
Bir söz... Kalbine ve beyninin içine damla damla akıyordu. Bir söz... Bir söz ki asla malayani bir harf çıkmayan o mübarek dudaklardan gelmiş... Nice insana ölmeden evvel ölmeyi öğretmiş. O'nu düşünüyordu. O'nu ve O'nun sözünü.
Arabadan indiğinde o söz, ardında yatan mânâ ile birlikte bardaktan boşalırcasına hızlı bir devinimle yağmaya başladı üzerine... Sanki biri kulağına durmadan fısıldadı. Öyle ki nefesi kesilecek zannetti.
"Lezzetleri bıçak gibi keseni çok hatırlayın..."
Kuru otları ayakkabılarıyla eze eze yürürken, attığı adımlar şuurdan yoksundu. Üç gündür duyguları çekilip alınmış gibi ürkütücü bir hissizliği kuşanan adamı takip etmekten başka bir gâyesi yoktu. Sağa ve sola bile bakmıyor, yüzüne asılı kalan yaşları silmeye yeltenmiyor, kıpkırmızı olan gözlerini bir kez olsun ovuşturmuyordu. Uykuyla uyanıklık arasında hissediyordu. Rüyayla gerçek arasında. Sanki o net çizgi kaybolmuştu ve şimdi bulanık bir sınırda afallamış bir hâlde sadece yürüyordu.
Bir an Hamza'nın çökük omuzlarına baktı. Onu ilk defa böyle görüyordu. Çehresinde, bakanı ürkütecek kadar donuk bir ifade vardı. Hatta bazen öyle boş bakıyordu ki; şöyle uzun bir süre Hamza'nın gözlerine takılı kalsa o boşluğa kendisinin de düşeceğini zannedip dehşete kapılıyor, birkaç kırık dökük kelâmdan başka bir şey diyemiyordu.
Ağustos böceklerinin tiz sesi, mezarlıktaki tenhalıkla birleşince sabah olmasına rağmen ürktüğünü hissetti. Zorlukla yutkunarak etrafına bakındı. Dimdik servi ağaçlarının kuşattığı bu koca mezarlık, şehrin dışına fırlatılmış gibi ıssız, tenha bir yerdeydi.
Büşra, bir an gerçeklik algısını yitirir gibi oldu. Buraya niçin gelmişti?
Kayınvalidesi...
Henüz dört gün önce birlikte yemek yedikleri, kışlık hazırlıkları ve sonu gelmeyen planlar yaptıkları kayınvalidesi; şimdi yoktu. Ama tuhaftı ki sanki evine gitse ve kapıyı çalsa; yaşlı kadın yine o güler yüzüyle karşısına çıkacaktı. Ve neşeyle: "Hoş geldin" deyip ev terliklerini onun için hazırlayacaktı.
Oysa gassal kadın onu yıkadıktan sonra Büşra, içeri girip son kez yüzüne bakmıştı. Annesine bakar gibi son kez... Bir daha bu dünyada görüşme imkanının olmadığının bilinciyle... Soğuk yüzüne dokunmuş, artık ruh taşımayan o bedenin kaskatı kesilmiş hâline dehşetle bakmıştı. Bir bebek gibi sarılıp sarmalanmıştı. Bembeyazdı.
"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" diye fısıldarken başını eğmiş, gözyaşları göğsüne damlamış ve o cansız bedene son kez bakmıştı.
"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" diye fısıldadı. Elindeki Yâsin cüzünü göğsüne bastırıp Hamza'nın hızlanan adımlarına ayak uydurmaya çalıştı. Nihayet mezarın başına geldiklerinde henüz kenarları mermerle çevrilmemiş taze kabrin başucuna geldi. Bir tahta parçasına yazılmış olan isme daldı. Doğum ve ölüm tarihlerine sonra...
Başını kaldırdığında ellerini cebine koyup annesinin kabri dışında başka yerlere; havaya, otlara ve diğer kabirlere bakan eşini anladığını hissetti. İşte şimdi hayatlarını kesiştiren ortak bir acı vardı. Ortak bir hakikat...
Yere çömelip cüzünü açtı. Dudakları kıpır kıpır, sessiz ve yavaş bir sesle Yâsin Sûresi'ni okudu. Ara ara kendisini tutamayıp gözyaşı döküyor, bazense iç çeke çeke toprağa dokunuyordu.
"Keşke seninle son kez konuşabilseydim" diye fısıldadı. Gerisini içine gömdü. Pişmanlıklarını, keşkelerini ve tüm hüzünlerini doldurup heybesine... Kuytu köşelere sakladı. Annesinden sonra bir anne gibi sevip saydığı, varlığına iyice aşina olduğu kişiyi kaybetmişti. Onun sözleri bir teselli yumağıydı. Yer yer kırışan yüzünde daima anaç bir tavır bulunurdu. Tuhaftı. Onunla yaşadığı hiçbir tatsız anıyı anımsamıyor, sadece daha fazla görüşmediği ve daha fazla teşekkür edemediği için canı yanıyordu.
Bu kadın ona ev olmuştu. Hiç tereddüt etmeden yuvalarını açmış, Hamza'yla bir sorun yaşadıklarında hep yanında durmuş, bir başkasının yanında daima el üstünde tutmuştu. Hatta öyle ki annesinden sonra belki de ilk nazlandığı kişi olmuştu. Sahi, şimdi kime nazlanacak, küçük bir çocuk gibi kime mızmızlanacaktı?
Dayanamadı, iki avcunu yüzüne bastırıp boğazındaki düğümler çözülene dek içli içli ağladı. Sanki gerçek değildi, birazdan uyanacak ve yanıbaşında onu görecekti. Annesi öldüğünde de böyle hissetmişti. Hatta bazen kapı çaldığında sanki gelen annesi gibi heyecanlanmış, silik bir umuda tutunarak kapıya koşmuştu.
Ellerini yüzünden çekip başını göğsünden kaldırdığında kısa bir an etrafı bulanık gördü. Gözlerini sertçe ovuşturup ayağa kalktı. Arkasını döndü, bir enkazdan farksız görünen adamla göz göze geldi. Adam, şu dört günde gözle görülür biçimde çökmüştü. Ama tuhaftır ki hâlâ ağlamamıştı. Bunu yeniden fark ettiğinde bir an için ürperdi. Ağlamadığı gibi pek fazla konuşmuyor, gün içinde bir elin parmağını geçmeyen zaruri konuşmalar dışında ağzını bile açmıyor, üstelik mütemadiyen sigara içiyordu. Sanki hâlâ farkına varamamıştı. Taziye için şehir dışından gelen akrabalar dahi bu durumu fark etmiş, yeni ve bazense tuhaf sorularla karşılaşmıştı. İşte şimdi yine oraya gidecek ve bir sürü soruyla muhatap kalacaktı. İçi iyice sıkıldı.
Hamza arkasını dönüp yürümeye başladığında o da birkaç büyük adım atarak genç adamın arkasında kendine bir mekan edindi. Uzun ve ince gölgesine bakarak sessizce yürüdü. Güneş, yavaş yavaş yakmaya başlıyordu ve Büşra tam olarak şimdi, genç adamın çöken omuzlarına bakarken, içindeki yangını da görür gibi oluyordu.
***
Büşra, belki de gelen kırk altıncı çay bardağını yıkarken yere çöküp saatlerce ağlamak istiyordu. Lakin buna dahi vakit yoktu. Ev öylesine kalabalıktı ki Hamza'nın yanına gidip onu teselli etmeye vakit bile bulamamıştı. Doğrusu kendi yüreğinin acısını bile dindirmeye vakit bulamamışken eşi için bir şey yapamıyor oluşu normal görünüyordu. Normal olmayacak kadar normal... Arızalanan bulaşık makinesine yüzünü ekşiterek bakarken elindeki son çay bardağını da yıkayıp bulaşık matının üzerine bıraktı.
"Kızım..." diyen müşfik sesi işitmese belki ciddi ciddi yorgunluktan yere çökecekti.
"Bırak sen artık. Yoruldun. Reyhan yapar geri kalan işleri. Az kişi kaldı zaten. Sen Hamza'nın yanına git, odadan çıkmadı yine."
Gözleri kızarmış, çehresi üzüntüden sararmış kadın, merhum kayınvalidesinin kız kardeşinden başkası değildi. Yanındaki genç kız, oflayarak elindeki bardak dolu tepsiyi tezgahın üzerine bıraktı. Büşra ise teşekkür edercesine fakat belli belirsiz, ağlar gibi bir tebessümle mutfaktan çıktı.
Kayınvalidesinin odasının önüne geldiğinde bir şey onu tutup sıktı sanki. İçeri hemen girmesini engelleyen, ayaklarını yere mıhlayan bu duygunun ne olduğunu biliyordu. Yine de adamın gözlerinde göreceği o boşluğa kendisini hazırlamaya gayret ederek zorlukla yutkundu. Kapıyı birkaç kez tıklatıp içeri girdi.
Hamza, kolunu yanağının altına koymuş yüzükoyun yatıyordu. Büşra, kararsız bir hareketle kapıyı itip yavaşça kapattı. Üç gün öncesinden eşinin yüzüne gelip kilitlenenen o acıya bakakaldı uzun süre. Annesinin yastığına sahilenircesine sarılmış, bacaklarını karnına dek çekmiş bu son derece zayıf görünen adam, Hamza mıydı? Onu ilk defa bu denli aşikar bir âcizlik içinde buluyordu.
Nedense küçük bir çocuğu teselli eder gibi onunla konuşmayı ve hatta ona sarılmayı istedi. "Geçecek..." demeyi. "Geçerken çok canın yakacak ama yine de geçecek..." diyebilmeyi. Kalbinde açılan gediğin belki de hiçbir zaman kapanamayacağını ama o gedikle yaşamayı öğreneceğini... Tüm bunları şefkatle fısıldamak istedi. Hatta biraz bekledi de. Uyanır da imkan doğarsa söyleyecekti. Fakat genç adam, uzun süre uyanamayacak gibi derin bir uykuya dalmıştı.
Büşra, iç çekerek odadan çıktığında kadınların bulunduğu salondan yükselen ağlama sesine doğru kuvvetli bir çekim hissetti. Bu sesin sahibini artık tanıyordu. Kapıyı kapatıp hızlıca salona geçtiğinde Hamza'nın en büyük teyzesinin ellerini dizine vura vura sayıkladığını gördü. Eşarbı boynuna dek inmiş, beyaz saçları dağılmıştı.
"Herkesin yardımına koşardı. Kendinden önce başkalarını düşünürdü. Âh, bacım. Âh, güzel kardeşim..."
Sayıklamalar yanık ağıtlara dönüşmeye başlayınca Büşra, TV ünitesinin üzerinden kolonyayı alıp yaşlı kadının yanına gitti. Başında toplanan kalabalığa kolonyayı uzatır uzatmaz bir el hızlıca eline uzandı. Büşra, bir an, hayatla ölüm arasındaki çizginin bu denli ince olması karşısında hayretlere gebe kaldı. Boş bulduğu bir yere çökercesine oturup kendi ölümünü düşündü. Ilık bir suyla dikkatle yıkanışını, bembeyaz kefene sarılışını, kendisi için kazılan mezara bırakılışını... Ve bir an üzerine toprak atıldığını sanki bizzat yaşıyormuş gibi derinden hissederek irkildi. Ölecekti elbet. Herkesi bulacak olan bu hakikat onu ıskalayacak değildi. Ölecekti ya... Ama nasıl?
Saatler saatleri kovaladı. Fakat Büşra, kendini bu duygudan kurtaramadı. Ve onu, bir çiçeği sular gibi özenle bakıp büyüttü. Ölecekti ama nasıl? Hazırlık yapmasını beklemeyecek olan bu sona hazır mıydı?
***
Saat epey ilerleyip de 23:00'e gelip dayandığında evde akrabalar dışında kimse kalmamıştı. Evin bahçesinde amcası ve dayısıyla sigara içen Hamza'ya, perdenin gerisinden kısa bir an bakıp etrafı toparlamaya devam etti. Kendini işe öyle kaptırdı ki Hamza'nın teyzesi omzuna dokunup onu durdurmasa saatlerce durmak bilmeyecekti.
"Kızım, çok yoruldun... Bırak artık. İş bitmez bugün, geç uyu sen."
Bu ses, gün boyu ağlamaktan dolayı epey kısılmış, epey örselenmişti. Dayanağını kaybetmenin yası hâlâ o kısık sesin tınısından seziliyordu. Büşra, yaşlı kadının gözlerine uzun uzun baktı. Bir an, 'lahza' denilebilecek kısacık bir an kayınvalidesinin gülümseyen yüzünü görür gibi oldu. Gözleri ne kadar benziyor, mimikleri ne kadar çok uyuşuyordu! Zorlukla yutkunup dudaklarını acı içinde ısırdı. Annesinden sonra 'anne' diyebildiği insanı kaybetmişti. Bunu yeniden idrak edince kendini tutamadı. Anlık, yoğun bir duygunun tesiri altında kadına sıkıca sarılıp sessiz sessiz ağladı.
Yaşlı kadın, uzunca süren bir afallamanın ardından havada kalan kollarını kenetleyerek içli ve kahır dolu hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Büşra, salonun ortasında kendilerine çevrilen iki çift gözü ancak kollarını ayırabildiğinde fark etti. Karanlık koridordaki Hamza'yı ve onun -acısını ilk kez bu denli aşikar eden- buğulu gözlerini ise hiç fark etmedi.
***
Herkesin memleketine döndüğü ilk gün, aynı zamanda acılarıyla da baş başa kaldıkları ilk gündü. Sanki acı artık daha kesifti. Öyle ki neredeyse somutlaşacak, elleriyle tutup inceleyebilecekleri bir varlığa dönüşecekti. Büşra, bunu tam olarak şimdi, bir gece vaktinin bunaltıcı sıcağında derinden hissetti. Hamza, iki elini boynuna götürüp başını da yere eğmişken tıpkı küçük bir çocuğa benziyordu. Genç kız, ona nasıl yaklaşması gerektiğini, hangi teselli cümlesiyle içindeki yangına su taşıyacağını bilemez hâldeydi. Koltuğun bir ucunda adam, bir ucunda ise kendisi vardı. Gittikçe silikleştiğini hissettiği bu varlığı zorlukla sürükleyerek yanına gitse, ne diyecekti? "Üzülme" mi? Kendisi de aynı acıyı yaşamış bir insandı fakat aynı yoldan geçmiş olmasına rağmen karşısındaki adama yolu tarif edemiyordu.
Stresten ve bunaltıcı sıcaktan dolayı iyice terleyen ellerini dizlerine götürüp gayriihtiyari sıktı. Hesap kitap yapmadan içinden geldiği gibi davranmaya karar verdiği bir esnada kapı zili tüm gürültüsüyle salonu doldurdu. "Kim geldi ki bu saatte?" diye mırıldanmaktan kendini alıkoyamadı. Hamza, başını ağır ağır kaldırıp derin bir iç çektiğinde genç kız şaşırdı. Çünkü adamın yüzünde hiçbir şaşkınlık ifadesine rastlamadı. Onun, ağır adımlarla yerinden doğrulup salondan çıkışını seyretti. İnce bir hayal gibi yerinden doğrulup adamın peşisıra gitse de kapının eşiğinde ayakları yere mıhlandı.
"Yanında olmak istiyorum" diyen o tanıdık ses, afallamasına sebep oldu. Sol elini duvara yaslayıp gözlerini sımsıkı yumdu. Hamza'dan bir cevap gelmesi şöyle dursun, kapının kapanma sesini işitince dehşete uğradı. Gecenin bir vakti o kadının yanına mı gidecekti? Biri kalbini mengeneyle tutup sıktı sanki, bir başkası dar çemberlerden geçirdi ruhunu; sanki nefes alamayacaktı.
Binbir zannın gölgesinde üreyen korkunç vehimlerin ardı arkası kesilmedi. Hamza'nın: "Büşra..." diye mırıldanışını duyduğunda bile hayalinde Sevgi ile onun yan yana yürüyüşü canlanıyordu. Gözlerini açtığında genç adam karşısında öylece dikilmiş yüzüne bakıyordu. Zihninde kurduğu her bir zan için kendisine kızarak başını utançla yere eğdi. Buğulanan gözlerini sertçe silerek: "Ben..." diye gevelemeye başladı fakat devamı gelmedi. "Onunla gittin sandım" diyemezdi, hem zaten gerek de yoktu, hâlinden ne sandığı apaçık belli oluyordu.
"Acımı kendisine merdiven yapmaya gelmiş..."
Hamza'nın tiksinir gibi dudaklarından dökülen bu kısacık cümleyi zihnine adeta kazıyarak yazdı. Kapı zili çalmaya devam ettikçe bu kısa cümle kulaklarında yankılanmaya devam etti. Genç adam: "Sakın açma ona kapıyı" dedi. Ve artık cümle içinde "merhum" diye hitap edilen ve fakat buna hiç mi hiç alışamadığı annesinin odasına girip kapıyı örttü.
Büşra, içine yayılan esintiyi fark edince utanarak başını önüne eğdi. Günlerdir süren bir yasın ardından az önce yaşadığı dehşet dolu hisler yerini sükûnete bırakmıştı. Nedense bu rahatlama hissi onu utandırdı. Bir suç işlemiş gibi tuhaf bir duyguyla elini boğazına götürüp ovuşturdu. Koridorun ışığını açıp her bir noktasında kayınvalidesinin izleri bulunan duvara, yeni yıkanmış tertemiz yolluğa ve nihayet Hamza'nın girdiği odanın kapısına uzun uzun baktı. Bu süreçte onunla bir kere olsun oturup uzun uzun konuşmuş değildi. Ne diyeceğine dair en ufak bir fikri bile yokken ne konuşabileceklerdi ki? Fakat kaçmanın, saklanmanın da bir çözüm olmadığını bilecek kadar genç adamın acısına şahit olmuştu. Bu yüzden tereddüt rüzgârlarında savrulan kalbini tutup Hamza'nın girdiği odanın önüne geldi. Onu yeterince yalnız bırakmıştı. Kapıyı birkaç kez tıklattıktan sonra kulpu aşağı indirdi.
Hamza, elinde annesinin eşarbını tutmuş sıkıyor ve gözlerini bir an olsun elindeki eşarptan ayırmıyordu. Aylar önce bunun benzeri bir vakti kendisi de yaşamıştı. Annesinden kalan hatıraları eline alıp ağlarken Hamza yanına gelip varlığıyla teselli etmişti. Şimdi ise aynı acıyla baş başa kalan adam için ne ifade ettiğini bilmeden yanına gitti. Ona teselli edebilecek güçte olduğunu varsayıyor değildi. Fakat sadece yanında olmak istiyordu.
Genç adamın önüne kadar gidip dizleri üzerine yere çöktüğünde derisinin altında gezinen ürperti daha da belirgin oldu. Yine de geriye dönülmesi imkansız olsun diye hiç düşünmeden Hamza'nın ellerini tuttu. Geriye dönmenin imkansız olduğunu hissettiği bir anın içine bilinçli bir şekilde düşüyordu. Bu an, bin parçaya bölünüp her bir parçası genişledi sanki. Ve en sonunda yekpare hâle gelip yüreğine dinginlikler inşâ etti.
Ve adam, yüreğini olağanca saflığıyla önüne serip başını önüne eğdi. Sanki bu acıyı yeni yeni idrak ediyor gibi annesinin ölümünden bu yana ilk defa ağladı. Bir dayanağa yaslanmak ister gibi Büşra'yı çömeldiği yerden kaldırıp ona sarıldığında genç kız kaskatı kesildi. Omuzlarına dökülen yaşlar sanki yüreğine damlıyordu. Öyle ki adamın acısını ta derinden, ince ince duyumsuyordu.
***
Acısı, kaşlarının ortasında derinleşen çizgiden dahi okunuyordu. Büşra, uyku tutmayan gözlerini genç adamın gözlerinden ayıramadan elindeki tesbihi yastığının altına bıraktı. Sanki koca bir dağ üstüne yıkılmış gibi ağır bir duyguyla başa çıkmaya çalışıyordu. Gecenin bir yarısı onu uyandıran sebep de bundan başkası değildi. Hamza ise uyuduğu saatte nasılsa şimdi de aynı hâldeydi. Bazen yüzü gergin bir ifadeye bürünüyor, ağlar gibi bir ses çıkarıyordu.
Hangi kabuslarla boğuşuyorsun kimbilir, diye düşünmeden edemedi. Kendisi de o kabuslarla boğuşmuş, uyandığında yapayalnız kalmış gibi büyük bir kahır içinde kıvranmıştı. Tuhaftı. Artık kayınvalidesi yoktu. Hâlâ inanmakta güçlük çekiyor, bu yaşadıklarının rüya olmasına dair hayaller kurup kendini avutuyordu.
Hamza, huzursuzca sağa ve sola dönmeye başladığında genç kız onun uyanacağını anladı. Gerçekten de az sonra uyanan genç adam, önce hızlıca yattığı yerden doğruldu, sonra ise hayalle gerçek arasındaki o çizgide savrularak kendine bir mekân edinmeye çalıştı.
Sanki yaşadıklarının gerçekliğini sorguluyor, annesinin ölümünün de az önce gördüğü kabuslardan biri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Fakat az sonra kendine geldi. Yüzünü ovuşturup sol yanına döndü.
"Büşra? Uyumadın mı sen?"
Genç kız: "Kabuslar gördüm, uyuyamadım" diye cevap verdikten sonra: "Sen?" Diye sordu. "Sen de kabus gördün sanki..."
Ağır ağır başını sallayan adam, yorganı üzerinden çekip ayaklarını yere sarkıttı. Dirseklerini dizlerine yaslayıp başını hafifçe öne eğdi. Yüzünü defalarca kez ovuşturup: "Anne..." diye fısıldayıp durdu.
"Sanki her şey bir rüya... Her uyandığımda yaşadıklarımı rüya sanıyorum. Sonra bakıyorum... Meğer hayatta olması rüyaymış... Annem artık yok."
"..."
"Büşra, annem artık yok."
"..."
"Bunu daha önce hi hayal etmedim... Sanki hep benimle kalacaktı. Bana bir şey olursa yalnız başına ne yapar, diye çok düşündüğüm oldu. Ama onsuzluğu hiç düşünmedim... Annem... Gitmezdi, hiç gitmeyecek sanmıştım. Ben buna hazır değildim Büşra."
Hamza'nın sesindeki çaresizlik ve gözlerini mesken edinmiş acı öyle tanıdık ki bir an yıllar öncesine gitti. Bu dünyadaki yolculuğu hitâma eren annesini düşündü. Onsuz yaşayamayacağını zannettiği annesini... Ama işte, yaşıyordu. Düşe kalka da olsa, yarım kalan tüm anıların yası zaman zaman yüreğini yokluyor da olsa yaşıyordu. Hamza'ya 'acın hafifleyecek' diyemese de: "Seni anlıyorum..." diyebildi. Gözlerini adamın kızaran gözlerinden çekip kucağındaki ellerine baktı.
"Hissettiklerinin aynısını ben de hissetmiştim. Ve şimdi, annemden sonra ilk kez 'anne' diyebildiğim birini kaybettim. Ben seni iki kez anlıyorum Hamza."
"..."
"Annem ölünce kalbimde bir gedik açıldı sanki. Babamı kaybettiğim zamandan daha büyük bir gedikti bu. Bir şeyler dağıldı içimde, uzun süre toplayamadım. Her gece kalkardım, annemi anlatırdım Allah'a. Yaşadığı zorlukları, onu ne kadar sevdiğimi, hatıralarımızı... Ardından ona rahmet duaları okurdum. Ağlardım. Bazen sabaha dek... Ama sonra ne fark ettim, biliyor musun?"
"..."
"Dayanacak kimsem kalmadı zannederken Allah'ın rahmetine tutuna tutuna nice yol katetmişim. Yalnız değildim. Gecenin kör karanlığında bile derdimi anlattığımda beni dinleyen biri varken nasıl yalnız ve çaresiz olabilirdim ki?"
Büşra, buruk bir tebessümle anımsadığı geçmişinin penceresini usulca kapatıp Hamza'ya döndüğünde genç adamın pürdikkat dinlediğini fark etti. Şimdi, zamanı mıydı? Aylardır içinde birikip duran ve nihayet sıkışan her duygu, ortaya çıkmak için böyle bir günü mü bulmuştu? Fakat artık durması çok güçtü. Onun sevgisini nazenin bir çiçeği besler gibi yüreğinde özenle büyütmüştü. Artık utanıp sıkılmadan yanında olmak, yaralarını sarmasına yardımcı olmak istiyordu. Ne olacaksa olsundu.
"Acın tamamen geçecek diyemem. Nitekim benimki de geçmiş değil... Unutursun da diyemem. Anne nasıl unutulur ki? Ama Hamza, burası böyle bir yer işte... Neden dünyaya 'gurbet diyarı' dediklerini kaybede kaybede anladım ben. Kaybede kaybede ölümle yüzleştim. O yüzden sana geçecek demeyeceğim. Fakat gözyaşlarını akıtacağın bir omuz ararsan, o işte burada... Ne zamana dek aynı yolda olacağız bilmiyorum. Ama yolda olduğumuz sürece yanında olmak istediğimi bil... Bir gün gitmemi istersen giderim. Eğer 'kal' dersen de ben otağımı çoktan senin kalbine kurdum zaten."
Söylemesi gereken şeyleri söylememesi gereken bir zamanda söylemişken içinde pişmanlığın kırıntısını bile bulamadı. Sanki söylemek ancak şimdi mümkündü ve sanki bugün yapmasaydı başka hiçbir zaman yapamayacaktı. Dile getirdiği her şey mâlumu ilân gibi olsa da yüreğindeki o ağırlık uçup gitmişti. Acaba söyleyebilmiş miydi? Her şeyi aşikâr debilmiş miydi? Arada başka birinin hayali ve özlemi olmaksızın, gerçek mânâda en baştan bir 'yuva' kurmak istediğini; kelimelerin arasına gizlenen o utangaç ve fakat ümitvar tınılardan sezmiş miydi? Çok kişiyi yitirdiğini, şimdi onu yitirmekten de korktuğunu hissetmiş miydi? 'Git' derse nice yıkılacağını sezmiş miydi? Büşra, gittikçe kabarıp coşan bir denize dönen kalbinin kıyılarından ürkekçe adamın kalbini seyreyledi. Adamın kalbi artık ellerinde olmalıydı. Çünkü beklemediği bir anda ellerini tutan adamın elleri sıcacıktı. Maddenin sıcaklığı değildi bu, bambaşka derin bir mânâsı vardı. Az sonra o sıcacık eller kendisini sardığında ve adamın yüzü omzuna gömülüp de gözyaşları sırtını ıslattığında 'kal' demesini duymaya gerek kalmadı.
Sanki asırlardır uzak kalmış gibi sımsıkı sarıldı adama. Yasına ve gözyaşlarına ortak oldu...
***
Selamunaleyküm. Bölümü daha uzun planlamıştım ama daha fazla bekletmek istemedim.
Umarım kalbinize dokunan bir bölüm olmuştur. Benim için yazması en zor bölümlerden biriydi.
Yeni bölümde inşallah görüşmek üzere. Allah'a emanet olun:)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |