46. Bölüm

39.Bölüm

BitterimKara RC
bitterimrjn

Merhabalar sevgili okurlarım.

Nasılsınız? Yeni bölümle geldim size.

 

Okuyup oy ve yorumlarınızı eksik etmezseniz sevinirim.

OY LİMİTİMİ 100 YORUM 50 LİMİT DOLMADAN BUNDAN SONRA BÖLÜM GELMEYECEK. NE YAZIK Kİ EMEĞİMİN KARŞILIĞINI ALAMIYORUM.

BUNU İSTEMEKTE EN DOĞAL HAKKIM OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM.

Hatalarım var ise affola.

Keyifli okumalar.

 

 

 

Şarkılar

 

Ayçin Asan/ Her Şeyim Oldun.

 

Rojda / Tu Yî

 

Metin Özülkü / Seninle olmak var ya

 

Ali Baran/ Eser Eyüboğlu/ Yüregun Yüregumda

 

Salih Yılmaz/ Mendil Astım Dilekten

 

Mehmet Akyıldız/ Doldum Dolana Kadar (bu şarkıyı Demir ve Zelal'in sahnesinde açın dinleyin 😁😉)

 

 

 

 

EVE DÖNÜŞ/ BASILDIK

 

 

 

 

Robar’ın aramasından hemen sonra, mümkün olduğunca hızlıca hazırlanıp bizi hazırda bekleyen uçağa binmiştik. Tabii bu süreç benim için korku doluydu.

 

Hüseyin babam için çok korkuyordum. Onun da bizden gitmesine dayanamazdım. Kendi babam gibi sevdiğim bir adamı kaybetmek çok kötü ve korkutucuydu.

 

Karnımdaki ikizlerden dolayı çok ağır hareket ediyordum. Panik ve korku içimi kemirirken, onlar da bana hiç yardımcı olmuyorlardı. Küçük kasılmalar eşliğinde karnımda hareket ediyorlardı.

 

Kimi zaman sertleşince dişlerimi sıkıp elimi karnıma koyuyordum. Yavaşça okşayıp sakin olmalarını diliyordum. Uçak yolculuğu zorlu geçmişti. Havaalanından çıkar çıkmaz bizi kapıda Fırat bekliyordu.

 

Önce Siyam’a selam verdi.

“Hoş geldin abi.”

Sonra bana dönüp aynı samimiyetle, “Hoş geldin yenge.” dedi. Siyam sadece başını sallayarak selamını aldı.

 

Ben ise uzun zamandır görmediğim için aynı içtenlikle,

“Hoş buldum, Fırat.” dedim. Bizim için hazırda bekleyen arabaya ağır adımlarla yürüdük. Gün ağarmaya başlamıştı. Güneş tüm kızıllığıyla Mezopotamya toprağına doğuyordu. Trabzon’dan sonraki memleketim olan Mardin… Evime dönmek, o toprak kokusunu derince içime çekmek bana huzur vermişti. Dikkatlice arabaya bindim.

 

İçim burkuldu. Aylardır evimden, ikinci toprağımdan uzaktım. İstemeden gözlerim doldu. Hemen yanıma oturan Siyam, elimi sıkıca tutup kendi sıcak avuçlarının arasına aldı.

 

Mardin soğuktu, tıpkı ellerim gibi… Ama onun elleri bana ve Mardin’e tezat bir biçimde sıcacıktı; kömür karası gözleri gibi.

“Hoş geldiniz evimize.” dedi ve saçlarımın üzerine birkaç kez öpücük kondurdu. Başımı koluna yasladım.

 

Fırat arabaya bindiği gibi motoru çalıştırdı. Havaalanından çıkarak hastaneye doğru yola koyulduk.

 

“Evimi özlediğimi hissettim. Toprağına adım atınca, kokusunu içime çekince, ondan ne kadar mahrum kaldığımı anladım.” dedim. Göğüs kafesim sert bir şekilde inip kalkıyordu.

 

Barışmış olabilirim ama yaşadıklarımı bir anda unutamam ki… O da bu sözlerimi mazur görecekti. Sonuçta suçlusu oydu.

“Taş atmayı da hiç unutmuyorsun.” dedi.

Omuz silktim. “Hak etmediğini söyleyebilir misin?”

Bakışlarımı yüzüne çevirdim. “Ne haddime… Sikeyim kendi belamı.” diye homurdanınca, göğsüne bir tane vurdum.

“Küfür etme! Çocuklarımız seni duyuyor.”

Eliyle göğsüne vurduğum elimi tuttu. Yaramaz bakışlarını yüzümde gezdirdi.

 

“Sen söyleyince duymuyorlar da ben söyleyince mi duyuyor bu çocuklar?” deyince, dudaklarımdan bir kıkırtı koptu.

“Benim sesime alışıklar ama seninkine yeni tanışıyorlar. Babalarını bir küfürbaz olarak düşünmesinler, değil mi?” dedim ve bir göz kırptım.

 

“Hadi oradan, küfürbazmış! Ben ne zaman küfür ettim?”

Arabayı kahkaham doldurdu. O ise sert bakışlarla gözlerime, dudaklarıma bakıp duruyordu.

 

O sırada, Fırat’ın arabayı hastaneye değil de konağa doğru sürdüğünü fark ettim.

Gülüşümün arasından, “Hastaneye gitmiyor muyuz?” diye sordum. Siyam da bunun farkına varınca bakışlarını benden çekip öndeki Fırat’a çevirdi.

 

“Fırat, neden hastaneye gitmiyoruz? Babam orada değil mi? En son Robar’la konuştuğumuzda hastanedeydi.”

“Yok abi, Hüseyin ağam evde.” diye yanıtladı Fırat. Halbuki hastanede olması gerekiyordu. Ne çabuk çıkmış olabilirdi ki? Biz gün ağarırken varmıştık Mardin’e, saat daha çok erkendi. Bu kadar çabuk çıkması mümkün değildi.

 

“Babamın durumu nasıl, Fırat? Daha birkaç saat önce Robar hastanede olduğunu söylemişti.” dedim. Fırat dikiz aynasından bakışlarını kaçırdı. İçimi bir korku kapladı. Acaba kötü bir şey oldu da bize doğruyu söylemiyorlar mıydı?

 

Bakışlarımı Siyam’a çevirdim. Korkuyla ellerini sıktım. “Bir şey olmamıştır, değil mi?” Dudaklarım titriyordu.

“Olsa söylerdi Robar.” dedi ve beni kolunun arasına çekti.

 

Dakikalar sonra, içinde olduğumuz araba konağın kapısında durmuştu.

Kapıda bekleyen iki koruma ceketlerini ilikleyip biri kapımı açtı. Diğeri konak kapısının önünde durdu. Fırat ise Siyam’a eşlik etti. Ben daha arabadan inmeden Siyam önümde belirdi.

 

Elini uzattı. “Hadi güzelim.”

Uzattığı eli sıkıca tuttum ve indim. Ayaklarım yere basınca başımı kaldırıp konağın geniş, büyük ahşap kapısına baktım. “BOZDAĞ KONAĞI” yazısını görünce gözlerimi kapadım, içime derin bir nefes çekip verdim.

 

“Evimize hoş geldiniz, karım ve çocuklarım.” Siyam’ın sesi hemen dibimdeydi. Nefesi şakağıma çarptı, ardından dudakları değdi.

Gözlerimi açtım ve derin bakan gözlerine baktım.

“Yeni başlangıçlarımıza; seninle, çocuklarımızla geçireceğimiz her yeni güne, güzelim.” dedi. Bir elini belime koydu.

 

Birlikte ağır adımlarla açılan kapıdan içeri girdik. Ancak karşımızdaki manzara karşısında olduğum yerde donup kaldım. Siyam da adımlarını benimle birlikte durdurmuştu.

 

Bizi hasta yatağında karşılamayı düşündüğümüz Hüseyin Baba, tüm heybetiyle karşımızda, kollarını açmış gülümseyerek bize bakıyordu.

 

Hemen yanında Ayfer Hanım, sağında Robar ve Leyla, onların yanında ise Zelal ve müstakbel kocası Demir vardı. Ayfer Hanım’ın yanında Jehat ve Dicle bulunuyordu.

 

Hepsinin yüzünde içten bir gülümseme vardı. Ben ise ağzım bir karış açık, karşımdaki manzaraya bakıyordum.

 

“Evine hoş geldin kızım.” diyen Hüseyin Baba, birkaç adımda yanımda bitiverdi. Siyam’ı kenara itip kollarının arasına aldı beni.

Kendimi zor da olsa toparladım. Kollarımı heybetli beline doladığımda gözlerimden yaşlar aktı. Nasıl özlemiştim baba kokusunu, şefkatini… Onu iyi görmemle bütün direncim kırıldı.

 

“Baba…” diye fısıldadım.

Kollarını sıkılaştırıp iyice sardı beni göğsüne.

“Kızım, güzel kızım benim.” dedi. Başımı göğsünden kaldırıp yüzüne baktım. Baştan aşağı süzdüm.

“İyisin.” dedim. Başını aşağı yukarı salladı.

“Evelallah, turp gibiyim.” deyince yaptığı planı çok geç fark ettim.

 

Kollarından çıktım, bir adım geri çekildim.

“Beni getirmek için oyun oynadınız! Hem de çok kötü bir şaka ile! