40. Bölüm
BitterimKara RC / GECE KRALİÇESİ / 34.Bölüm

34.Bölüm

BitterimKara RC
bitterimrjn

 

SEYHAN VE DURU çiftin görselleri.

 

Merhabalar sevgili okurlarım.

Nasılsınız?

Yeni bölümle geldim.

bölüm hakkında düşüncelerinizi bekliyor olacağım.

oy ve yorumlamayı unutmayın

hatalarım var ise affola.

Keyifli okumalar.

 

Salih /Yılmaz /Kalbumi açacağum

SEZEN AKSU /Git

Sezen aksu/Geri Dön

 

MUCİZEM

 

Trabzon'un yağmurlu ve kasvetli gri havası tüm şehri bir çarşaf gibi sarmıştı. Duru, ailesinin ona hediyesi olan beyaz golf arabasıyla eve doğru ilerliyordu.

 

Bugünün kapalı havasından mı bilemedi, çok yoğun bir trafiğe maruz kalmıştı. Hava yağmurlu olmasaydı, büyük ihtimalle yine yürüyerek hastaneye gidecekti. Yağmur bugün öyle şiddetli yağıyordu ki arabayla gitmek zorunda kalmıştı.

 

Yoğun bir gün olmuştu Duru için. O minik bedenleri muayene ederken arada onu zorlayan çocuklar oluyordu. Hastalandıklarında daha huysuz ve ağlamaklı oldukları kesindi. Bugün o miniklerle çok uğraşmış ve yorgunlukla evin yolunu bulmuştu.

 

Trafikte ilerlerken açtığı havaya uygun müzik, biraz olsun yorgunluğunu alıyordu. Radyonun sesini yükselterek şarkıya eşlik ediyor, parmaklarıyla direksiyona tempo tutuyordu.

 

Hatırlar mısın bilmem

Seni ilk görüşümü

O derenin başında

Bakıp da kalışımı

Hayalin bile güzel

Bi de yanımda olsan

Seni seven adamı

Bilsen, farkında olsan

 

Kırmızı ışıkta durup, ışığın yeşile dönmesini bekledi. Şarkıyla birlikte düşünceleri, bir Mardinli adama kaymasına engel olamadı.

 

Kalbimi açacağım

Var mı yer, kaçacağın

Benim olursan eğer

Göklere uçacağım

İçimi açacağım

Yok ki yer, kaçacağın

Benim olursan eğer

Bağrıma basacağım

 

Dediği nakarat, dudaklarında istemeden kıvrılıyor, kalbi onu düşündükçe minik tekmelerden koşan bir adamın kalbi gibi hızlı atıyordu.

 

Karanlık çöktüğünde

Bu gözlerim yaşlanır

Sen aklıma gelende

Kalbim neden hızlanır

Ver elini, alayım

Tutayım, götüreyim

Duman sarıldı dağa

Ben sana sarılayım

 

Seyhan Safiroğlu, ilk gün asla anlaşamadığı adamdı. Onu sinir etmekten başka bir şey yapmayan biriydi. Onunla atışmadığı saniye yoktu. Ne ara bu atışmalar ve uyuzluğu onun hoşuna gider olmuştu? Ve kalbinde ona yer açmaya meyletmişti.

 

Duyduğu korna sesiyle kendini toparlayıp arabayı sürmeye devam etti. "Aklımı karıştırıyorsun, Safiroğlu," dedi kendi kendine. Arabayı, Birsen’le kaldığı küçük evlerinin önüne park etti. Çantasını ve şemsiyesini yan koltuktan aldı. Kapıyı açıp önce şemsiyeyi açtı, ardından vücudunu arabadan çıkardı. Sokaklarda minik göletler oluşmuştu. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan kendini koruyarak apartmanın kapısına ilerledi. Çantasından anahtarı çıkarıp önce dış kapıyı açtı.

 

Birsen bugün hastanede nöbetçi olduğu için Duru tek kalmıştı. Kapıyı açtı, asansöre doğru ilerleyip bulunduğu 5. kattaki dairesine çıkmayı bekledi. Birkaç saniye sonra asansör, bulunduğu katta durdu. Açılan kapıdan çıktığı gibi dairesinin kapısında buldu kendini. Anahtarı kapı kilidine sokup iki çevirdikten sonra açtı. Onu sessiz ama huzur bulduğu evi karşıladı.

 

Montunu ve şemsiyeyi portmantoya astı. Anahtarı anahtar kasesine koydu. Ayağındaki kovboy botlarını çıkardı. Eylül’ün sonlarına gelmişti ve Karadeniz’de havalar soğumaya erkenden başlamıştı.

 

Botlarını kenara koyup odasına doğru ilerledi. Çantasını makyaj masasına bıraktığı gibi kendini banyoya, sıcak duşun altına attı. Yorgun bedenini hızla yıkayıp çıktı. Vücuduna sardığı beyaz havluyla odasına girdi. Beyaz teni, su damlacıklarıyla parlıyordu.

 

Odasına girip giyebileceği rahat pijama takımlarına uzandı dolaptan. Tam o vakit, komodinin üzerindeki telefonun sesi odayı doldurdu. Elindeki pijamalarıyla telefona doğru adımladı.

 

Ekranda gördüğü isimle bir an ne yapacağını şaşırdı. Eli kolu birbiri içine dolandı. Kalp atışları hızlandı. Telefonu eline aldığı gibi açtı.

 

"Alo," dedi Seyhan.

"Efendim," dedi Duru; kalbinin atışları, sesinin titremesine neden olmuştu.

"Nasılsın? Ne yapıyorsun?" diye sordu Seyhan. Duru’nun sesinin titrediğini duymasına rağmen ona hissettirmeden, keyifle dudakları kıvrılmıştı.

 

"İyiyim, teşekkür ederim. Yeni geldim işten. Sen nasılsın?" Elindeki pijamalarla, üzerindeki havluyla yatağın köşesine oturdu.

 

"İyilik çiğ çiçeği. Burdayım, müsaitsen... Yemek yemediysen birlikte yiyelim mi?" diye sordu Seyhan.

 

Ona ne demişti? Çiğ çiçeği mi? Duru, duyduğu sözle ne diyeceğini bilemedi. Kendini toparlayıp Seyhan’a cevap vermesi birkaç saniyesini almıştı.

 

"Olur. Yani yemedim, bana yarım saat verirsen hazır olurum," dedi.

"Yarım saate orda olurum. Görüşürüz."

"Tamam." Deyip telefonları iki tarafta kapattı.

 

Hızlı bir şekilde yataktan kalktı. Pijamaları yatakta bırakıp dolaba yöneldi. Heyecanla dolaba baktı; en zoru ne giyeceğini bilememekti.

 

Eli elbiseler arasında gezdi. Ardından gözüne sıfır kol volümlü, yakası, belinde ince kemeri olan siyah tulum takıldı. Askıdan aldığı gibi çekmeceden siyah iç çamaşırını aldı. Havluyu kenara bırakıp önce iç çamaşırlarını giyindi.

 

Tulumu üzerine geçirdi. Makyaj masasına yönelip önce sarı saçlarını kurutup maşaladı. Ardından iyice karıştırıp doğal bir şekil verdi. Yüzüne, göz altlarına kapatıcı sürdü. Yeşil gözlerine herhangi bir uygulama yapmadan maskarasını sürdü. Yanaklarına renk vermek için pembe allık sürdü.

 

Dudaklarına kan kırmızı rujunu sürdü. Bileklerine altın renginde iki ince bileklik taktı. İşaret parmağına aynı renkte ince, zarif bir yüzük ve kulağına küçük halka küpeler taktı. Siyah çantasını ve topuklu siyah ayakkabısını giyindi.

 

Üşümesin diye kaşe siyah blazer ceketini aldı. Seyhan geldiğini bildiren bir mesaj atmıştı. Aldığı mesajla, içi içine sığmayan adımlarla evden çıktı.

 

Dış kapıdan da çıkıp, onu kapının önünde bekleyen Seyhan'a doğru ilerledi. Seyhan, kalçasına arabanın kaputuna yaslamış bir şekilde, bacakları öne doğru uzatmış duruyordu. Duru, karşısındaki adamı baştan aşağı süzmeye başladı. Kumral, dağınık saçları alnına dökülüyordu.

 

Kirli sakalları yüzüne keskin bir ifade veriyor, gür kirpikleri kehribar gözlerini gölgeliyordu. Hafif kemerli burnu, buğday rengi teni ve dolgun dudakları onu çekici bir hâle getiriyor; Duru'ya ona bakma keyfi sunuyordu.

