
İmsak vaktine henüz iki saat varken onu yatağından kaldıran tek sebep; edinmek istediği bir alışkanlıktı. Sol yanında yüzünün yan tarafını yastığa gömerek derin bir uykuya dalmış olan Hamza'ya baktı. Tüm gerginlik ve öfkeden sıyrılıp rahatlamış olan yüzüne.
Kayınvalidesinden işittiği ve fakat Hamza'dan hiç duymadığı şeyleri anımsadı. Hiç karşılaşmış olmamasına rağmen zihnine karanlık birtakım adamların siluetleri, insanın hayatına karabasan gibi çöken uyuşturucu baronlarını, kenarda köşede varlığı kimisi tarafından hiç sezilmeyen dilenci çocukları, karısını öldüresiye döven bir adamı, kendisini çok seven kocasını aldatan bir kadını; kısacası dinlediği onlarca olayın zihninde bıraktığı tüm intibaları sanki gözüyle görüyormuş gibi ürpererek seyretti.
Burnuna kan kokusu dolduğunu zannetti. Babasının evinde aşina olduğu içki kokusunu anımsadı. Silah sesleri, bağırışlar, acı içinde inleyişler, kesilmeyen, hiç kesilmeyen birtakım gürültüler... Ve Büşra, yeniden ve yeniden ürperdi. Hiçbirini görmemişti lâkin duymuş ve duyduğunda defalarca kez zorlukla yutkunmuştu. Herhalde bizzat yaşasa bir gece dahi rahat bir uyku uyuyamazdı. Peki ya Hamza... Nadiren kabuslar görse de çoğu zaman nasıl bu kadar huzurlu uyuyabiliyordu?
Şu sıralar emniyetten geç dönüyor, sabahları da daha erken çıkıyordu. Erken gelmiş olsa ona bunu soracaktı. Ancak birkaç gündür sohbet dahi etmemişlerdi. Çoğu zaman namaza kalktığı anlarda onu hazırlanırken buluyor; sessiz sedasız bir yolcu etme faslının ardından güne sıkıntılı bir ruh hâliyle başlıyordu.
Genç kız, yorgunluktan alarm sesini dahi işitmeyen adamın yüzüne bakmayı bırakıp odadan çıktı. Banyoya girip abdest aldı. Soğuk su, uzuvlarıyla buluştukça uykusu dağıldı. O mahmur hâl, abdestini aldıktan sonra tamamıyla geçti. Koridorun lambasını açıp salona girdiğinde seccadesi berjerin kenarında katlanmış vaziyette, kendi bıraktığı hâlde duruyordu. Kur'ân'ı ise işte tam şurada, masanın üzerinde, en son koyduğu yerdeydi. Oysa yerlerinin değişmesini çok isterdi. Adamın, eve gelir gelmez sıcak suyla ve yatakla buluşan iri bedenini Mutlak Kudret karşısında eğilmiş, küçülmüş ve nihayet tatlı bir huzurla sükûnete ermiş olduğunu görmeyi ne çok arzu ederdi!
Hep güçlü durmaya çalışan bu adamın; aşamadığı engebeli yollar vardı elbet. Üstesinden gelemediği zorluklar, yenildiği zaafiyetler, uğruna duvarlarını yıktığı birtakım gerçekler vardı. Ve fakat gizliyor, gizleniyordu. Güçlü durmak onun perdesiydi; perdenin ardında hangi acıların yontulduğundan habersizdi. Bunu hissediyordu.
Seccadeyi serip iki rekat namaz kılmak için tekbir getirdiğinde bundan ne kadar uzun süredir gaflette olduğunu fark etti. Evet, uzun süredir teheccüde kalkmıyor, gecenin siyah örtüsünün altında uzun niyâzlarda bulunmuyordu. Oysa annesinin ölümünden sonra bunu alışkanlık hâline getiren, gerçek bir teselli ağacının gölgesi altında yüreğini dinlendiren oydu.
Namaz bitip de seccadenin üzerinde oturduğunda: "Rahat bir hayata alışınca Seni unutmak istemiyorum" diye mırıldandı. Utanarak başını göğsüne doğru indirdi. "Beni o azgın dalgaların arasından kurtarıp güvenli bir limana getiren Sen'din" diye geçirdi içinden. "Ama ben, yüreğimin acısına yenildim. Bir adama yenildim Rabbim. Ve bu, hayattaki diğer hiçbir yenilgimle kıyaslanamayacak kadar boşluğa düşürdü ellerimi. Oysa ellerim, önceleri hep ulvî duyguların bekçisiydi. Göğe yönelirdi durmadan. Ve Sen, rahmet yağmurlarıyla yıkardın kalbimi. Hissederdim. Genişlerdi çünkü o küçücük kalp. Genişlerdi ve ben o günah kokan evin içinde bir nefes alımlık zaman dilimi edinirdim.
