
Baki bilinçsiz yatarken yardım ekibi gelip, onu sedyeyle alıp ameliyat katına götürdüklerinde, biz ameliyathane koridorunun önünde beklemeye başlamıştık.
Soğuk floresan ışıklar, beyaz badanalı duvarlar ve koridorun metalik uğultusu; zaman sanki uzamış, dakikalar ağırlaşmıştı.
Ben sırtımı duvara yaslayıp çökmüştüm; ellerim başımdaydı, çenemi göğsüme dayamış, bakışlarım yere sabitlenmişti.
Üniformamın kollarında hâlâ Baki'nin kurumuş kan lekeleri vardı
... dört saat geçmesine rağmen haber yoktu; zamanın içinde asılı kalmış gibiydim.
Timin gürültücü ve enerjik kızlarından Nazlı’nın sesiyle başımı kaldırdım.
Sesindeki o deli dolu tını bile yumuşak gelmişti o an.
“Komutanım, iyi misiniz? Dışarı çıkalım, hava alın ... çok kötü görünüyorsunuz,”
Sesi o kadar cılız çıkmıştıki herkez çok üzgündü.
Başımı iki yana sallayarak cevap verdim:
“Hayır. Hiçbir yere gitmeyeceğim. Baki’den iyi haber alana kadar buradayım.”
Sesim ciddi aynı zamanda kararlıydı; bu kararlılık içimdeki suçluluk duygusunun ince bir örtüsü gibiydi.
Bora hemen yanıma gelmiş, endişesi yüzüne vurmuştu:
“Komutanım, Nazlı haklı... iyi görünmüyorsunuz. Biraz hava alın, biz buradayız; bir şey olursa haber veririz.”
Gözleri korku icinde bekleyişin ağırlığını paylaşıyordu.
“Size burada kalacağım,” dedim. Sesimde bir titreyiş vardı.
“Baki’den iyi olduğunu duymadan gitmem. Daha yeni bebeği oldu; ona ne cevap vereceğim? Eğer ben dikkatli olsaydım, o kurşun ona gelmezdi.”
Kelimeler boğazıma düğümlenmişti; suçluluk, pişmanlık ve korku birbirine karışmıştı.
Kolumdaki kanı hissettiğim anlarda bedenim öfkeyle tepki verdi; duvara yumruk attım, acı bir sesle başımı duvara yasladım.
Timin beni sakinleştirmek için yaklaşmasıyla, başımı çevirip elimi yukarı kaldırdım:
“Durun,”
Can, elinden geldiğince sakinleştirmeye çalışarak, “Komutanım, yapmayın, iyi olacak ... Baki komutanim güçlüdür,”
Ona baktım; Can’ın gözlerinde gerçek bir inanç vardı.
“İyi olacak tabi, benim kardeşim güçlüdür. Daha bebeğini kucağına alacak,”
Sözlerim hem teselli hem de kendi kendime verilmiş bir söz gibiydi; kendimi kandırır gibiydim.
Tam o anda ameliyathane kapısı aralandı; içerden doktorun sesi yükseldi:
“Hastanın yakını kim?”
Kalbim bir anda atmaya başladı; ayağa fırladık. Can, doktorun yanına koştu:
“Onun ailesiyiz ...kardeşimiz nasıl?”
Doktor birkaç saniyeliğine bizi süzdü, sonra yüzünde beklenmedik bir yumuşama belirdi.
“Ameliyat tahmin ettiğimizden daha başarılı geçti. Yarın sabah uyandıracağız. Geçmiş olsun,” dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı.
O iki kelime, “başarılı” ve “yarın sabah,” koridorun soğuk havasında bir şimşek gibi çaktı; göğsümde bir şeylerin çatladığını, sonra rahatladığını hissettim.
Timden bir sevinç çığlığı yükseldi; bir anda herkes birbirine sarılıp sessiz bir kahkaha patlattı.
Bora, gurur dolu bir sesle, “Ben demedim mi, komutanım? Bizi bırakmaz,”
Nazlı aralarından sıyrılarak yanıma gelip, elini omzuma koydu:
“Baki komutanımız iyi, komutanım. Siz de kendinizi toparlayın,”
Gözlerimden istemsizce sevinç yaşları döküldü; yüzümde, uzun zamandır hissetmediğim bir gülümseme belirdi... bir tür yıkılmışlığın ardından gelen, bir neşe.
Can arkadan seslendi: “Bakın arkadaşlar, Deva komutanım ilk defa gülüyor!”
Herkes bu çılgın harekette, bu zorluğun gölgesinde bile mutluluğu paylaşmanın tuhaf rahatlığıyla birbirine bakıyordu.
Hastaneden çıkarken insanların gözleri kanlı üniformama takılmış, şaşkın yüz ifadeleriyle bize bakıyorlardı.
Dışarı çıktığımda bahçedeki çam ağaçlarının altındaki banklarından birine oturdum.
İlk bahar yağmuru ince ince, sürdürülebilir bir azimle yağıyordu; yağmurun serin damlaları omuzlarıma çarpıyor, üniformamı hafifçe ıslatıyordu.
Havadaki çam ve antiseptik karışımı tuhaf bir keskinlik taşıyordu; her nefeste hem hastanenin hem de doğanın kokusunu alıyordum.
Kaç kere aynı hastane koridorunda, benzer felaketlerin gölgesinde beklediğimi düşündüm; kaç kez ölümün kıyısından döndüğümü hatırladım.
İnsanlar bana dışarıdan soğuk, duygusuz biri derlerdi. Hatta çogu kez buz kütlesi dediklerini duymustum.
Ama içimdeki merhameti, suçluluğu, vicdan azabını kimse bilmezdi.
Gözlerimi dünyadan saklamak istercesine ellerimle yüzümü kapattım; ağlamak istiyordum ama kimsenin görmesini istemiyordum.
Sırtımdan bir elin dokunuşunu hissettim; elimle yüzümü silip arkamı döndüm.
Sessizce tanıdım onu..iri mavi gözleri, hafif kirli sakalı, geniş omuzlarıyla Binbaşı Baturalp Göktuna’ydı.
Ayağa kalkıp asker selamı verdim, “Komutanım…” demeye çalıştım; o an bana sarıldı, sözüm yarıda kaldı.
Bana sıkıca sarılmış, ben ise kendimi kaybetmis , soluğu kesilmiş gibi ağlamalarla kendimi bıraktım.
Saçlarıma, ellerime dokundu; çekilmeye çalıştım ama beni bırakmadı.
“Deva, ağla... Aglaki , sakinleş,” diye mırıldandı; sesi hem emredici hem de koruyucuydu.
O an, hiç olmadığım kadar kendim olmuş gibi hissettim. Birinin beni böyle içtenlikle sarması, kırılmış kanatlarıma balmumu sürmek gibiydi.
Baturalp komutan, beni nazikçe geri çekip elimden tuttu ; hastanenin önündeki park yerine koyduğu arabaya doğru yürüttü.
Arabaya binerken etrafına bakındım. Timin yetkili komutanı, o cüssesi ve sert bakışıyla benim acı cektigimi anlamıştı.
Ve kimse görmesin yanlış anlamasin diye hemen arabaya gitmek istemisti.
On beş gün önce annesinin rahatsızlığı için Bursa’ya gitmişti; o gelene kadar timin başında ben vardım.
Baturalp, kolumdan hafifçe çekiştirip bana sordu: “Deva, iyi misin? Ne bu halin?
Baki’yi duyar duymaz ilk uçakla geldim. Sen bu hale nasıl gelebilirsin?
Sen bir özel kuvvet askerisin. Bilmiyor musun bizim hiç bir zafimiz olamaz. Biz hislerimiz ile hareket etmeyiz.
Sen hatalı filan değilsin çok su suçluluk psikolojisinden...
Bizim hata yapma lüksümüz yok anladın mı yok. Toparlan artik Deva lütfen kendini toparla.
Herkesi eve gönderdim sende benimle geleceksin.
Yarın sabah geliriz bir kaç asker bıraktım en ufak birşeyde haberdar edecekler.
Sırılsıklam olmuşsun, hasta olacaksın.” Sesi titriyordu; komutanın sertliği altında anlaşılmayan bir yumuşaklık vardı.
Derin bir nefes aldım, göğsümdeki sıkışmayı biraz olsun gevşetmeye çalıştım.
“İyiyim komutanım,” dedim, ama kelimelerim inceden çatladı.
“komutanim baki bin Bebeği babasız kalıyordu. Eğer ben güvenliği tam sağlayabilseydim, o şimdi ölümle boğuşmazdı."
Bu sözleri söylerken dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi; suçluluk, kelimelere dökülmüş bir yük gibiydi.
Baturalp bana baktı; gözlerinde hem emir hem teselli vardı:
“Senin bir suçun yok, Deva. Kendini suçlamayı bırak.” Ama benim kulaklarım onu duymadı...
Bir mağazanın önünde durdu; “Sen burada bekle, hemen geliyorum,” dedi ve arabadan indi.
Kısa sürelide olsa içimdeki fırtına biraz olsun dinmişti. Yirmi dakika sonra elinde üç poşetle döndü;
Arabaya binip poşetleri bana verdi.
" Bunlar senin"
Poşetleri actim. içlerinden çıkanlar, sıcak bir bakımın simgesiydi: siyah, yandan cepleri olan keten bir pantolon;
beyaz bir kazak ve deri mont; şimdiye dek üzerimde taşıdığım kanlı üniformanın yerine giymem için sıcak, temiz kıyafetler.
“Karakol uzakta;böyle gidemeyiz. Çok kötü durumdasin. arkadaşımın oteli güvenlidir. Ben konuştum biraz evvel mağazada düşünü alıp üzerini degisirsin.
Beni otele götürdü, oda anahtarını uzattı: “Ben arabadayım, Deva. Sen hazırlan, dinlen, gelirsin.”
Odaya çıkıp kapıyı kapattım. Duşun sıcak suyu tenimi yıkarken, tüm vücudumdan ağırlığın aktığını hissettim.
Su, kirli düşünceleri, kanın bıraktığı izleri, suçluluğu bir parça alıp götürse de, huzur uzun sürmedi.
Ne kadar geçtiğini bilmeden yatağa uzandım; gözlerim kapandı ama uyku gelmedi.
Kapının çalmasıyla gözlerimi açtım; kalbim hızlandı.
Hemen ayağa kalkıp kapıya yaklaştım; defalarca seslenmeme " kim o" deneme rağmen ses gelemedi...
Cekmecenin üzerinde duran tabancayı elime aldım ve kapıyı bir anda açtım.
Karşımdaki adam, far görmüş tavşan gibi donup kalmış, alnında soğuk terler vardı.
Silaha bakakalmıştı; ben sinirle bağırdım: “Kardeşim, ağzın yok mu? Neden ses vermiyorsun?”
Adamın sesi titriyordu: “Şey efendim, size yemek getirmiştim... binbaşı istedi.”
Yemeği bırakıp arkasına bakmadan uzaklaştı; adımları panik içindeydi.
Poşetleri masaya koyup açtım. İçlerinden çıkanlar tıpkı Baturalp’ın seçtikleri gibiydi: kapalı kutu şeklinde düzenlenmiş sıcak bir yemek.
Üzerimi hızlıca giyindim; yeni kıyafetlerin sıcaklığı, üzerimdeki ağırlığı biraz olsun aldı.
Yemeği yedikten sonra eşyalarımı toparlayıp çıktım odadan.
Aşağı inerken Baturalp’ı bir kenarda telefonla konuşurken gördüm; yüzü ciddiydi.
Yanına gidince telefonu “Ben hallederim, hemen geliyorum,” diyerek kapattı.
Gözlerime baktı, hafifçe başını salladı.
“Deva…” diye başladı, sonra durdu, sözlerini tarttı.
“Bunu nasıl söylerim bilmiyorum ama yarın erkenden operasyona gitmemiz gerekiyor. Eğer gitmek istemezsen ben hallederim bir şekilde.”
Sesi hem emredici hem de paylaşımcıydı; bana seçenek sunuyor, aynı zamanda timin yükünü hatırlatıyordu.
Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: “Komutanım, biz askeriz her göreve ben hazırım. Siz söylediniz duygularımızla hareket edemeyiz biz”
Söyleyişimde bir dayanıklılık, bir teslimiyet vardı.
“Hiç gerek yok izne. Baki’ye bakıp hemen karakola geçerim.”
Kelimelerim netti; yorgun ruhumun içinde, görev bilincinin ateşi hâlâ sönmemişti.
Baturalp gözlerimi birkaç saniye daha inceledi, sonra sert bir ifadeyle, ama sıcak bir tebessümle, “Olur hadi gidelim,” dedi ve omzuma bir kez daha dokunup gülümsedi.
O gece, yağmurun sesiyle karışan bir sessizlikte, hem kaybetme korkusu hem de görev bilinciyle uykusuz bekleyişin ağırlığını içimde taşımaya devam ettim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 45.19k Okunma |
4.21k Oy |
0 Takip |
53 Bölümlü Kitap |