 

Üzerinde siyah, vücuduna oturan, pahalı bir marka takım giymiş; üzerine kaşe, kalçasında biten bir kaban vardı.

 

Duru'nun kalbi, onu gördükçe hızlanıyor; vücudunun ısısı, beyaz teninde kırmızı bir renge yol açıyordu.

 

Duru'yu gören Seyhan, kalçasını siyah göz bebeği olan Maserati GranCabrio'dan uzaklaştırarak duruşunu dikleştirdi.

 

Öne bir adım atarak, Duru'nun ona gelişini izledi. Gözlerini Duru'nun vücudunda gezdirdi. Siyah tutumunu ona çok yapıştırmış, nefesini kesmeye yetmişti. Özenle hazırlanan Duru, onu etkileyen adamın bakışlarından kaçmak yerine ona bakarak, tam karşısında durdu ve "Merhaba," dedi.

 

Sesinin titrememesine izin vermeden konuştu. Dudaklarında tatlı bir gülümseme ile Seyhan'a baktı. "Merhaba," dedi kendinden emin bir şekilde, aynı içten gülümsemeyi Duru'ya bahşederek. İkisi de bir süre dudaklarındaki tebessüme bakarak bir iç geçirdi.

 

Arabanın ön kapısını Duru için açtı Seyhan. Teşekkür ederek, lüks arabanın koltuğuna oturdu. Emniyet kemerini takarken, Seyhan da içindeki heyecan kıpırtısıyla yerine oturup motoru körükledi.

 

"Nasılsın görüşmeyeli?" diye arabadaki sessizliği bozan Seyhan oldu. Duru, Seyhan'a başını çevirip yan profiline bakarak, "İyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?" dedi.

 

"Ben de iyiyim, ne olsun. Ama seni iyi gördüğüme sevindim," dedi, bakışını birkaç saniye yoldan ayırıp Duru'nun güzel yüzüne, dudağının kenarındaki minik çukura baktı. Duru konuşunca, dudağının kenarındaki çukur ortaya çıkıyor; gülünce ise daha derin bir çukura dönüşüyordu.

 

O çukura ne zamandan beri düştüğünü bile farkında değildi Seyhan. "Asiye nasıl? Okulu sevebildi mi?" diye sordu. Duru'nun yanaklarına akın eden kızarıklık onu utandırmıştı. Seyhan, yüksek bir tepeye doğru arabasını hızlı bir şekilde ilerletti. Trabzon'un deniz ve yeşillik manzarasıyla şık ve güzel bir restoranın önünde durdu.

 

"Küçük hanım, okul için başta biraz zorluk çıkardı. Ama şimdi koşarak, büyük bir istekle gidiyor. Onu mutlu görmek, yüzündeki gülümsemeyi görmek bana da, aileme de iyi geliyor. Onun karşıma çıkması bir mucize gibi; akıllı, sevgi dolu bir çocuk," dedi Seyhan. Arabadan ikisi de inip, restoranın içine doğru yürüdüler.

 

Kapıdaki görevli onlara eşlik ederek, yemek yiyecekleri cam kenarındaki masaya geçtiler. Seyhan, önce Duru'nun sandalyesini çekti. Duru, üzerindeki kalın ceketi çıkardı. "Teşekkür ederim," deyip ceketini yanındaki boş sandalyeye bırakıp oturdu.

 

Seyhan, sandalyeye oturan kadının çiğ çiçeği gibi kokan kokusunu içine çekerek derin bir nefes alıp, ciğerlerini bu kokuyla ödüllendirdi. Yağmur ve çiçek kokusunun karışımı, Duru'nun kokusuna sahipti.

 

Seyhan sadece başını sallayıp, karşısındaki sandalyede oturdu. "Çok sevindim Asiye adına. Ve senin o sokakta karşısına çıkman, asıl onun için mucize. Onun hayatını kurtarıp, çok güzel bir yeni hayat verdin," dedi Duru. Garson gelip siparişleri alınca, ikisi de gecenin verdiği huzurla hoş bir sohbet eşliğinde yemeklerinin gelmesini beklediler.

 

"İkimiz de birbirimize iyi geldik," dedi Seyhan.

"Kırmızı eti çok seviyorsun galiba?" diye başka bir konuya geçti Duru.

"Sen de balık seviyorsun," sorusuna karşılık, önlerine bırakılan yemeklere bakarak ikisi de gülüyordu.

"Denizin olduğu bir yerde yaşıyorum. Denizden çıkan her şeyi yiyebilirim, öyle seviyorum."

 

"Denizden babam çıksa yerim diyenlerdensin," dedi. Çatalını tabağındaki Akçaabat köftesine batırarak Duru'ya baktı.

 

"Tam da öyle," dedi Duru. Seyhan, köftenin büyük bir parçasını ağzına attı. Duru ise önüne konulan balıktan küçük parçalar koparıp yiyordu.

 

Bakışlarını iştahla et pirzolayı yiyen Seyhan'a dikti. Öyle iştahla yiyordu ki ağzının suyu aktı. Teklif bile etmeden, Seyhan'ın tabağındaki karışık ızgaraya çatalını batırıp, köfteden bir parça ağzına attı.

 

Seyhan başta afallasa da, Duru'nun bu atik ve vurdumduymaz hallerine alışıyor; hatta hoşuna gitmeye başlıyordu.

 

"Gözün yemeğimde olduğunu bilmiyordum. Bir porsiyon daha isteyelim," dedi Seyhan, karşısındaki kıza çekici bir gülümseme gönderdi. Duru ona bakarak omuzlarını silkti. Ağzındaki lokmayı yutup, "O kadar iştahlı yiyordun ki canım çekti. Lokmamı mı sayıyorsun, Safiroğlu?" dedi.

 

Seyhan'ın tebessümü erkeksi bir kahkahaya dönüştü. Duru, gözlerini kısarak karşısında gülen adamın gülüşüne, sonrasında da göz kamaştıran kehribarlarına baktı. "Ne güzel gülüyorsun, zalımın oğlu." İçinden söylediğini sandığı cümleyi sesli dile getirdiğinin farkına varınca dilini sert bir şekilde ısırdı. Bakışlarını Seyhan'dan kaçırıp, önündeki tabağa baktı.

 

Yanaklarına ve kulaklarına akın eden kızarıklıkla utancından yerin dibine girebilirdi.

 

Seyhan ise duyduğu cümleyle kahkası dudaklarında donup kaldı. Karşısındaki kızın utancından, başını eğişini, yanaklarının kızardığını bire bir şahit olup; bu hâli yüreğine akın eden bir kıpırtı eşlik etti.

 

Duru'yu daha fazla utandıramamak için, başka bir konu hakkında sohbet etmeye başladılar. Geç saate kadar birbirleri hakkında konuştular; kimi zaman kahkaha, kimi zaman sakin, kalplerine yol çizen ipin ucundan tuttular.

 

Akşamı Duru'yu eve bırakarak bitiren Seyhan, yüzünde tebessümle, kalbindeki kıpırtıyla birbirlerinden ayrıldılar.

 

********

 

Elimdeki kağıtlara bakıp duruyorum. Bütün günü hastanede geçirip, heyecanla döndüğüm evime kocamın bana yaptığı bir sürprizle karşılaştım.

 

Kağıtlara boş değil, öfke ve üzgün şekilde bakıyordum. "Bu ne demek oluyor, Siyam?" diye dolu gözlerle, karşımda hiç bir mimik göstermeyen kocamın gözlerine baktım.

 

"Bana bunu açıklarmısın? Bu kağıtlar ne? Bu yazılanlar ne diyor?" Öfkeyle yüzüne doğru bağırdım. Elimi saçlarımın arasına daldırıp, arkaya doğru çekiştirdim.

 

Odada bir o yana bir bu yana gidip geldim. "Ne görüyorsan o," dedi; sesinde gram pişmanlık olmayan, dümdüz bir ifade ile bana bakıyordu.

 

"Ne görüyorsam o! Ben burada saçma sapan satırlar görüyorum, hayvan herif," diye üzerine doğru yürüdüm. Elimdeki boşanma kağıtlarını yüzüne fırlattım. "Sen, aklı olmayan, s*kin beyinli bir adamdan başka bir şey değilsin." Parmağımı yüzüne doğru salladım.

 

"Düzgün konuş," uyarır gibi konuştu.

 

"Gayet düzgün konuşuyorum. Bana bunu açıklayacaksın. Bunu ne zamandır düşünüyorsun da böyle bir teklifle karşıma geçtin?" Gözlerim ve sesim öfkeden titriyordu.

 

Yataktan kalkmaya kalkıştı; başaramayınca da sert bir şekilde bacaklarına iki yumruğu indirip, "Bunun yüzünden, görmüyor musun şu halimi? Kıpırdayamıyorum, bir boka yapamıyorum. Senin hayatında bir kötürümü mahkum etmek istemiyorum," diye bacaklarına vurarak öfke kusmaya başladı.

 

Bileklerini tutmaya çalıştım; o kadar sert vuruyordu ki, bacaklarına zarar vermesinden korkuyordum. "Yeter! Yapma şunu." Kollarından tuttum, kendini kaybetmiş gibi tekrar tekrar vurdu. "Siyam, yeter!" diye bağırdım. Ellerimi yüzüne koyup kendime çevirdim.

 

"Canını yakıyorsun. Sakin ol." Yalvarır gözlerle gözlerine baktım. Canını yaktıkça benim canım da yanıyordu. "Yalvarırım, biraz sakin ol. Canın yanarsa, benim de canım yanar." Elleri kas katı halde bacaklarının üstünde durdu. Derin derin nefes alıp vermeye başladı.

 

"Sana bunu yaşatmaya hakkım yok. Bırak git." Sesi fısıltı gibiydi ama benim içimde çığlıklar atıyordu. "Git demek bu kadar kolay mı?" dedim, ellerimi yüzünden çektim.

"Kolay olduğunu kim söyledi? Ama bana hasta bakıcılığı yapmanı istemiyorum," dediğinde kalbimi paramparça etti.

 

Kollarım güçsüz bir şekilde aşağıya sarktı. Bir adım geri çekilip, hayal kırıklığıyla yüzüne baktım. "Sana bakıcılık yaptığımı mı düşünüyorsun? Seni sevdiğimi, sana destek olduğumu, yanında olduğumu göremiyorsun," dedim; sesim ne bağırarak ne de fısıltıyla çıktı.

 

"Beni sevdiğini biliyorum. Bir ömür bu tekerlekli sandalyede otursam da bırakıp gitmeyeceğini biliyorum. Allah kahretsin ama bunu yapmanı istemiyorum. Gitmeni istiyorum; benden uzakta yaşa, kendi hayatını." Gözlerim yaşlara yer verip, bir bir süzüldü yanaklarımdan. Dudaklarım titriyor, kalbim ise üzerine kezzap dökülmüş gibi yanıyor, acı çekiyordu.

 

Geri geri adımlar attım; ta ki makyaj masasına ayaklarım değince durdum. Yüzünde acı, gözlerinde derin bir keder vardı. Ama canımı ne denli yaktığını göremiyordu.

 

Arkamı döndüğüm gibi, masadaki rujlar ve parfümleri ellerimle yere savurdum. "Seni severken, bana git demeyi nasıl dilin, yüreğin izin veriyor?" Göz yaşlarım içinde bağırarak konuştum.

 

Yere saçılan parfüm şişeleri, kırılan cam şişeler odada yankı yaptı. Benim çığlıklarım o sesi bile yutuyordu. "Açela..." diye bağırdı. Hırsımı almadan, giyinme odasına yöneldim; askılardaki kıyafetleri odanın içine savurdum. "Aptal," dedim. Elbise dolabı boşalıp, tek bir parça bırakmadan Siyam'ın elbiselerinin olduğu tarafı da yerlere savurdum; tüm takım elbiselerini. "Geri zekalı, hamsi kafalı," dedim.

 

Nefes nefese, valizimi alıp içine kıyafetlerimi doldurdum. Çekmeceden pasaportumu da aldım, çantama koydum. Odadan, küçük valizimle çıktım. "Tamam, istediğin gibi olsun. Gidiyorum," dedim, yatakta kıvranan kocama baktım.

 

Gözleri kızgın bir boğa gibi bakıyor, alnındaki damarlar ortaya çıkarmıştı. "Sakın unutma, seni sevdiğimi ama bu yaptığını da unutma; seni affetmeyeceğim." Valizin tutulacak yerinden sıkıca tuttum, parmak boğumlarım beyazlamıştı.

 

"Geleceksin bana, biliyorum; biliyorsun, af dileyeceksin, yalvaracaksın; sana dönmem için sakın gelme. Bana git dedin ya, ben de gelme diyorum. Sakın peşimden gelmeye kalkma, aptal herif," dedim, yüzüne son kez bakıp odadan çıktım.

 

"Açela..." diye bağırdı, ama yüzümü ona çevirmedim.

"Özür dilerim, kal diyemediğim için özür dilerim," dedi. Göz yaşlarım akın etti. Yine de dönüp bakmadım; adımlarım gittikçe ondan uzaklaştı. Avluya indiğim gibi dizlerimin üzerine düştüm. Dizlerim acımıştı ama yüreğimdeki acı, onu hissetmeme engel oluyordu.

 

Bağışlarımızdan, zaten evdeki herkes toplanmıştı. İlk bana koşan Robar oldu. "Yenge, neyin var?" dedi, karşımda dizleri üzerine çökmüş, telaşlı gözleriyle baktı.

"Git dedi. Baba, git dedi," diye fısıldadım.

"Kim, neye git dedi?" Hüseyin baba, Ayfer hanım, Zelal ve Jehat yani başımda duruyordu.

"Kızım, neler oluyor? Bu valiz ne, bu halin nedir?" diye sordu Hüseyin baba. Bakışlarımı ona çevirdim. "Baba, git dedi; beni yanında istemiyor. Boşanma kağıtlarını verdi," dediğim an, tüm sesler ve bakışlar dondu.

 

"Aman Allah'ım!" dedi Ayfer hanım.

"O ne demek, kızım?" dedi Hüseyin baba.

"Boşanma belgesi çıkarmış, gitmemi istedi; bizi bitirmeye karar vermiş," dedim, hıçkırıklarım arasında konuştum. Transa girmiş gibi, aynı şeyi tekrarlıyordum.

 

Kollarımdan tutup beni ayağa kaldırdı. "Sen benim kızımsın; senin canını yakan evladım bile olsa affetmem. Şimdi dimdik duruyorsun; benim kızım böyle kendini harap edecek, güçsüz bir kız değil," dedi; kollarının arasına aldı.

 

"Şimdi seni, kimsenin bulamayacağı bir yere göndereceğim. Kafanı topla; o eşek oğlu eşeğin yanına bırakmayacağız. Burnu sürtünene kadar seni onun karşısına çıkarmayacağım. Arayıp bulamasın; seni, kıymetini yokluğunla öğrensin," dedi.

 

Minnetle baktım Hüseyin baba’ya.

 

 

*****

 

Konaktan ve bu şehirden ayrılalı üç gün geçmişti. Hüseyin Baba dediğini yapmış, beni bilmediğim, tanımadığım bir yere göndermişti. Bursa'da, küçük, şirin bir kasabada bana bir ev tahsis etmiş; yanıma da güvendiği iki koruma ve yardımcı olarak da Sevgi Abla'nın tanıdığı bir genç kızı tahsis etmişti.

 

"Hanımım, yine kötü görünüyorsunuz, bir hastaneye gidelim," diye söylendi Zeynep. Geldiğim günden beri küsüp duruyordum; kendimi halsiz ve bitkin hissediyordum.

 

Gelmeden önce zaten pek iyi değildim. Siyam'la olan ayrılığımız da üzerine tuz biber olmuştu.

 

Kendimi öyle mutsuz hissediyordum ki canım yanıyordu. Bana "git" deyişini hiç unutamıyor; düşündükçe gözlerim doluyordu.

 

"İyiyim ben," dedim, bana yalvaran gözlerle bakan Zeynep'e.

 

"Hanımım, hiç iyi görünmüyorsunuz. Başınıza bir şey gelirse ağama ne derim? Hadi kalkın, bir hastaneye gidelim," diye yalvardı.

 

Kahve gözleri melül melül baktı. Bu haline daha fazla dayanamadım.

 

"Tamam," dedim, bıkkın bir şekilde uzandığım koltuktan doğrulup ayağa kalktım.

"Ben de Rıza Abiye haber edeyim, arabayı hazırlasın," deyip salondan birlikte çıktık. Ben odama doğru ilerlerken oda dış kapıya doğru gitti.

 

Odama girip üstümdeki pijamaları çıkardım. Mavi, omuzları düşük, kalçalarımı kapatan kazağın altına siyah bir jean giyindim. Beyaz spor ayakkabımı ve şişme montumu giydim. Saçlarımı açık bıraktım.

 

Makyaj yapacak gücü bile bulamıyordum kendimde.

 

Ayaklarım zorla beni odadan çıkardı.

 

Mide bulantımı yüzümü ekşitmeden edemedim. Ayrılık acısını bile adam akıllı yaşamama izin veriyorlardı.

 

Kapıdan çıktım. Rıza Abi kapının önünde hazır bir şekilde bizi bekliyordu. Zeynep de hazırlanmış, yanımda yerini aldı.

 

"Nasılsınız, Rıza Abi?" Arabanın kapısını açmış, binmemiz için bekliyordu.

 

"İyiyim, hanımım. Siz nasılsınız?" dedi. Ona ve Zeynep'e bir türlü "hanımım" dememelerini öğretememiştim.

 

"Olması gerektiği gibi, biraz yorgun, biraz bitik," dedim, kendimi arabanın arka koltuğuna attım. Yanımda yerini alan da Zeynep oldu. Rıza Abi şoför koltuğunda yerini aldı. Akif de hemen yanındaki yerini alıp arabayı çalıştırdı.

 

Yarım saatten sonra, merkezdeki özel bir hastanenin önünde durmuştu. Zeynep ile birlikte hastaneye girip jinekoloji doktorundan sıra aldım.

 

Zeynep bana bakıp, "Hanımım, neden önce acile görünmediniz?" diye sordu.

 

"Bir şeyden emin olmam gerekiyor. O yüzden önce jinekoloji doktoruna görünmem gerekiyor," dedim. Şüpheli bakışlarını üzerimde hissetsem de bakmadım. O da konuşmadı.

 

Adımı sesleyen hemşire ve adının Sibel olduğunu öğrendiğim doktorun odasına girdik.

 

"Hoş geldiniz, Açela Hanım," dedi, tatlı bir siması, bakımlı ve güler yüzlü Sibel Hanım.

 

"Hoş buldum," dedim, sandalyeye oturdum. Zeynep ayakta durmayı tercih etmişti.

 

"Şikayetiniz nedir?" diye sordu Sibel Hanım.

 

"Gebelik, yani hamile olduğumdan şüpheleniyorum," dedim. Zeynep'in bana şaşkın bakışlar attığını tahmin edebiliyorum.

 

"Daha önce bir gebelik yaşadınız mı?" Başımı evet anlamında salladım.

 

"Evet, beş ay önce bir gebelik yaşadım ama varlığını öğrenmemle bebeğimi kaybettim." Acı bir kıymık kalbimin derinliklerine battı.

 

"Geçmiş olsun. En son adet döneminizi hatırlıyor musunuz?" dedi.

 

"Yirmi Eylül, yani altı hafta önce," dedim.

 

"Başka belirtileriniz var mı? Baş dönmesi, mide bulantısı, bayılma gibi?" dedi.

 

"Son bir haftadır kusma ve halsizlik yaşıyorum," dedim.

 

"Kan tahlili yapalım, sonra da sonuçlara göre ultrason ile daha dikkatli bakarız," dedi. Tahlil için doldurduğu formu bana uzattı. Odadan çıkıp önce kan ve idrar tahlili yaptırdım.

 

Sonuçları Zeynep'le bekleme salonunda bekledik. Bir saat sonra yeniden Sibel Hanım'ın odasında bulmuştuk kendimizi.

 

Bilgisayardan çıkan tahlilleri kontrol edip, "Tebrik ederim. Yaklaşık altı haftalık hamilesiniz," dedi.

 

Ben hamileyim. Ben anne olacaktım.

 

"Allah'ım, şükürler olsun sana," diye fısıldadım. Elim istemeden karnıma gitti.

 

"Bebeğim, hoş geldin," diye fısıldadım.

 

Bu yeniden bana verilmiş bir mucizeydi.

 

Kocam olacak aşağılık herif, beni ve karnımdaki bebeği gitmeye zorlamıştı.

 

Onu buna pişman etmeden dönmeyeceğim.

 

 

Evettt bir bölümün daha sonuna geldik.

 

Bölüm hakkında düşüncelerinizi alayım

Duru ve Seyhan hakkında ne düşünüyorsunuz?

Açela ve Siyam hakkında ne düşünüyorsunuz?

Siyam'ın Açela'ya git demesi sizce dogrumuydu?

Ve Açela hamile sizce bizi neler bekliyor?

 

Bölüm : 24.08.2025 00:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...