Hamza uyuyor. Beni allak bullak eden, uğruna nice gâyemi askıya aldığım adam uyuyor. Ve fakat Seni uyuklama tutmaz. İşte, duyuyorsun beni. Dudaklarımdan dökülmeyen, sadece kalbimde yankılanan tüm bu utanç yüklü cümleleri.
Ben, bir adama yenildim Rabbim. Ve bu önceki hiçbir yenilgiye benzemedi. Düştüm ve dizlerim öyle acıdı ki kalkamadım. Kalkamadım ve ağladım ve hiç görülmedi ve hiç görmedi.... Ve şimdi bir gece yarısı Sana geldim. Yaralarımı alıp geldim. Sar diye. Ve yalnız Sana, yalnız Sana geleyim diye. Unutmak nikmete dönüşmesin diye; geçmişimin karanlık sahnelerini anımsayarak Sana geldim. Beni kurtarışına etmekten âciz olduğum hamdlerle işte Sana geldim. Yüzümü gözyaşlarıyla yıkayarak geldim. Şu daralan gönlümü ferahlat için, Seninle huzur bulayım için... Sen'in için Sana geldim."
***
Münire, elindeki bir bardak çayı: "İşte öyle oldu" diyerek uzattığında Büşra başını usulca sallayarak: "Anladım" diye mırıldandı.
"Bu ilk evlilik görüşmemdi ya Büşra... O da tam bir rezalet oldu. Ya, çocuk kıyafetime laf etti, inanabiliyor musun? Ben hâlâ şoktayım. Bak, senin gibi tek parça, tek renk de giyinmiyorum. Etekle bol bir gömlek falan giyiniyorum, görüyorsun.Ama onu bile fazla gördü. Neymiş, çok bolmuş! Bir de evlenince mutlaka çalışmam gerektiğini söyledi. Beyefendimiz çocuk olursa onlara kimin bakacağını bile ayarlamış. Saçmalığa bak."
"Peki sen ne dedin?"
"Ne diyeceğim? İlk başta şok oldum, bir şey diyemedim. Sonra sinirlerime hâkim olmaya çalıştım. Çünkü konuştukça saçmaladı. Kalabalık aile toplantıları olurmuş. Haremlik selamlığa pek dikkat edilmezmiş. Haberim olsunmuş. Ailesi için bu çok önemliymiş. Ben de mutlaka katılmalıymışım. Akrabaları falan geldiğinde karışık otururlarmış, çay-kahve ikramı da yapmalıymışım, sonuçta onlar bana yan gözle bakmazmış. Benim hassasiyetlerim fazla gereksizmiş. En son dayanamadım. 'Beyefendi, siz manyak mısınız?' Diye sordum. Herhalde başka soru bekliyordu ki şok oldu. Eveleyip geveledi, sinirlendi. Ben de: 'Allah sizinle evlenecek hanıma sabır versin çünkü ona şimdiden acıdım" dedim. Adam için varsa yoksa 'elalem' ya! O ne der, bu ne der, şu ne der... Ya, bir kez olsun Allah şöyle der, Allah bundan razı olmaz demedi. Bana da aracı olan kişi bunları hiç anlamamıştı, biliyor musun? Gerçi belki o da bu kadar tanımıyordu çocuğu, bilmiyorum. Ama babama bile bu kadar ayrıntılı anlatamadım korkudan. Çok sinirlenirdi duysaydı. Bir annem biliyor, bir sen biliyorsun işte..."
Büşra, sinirden nefes almayı unutacak gibi heyecanlı ve hızlı konuşan Münire'nin sözü bitince birbirine bastırıp durduğu dudakları aralandı.
"Adama cidden 'manyak mısınız' diye sordun mu?" deyip elini arkadaşının dizine koydu. Ne kadar uğraşsa da kendini tutamayıp güldüğünde bu hâline kızmış olsa da Münire bunu dert etmişe benzemiyordu. Hatta biraz sonra o da kendisine katıldı ve birbirlerinin dizlerine doğru eğilip gözyaşları akana kadar gülmeye başladılar. Hatta öyle ki sohbete başladıklarından beri görüştüğü kişinin fotoğrafını göstermek isteyen Münire, oluşan bu komik atmosferden güç alarak yeniden fotoğrafı göstermek istedi. Fakat Büşra, telaşlı bir şekilde: "Hayır, sakın!" deyip telefonu arkadaşının kucağına doğru indirdi.
"Adama niye bakayım durup dururken Münire? Tövbe estağfirullah...."
"Yorum yaparsın Büşra ya, yakışıyor muyuz sence merak ettim. Gerçi adamı kovmaktan beter ettim. Bu saatten sonra bir şeyler değişmez de..."
Ara ara küçük bir çocuk gibi bazı şeyleri üsteleyip duran bu kıza alışmış, hatta onu benimsemişti. Kimi zaman tuhaf gelen istekleri olsa da iyi biriydi. Sadece kendi aksine fazla tezcanlıydı. Ve fazla heyecanlı... Bir yerlere yetişmeye çalışıyormuş gibi. Hep bir işi varmış gibi.
"Gerçi eniştemiz biraz kıskanç. Baktığını duyarsa seni bir daha buraya göndermez."
Münire'nin şakayla karışık sitemli sözü üzerine gözlerini ondan kaçırıp derin bir nefes aldı. Konuyu değiştirmek ister gibi karşısındaki kızın zaten kendisinden daha iyi bildiği bir konuda tavsiyelerde bulundu:
"Olumsuzsan daha fazla bu meseleyi kendi içinde de uzatma bence. Fotoğrafını falan da sil, sende kalmasın. Allah karşına daha hayırlı birini çıkarır, dua et bol bol."
Başını kaldırıp arkadaşının esmer ve parlak yüzüne baktığında, o bir çift gözün kendi yüreğinin derinlerinde yatan bir gerçeği okumak istercesine dalıp gittiğini gördü. Evet, sanki baktıkça daha derine iniyor ve orada birtakım sırlara vâkıf oluyordu.
"Sen... Nasıl tanıştığınızı hiç anlatmadın Hamza Ağabey'le?"
Sorgulayıcı ve giderek kısılan bir ses tonuyla sorulan ve akabinde cevap beklenen bu suâl, Büşra'nın avuçlarına sıcak bir kor düşürdü. Çok geçmedi, elleri alev topuna döndü, yandı yandı ve tekrar yandı. Kalbinde serin bir heyecan kıpırdadı. Acı ve ferahlık; keder ve sevinç; pişmanlık ve şükür aynı anda yüreğinde otağlarını kurdu.
"Uzun hikâye..." dedi hikâyenin başını kastederek. Anlatmadı, anlatamadı. "Çok uzun bir hikâye, Münire..."
***
Yerde yatan genç erkeğin kan sızan karnına baktı. Üzerine irili ufaklı sinekler konup duruyordu. Hamza, karmaşık bir duyguyla cesede dalıp gitmişken sıcaktan terleyen alnını ve gözlerinin altını silip kaşlarını çattı. Henüz on sekizinde bile olmayan bu 'çocuk' yine aynı illet yüzünden dalından koparılan bir fidan gibi yerde hareketsizce yatıyordu. Yüzü yana düşmüş, gözleri ve ağzı açık kalmış, sağ eli yumulu bir şekilde öylece kalmıştı. Bir an; "Ölmeye yakın ne hissetmiştir?" diye düşündü.
"Ölümün kıyısındayken ne hisseder insan?"
Olay mahallinin etrafını saran sarı renkli şeritlerin ardında birbirine eklenerek durmadan artan insan yığınını yeniden fark ettiğinde dalgınlığından sıyrıldı. Yanındaki polis memuruna, telsiz bulunan elini havaya kaldırarak, bıkkın bir şekilde seslendi:
"Uzaklaştırsana herkesi Uygar."
Telefonla video çekmeye çalışan birkaç kişiye gözlerine devirerek son kez baktıktan sonra tekrar yerde yatan gence döndü. Olay yeri ekipleri etraftaki delilleri incelerken Hamza'nın tek yaptığı şey mütemadiyen düşünmekti. Sanki bir süredir tuhaf bir şekilde etkileniyordu. Oysa yıllar geçmişti ve ilk zamanlardaki o zorlukların hiçbirini duymuyordu. Fakat bir çocuk ya da bir genç, bu zehir yüzünden ölüp gidecek olsa kesif bir acı gelip yüzünü buruşturmaya yetiyordu.
İki gündür yoğun, yorgun ve uykusuzdu. Eve gitmek, gidip biraz uyumak, deliksiz huzurlu bir sükûnete teslim olmak istiyordu. Ve tuhaftır ki bir süredir ne zaman yana yakıla uykuyu arasa ve arzulasa, ne zaman işin stresi onu boğmaya başlasa Sevgi'yle olan eski günleri bulanık bir suyun ardından izlediği birtakım görüntüler olarak gözlerinin önünde belirip belirip kayboluyordu. Üzerine güneş değmiş gibi parlayan saçlarına burnunu gömüp de kokusunu içine çektiği bir güne doğru hesapsızca gidiyordu sözgelimi. Üstelik unuttuğunu ve bir daha asla anımsamayacağını sanmışken... Nefretle dolup taştığı zannıyla rahatlamışken... Böyle birden neden? Neden, diye düşünmemek öyle güçtü ki...
Sanki pürüzlü elleri onun yumuşak ve beyaz yanağında, çenesinin altındaki gamzede geziniyor; ona güzel sözler mırıldanıyor, evlendikten sonra birlikte gerçekleştirmek istediği hayallerinden bahsediyordu. Büşra'ya hiç bahsetmediği, daha doğrusu onunla yapmayı hiç planlamadığı birtakım hayallerinden...
Sevgi, sanki tam karşısında, ince bir hayal gibi gelip gülümsüyordu. Uzun süredir kendisine ulaşmaya çalışmamıştı. Bu yüzden miydi? Unutulmuş veya vazgeçilmiş olma korkusu mu Hamza'yı bu hâle getirmişti? Bundan emin değildi ama sebep her ne ise delicesine bir öfke duyuyordu. Onu anımsamak, onunla ilgili aptalca hayaller kurmak istemiyordu. Fakat neden hâlâ eve gidince onun kokusunda dinlenmek arzusuyla dolup taşıyor, aldatılmamış olup da evlendiği takdirde ne kadar mutlu olacağını düşlüyordu?
Bir an dehşete kapıldı. Büşra'nın günah değmemiş utangaç ellerini anımsadı. Ürkek bakışlarını, soluk beyaz yüzündeki hüznü... Ve bir süredir o çehrede seyrettiği derdi yeniden görür gibi oldu. Bir dert ki; genç kız ne saklanabiliyor ne de saklayabiliyordu. Üstelik saklandığını ve sakladığını zannederken bile... Fakat o, anlamıştı. Anlamaması ne mümkündü...
***
Eve son derece gergin ve düşünceli bir şekilde gelen adamla göz göze gelmeye bile çekinerek: "Yemeğin hazır" demişti. Aldığı: "Duş alıp uyuyacağım" cevabından sonra ise gereksiz olduğunu düşündüğü bir kırgınlık hissederek salona geçmiş, Münire'den ödünç aldığı kitabı okumaya koyulmuştu. Birbirlerine doğru akan iki ırmağı; iki farklı hayatı okuyordu. İki hayatın çeşitli merhalelerini, o merhaleleri yaşarken asla tahayyül edemeyecekleri yeni bir serüveni hayretle ve hayranlıkla okuyordu. Yek bir romanı okur gibi değil, bir gerçeğe şahit olur gibi okuyordu.
Bazen yüreğinde ümit kıvılcımları yanıp sönüyor bazen ise o kıvılcımları kuvvetli bir rüzgâr gelip söndürüyordu. Bu tenâkuz dolu hisleri sinesine daha fazla sığdıramayacağını anlayınca iyice bunaldı. Elbisesini giyinip eşarbını taktı. Kendini hızlıca balkona attı. Aralık olan camın uzağına, köşeye bir yere oturdu. Gece vakti oldukça sessiz ve tenha görünen sokağa baktı. Hafif bir rüzgâr dahi esmediği gibi bunaltıcı, ağır bir hava vardı. Her zaman elbisesinin cebine koyduğu doksan dokuzluk tesbihini çıkarıp sessizce zikretmeye koyuldu.
Tam anlamıyla dalıp gittiği bir esnada görüş alanına giren belli belirsiz bir gölge yahut ona benzer bir şey, gözlerini irice açmasına sebep oldu. Tesbihi cebine koyup korkuyla yutkundu. Gölgeyi gördüğü yere, kaldırımın üzerindeki iri ağacın olduğu yere baktı. Ve çok kısa bir zaman diliminde onu gördü. Sırtından aşağı doğru soğuk bir his ve keskin bir ürperti kayıp gitti. Kalbi öyle güçlü bir korkuyla atıyordu ki bir an ne yapması gerektiğini kestiremedi. Sadece o adamı ve onun meraklı gözlerle etrafı kolaçan edişini düşünüyordu.
Biraz sonra yerinden nasıl kalktığını ve odaya nasıl vardığını anlayamadı bile. Düğümlenen boğazında acı, kekremsi bir tat vardı. Lambayı açıp Hamza'nın yanına vardığında yanaklarından süzülen sıcak yaşları hızlıca silerek: "Hamza!" Diye yaşadığı dehşeti gizleyemeden haykırdı.
Genç adam, eşinin sesini duyar duymaz neye uğradığını şaşırarak pikeyi üzerinden çekip gözlerini anında açtı ve gayriihtiyari bir hareketle kendisine doğru eğilen Büşra'nın kolunu kavradı.
"Orada, aşağıda... Aşağıda, Hamza! Buraya... gelmiş..."
Ağlamaktan kesik kesik çıkan sesi, Hamza'yı daha fazla şaşkınlığa uğrattı. Neler olduğunu anlamaya çalışır gibi eşinin yüzüne baktı. Çatık kaşlarının altındaki gözleri yarı anlamsız yarı şaşkın, öylece donakalmıştı.
"N'oldu Büşra? Kim aşağıda? Ne gördün?"
Genç kız, dudaklarını birbirine bastırıp titreyen ellerini ağzına götürürken ağlaması iyice şiddetlendi. Cevap veremeden kendini yatağın üzerine bıraktı ve kontrol edemediği hıçkırıkları arasında giderek artan bir titreme nöbetiyle vücudu sarsıldı.
Hamza, genç kızın ağlamaktan cevap veremeyeceğini anlayınca nefesini kuvvetlice dışarı üfleyip yataktan kalktı. Komodinin çekmecesini açıp içinden silahını çıkardı. Hiçbir şey demeden, hızlıca odadan çıktı.
Büşra ise delicesine coşan bir korkunun tam ortasında kaldığını hissederek daha çok titriyor, aklına babasının evinde yaşadığı şeyler ve o adamın kendisini alıp götürdüğü karanlık gün geliyordu.
Ne kadar süre bu hâlde kaldığını bilemedi. Hamza'nın: "Aşağıda kimse yok" diye temkinli bir sesle konuşmasını işitene kadar başını kaldırmadı. Nihayet o sesi duyduğunda ise yanaklarındaki ıslaklığı hızla silip: "Babamın arkadaşı... O yaşlı adam..." dedi. "Cengiz Amca... Onu gördüm. Eminim gördüğüme. Yemin ederim ki gördüm. Ağacın arkasındaydı. Etrafı kontrol ediyordu."
"Ne?"
Hamza, öfke ve hayrete bulanan keskin bir sesle tepki verdiğinde Büşra başını kaldırarak: "Nasıl buldu burayı, neden geldi..." diye bir teselli bekler gibi sordu. Belki de sadece: "Yanlış görmüşsündür" gibi bir cümle duymak istiyordu. Fakat gördüğüne emindi. O adamın yüzüne yapışan arsız ifadeyi görmemesi imkansızdı.
Hamza ise, doğruluğunu teyit etmek ister gibi yahut inanmak istemez gibi: "Emin misin Büşra? Birini benzetmedin ona, değil mi?" Diye sorduğunda genç kız başını iki yana sallayıp: "Oydu..." diye mırıldandı. Dudaklarını ısırıp başını kucağına eğdi ve iki eliyle yüzünü kapatıp: "Allah'ım..." diye sayıklamaya başladı.
Ağlaması dinmek yerine daha da şiddetlenince biraz sonra kendini Hamza'nın iri kollarının arasında buldu. "Sakin ol Büşra..." diyen yarı sitemli ve çokça merhametli sesini işitti. Eşarbının üzerinde gezinen elde de aynı merhamet saklıydı.
"Onun aklını alacağım. Her şeyi bana bırak, korkma sen..."
"..."
"Yanındayım, sakin ol artık."
***
Selamlar, bir kısmı uzun süredir notlarımda bekleyen bölümü daha fazla bekletmemek için yayınladım. Derinlemesine kontrol edemedim bu yüzden, hatalar olabilir. İnşallah kontrol edeceğim uygun bir vakitte. Umarım severek okumuşsunuzdur...🌸
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |