
⭐️Bölümümüzü yıldızlamayı ve yorum yapmayı unutmayınız⭐️
⚔️
63 gün önce
Yazarın anlatımıyla,
İCO’nun en donanımlı ve kapsamlı tesislerinden biri olan, teknolojisinin temellerinin atıldığı o tesisteydi Doğa Taşkıran. Abisi Servet Taşkıran da öyle. Onlara verilen emir üzerine aylardır üzerlerinde çalıştıkları projenin kontrolü için buradaydılar. Doğa, büyük camekan odadaki bakışlarını abisine çevirdi. Aynı anda camekan odadan çıkan beyaz önlüklü Tıp mühendisi Alex onlara doğru ilerlemeye başladı. İki kardeşin de bakışları o tarafa dönünce Alex saygıyla başını eğdi.
“Efendim,” dedi hafif ingiliz aksanlı türkçesiyle. Sonra bakışlarını onlara çevirdi. “Efendim, verilen örneklerin DNA’sıyla birebir aynı ürettiğimiz dokulardan, hücrelerden ve kemiklerden oluşturduğumuz kol ve bacağın test sonuçları.” dedikten sonra elindeki dosyayı onlara uzattı. Doğa, abisinden önce davranarak dosyayı aldı ve açtı. İkisininde bakışları dosyada gezinirken Doğa, içersinde yazan satırları kısık sesle okumaya başladı.
“...verilen DNA’ya uygun olarak üretilen kol ve bacağın DNA’sı verilen kişininkilerle birebir olarak aynı şekilde yapay ortamda üretilmiştir. Çeşitli testlerden geçirilen dokuların gerçeğiyle %100 uyumlu olduğu ve ayırt edilemeyceğini, üzerinde uygulanacak testlerde kişiye ait çıkacağını tespit ettik. Oluşturulan dokular, İCO profesörleri onayladır.” Okumayı bitirdiğinde dudağının kenarında küçük bir tebessüm oluştu. Dosyadaki bakışlarını yavaşça abisine çevirdi. Aynı anda Servet Taşkıranda bakışlarını kardeşine çevirdi. Oda gülümsedi. Sonrasında bakışları Alex’e döndü.
“Görebilir miyiz?” dedi. Alex onları başıyla onayladıktan sonra yan tarafı işaret etti. İki kardeş, hiçbir şey demeden onu takip etti. Camekan odanın içersine girdiklerinde içerdeki onlarca kişinin başları saygıyla eğildi.
Yürüyerek ilerlemeye devam ettiler. Ve odanın tam ortasında, bebek küvezine benzer bir yapının içersindeki kol ve bacağı gördüler. Küveze benzeyen fanusun etrafında oldukça büyük makineler vardı. Alex boğazını temizleyince ikisininde bakışları ona döndü. Odadaki geriye kalanlarsa, işlerine geri dönmüşlerdi.
“Bu makinelerle. buraya yapay bir vücut sistemi kuruldu bildiğiniz gibi. Bacak ve kolun kan dolaşımı, üre atımı, oksijen alımı bu makinelerle sağlanıyor. Bacak ve kol, tıpkı bir insan vücudunun parçasıymış gibi yani.” dedi. Bakışları dikkatle bacak ve kolda geziniyordu Doğa ve Servet’in.
“Vücudun tamamı?” dedi Doğa sorarcasına.
“Efendim, diğer kol ve bacak iki hafta içerisinde hazır olacaktır. Zaten bir aydır diğer çift için uğraşıyoruz. Ama asıl zor olan bir insan bedenini, kalbini ve diğer tüm organları yaratmakta. Çünkü üretilen dokular çok kısa bir süreliğine bile kansız ve oksijensiz kalsa ölür. Bu yüzden, organları ürettiğimizde her birinin yaşıyor olması gerekir. Ve hepsini üretilen gövdeye yani tüm vücuda yerleştirdiğimizde bu makinalar kan dolaşımında ve diğer işlevlerde işe yaramayacaktır.” dedi Alex. Servet’in kaşları çatıldı.
“Nasıl yani?”
“Şöyleki efendim, örneğin kan dolaşımını IEA-7 makinemizle sağladığımızda, dokulardan oluşturulmuş olan kalp çalışamayacağından ölecektir. Böbreklerde, karaciğerde… Tüm organlar, kendi görevlerini yerine getirmediğinde birkaç saat içersinde ölecektir. Yani biz, kişiyle birebir uyumlu bir vücut üretebiliriz. Ama tamamının aynı anda ölmüş gibi görünmesi için, yaşayan bir klon üretmemiz gerekir.” dedi. Doğa’nın kaşları havalandı.
“Bir, insan yaratmamız gerekecek yani. Kanlı, canlı bir insan?” dedi. Alex onu başıyla onayladı.
“Düşünebilen, konuşabilen bir insan değil tabii ki de. Bunu yapmak on yıllar sürer. Biz, bitkisel hayatta olan bir beden üreteceğiz. Beyin ölümü gerçekleşmiş ama yaşamsal fonksiyonları devam eden bir beden.” derin bir nefes aldı.
“Ve buda teorik olarak İCO imkanlarıyla, en az üç yılımızı alırdı. 1,5 senedir bu proje üzerinde çalışıyoruz, efendim. Tamamen kişiyle aynı bedeni üretmemiz için en az bir yıla daha ihtiyacımız var.” dedi. Doğa ve Servet’in bakışları hızla Alex’ döndü.
“Ne demek bir yıl?” dedi Servet.
“Bak, sizin üreteceğiniz beden İCO’nun geleceğiyle alakalı! Bir an önce bu bedene ihtiyacmız var? Beni anlayabiliyor musun, Alex?” dedi Doğa.
“Evet, evet efendim.” dedi Alex. Tam o sırada, Servet’in telefonu çalmaya başladı. Bir dakika dercesine eliyle işaret yapınca Doğa da tamam anlamında başını salladı. Servet telefonunu çıkartıp arayan kişiye baktığında babasının sağ kolu olan Alihan’ın aradığını gördü. Hızla telefonu açtı.
“Noldu Alihan abi?” dedi.
“Sangre Roja! Patlattı!” diye bağırdı Alihan.
“Ne, ne diyorsun abi?” dedi Servet. Kaşları çatılmıştı. “Teka’nın planından haberiniz yok muydu? Onu kaçırdı, hem de onun rızasıyla! Planı varmış, kahretsin! Bir sığınağı ve çiftlik tesisini patlattı!” diye bağırdı.
“Ne? Ne diyosun sen?!” diye bağırdı Servet. Doğa abisine bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Yaşayanları çıkartıyoruz, çevrede çok fazla yerleşik hayat olmadığı için henüz Türkler gelmedi!” dedi. Ve soluklandı.
“Servet, Teka’nın durumu kritik. Sangre Roja da ortalıkta yok! Manyak, kendini patlatmış resmen! Onlarca uzman öldü!” dediğinde Servet donup kaldı. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Saniyeler içerisinde kendisini toparlayıp “Babam,” dedi.
“Siz nerdesiniz?” dedi Alihan.
“Kalpteyiz,” dedi. Alex uzaklaşmıştı. Doğa ise abisini izlemeye devam ediyordu.
“Tamam, Teka’yı oraya gönderdim işte!” dedi. Servet derin bir nefes alarak kendine gelmeye çalıştı. En sonunda konuşabildiğin de “Sangre Roja nerede?” dedi bu kez. Ölemezdi, ölmemeliydi.
“Bilmiyorum, bilmiyoruz.” diye yanıtladı Alihan onu. Arkadan bağırış sesleri geliyordu, Servet orada nasıl bir kargaşa olduğunu dahi hayal edemiyordu.
“Biz oraya geliyoruz.” dedi ve telefonu kapattı. Doğa hızla söze girdi. “Abi ne oldu, kim aramış?” dedi. Servet bir kaç saniye kardeşinin yüzüne baktıktan sonra söze girdi. “Gidiyoruz, gidince anlatırım.” dedi. Bakışları, kız kardeşinden biraz arkada başı eğik bir şekilde dikilen Alex’e döndü.
“Ürettiğiniz tüm dokuları, kolu ve bacağı hemen al. Gidiyoruz.”
⚔️
Şimdiki zaman
Yazarın anlatımıyla,
Mert Kalyoncu Mardin Tugayına gelmiş, Tuğgeneral’e 52 hakkındaki düşüncesinden bahsetmişti. Yapacakları toplantıya henüz bir saat vardı, Fakat Mert yerinde duramıyordu. İçtiği içkilerin etkisi yavaş yavaş geçiyordu.
Teçhizat odasında öylece oturmuş, beklemekten başka bir şey yapmıyordu. En sonunda dayanamamış olacak ki hızla yerinden kalkarak tehçizat odasından çıktı. Tugay’ın koridorlarında hızlı hızlı yürürken gördüğü Astsubay’ı durdurdu.
“Astsubay Üstçavuş Selami Gündoğdu, Maraş. Emredin komutanım.”
“Astsubay, Ordulu olan Er, Astsubay, Subay… Kimi bulursan içtima alanına gönder. Kalyoncu komutan çağırıyor de.”
“Baş üstüne komutanım.” diyerek baş selamı verdi ve hızla uzaklaştı. Mertte içtima alanına gitti ve beklemeye başladı.
Yaklaşık on dakika kadar sonra altı asker ona doğru yaklaşmaya başladı. Üç tanesin onbaşıydı, diğer üçüyse Astsubay. En yüksek rütbeli olan öne çıktı.
“Bizi emretmişsiniz komutanım.”
“Geçin karşıma.” dedi Kalyoncu. Altı asker karşısına ip gibi dizildi.
“Hepiniz, Ordulusunuz?” dedi sorarcasına. Askerler hep bir ağızdan cevapladı. “Evet komutanım.”
“Ordu’nun neresinden?” dedi. En yüksek rütbeli olan asker konuştu. “Akkuş komutanım,” dedi. aralarındaki tek kadın oydu.
“Komutanım ben ve Sezai Gülyalılıyız.” dedi bir diğeri.
“Komutanım ben aslen Çaybaşılıyım.” dedi en sağdaki. Bir yanındaki asker konuştu.
“Ben de Çaybaşılıyım, tanır mıyım acaba seni?” dedi. Sağdaki asker başını hayır anlamında iki yana salladı. “Benim ailem Çaybaşılı ama ben Kumru da doğdum büyüdüm.” dedi. Mert birkaç saniye duraksadı.
“Ne dedin?” dedi buz gibi bir sesle. “Ailem Çaybaşılı ben Kumruda doğdum büyüdüm dedim komutanım.” dedi korkmuş bir sesle asker. O an Mert’in kafasında Armina’nın sesi yankılandı.
"Araz, hatırlıyor musun bana bir keresinde beni kumrucuya götüreceğini söylemiştin. İstanbula gittiğimizde çok iyi bir kumrucuya götüreceğini... Oraya İmha'yla beraber gidin olur mu?"
Mert hiç bir şey demeden hızla General’in odasına doğru ilerlemeye başladı. Bir şifre daha çözülmüştü, galiba artık onların nerede olduklarını biliyorlardı.
⚔️
42 gün önce
Armina’nın anlatımıyla,
Geçmiş ve gelecek arasında sıkışıp kalmış bir çocukluğum vardı. Zordu, çocuk olamamak, sevilmemek, istenmemek, hayallerin yüzünden dışlanmak çok zordu. Yaşamak, bazen sadece nefes almaktı benim için. Bazense hayaller kurmak. Zordu, her şeyin en kötüsünü yaşamak.
Yavaş yavaş araladığım gözlerim tepemde asılı olan bembeyaz ışığı görünce hızla kapandı. Bir kaç saniye nerede olduğumu anlamaya çalıştım kapalı gözlerimle. En son neler olmuştu?
En son ben ölmüştüm.
Ne kadarda yaratıcı bir insandım!
En son binayı patlatmıştm. Teka ölmüştü, hem de hiç hak etmediği bir şekilde. Yalnızca birkaç saniye acı çekmişti, belki de bir kaç dakika. Ama o daha çok acı çekmeliydi.
Gözlerimi tekrardan araladığımda ışık gözlerimi fazlasıyla acıtsada kendimi gözlerimi açık tutmaya zorladım. Birkaç dakika boyunca tepemdeki beyaz ışığa bakarak kendimi ışığa alıştırmaya çalıştım. Yavaş yavaş gözlerim ışığa alıştığında boğazımda hissettiğim yoğun acı su içme isteğimin günyüzüne çıkmasına sebep oldu.
Ellerimle yataktan destek alarak yavaşça doğrulduğumda tüm vücudumu sarıp sarmalayan acıyı hissetmeye başladım. Dişlerimi sıkarak doğrulduktan sonra odaya giren kişiyi gördüm. Lidya’yı.
“Günaydın, Birgen.” diyerek bana doğru yaklaşmaya başladığında ben hala zihnimi toparlamaya çalışıyordum.
Yatağımın hemen yanındaki koltuğa oturdu. “20 gündür komadaydın, fazla uzun bir uyku oldu ha?” diyerek güldüğünde dediği şeyi tam olarak anlayamamıştım. Vücudum fazlasıyla ağrıyordu ve onun sözlerine odaklanabilecek kadar iyi değildim.
“Ait olduğun yere hoş geldin, burası ölümünden sonraki yaşamın. İki hafta önce cenazeni bile kaldırdılar.” dediğinde tam karşımda olan bakışlarım ona döndü. “Ne saçmalıyorsun?”
“Tüm dünya, seni öldü biliyor, Yüzbaşı. Artık burdasın.” dedikten sonra telefonunu çıkarttı ve bir video açtı.
"Sevgili seyirciler, Şimdi tüm Türkiye'yi derinden sarsan bir şehit haberiyle beraberiz. Özel Kuvvetler Grup Komutanlığından adını yasal nedenlerden dolayı belirtemediğim Yüzbaşı K. , içersinde kendisininde bulunduğu bir binayı patlatarak terör örgütünün başında gelen isimlerden olan Yılmaz Taşkıran'ı öldürdü. Saygın bir iş adamı olarak tanınan Yılmaz Taşkıran'ın, terör örgütüne hizmet ettiğinin kanıtlanmasından sonra yönetilen gizli operasyonlar sonucunda Yılmaz Taşkıran hayatını kaybetti. Elimize ulaşan bilgilere göre, Yılmaz Taşkıran da dahil olmak üzere 367 teröristin Yüzbaşı K. tarafından öldürüldüğü tespit edildi. Evet, yanlış duymadınız. 367 terörist." dolan gözlerini saklamaya çalıştı haber spikeri. Derin bir nefes aldıktan sonra omuzlarını dikleştirdi ve devam etti haber spikeri.
"Türk Silahlı Kuvvetleri Generallerinin teröre hitaben ilettiği bir mesajımız var değerli izleyenler. Biz bir askerimizle sizden bin kişi alırız, lakin siz bin kişiyle bizden bir askerimizi alamazsınız. Askerimizin kayda geçen son sözlerinin ise şunlar olduğu belirtildi, 'Biz kaybetmeyiz, ben kaybetmem. Ben kaybederken bile kazanırım.' Tüm Türk milletinin başı sağolsun." Video bitince bakışlarım yavaşça Lidya’ya döndü. Gülümseyerek bana bakıyordu.
“Senin için onur verici olmalı, bu şekilde ölmek. Değil mi?” diyip güldükten sonra telefonu elimden aldı.
“Bir gün daha buradasın, sona başlıyoruz. Şimdiden kendini hazırla.” dedikten sonra odadan çıktı.
Başlıyoruz.
⚔️
HELLOO!
BOMBA GİBİ BİR BÖLÜMLE SİZLERLEYİZ!
Ben yorum yapmıyorum, yorumlarda buluşalım!
Bir sonraki bölüme kadar, sağlıcakla kalın!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 118.94k Okunma |
10.37k Oy |
0 Takip |
84 Bölümlü Kitap |