dönmekle yetindi. Bir sinir harbi içerisindeydi. Hayır, ne yaptığını bilmeyecek şekilde bir kriz değildi bu, onu biliyordum, onun gözünün karardığı krizlerini metrelerce öteden tanırdım. O kadar sessiz kalmaya mecbur bırakılmıştım ki o zaman diliminde parmaklarının hareketlerinin ne sonuçlar çıkaracağını tahmin edecek kadar biliyordum Zeren beyi.

‘Konuşmak ister misin?’ derken sesim öyle durgundu ki bir an afallamış halde hareleri bana döndü ama çok geçmeden siniri yine gözlerine kadar ulaştı. Bana tamamen zıt, ela gözleri yeniden hırslanmış, avucuna sıkıştırdığı telefona daha fazla baskı uygulamaya başlamıştı. Hayır, henüz sinir krizi geçirmiyordu, henüz o yere gelmemiştik.

‘Defol git odana!’ bağrışı evi inletse de kaşlarımı havalandırıp etraftaki kırıklarda yeniden gözlerimi gezdirdim. Emrine uysam, dediğini yapsam da peşimden gelecekti, ben onun stres topu haline dönüşmüştüm ve belki de o yüzden bu kez sadece o istedi diye içimden geçeni yapmak adına araladım dudaklarımı. Damarına iyice basmak…

‘Bu kez ne oldu? İhale? Benimle görüştürmek istediğin birisi oyununa gelmedi? Veya… Ilgın mı gitti? Gerçi o bu saatte güzellik uykusundan kalkmaz.’ dediğimde bir biblo daha parçalara ayrıldı ayaklarımın dibinde. Aslında bu denli sinirlenmesine bazen anlam veremiyordum. Bana kalırsa en makulü etrafta görünmediğine göre Ilgın hanımın gitmesiydi. Ya da artık o da alışmış kulaklık falan takarak uyumaya başlamıştı. Çünkü Zeren beyin ne zaman neye sinirleneceği belli olmuyordu ve Ilgın hanımın da gözlerinin altı asla morarmamalıydı.

‘Odana git dedim!’ ellerini önündeki yemek masasına vurduğunda orada duran lalelerin titremesine takıldı gözlerim.

‘Konuşabilir miyiz?’ bir kez daha çabaladım. Bir kez daha istedim normal iki kişi, baba ve kız olarak konuşabilmeyi, içimde henüz yeni başlayan intikam ateşini söndürebilmesini. Çünkü biliyordum, eğer benimle bir kez olsun gerçekten konuşabilirse ondan nefret etmeyecektim, hatta düşündüğünün aksine annemden bile daha çok sevecektim. Buna ihtiyacım vardı.

‘Seninle konuşacak bir şeyim olamaz benim.’ Dediğinde sesindeki ağır kin iliklerime kadar işledi. Başımı onay verircesine sallarken gülümsemeye çabaladım. Boğazımdaki o acıya rağmen dudaklarımı ıslatıp başımı omuzuma düşürdüm.

‘Sende haklısın insan neden kızıyla konuşsun değil mi? Sahi, gerçekten kızın mıyım senin?’ benim de dilimin açılası tutmuştu herhalde. Şu dakika başkasına sinirliyse bile odağını üzerime çekiyordum. Adımları bana yönelmeye başladığında sertçe yutkunsam da dik durmaya çaba harcadım.

‘Eskileri mi özledin sen!’ olduğu masanın başından bana doğru yürüdüğü birkaç adımdan sonra duraksamasını sağlayan kahkaham olmuştu.

‘Doğru ya ben Bahar Koruklu’nun kızıydım, senin değil.’ Derken cesaretim beni bile şaşırtıyordu. Yangına körükle gitme aptallığıma rağmen korku hissetmeyen bedenim adımları iyice bana yaklaşırken titremeye başlamıştı bile.

‘Senden bir halt olmaz! Nankör!’ ne olduğunu anlamadan tutulan saçımla beraber acıyla çığlık attığımda çektiği yöne ilerlemek zorunda kalmıştım. Saç diplerim ölesiye acırken savsaklayan adımlarıma dahi tahammül edemez halde daha çok çekiştiriyordu.

‘Her halt senin yüzünden! Her şeyin sorumlusu sensin!’ kükreyerek defalarca bu cümleleri tekrar etse de saçımı da bırakmadı, yürümeyi de. Yaklaştığımız noktayı fark ettiğimde ise direnmek adına tüm gücümü kullanma çabasındaydım.

‘Bırak beni!’ bağırışım, onunla beraber saçlarımın arasında olan eline sıkı sıkıya yapışmama rağmen durduramıyordum onu. Bu saatlerde önüne geçecek bir Allah’ın kulu yoktu ve kabul etmem gerek ki bu defa ben kaşınmıştım. Hak etmesem de onu daha fazla ateşlendiren bendim.

‘Kes sesini!’ bağırmak adına kısa bir duraklama yaşasa da bu duraksamanın bağırmak adına değil saçlarıma daha çok asılmak için olduğunu acımın artmasından anladım.

‘Yapma! Bırak!’ diye bağırırken ayak diretsem de gücüne yetmeyen gücüm sayesinde nefesim daralmaya başladı. Seneler sonra o çukurda duramazdım. Olmazdı. O katran karası yere giremezdim! Bağırmaya devam etsin, vursun, hatta küfürler savursundu ama orası olmazdı! Olamazdı!

‘Yeter! Yeter ne olur dur!’ tekrar bağırdığımda açtığı kapıyla beraber kaçmaya çabaladım ama saçlarıma öyle parmakları geçmişti ki mümkün değildi.

‘Yerini de haddini de tekrar hatırla!’ son bağrışı ile beraber ittiğinde düştüğüm iki basamaktan sonra suratıma kapanan kapı bir oldu. Olduğum yerde donup kalırken nefes almaya ve algılamaya çabalasam da mümkün değildi. El yordamıyla kapıyı bulduğum gibi yumruklarımı sıraladım.

‘Aç! Lütfen aç! Ben bir halt yapmadım!’ ardı ardına kapıya yumruklarımı indirirken hızlanmaya başlayan kalbimle beraber direncim de düşüyordu. En üstte kalan basamağa oturup kapının altından sızan ışıktan güç almaya çabaladım. Burada en son bulunduğum zaman on sekiz yaşındaydım. O çiçeklerin o vazoyla geldiği gündü. Şimdi yıllar sonra tekrar aynı noktadaydım, üstelik bir önceki gibi suçum da yoktu. Boğazımı sıkmaya çalışan bir el var gibi hissediyordum ve bu lanet hissiyattan burada iken kurtulamazdım. Çıkmam lazımdı, burası karanlıktı!

‘Aç! Çıkar beni buradan! Nefes alamıyorum!’ son direncimle üç yumruk daha indirdiğimde iyice sıklaşmış nefesim de vücudumu yormaya başlamıştı. Elimde olmadan tüm vücudum titrerken başımı geriye atıp duvara yasladım. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaya başladı, ‘Baba! Ne olur aç kapıyı!’ diyerek başımı duvara vurdum zayıfça. Bu baba deyişim çoğu şeyden daha çok acıtmıştı canımı. Bu çok daha talan eden bir kelimeydi bedenimi. Kapı altından sızan o ışıktaki gölge orada öylece duruyordu fakat yıllar sonra baba dememe tepki dahi vermiyordu ve baba kelimesi benim boğazımı yırtarak tüm organlarıma doğru ilerliyordu.

Titreyen bedenim yüzünden kolum dizime düşerken elime değen sertlikle zorlukla telefonu çıkardım. Çekmiyordu! Kahretsin ki çekmiyordu Allah’ın belası yerde! Üstelik çok aşağıda da değildim fakat ufacık bir sinyal yoktu.

Kaç saattir buradaydım bilmiyorum ama dört kez sıklaşan nefesim yüzünden bayıldığımın bilincindeydim. Tekrar başlayan o atakla beraber kendimi toparlama çabasına girsem de olmuyordu. Ağır bir krize girecektim ve burada gebermekten başka çarem kalmayacaktı. Artık ufacık bir direncim kalmadığından elimi kaldırıp rastgele kapıya bile vuramıyordum.

Bulanık görüşümle beraber biraz olsun aydınlık fark ettiğimde kapıya yönelme çabasına girdim. Odanın ışığı açılmış daha sonra da kapı sesi ilişmişti kulaklarıma. Başımı yasladığım zeminden kaldırmaya çalışsam da sonuç elde edememiştim ki havalanan bedenimle beraber inledim. Kucağına alan kim bilmesem de iki basamağı kucağındaki benimle çıkmasından, bir süre yürüyüp tekrar basamakları tırmanmasından evi bilen birisi olduğunu ayırt edebiliyordum. Herhangi bir telkin olmadığı için Zeren bey olduğunu anlamam zor değildi aslında.

Bir süre sonra bedenim soğuk bir zemine bırakıldı daha sonra da kapı sesi ilişti kulağıma. Ne kadar olduğum soğuk zeminde nerede durduğumu bilmesem de ışık olduğu için yavaş yavaş açılmaya başlayan bilincimle etrafa bakındım. Banyomdaydım. Buraya beni getiren Zeren beydi. Banyoda olma sebebim ise kendi kanattığı yaraları temizlemem ve daha sonra basit bir kriz gibi doktorun karşısına çıkmamdı. Titreyen elimle cebimdeki telefonu çıkarıp kenara attım. Zorlukla uzandığım musluğu açtığımda tepemden aşağı dökülen suyun soğukluğunu önemsemeden bekledim. Bedenim titreyip uyarılmaya başlayınca bulduğum güç kırıntılarıyla üzerimdekilerden kurtulup yıkanma çabasına girdim.

Karşısına geçtiğim aynada kendinden geçmiş bir kadın vardı. Gözlerinin altı, dudakları hatta yüzü de mordu. Vücudunda herhangi bir iz yoktu, şişmiş ve morarmış serçe parmağı dışında fakat ruhunda ağır yaralar vardı. Harelerime bakarken dahi görebiliyordum. Darp izi yoktu ama saçlarıma baktıkça kocaman yaralarım varmış gibi görünüyordu bana. Köklerinden koparmak istediği her saç telimden kurtulmak istiyordum. Bir daha asla tutamasın, çekemesin veya sürükleyemesin diye belki de bakışlarım lavabonun tezgahında gezindi. İşime yarayacak bir tek şey dahi olmadığından çekmece ve dolapları karıştırdım. Gücüm yoktu, yürümekte dahi zorlanıyordum ama saçlarımdan kurtulmak için nesne bulabilmek adına tüm direncimi gösterebilirdim. Çekmecenin en dibinde kalmış makası sonunda bulduğumda o güç olmayan bünyem kararlıydı. Her bir teli tutulmasın diye yerlere dökmeye, yok etmeye ve bunun dahi bir kriz oluşturabilmesine rağmen saçlarımdan vazgeçmeye hazırdım. Öyle de yaptım. Zeren beyin bundan sonra tutamayacağı en azından parmaklarına dolaştırıp beni sürükleyemeyeceği şekilde kısalttım saçlarımı.

Yansımamda tamamen zıt bir kadın vardı artık. Hala mordu teni ama bakışları artık daha bıkmış ve umutsuzdu. Boğazına bir taş parçası takılmıştı da ne yutabiliyor ne de çıkarabiliyordu sanki. Tüm hayal kırıklığı omuzlarında koca bir yüktü karşımdaki kadının ve o kadın bire bir bendim. Daha fazla bu görüntüye tahammül etmek istemediğim için güç aldığım lavabodan ayrılıp kapıya tutunarak giyinme odasına geçtim. Elime geçenleri giyinip tekrar banyoya dönerek yerdeki saçlarımın arasından telefonu alıp yatağa ulaştım titreyen dizlerimle.

‘Parmağında kırık mevcut düşerken sert bir darbe almış olmalı ağır bir kriz geçirmiş, aslında hastaneye-‘

‘Hastanede daha fazla atak geçiriyor.’ Gözlerimi zorlukla aralarken tepemde konuşan Zeren bey ve yüksek olasılıkla doktor olan adama baktım. Gücüm birkaç kelimeye bile yetmezken tekrar derin uykuya dalmadan önce Zeren beyin cümlelerini duydum, ‘Sakinleştirici verin, dinlensin biraz daha.’

Birkaç uyanıp geri sızmama oranla daha kendimde hissederek araladım gözlerimi. Başucu lambam yanıyordu fakat oda karanlıktı. Bir de kenardaki berjere oturmuş Zeren bey vardı. Uyandığımı fark edince koltuktan kalkıp birkaç adımda yanıma yaklaştı. Üzerime doğru hafifçe eğildiği esnada titrek bir nefes bıraktım. Bünyem de zihnimde olan biteni kabul etmek istemiyordu. Bir adamın nasıl böle vicdansızca davrandığını veya böyle bir adamın gerçekten babam olma ihtimalini tartamıyordum. Bunları da düşünmek istemiyordum. Bir şekilde ayaklarımın üzerinde durmak, kendi özgürlüğümü kazanıp yoluma bakmam gerekiyordu.

‘Tek kelime edersen her şeyi alırım elinden. O herifin canını bile senin yüzünden alırım. Anladın mı?’ bakışlarımın boş olduğunu bilsem de tepki veremedim, ‘Bir ömür vicdan azabı duyarsın. O yüzden sus ve talimatlarıma uy.’ Diyerek hafifçe eğildiği halden doğrulup yöneldi kapıya. Başım sağ tarafa doğru düşerken gözlerim komidinden sarkan saçlara takıldı. Böyle kısacık saçlarla beni görmeye tahammülü olmayacağını ve aslında yaptığımın da bir yaygara çıkaracağını biliyordum. Zaten bulanık olan görüşüm koridordan sızan ışığın kapıyı çekmesiyle yok oluşu sayesinde ilaçlar yüzünden tekrar tamamen karardı.

Dakikalardır uzandığım yatakta Zeren beyin tehditleri beynimin tüm kıvrımlarında geziniyordu. Hangi günde olduğumu bilmiyordum fakat günde minimum iki kez Noyan’ın verdiği takip edilmeyen telefon Gizay tarafından aranmıştı. Gün içerisinde o postişleri takıp saçıma uyum sağlaması için kuaför dahi gelmişti. Gizay’ın ısrarlı aramalarına da Zeren beyin tehdidi aklıma geldiği için cevap vermemiştim. Cevap versem ses tellerim konuşmaya ikna olur muydu ondan da emin değildim gerçi. Neden dönüp dolaşıp Noyan’ı bulmuştu ki konu. Kapanmış bir mesele neden tekrar açılmıştı ki! İsyan edecek olsam da bir şekilde Zeren bey o isyanı bastıracaktı.

Bedenimi güçlükle pencereden kapının olduğu tarafa çevirdiğimde komodinin üzerindeki siyah zarf çekti dikkatimi. Üzerinde iki tane beyaz zarf daha vardı fakat benim dikkatimi çeken o siyah renkteki zarftı. Bunu buraya kadar ulaştıracak, o zarfı gönderen kişinin kim olduğunu biliyordum. Belirli kanıtları bana sunup gözümü korkutacak tek isim vardı o da babamdı zaten. Yorgunluğuma rağmen dikleşip sırtımı yatak başlığına yasladığımda üst üste duran üç parçayı da aldım. İki beyaz zarf okulla alakalıydı, muhtemelen bir sempozyum veya toplantı vardı, çünkü birisi öğrenci işlerinden biri de topluluk grubundan gönderilmişti. Siyah zarfın kapatılmak için bile uğraşılmamış ucundan içindekileri döktüğümde istemsizce doldu gözlerim.

En üstte duran fotoğrafta Noyan Barselona’ya gitmeden önce yediğimiz yemek sonrası otoparkta olan yakın mesafe halimiz vardı. Parmakları sıkıca belimi sarmış, hareleri harelerime dalmış, ufak bir tebessümle bakıyordu yüzüme. Ufak ama çok içten bir tebessüm olduğunu donup kalan fotoğraf karesinden dahi hissedebiliyordum. Kalan kareleri parmaklarım arasına aldığımda ise farklı mekanlarda çekilse de resmen an sapıtmaz halde Noyan’ın fotoğrafları vardı. İki karede farklı günlerde olsa da tek başına aynı mekana giriyordu, birinde otel terasında, ki muhtemelen odasının terasıydı burası, kahve içip önündeki bilgisayara odaklanmış haldeydi, bir başkasında yanında simsiyah takım elbise giymiş beş adamla beraber La Rambla caddesinde yürüyordu, son fotoğrafta bir otelin restoranında yaşı ortalama elliye yakın bir adamla yemek yiyordu fakat bunda daha farklı bir ayrıntı vardı. Restoranda oturduğu masanın epey arkasında asla dikkat çekmeyen bir masada başında şapka ve spor kıyafetlerle oturan bir adam vardı. Zaten takip ettirildiğini bilsem de eğer ki çevrede gözü üzerinde olan birisi varsa haber vereyim, en azından bu kadar yakın mesafesinde olduğu için tarif edeyim ve kendini o insandan korusun diye dikkat etmemiş olsam bu adamın varlığına asla odaklanamazdım.

Kaşlarım çatıldığında yarım yamalak hatta flu görüntüden ayırt edebildiğim kadarıyla o şapkalı adamın boynunda tıpa tıp Gizay’da olan dövmenin aynısı mevcuttu. Yanımda duran telefonun ekran ışığı yandığında elimdeki son kareyi sıkıca tutup o tarafa çevirdim bakışlarımı. Yine Gizay arıyordu ve bugün içinde üçüncü aramasıydı. Normalde olandan bir fazla. Kaşlarım çatılırken titreyen elimle alıp aramayı yanıtladım.

‘Gizay.’ Sesim öyle pürüzlü çıkmıştı ki öksürme ihtiyacı hissettim.

‘Neredesin sen ya! Aklımı kaybetmem için özellikle mi yapıyorsun! Dört gündür ortada yoksun Belgi!’ sesindeki telaş içime işlerken ne zaman ağlamaya başladığımı fark etmememe rağmen burnumu çektim.

‘Ben hastalandım. Grip olmuşum.’ Sesimi düzeltmek için bir kez daha öksürdüğümde Gizay muhtemelen sabır çekerek mırıldandı.

‘Dört gündür telefona cevap vermiyorsun, madem hastasın neden hastaneye gitmedin? Kapının önünde nöbete geçtim! Telefona cevap vermesen içeri girecektim!’ dedi isyan ederek. Üzerini kapatmalıydım yoksa gerçekten dediği gibi tek başına onlarca adamın arasına dalardı. Onu en azından bu kadar bile olsa tanıyordum, çünkü gözü kara bir adamdı.

‘Gizay.’ Yorgunlukla beraber mırıldanırcasına olan sesim fırçasını duraklattığında iç çekerek başımı geriye attım, ‘Ağır bir grip ve yorgunum.’ Derken bakışlarım serçe parmağımdaki atele takılı kaldı. ‘Aksi gibi parmağımı da kırdım zaten. Doktor eve geldi.’

‘Sen-‘ dedikten sonra duraksadığında derin bir nefes alarak devam etti, ‘Grip misin yoksa o herif bir şey mi yaptı?’

‘Bekle.’ Görmeden inanmayacağını biliyordum ve en son yüzümde veya görünebilen herhangi bir yerimde iz yoktu. Belki de bu yüzden cesaretimi toparlayıp yataktan çıktım. Odanın ışığını tamamen açıp pencere kenarına geçtiğimde etrafa bakınsam da görünen kimse yoktu.

‘Fena dağılmışsın. Grip olduğuna emin misin? Burnun falan da kırmızı değil, ne bu zengin gribi mi? Bir insan parmağını nasıl kırar ya evde?’

‘Gördün işte bir yerimde bir halt yok. Halsizim sadece. Parmağımı da kapıyı hızlı kapatınca sıkıştırıp kırdım. Hem neredesin sen? Ben göremiyorum.’

‘Kapının önünde dediysem kabak gibi ortada değilim.’ Dedikten kısa süre sonra birkaç ufak ses gelse de gözüme yansıyan ışıkla kaşlarımı çattım. Yolun karşısındaki ağacın tepesinden ışık yansıması yapıyordu. Şaka gibiydi resmen.

‘Düşüp kafanı gözünü yaracaksın Gizay.’ Yorgun sesimle konuşsam da az önceki çıtırtılara yenisi eklenmişti. Muhtemelen yerini sağlamlaştırıyor veya beni gördüğü için rahatlayan içiyle inmek için harekete geçiyordu.

‘Bana bak, hasta falan anlamam ben, yarın salonda buluşuyoruz. Akşam dokuzda.’

‘Spor yapacak halim yok.’ İsyan eder gibi olsam da Gizay bunu pek umursamayacaktı biliyordum.

‘O zaman kahve içeriz Belgi veya bira, bira gribe iyi geliyormuş sanırım, bir yerde öyle okudum diye anımsıyorum, neyse dediğim gibi yarın saat dokuzda.’ Konuşmayı sonlandırdığında bende telefonu cebime atıp derin bir nefes aldım. Vurulan kapıyla bakışlarım o tarafa yönelirken Firuze hanım çekinerek içeri girip tebessüm etmeye çabaladı.

‘Zeren bey sizi yemeğe bekliyor.’ Dediğinde başımı onaylarcasına salladım. Eğer bugün yemeğe inmezsem yarın dışarı adım atamazdım. Adım kadar iyi biliyordum ki fotoğrafın çekildiği açı yüzünden o arabada olduğu görünmese de Gizay’dan da şüphe duyuyordu ve şu dakika yemeğe çağırıyorsa talimatlarını vermek içindi. Kendime gelmem şarttı, kendime gelip bir şekilde ayağa kalkmamın zamanı geliyordu. Adımlarımı istemeyerek banyoya yönlendirdikten sonra kısa bir duş alıp üzerimi giyindim. Olan suratsız halimi değiştirmek adına makyaj yapmak istemesem de Zeren bey ve onun karısından dahi gizlediği çirkin yüzünü bildiğim için gözlerimin altındaki morlukları kapatıp biraz kendime gelmeye çabaladım.

Ben gün hesabı yapmamıştım ama Gizay’ın söylediği kadarıyla dört gündür beni ne hale düşürdüğünü gözlerimde görmesi gerekiyordu. Gönlüm isterdi ki tenimin solukluğunda, çökmüş gözaltlarımda, çatlamış dudaklarımda da görsündü ama mümkün değildi ve ben bir darbeyi daha kaldıracak güçte hissetmiyordum. Giydiğim siyah elbiseyle beraber saçlarımı taradıktan sonra odadan çıkıp merdivenleri inerek yemek masasına yöneldim. Koca masanın en başında Zeren bey otururken onun sağ tarafında çaprazda olan sandalyede Ilgın hanım vardı. Sakin adımlarla yaklaştığımda sol çaprazına da benim için servis açıldığını görerek o sandalyeye yerleştim.

‘Aile yemeklerini hep sevmişimdir…’ Ilgın hanım ellerini birbirine çarpıp gülümsediğinde göz devirip çatalı parmaklarım arasına aldım. Aptallıktı onunki. Ilgın hanımla vakit geçirmesem de göz vardı sonuçta. Güzel kadındı, yıllardır babamdan çok daha iyi adamlarla olabilecekken babama takılıp kalmış, bir nebze çocuk ruhlu ama çok güzel salağa yatan bir tipti. Olağan durumun normal dışı ilerleyişte olduğunun bilincinde olsa da Zeren beyin sinir okları kendine dönmesin diye görmezden geliyordu. Yaşım küçükken de aynıydı durum şimdi de, fakat bir gün o şiddetin kendine döneceğini asla ama asla akıl edemiyordu.

‘Belgi… Saçlarının uçları çok kırılmış tatlım, bence sana kısa saçta yakışır denesene, hem farklılık olur.’ Ilgın hanım masadaki sessizlikten rahatsız olmuş olacak ki tekrar konuştuğunda yarım ağız bir gülümsememle göz ucuyla babama baktım. Saçlarımı kestiğimden, sırf Zeren bey kısa saçtan nefret ettiği için ek saç takıldığından dahi bir haberdi. Ya kördü ya da bu aptala yatma işinde çok profesyonelleşmişti. Çünkü bu ev içindeki zapturapt hal gözden kaçmayacak kadar ortada ve ikrah edecek kadar berbt durumdaydı.

‘Gerek yok.’ Benden önce cevap vermeye açık bir konuydu bu babam için. Çünkü onun kızı olduğumu, onun gibi davrandığımı, ona benzemeye başladığımı dillendirirken annemin rengindeki gözlerime dahi bakarken sinirlendiği için bir de tıpkı onun saçları gibi omuzlarımın üzerinde küt halde durmasına tahammül edemezdi. Çocukken ve yine psikolojimin darma duman olduğu sıralar saçıma kafayı taktığımda okulda bir anda koca bir tutam kesmiştim. Tam olarak sol tarafımdaki kestiğim tutam omuzlarımın üzerine olan bir haldeydi. Onu bariz bir şekilde çıldırtacak olan sadece birazcık daha eski karısına benzememem adına altı aya yakın o saçla dolaşmamı sağlamış, ardından da uzamış halinin seviyesinde kestirmişti. O altı ayda yamuk yumuk bir saçla gezinmekte benim cezamdı zaten. Ilgın hanım da konunun yükseleceğini düşünerek sessiz kalmıştı bu cevabın üzerine, her zaman olduğu gibi.

‘Su getirir misin bir bardak?’ diyen babamla bakışlarım Ilgın hanımı bulduğunda yüzündeki her zaman olan gülüşü kendini gösterdi.

‘Tabi şekerim, sesleneyim hemen-‘

‘Sen getir.’ Bariton tonuyla Ilgın hanım başını sallayıp kalktı sandalyesinde. Bu benimle konuşması veya talimat vermesi için alan yaratmak adınaydı. Babama dair emin olduğum tek bir durum vardı bu karısı da olsa, çok güvendiği bir koruması da olsa onların yanında benimle muhatap olmazdı. Çünkü ona uzun süre kimsenin dayanamayacağını biliyor ve başka bir yerde duyulmasından çekiniyordu. Haliyle konuşma daha doğrusu emir verme ortamlarını özellikle kimsenin olmadığı alanlar olarak tasarlardı.

‘O herifle olan ilişkini biliyorum.’ Dediğinde çatalı kenara bırakıp derin bir nefes aldım, bu konuşma içerisinde ikili bir diyalog kesinlikle olmayacaktı, farkındaydım, çünkü olması adına atağa kalksam bile sustururdu, ‘Sonlandıracaksın. Döndüğü dakika sonlandıracaksın ve tekrarı olmayacak. Otopark köşelerinde sıfatsız biriyle görüşmene asla müsaade etmeyeceğim. Sende gördün, burnunun dibine kadar girdim, dudağımın arasından çıkacak tek emire bakar.’ Bakışlarım direkt olarak Ilgın hanımın az önce oturduğu sandalyedeki boşluğa dikiliyken derin bir nefes almıştım ki Ilgın hanım su ile geri döndü, ‘Sessizliğinden anlaştığımızı var sayıyorum Belgi.’ Diyerek konuyu kapattığını da belli etti. Bakışlarım masada bomboş gezinirken sakince ayağa kalkıp sertçe yutkundum.

‘Size afiyet olsun, ben doydum.’ Dedikten sonra salondan çıkmak için harekete geçmiştim ki itiraz etmek adına sesi duyulan Ilgın hanım da kabuğuna çekilmişti.

İnsan yaşarken de yok olabiliyordu. Daha doğrusu yaşama sevinci birisi tarafından gasp edilince anlam bulamıyordu. Koca bir ikilem içerisinde kalmışken tüm zaman gerçekliğini yitirerek üzerimden bir kamyon edasıyla geçiyordu. Tüm kemiklerimin kırıkları adeta kulaklarımda çınlar gibiydi, zihnimin acısı ne yapacağını bilmez berduşlar gibi beynimin duvarlarına çarpıyordu. Ne yapacağını bilememek, yapmak zorunda olduğun şeylerden daha ağır gelirdi ve bunu hiçbir bilim çözemezdi.

Uzandığım yatakta belki de sabaha kadar tek konu düşünmüştüm. Zeren İmerler’in sınırı olmadığını biliyordum, onun bir duru durağı yoktu fakat Noyan, işte onun da durması gerektiği yeri bilip bilmediği hakkında yanılgıların içerisindeydim. Kalp bir kere çarpmaya başlayınca durmak ne bilmiyordu fakat insan kendi elleriyle son veriyordu onun mücadelesine aslında. Ve ben şu an bu kalbi durdurmaya ne kadar hazırdım bilmiyordum. Tek bildiğim vardı, mecburiyetlerin kadını olmam. Fakat dilin kemiği olması, aklın frenlerinin kesilmemesi ve insanın içinde biraz insaf kırıntısı kalması şarttı, işte bundan adım kadar emindim.

Sabaha kadar dönüp durduğum yatak, dört dolaştığım oda, dışarıya baktığım sırada pencereden gözüken o ağaç bana ufacık bir çıkış noktası göstermemişti. Sanırım omuzlarımda olan çocukluğumun ağırlığıydı ayağa kalkmama engel olan. Oysa ben asla bu değildim, bu tamamen benden geriye kalandı.

Hayallerimin kaburgaları kırılmışken aldığım nefes ruhumun ciğerlerine batıyordu. Bu hayatın ruhani yanında kumar masasındaki tek sinek valesi yapılmıştım ve bunu yapan kanını taşıdığım babamdı. Sinek valesiyle aramdaki fark ise şuydu, o alt sınıf fakir bir erkeği temsil ederdi, ben ise bütün varlığın içinde alt sınıf kalbi alınmış bir kadını… Bir oda içerisinde binlerce kez can verdirdiği o kız çocuğu bendim. Şimdi ise bağlandığım bir ipi keserek o odanın zeminine düşmemi istiyordu. İşin açığı o ipi benim kesmem onun kesmesinden daha az acıtacaktı. Ölü bir adamı sevmektense, diri bir adama sırt dönmek kanı durmayan organlarıma pansuman yapmakla eş değer olsa da nefesinin kesilmeyecek olma düşüncesi cezbediciydi. İkimize de dikiş tutmayacak, üzeri kapanmayacak bir yara açacaktım fakat sürekli kanamak mı mühim yoksa nefessiz kalmak mı deseler, kanamayı seçeceğimi biliyordum. Bu boğazına kadar nedamet dolu karar beni bir kez daha eski benden uzaklaştırırdı belki ancak bir arada olmamızı tehir etmekten başka çarem yoktu. Tıpkı şarkının sözleri gibi, Cümle alem tuzumu kuru sanır, döktüğüm yaş yanıma kar kalır, ağla ağla ağla öldüm, vuslatımı şeytanımı toprağa gömdüm…

Bir hafta, bir türlü tükenmek bilmeyen bir hafta. Noyan’ın Barselona’ya gitmesi gerektiği için görüşemediğimiz, benim de bu süreçte kafam çorba olsa da bugün için göz boyamak adına evrak ezberlediğim, şiddetli ataklar geçirdiğim, kendimde olmadığım bir hafta.

Şirketin ortasına oturup çığlık atsam insanlar garip karşılar mıydı acaba? Muhtemelen garip karşılasalar bile belli edemezlerdi. Ruh sağlığımdan endişe eden olursa da doktor çağırırlardı. Fakat ben bir haftadır zihnime kazıdıklarımın toz bulutu misali yok olması taraftarı değildim. En azından bir işe yarasınlar diye düşünüyordum. Önümdeki bilgisayarda bugün sadece göz boyamak adına geldiğim şirkette gırtlağıma kadar çökmüş gibi diye düşündüğüm bir sözleşmeyi daha okumaya başladığımda titreşimle beraber nefesimi sıkkınca bırakıp çekmecedeki telefona uzandım.

Benimle spor salonunda, 21:00. Unutma…

Gizay’ın mesajıyla beraber derin bir nefes aldım. Dün geceden beri zihnimi oyalayan şeylerden sadece birkaç saatliğine başka odak noktalarım sayesinde kurtulmuştum. Şimdi ise gerçekliğin yüzüme okkalı bir tokat geçirmesi gereken vakitteydim.

Sıkıntı yok değil mi?

Aşırı sessizliğin gibi bir sıkıntımız var, dinle sözümü.

Nasıl istersen, görüşürüz.

Gizay’ın bir anda beni spor salonuna gömmek istemesine şaşırmayacaktım. Neredeyse bir haftadır yaşadığım olaylar yüzünden görmediği beni şu an kontrol etmek istemesini anlıyordum. Ki o trafik kazasını yaşadığımız zamanda tavrı aynı olmuştu. Fakat ben ölesiye karışık kafam yüzünden nefes dahi alamıyordum. Ancak bazı konularda Gizay bana gerçek bir yön gösterebilir umudu ağır basıyordu.

Kaldı ki Noyan’ın acaba tek parça mıyım diye kontrol ettirmesi de olasılığı yüksek bir ihtimaldi. Ekranın altındaki saate bakıp aslında akşam sekize ulaştığımı fark ettiğimde bana göz kırpan sözleşmeyi gülümsemeye çalışarak kapattım, kaldı ki gülmeye bile mecalim olmadığı anlardan geçiyordum. Kenardan çantamı alarak telefonları içine bıraktıktan sonra odadan dışarı bedenimi atıp kilitledim kapıyı. Zira bir kez daha odama bir anda dalıp acaba dinleme cihazı var mı diye alelacele ortalığı kolaçan eden farklı tipte bir Gizay’la kalp krizi geçirmek istemiyordum. Kilitten emin olarak asansöre ilerlediğimde babamın da beklediğini görerek derin bir nefes alıp yanında durdum.

‘Spora gideceğim haberin olsun.’ Mırıldanıp bıkkınlıkla gelen asansör kabinine adım attığımda başını olumluca salladığını fark ettim.

‘O herifle ne zaman konuşacaksın?’

‘Bir haftadır ne halde olduğumu bir tek sen biliyorsun. Dışarı adım atmadım-’

‘Neyse ne, adınız yan yana anılmasın. Bir an önce hallet.’ Otoparka geldiğimizde kapıların açılmasıyla yanımdan geçip gitmesine göz devirdim. Yaranılmıyordu ki adama. Üvey çocuğuydum herhalde, yani bu düşünce bana davranışlarıyla örtüşebilecek tek opsiyondu. İstediğini yapmış şirkete bile düşmüştüm, daha ötesi yoktu durumun.

Arabama ilerleyerek koltuğa yerleştiğimde bomboş otoparkla derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Kontağı çevirip park ettiğim alandan çıkarken tek dileğim Noyan’ın bir an önce dönmesiydi. Tek parça, hasarsız şekilde. Gerçi dönse ne halt yiyecektim ki. Bir de tüm olanların üzerine onun döneceği tarihin net olmaması iyice sıkıyordu canımı.

Düşündükçe içim kararsa da en azından tutunacağım dal Gizay’la eskisi gibi kavga edebilmekti. Minimum iki saat o koca gövdesiyle cebelleşsem içimdeki karanlığın esamesi okunmaz hale gelirdi. Serumla toparlandım der bir savaşın ortasına atardım kendimi, parmağım da gözüne fazla batmazsa en azından sinirimi çıkarırım. Gözden kaçıracağı bir noktada değildi fakat kontrollü davranıp sadece benim hamle yapmama müsaade edeceğinden emindim ve bir ihtimal kafamı falan çarparak olan biteni görmeyecek kadar uzun süre uyurdum. Olamaz mıydı yani?

Bu aralar standartlarım gereği yaptıklarımı göz önüne alırsak aklımın bir yerlerine okula gitmeyi de sıkıştırmalıydım. Son birkaç günde tezim için hocamın yorumları yüzümü güldüren tek şey olmuştu, ki belki de anlamsızca minnet borcu hissetmemin sebebi buydu fakülteme karşı. O okul ne zaman düştüm desem bana iyi bir haber veriyordu. Elbette benim çabalarım sayesinde o haberleri alabiliyordum ancak yine de umut ışığı var dedirtiyordu bana.

Bakışlarım dikiz aynasından sarkan zarfı bulduğunda yüzümde yine o aptal gülüş gelip yerleşti. Bir idealim vardı, öyle veya böyle ben önlüğü giyip, gerçekten de insanların hayatını kurtaracak bir kadın olacaktım ve Noyan’ın gönderdiği nota ne zaman baksam çıktığım yer şirket otoparkı bile olsa inancım yenileniyordu. Noyan’ın artık hayatımda olmayacağının bilincinde olsam bile.

Trafiğin canıma bezdirme politikasına son on dakika sabrım kala arabayı spor salonunun otoparkına yerleştirdiğimde şükür çektim. İnsanların bir kısmı işten evlerine dönseler de büyük bir kısmı gece hayatına ilerliyordu ve felç şekilde olan yolda inip yürümeye kalksam yine ilerleyemezdim. Bagajdan spor çantamı alarak basamakları tırmandığımda turnikeden geçerek vitamin barda oturan Gizay’a gülümsedim.

‘Üzerimi değiştirip geliyorum.’

‘Değiştirme.’ Başıyla merdivenleri işaret ettiğinde kaşlarımı çatıp baksam da takip ettim. Ben ne olduğunu bilemesem de önce bir kat, ardından bir kat daha indiğimizde Noyan’ın söylediği şey aklıma geldi. Ben yoksam veya iznim yoksa giremezsin içeri, deneme.

‘Noyan giremezsin demişti.’ Diyerek Gizay’a döndüğümde çatık kaşlarla baktığı saçlarımı onun görmeyeceği şekilde omuzuma toparlamaya çalıştım.

‘O Noyan’sa bende Gizay’ım.’ Çenesiyle girdiğimiz odadaki adama şalter kapağını işaret ettiğinde adam anında açmıştı ki önce Gizay ardından da ben girdik içeri. Bakışlarım etrafta gezerken gözlerim salonun diğer ucundaki açılan kapıyı bulduğunda şaşkınlıkla büyüdü gözlerim.

‘Noyan!’ üzerindeki kot pantolon ve siyah tişörtle tebessüm ederek bana doğru yaklaşmaya başladığında kaskatı kalmış vücudumla beraber ellerim titremeye başladı. Muhtemelen durumun şokunda olduğumu düşündüğü için hızlı adımlarla yanıma ulaşıp belime sarıldığında havalanan ayaklarımla kollarım boynuna dolaştı. Belimi sıkıca saran kolu ve boynuma gömülen burnuyla derince nefeslendim. Çıra kokusu, derinden gelen, bir insana ancak bu kadar yakışır dediğim çıra kokusu. Kopmam gereken, uzaklaşmam gereken o dinginleştiren his…

‘Abi yavaş be!’ Gizay’ın isyankâr sesiyle yere değen parmak uçlarımla bedenimi çekip çatık kaşlarla ona baktım.

‘Karışma Gizay!’ seslenişi ona da olsa bakışları bendeydi. Bende ve saçlarımda. Gizay’ın çözmeye çalıştığı o detayı saniyeler içinde fark etmişti sanırım.

‘Ne karışma! Dikişin var!’ kaşlarım daha çok çatıldığında artık büyümüş gözlerim de Noyan’ın üzerindeydi.

‘Ne oldu!’

‘Yok bir şey. Panik yapacak bir olay yok, Gizay büyütüyor.’ Sesindeki irdeleyici tavır benim bile içime işlerken Noyan elimi tuttu anında.

‘Hadi gidelim.’ Derken kaskatıydı sesinin tonu.

‘Dur bir dakika, ne oldu, ne dikişi, Gizay neyi büyütüyor?’ Desem de zihnimde yankılanan tehdit yüzünden göğsümün orta yerinde bir acı hissettim. Yapmış olamazdı öyle değil mi? Henüz bir hamlem olmamışken Noyan’a zarar verdirmiş olamazdı… Neyden bahsediyordum ben! Kendi kızını nemli, karanlık bir odaya nedensizce kapatan herif her haltı yapardı. Bir yandan yüreğimin korkuyla kavruluyor olduğu gerçekler söz konusuydu, diğer taraftan bu uzaklığın tüm bedenime vuracağı prangalar canımı yakıyordu.

‘Bir şey yok dedim ya, hadi.’ Tekrar çaba harcadığında bu kez direnmeden takip ettim onu.

‘Zorlama kendini!’ Arkamızdan Gizay’ın bağrışını pek umursadığı söylenemezdi, hatta yok bayağı takmıyordu, sanki kaçırır gibi hızlı adımlarla ilerliyordu. Geldiği kapıdan çıktığımızda uzun bir koridora girerek ilerlemeye başlamıştık ki köşeyi döndüğümüzde demir kapının açılmasıyla farklı bir otoparka çıktığımızı fark ettim. Noyan bir dakika durmadan ilerlemeye devam ederken arabanın kilidini açtığında sesimi çıkarmadan stop lambaları yanan arabaya yerleştim. Noyan’da kendi koltuğuna yerleştiğinde sanırım sorularıma cevap bulacağım zaman dilimindeydik.

‘Ne oldu söylemeyecek misin?’

‘Sakin bir yere gidelim anlatırım. İyi misin sen? Saçların?’ arabayı çalıştırıp gözlerini üzerime çevirdiğinde başımı sallamak üzereydim ki kaşları çatıldı, ‘Parmağına ne oldu?’ az önce bir nebze gergin olan sesi artık cinai bir tondaydı. Gözleri kısılırken hala parmağıma odaklı olan hali usulca yüzüme döndüğünde çenesindeki kasın seğirmesini dahi gözle görebiliyordum.

‘Kapıya sıkıştı.’ Cevabım yeterli gelmemiş olacak ki tek kaşını havalandırdı bu kez.

‘Konuşacağız…’ dili alt dudağının üzerine usulca gezerken çalıştırdığı arabayı park alanından çıkarıp parmaklarını parmaklarım arasına kenetlediğinde başımı usulca salladım. İyi değildim, konuşacak bir şey de yoktu bu konuda çünkü gerçekleri bilmeyecekti fakat bunu bilmesi de bir önem teşkil etmiyordu. Saçlarım konusunda da tek kelime etmeye niyetim yoktu. Hele parmağım üzerine söylediğim yalanın topunu asla geri çevirmezdim, çünkü kıyamet istemiyordum. Belki sıkılıp kestirdim derdim saçlarım için, sonra da modelini sevmedim ve postiş taktım diye bahane bulurdum. Bu kaos, yıkım veya her ne ise tehir olmalıydı.

‘İyiyim. Ben iyiyim de Gizay endişeliydi, çok mu kötü?’

‘Boş yapıyor ya, gereksiz telaş onunki.’ Birinin vücuduna atılan dikiş ne kadar gereksiz olabilirdi acaba? Çünkü genelde gereksiz olmadığı için yaraya dikiş atılırdı. Bakışlarımı bedeninde gezdirdiğimde görünürde herhangi bir şey olmasa da direksiyonu diziyle tutup tişörtünün sağ tarafını çekiştirdiğinde kaşlarımı havalandırdım. O tekrar direksiyonu tutarken boşta kalan elimle tişörtünü kaldırdığımda rahatsızca kıpırdansa da gözlerim yuvalarından fırlayacak hale gelmişti. Beyaz gazlı bezin neredeyse tamamı kırmızıya boyanmak üzereydi.

‘Kenara çek arabayı! Kanaman var!’ telaşla bağırdığımdan olsa gerek şaşkın bakışları bir an yoldan kopup bana dönse de önemsiz görerek açık tuttuğum tişörtünü kapattı. Arabanın gövdesine asılı telefonu alıp bir şeylerle uğraştıktan sonra tekrar yerine bıraktığında derin bir solukla gülümseme çabasına girdi. Fakat o kadar gülümsemeden uzaktı ki iyi olduğuna dair inancım gittikçe azalıyordu.

‘Atmadı merak etme, zorlandı sadece. Dikiş atsa hissederdim.’

‘Saçmalama Noyan, kanaman var, çoğalabilir. Çek arabayı sağa, bakayım sonra gideriz.’

‘Deran sakin ol. İyiyim.’

‘Ya çeksene! Çıldırtma beni!’ yok benim kesinlikle ayarım bozulmuştu. Hali hazırda bunca şey varken, zaten gerginken bir de bu halde olması... Hatta o kadar bozulmuştu ki dibimde duran adam kilometrelerce uzaktaymış gibi bağırıyordum. Üstelik yüksek sesi ve kavgayı sevmeyen ben yapıyordum bunu. Hala sürmeye devam ettiğini fark edince titreyen elimi tekrar tişörtüne attım.

‘Deran! Sakin ol!’ diyerek tişörtünü sıyıran elimi avucunun içine alsa da sakinleşemiyordum. Uyarı mıydı bu? Zeren İmerler sadece uyarmak, bundan daha fazlasını yapabileceğini, öyle yakın olduğunu göstermek için mi yapmıştı?

‘Kanaman var diyorum! Ciddi olabilir! Ya çek sağa bakayım ya da böyle kontrol edeyim!’

‘İyiyim! Saçlarına ne oldu senin!’ bağırmasa da bariton ve baskın çıkan sesine göre mis gibi bir düzen diyebilir miydik buna? Elbette diyebilirdik, adamın sinir ve asabiyeti resmen bulaşıcıydı, ya da önce ben patladığıma göre benimki de bulaşıcı olabilirdi. Ve bu durumdayken hala saçımdan bahsediyordu. İnanılacak gibi değildi olduğumuz hal.

‘İyi misin demiyorum! Bakacağım diyorum!’ uzman önlüğünü giymeden cerrahlığa soyunmam için kafamdaki küçük insancıklar beni alkışlarken arabanın sarsıntısıyla ormanın içine girdiğimizi fark etmiştim ki çok geçmeden arabayı durdurarak el frenini çekti Noyan. Koltuğunu geriye doğru yatırıp üzerindeki tişörtü bir çırpıda çıkardıktan sonra koltuğa düşen silahını umursamadan yarasının üzerindeki gazlı bezi tek hamlede çıkardı. Manyaklıktı bu, net manyaklıktı!

‘Sikeyim böyle işi!’ acı çektiğini belli etmek istemeyen haliyle dişlerini sıkıp mırıldandığında etrafa bakınsam da temiz bir şey yoktu. Elimi koltuğun altına atıp herhangi bir çanta aradığımda yine bulamamış olmamın sıkıntısıyla açtım kapıyı ki Noyan anında yakaladı bileğimi.

‘İnme aşağıya.’ Derken yüzünde olabildiğince net bir emir vardı fakat bu tavrına anlam veremiyordum.

‘İlk yardım çantasını alacağım bagajdan.’ Bir kez daha atağa geçsem de bileğimdeki eli çekilmemiş, diğer eliyle açtığım kapıyı tutmuştu.

‘Ben alırım.’

‘Saçma sapan konuşma vallahi geriliyorum.’ Daha ne kadar gerilebilirdim acaba. Sinir katsayım, herhangi bir hastanede görev almıyor olmama rağmen doktor kesilmem, telaştan titreyen ellerim, gerçekten daha ne kadar gerilebilirdim? Resmen kavga etmeye yer arar pozisyondaydım. Kapımı uzanıp hızlıca çektiği gibi kendisi indiğinde kaşlarımı çatarak bende inip derin bir nefes alarak arka tarafı dolaştım. Bagajı açıp onlarca kıyafete baktığında bende onun gibi bakıyordum ancak bir terslik vardı, Noyan bileğimi yakalamış diğer elinin işaret parmağını dudaklarının üzerine bastırarak gözlerini gözlerime dikmişti. Olduğum yerde donup kalırken dudaklarımı aralasam da kaşlarını havalandırarak başını sağa sola salladığında bileğimdeki elini çekip beline götürdü.

Sıkıntıyla buruşan yüzüyle bu defa bedenimi sardığında henüz ne olduğunu anlamasam da beni yere yatırmış bir anda üzerime kapanmıştı. Başımı sımsıkı göğsüne basarken duyduğum seslerin gerçek olmamasını diledim. Öyle bir diledim ki dakikada belki de elli kere yalvarmış olabilirim içimden. Gece karanlığında arabanın stop lambaları dahil olmak üzere ortalıkta en ufak ışık yokken dahi gözlerimi kısacık bir an açarken aslında sürekli parlayan ufak şeyler olduğunu görerek korkuyla titredim. Dibimde çınlama sesleri vardı, dibimde arabanın metal yüzeyine çarpıp tiz sesler çıkaran kurşun sesleri vardı.

‘Korkma, korkma geçecek birazdan.’ Bazen ortalık gümbür gümbür müzikle doluyken sadece kafanızdaki ses kalırdı. Haricinde tek bir şey duymaz, hissetmez, hatta algılayamazdınız bile. Sanki tüm insanlar sizinle konuşsa bile kocaman boşlukta kalırdı ya bu da öyle bir durumdu. Etraftan bir sürü silah sesi geliyor, arabaya isabet ettiklerinde küfür ettirecek kadar iğrenç bir tını çıkarıyordu ancak ben sadece başımı ve bedenimi sıkıca kavramış adamın beni telkin edişine odaklanabiliyordum.

Bedenim benimle miydi, gerçekten bunlar yaşanıyor muydu, hiç ama hiçbir fikrim yoktu. Sadece Noyan’ın göğsüne saklamaya çabaladığı başım, ciğerlerime dolan çıra kokusu ve kalp atışları vardı. Başımı göğsüne sabitleyen eli böyle bir anda dahi saçlarımı okşuyordu.

‘Deran sakinleş… Sakinleş, arabaya yaklaştıracağım seni.’ Başımı zorlukla salladığımda hala bedenimi saran kolu daha da sıkılaşmış olduğu yerden kalkmadan sürükleyerek diğer tarafa götürme çabasına girmişti. Yardımcı olmaya çabalasam da kaslarım işlevini yitirmişken pek mümkün olmuyordu. Noyan’ın dudakları arasından firar eden kaçıncı küfürdü bilmiyorum ama bedenimin atılır gibi bırakıldığını hissettiğimde başımı kaldırmak üzereyken sertçe bastırdı.

‘Sakın! Sakın kaldırma başını.’

‘Noyan…’ fısıltım boğazımı parçalarken tebessüm ederek baktığında derin bir nefes almaya çabaladım. O an gözümün gördüğü koltuk ile bardaklık arasında sıkışmış parlak cisimdi. Elimi uzatıp anında aldığımda gözlerimi de Noyan’a çevirdim elimdekiyle beraber.

‘Başını kaldırmıyorsun, asla ama asla! Geri döndüğümde saçların ve parmağın için makul bir neden söylersen sevinirim. Ve bir de müzik aç.’ dedikten sonra başımın üzerine dudaklarını bastırdı.

‘Gitme!’ üzerimden çekilmek üzere olan elini yakaladığımda güç vermek istercesine parmaklarını sıkılaştırıp gülümsedi. Gitmemeliydi, eğer ki bu iş Zeren İmerler’e aitse kesinlikle gitmemeliydi. Fakat gülümsemesi öyle korkutucuydu ki o havada uçuşan kurşunlar dahi donabilirlerdi. Gözlerinde şimdiye kadar kimsede rastlamadığım bir ifade vardı, damarlarımdaki kanın dahi donmasını sağlayacak kadar sert bir ifade.

‘Korkma, sakın korkma ve dediklerimi yap. Bir şey olmayacak, söz veriyorum. Saçlarına ve parmağına ne sebep olduysa onun ruhunu dahi parçalamadan bana bir şey olmayacak.’ Parmakları parmaklarımın arasından koparken kapı da gürültüyle kapatıldı. Dediklerini düşünmeye çalışıyordum, sahi ne demişti, başını asla kaldırma, kaldırmıyordum zaten. Bu ortamda dahi saçların ve parmağın demişti. Bahane bulmam zor değildi bu konuda. Peki başka? Bir de müzik! Müzik aç demişti. Bunun ne faydası olacağını bilemesem de arka koltuktan zorlukla uzanıp radyoya bastığımda kısık olan sesi zorlukla yükseltip iki elimle kulaklarımı kapattım. Cenin pozisyonu alırken kendimi rahatlatmam gerektiğinin farkındaydım.

Çam ağaçlarını ve upuzun patika yolu düşünmeliydim. Bir sürü çam ağaçları, ormandaydık! Kahretsin zaten ormandaydık! Çam ağaçları bir halta yaramayacaktı! İki elimle kapattığım kulaklarımı bir an açmadan gözlerimi araladığımda Noyan’ın siyah tişörtünü çekip aldım. Tekrar elimi kulağıma yaslayıp dudaklarımı ıslattım. Kalbimi sakinleştirmezsem kriz geçirerek ölecektim. Çıra kokusu tüm genzimi esir aldığında beni herhangi bir ataktan kurtaracak anahtarı bulmuş gibi doldurdum ciğerlerime.

Kaç dakika geçmişti bilmiyorum ama bana saatler gibi gelmişti. Başımın üstünde kalan kapının açıldığını arabanın hareket etmesinden hissettiğimde gözlerimi sıkıca kapatsam da güçlü bir çift elin kollarımın altından tutarak bedenimi çekmesiyle çırpındım.

‘Bırak!’

‘Şttt… Benim, geçti…’ başım sıcak göğsüne yaslandığında az önceye oranla daha da yoğunlaşan çıra kokusuyla saçlarımın arasındaki parmakları sanki ufak bir çocuğu dinginleştirmeye çalışır gibiydi ki gözyaşlarım bir anda bıraktılar kendilerini. Bu kadar sabretmiş olmalarına şaşmalıydım. Hayatımda ilk kez patlayan silahlar arasında kalıyordum ve ellerimi kulaklarıma ne kadar sert bastırdıysam rahatça bıraktığımda titremeye başlamıştı. Bu kadar dramı bağıra çağıra ağlamadan uzun süre kaldırmıştım ve şimdi sabrım yoktu.

‘Var mı yaranız?’ gözyaşlarım arasında Denker abinin sesini işittiğimde tüm vücudumun titremesine rağmen sırtımdaki kollar gevşemiş Noyan omuzlarımın biraz altından tutarak geriye çekilmemi sağlamıştı.

‘Deran, seni kontrol etmeme izin ver.’ Elleri bedenimde milim milim gezinirken başımı güçlükle göğsünden çektiğinde puslu mavileri gecenin zifiri karanlığına rağmen gözlerime odaklıydı. Korkuyla bir şeyim olup olmadığını sormak istercesine bakarken iç çektiğimde tamamen kontrol etmiş olacak ki rahatlamış nefesini bırakıp başımın iki yanını tutarak gülümsemeye çalıştı.

‘Yok abi, sağlamız.’

‘Sana takip edilirsin dedim! Ne diye duruyorsun ki!’ Gizay’ın bağrışına ben irkilsem de Noyan bir an bakışlarını benden çekmedi. Gözlerimin altını baş parmaklarıyla temizlediğinde bir kez daha iç çekmemle gülümseyip kapattı dudaklarımın üzerini.

‘Öleceksin en sonunda o olacak! Sıcak hat üzerinde yürüyor ama çıplak ayak! Sikeyim yapacağın işi!’ onun isyanı devam ederken dudakları dudaklarımdan koptuğunda alnını alnıma yaslayarak baktı gözlerime. Beni benden alıp zamandan soyutlarcasına olan haline bittabi dalıp gidiyordum. Zamanı olduğum yerden kovuyordu Noyan. Dakikalar önce bakışlarında sinkaf dolu ifade vardı, şimdi ise nedamet. İkimiz varken akış duruyordu. Sadece gözlerine bakıp kötü olanları silebiliyordum. Ama bu sadece koca bir iptila olarak canımı yakacak bir husustu.

‘Kes sesini artık Gizay, bağırıp durma.’ Noyan dişleri arasından küfür eder gibi mırıldandığında güç vermek, iyi olduğunu ve bittiğini açıklamak istercesine bakmaya devam etti.

‘Bağırıp durmaymış! Ölüyordunuz anasını satayım! Ölüyordunuz!’

‘Gizay yeter!’ Denker abinin kükremesini duyduğumda sertçe yutkunmuştum ki kendine gelmeye başlayan kalp atışlarıma şükür ettim. Az önce kalp krizinden ölürken şimdi Noyan’la öpüşüyordum ve ben kesinlikle iyi değildim. Alınlarımızın ayrılmasını sağladığımda harelerim hala Noyan’ın geceye bulanmış bakışlarındaydı.

‘Hadi toparlanalım eve geçelim. Deran, iyi misin kızım?’ sırtımda Denker abinin elini hissettiğimde konuşmak için ağzımı açacak olsam da boğazımdaki zorlu yutkunma yüzünden vazgeçip başımı olumluca salladığımda çatık kaşları usulca düzeldi. Denker abi yanımızdan ayrılırken Noyan’ın dudakları bu kez alnıma değmiş ve usulca ön kapıyı açmıştı ki bagaj kapısının gürültüyle kapanmasıyla yeniden sıçradım. Tüm gün sıçrayabilirdim muhtemelen, hiçte garipsemezdim.

‘Bagaj, sadece bagaj. Geç hadi.’ Açtığı kapıdan koltuğa oturduğumda üzerime eğilip kemerimi takarak kapıyı kapattı. Arabanın çeviresini dolaşıp kendi koltuğuna yerleştiğinde gözleri de yeninden beni buldu.

‘İki kelime söyle hadi, iyi olduğundan emin olayım. Buldun mu saçların ve parmağın için bir bahane?’ Dilimi yuttuğumu düşünme olasılığı büyük bir ihtimaldi fakat ben tekrar bir ağlama krizine girmemek adına sessizliğimi koruyordum. Bir kez daha sertçe yutkunduğumda hızlıca kapıya dönüp su şişesi aldığı gibi kapağını açıp dudaklarıma yasladı. Şişeyi titreyen ellerimle alıp tepeme diktiğimde tamamının bitmesiyle derin bir nefes aldım.

‘İyiyim, gerçekten iyiyim. Saçlarımdan sıkıldım, kestirince de sevmedim, ondan böyle. Parmağımda kapıya sıkıştı, başka bir şey yok.’ Diyerek başımı sağa sola salladığımda dizlerimdeki tişörtünü alıp giydi anında.

‘Eminsin, çarpıntın yok, ağrıyan herhangi bir yerin yok, göğsün sıkışmıyor?’ bahanelerime inanmamış gibi tek kaşını havalandırsa da daha fazla üzerime şu an gelmek istemedi belki de.

‘Eminim, hiçbiri yok.’ Başını olumluca salladığında girdiğimiz alandan çıkmak için arabayı çalıştırdı. Bakışlarım ön pencereye dönerken saplanmış kurşunu fark ederek gözlerimi tekrar Noyan’a çevirdim. Bundan sonra alfabemden k harfini çıkarma olasılığım var ise feragat ediyordum. K harfi olmasındı, bundan sonra duymayayım böylece kurşun kelimesi de kaybolsundu.

Girdiğimiz taşlı yolda Noyan’ın eli göğsüme yerleştiğinde kaşlarımı havalandırsam da gülümseyerek durdurdu arabayı. Gözleri bana dönerken gülümsemesi de hala yüzündeydi.

‘Az önce farkında olmasan da kalbin çok fena çarpıyordu ama sakinleşmişsin.’

‘O kadar yaylım ateşi arasında kimin kalbi hızlanmaz ki?’ yüzüm buruşturup şaşkınlıkla mırıldandığımda dudaklarını ıslatarak başıyla dışarıyı işaret ettiğinde kemerimi çıkarıp indim aşağıya. Bizimle beraber onlarca araçta taşlık alana girip bir bir park etmeye başlamıştı. Çakılların arasına gömülen topuklarımla beraber eğilip hala ayağımda olmasına inanamadığım ayakkabılardan kurtulduğum gibi arabanın içine atıp kapıyı örttüm.

‘E bebeklerindi onlar senin? Fırlatıp attın.’ Gizay’ın şaşkın sesine bakışlarımı çevirdiğimde omuz silkip ilerlemeye başladım.

‘Sikeyim bebeklerimi!’ dumur olma sırası onlardaydı. Çünkü görünüşüme yakışmayacak şekilde onların dilleri ruhumu esir aldığından olsa gerek oldukları yerde kaldıklarında yüzüme çarpan sert deniz havasını ciğerlerime doldurdum. Arkamda kalan üç bedenin kahkaha attığını duyuyordum fakat gerçekten Gizay gibi, Sikeyim yapacağınız işi! diye bağırasım vardı.

Neredeydik, sahilde ne yapıyorduk, az önce ne olmuştu, zerre fikrim olmamasına karşı denize doğru ilerlemeye başladığımda ayaklarıma değen buz gibi suyla bedenimi taşların üzerine bıraktım. Bacaklarımı öne doğru uzatıp arkamdaki ne yaptığımı şaşkınlıkla izleyen üç adama döndüğümde derin bir nefes daha aldım. Herhalde koşarak suya atlayacağımı falan düşünüyorlardı kendileri. Tekrar baktığımda ne yaptığımı inceler halde kalakalmış hallerini görerek denize dönüp ellerimi arkama yaslayıp derin nefeslerime devam ettim.

‘Sinirleri bozuldu, siz eve girin hadi.’ Noyan’ın konuşmasını duysam da ben durgun halime ara verme niyetinde değildim. Bu olanların sonrasında çok gözyaşı dökecektim, içim avaz avaz bağırırken çok susacaktım fakat şimdi yapmam gerekeni yapacaktım. Ağlayamazdım çünkü kotam ağzına kadar doluydu ve asla ağlamak istemiyordum. Ellerimden aldığım desteği keserek tamamen yere yattığımda Noyan usulca baş ucuma oturup başımı kaldırıp dizlerine yasladı. O an film koptu bende çünkü içten içe ağlamayacağım diye telkin etmem bir işe yaramamış, alenen bağırır gibi ağlamaya başlamıştım. Sıyırmıştım, aklımı kaybetmiştim, çünkü çıkış kapım yoktu ve çok geçmiş olsundu.

‘Bağır hadi.’ gözyaşlarım şakaklarımdan saçlarıma kadar yol çizerken, saçlarımın arasında dolaşan parmaklarıyla yan dönüp Noyan’ın karnına yüzümü gömdüm. Gülmek, ağlamak veya herhangi bir duygu durumu, tüm hepsinin bir tarafına tekme atmak istiyordum. Ben güçsüz değildim, zayıf asla değildim fakat kurşunların arasında da milyonlarca kez kalmamıştım. O kurşunlar sevdiğim insanı hedef almamıştı. Ben bir insanı sevmeyi bu zamana kadar bırakmıştım! Sevdiğim insandan defalarca ayrı kalma mecburiyetim olmuştu ancak hiçbiri o yaşasın diye değildi. Noyan, Gizay veya Denker abi, hatta Şanze bile bu konuda statü sahibi olabilirdi ama ben değildim.

Niye ağlamak ve aynı zamanda olan biteni düşünmek bu kadar güçlü hissettiriyordu zerre fikrim yoktu. Fakat ben yapmaya devam ettim. Dakikalarca buz gibi duran Noyan yanımdayken ve başım dizlerine yaslıyken nefesim kesilircesine ağladım. Karnının sağ tarafındaki ufak kan lekeleri olan tişörtünün farklı rengini görüp biraz sakinleşen gözyaşlarıma yeni hıçkırıklar ekledim. Artık akacak gözyaşım kalmadığında ise başımı gömdüğüm karın kaslarından çevirip gökyüzüne bakarak iç çektim. Sanırım Noyan’ın beni terk etme vakti gelmişti ve benim bir şey yapmama mahal kalmamıştı, çünkü ifadesizlik bir o kadar sıfatından akarken gözleri bitti mi dercesine bakıyordu.

‘Bağırmayacak mısın? Çığlık falan en azından?’ kaşlarımı çatıp yüzüne bakmaya başladığımda dudakları ufak bir tebessümle kıvrıldı.

‘Ölmeden bir dakika önce haberin olsa bunu yapacağını söylemiştin, tam ortamı bence.’ Olay örgüsü içinde tek deli ben olmadığım için huzura bulanabilirdim fakat Noyan gözlerini denize çevirip bir elini arkasındaki taşlara yaslayıp destek alarak diğer eliyle yerdeki taşlardan aldı. Usulca doğrulup bağdaş kurduğumda destek aldığı elini çekip karnıma doğru sararak sırtımın göğsüne yaslanmasını sağladığında sağ bacağı da yanımdan uzanmıştı. Bir bir avucundaki taşları denize fırlatmaya başladı. Gece karanlığında ay ışığının vurduğu denizde taşlar minimum iki kez sekerken bir taş daha alıp fırlattıktan sonra ileriyi işaret etti.

‘Denize taş attığımda içinde birikiyor.’

‘Ne?’

‘Diyorum ki, farz et bu attıklarım sıkıntı, o deniz de sensin. Ben her taş atmamda içinde kalıyor. Ağırlar, öyle dalgayla tekrar sahile vuramazlar. Dibe çöküyorlar.’ Kaşlarımı havalandırdığımda çenesini omuzuma yaslayıp bacağının diğer tekini de uzatarak iyice sokuldu bedenime.

‘Duruma metafor olarak bakacak olursak belki kısa vadede bir halt olmaz ama seneler, asırlar, hatta milatlar sonra o deniz yükselir. Önce sahile taşar, sonra evi yutar, daha sonra tüm şehri ve ülkeyi.’ Atmaya devam ettiği taşların suya gömülüşlerini izlediğimde derin bir nefes aldı, ‘Sen kendine bunu yapıyorsun işte.’

‘Sen de ağlamıyorsun ama.’ Omuz silktiğimde yan bir bakış atsam da tebessüm ederek o koca kara suyu izlemeye devam etti.

‘Ben üzülmem ki.’

‘Hiç mi?’

‘En son on sekiz yaşımdaydım üzüldüğümde, onda da ağladım zaten, tutmadım yani içimde. Senin aşırı reaksiyon göstermen bu yüzden.’

‘Ne için üzüldün o zaman?’ yanağıma sıkıca dudaklarını bastırdığında iç çekip gülümsemeye çabaladı. Kırgınlık geçiyordu gözlerinde, önü arkası toplanmamış, öylece bırakılmış bir kırgınlık. O kurşunların arasında bakan Noyan’dan çok daha farklı bir adam vardı. O ateş hattında Noyan tamamen yok olmuştu fakat şu an benim bildiğim, tanımaya başladığım Noyan vardı.

‘Boş ver. O günden sonra hatırlamıyorum artık. Geride bıraktım.’

‘Nasıl yani, o kadar kolay mı hüzünlerini geride bırakmak?’ kaşlarım tekrar çatılırken Noyan önce kendisi kalktı taşlık zeminden ardından da sanki sıfır etkim varmışçasına boş bir çantaymışım gibi belimden beni de tutup kaldırdı.

‘Hüzünler trafik kazası gibidir.’ Bedenlerimizi birbirine yasladığında kaşlarımı havalandırıp puslu gözlerini inceledim. Derin bakışlarını, aslında o bakışlarda geçen izah edilmeyecek onlarca açıklamayı…

‘Bir anda olur, kayıplar ve hasarlar bırakır, sonra unutulurlar. Her canımı sıkan olayı hatırlarsam kafayı yerim ben.’

‘Noyan…’ diyerek mırıldandığımda tebessüm eden hali kendini gösterdiğinde sırtımdaki parmaklarını hareket ettirdi. Usul dokunuşları aslında ne kadar derine işliyordu haberi olmadan yaptı, defalarca parmakları sırtımı okşarken ben bir adama doğru çekilmekten alıkoyamadım kendimi. Bilmediğim hisler içerisinde yok olurken artık gerçekten ben miydim emin bile olamıyordum. Fakat o rezil darbeyi yapmak için araladım dudaklarımı, ‘Yapamayacağım...’ derken kendime bile inanamazken sesim dümdüz çıkmıştı. Sırtımdaki parmakları duraksadığında yüzünden silinen tebessümü bir oldu.

‘Neyi?’ o kadar şaşkındı ki cevabını bildiği halde sorduğu sorunun ona acı çektirdiğini görebiliyordum.

‘Devam edemeyeceğim, ben…’ derken derin bir nefes alma ihtiyacıyla duraksadım, ‘Ben bu hayata ait değilim, bunun içinde kalamam, yapamam, yaşayamam.’ Titreyen gözlerini engellemek adına göz kapaklarını örterken dudaklarını da sıkıca birbirine bastırdı.

‘Yemek hazır!’ Gizay’ın seslenişiyle bakışlarım yan tarafımızdaki kalan evin balkonuna döndüğünde onun çatılmış kaşlarıyla ikimize baktığını fark ettim.

‘Bitirmek mi istiyorsun?’ diyen Noyan’la gözlerim tekrar onu bulduğunda başımı onay verircesine salladığımda sağ elini boğazına götürüp o görünmez elden kurtulmaya çabaladı, fakat bir anda çekip sol omuzuna doğru götürerek sırtını kaşıdığında içine sığmayan oksijenle titrek bir nefes çekme çabasına girdi.

‘Bu tekrar olmayacak Deran, elimden geleni yapacağım tekrar et-‘ cümlesini göğsüne yerleştirdiğim elimle keserken başımı usulca sağa sola salladım.

‘Bu senin hayatın ve ben buraya ait değilim.’ Vücudumun uzuvlarını söküyorlar gibi hissediyordum. İçim titrese de cümlelerimde ufacık bir pürüz yokken karşımdaki duvara sert darbeler vurmak tüm bedenimin parçalanmasına neden oluyordu. İnsan acının en dibe vurduğu yerde dakikalarca kalır mıydı? İkimiz de kalmıştık. Ne bir adım geri, ne de bir adım ileriye hareket edemeden öylece bizi kendiyle dibe çekişini izliyorduk. Gözleri okyanus kadar derin bakan Noyan yok olmaya başlıyordu. Aklında kurduğu onlarca düş intihar ediyordu ve belki de vazgeçtiği çoğu şey tek bir cümleyle yok olup gidiyordu. En azından benim için öyleydi… Bakışları o ormanın içinde yok ettiği Noyan’a dönüşüyordu, kayboluyor, kendini okumamı engelliyor, bomboş bir tablonun çerçevesi gibi bakıyordu. İçine asla bir sanat eseri yerleşmemiş gibi.

Kimdi bu adam? Tanımadığım bir ruh, tanıdığım bir bedene nasıl da bir anda yerleşebiliyordu. Az önce yutkunamayan gırtlağı bile dinginleşmiş, sanki günlük bir konuşmanın içindeymiş gibi rahat olan bu adam kimdi? Artık o adamı da tanıyamayacaktım. Artık o puslu mavilerin arasında yoktu Noyan ve ben bunu o sıcak hat dışında görebilme ihtimalimi hiç aklıma getirmemiştim.

Bölüm : 30.01.2025 20:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...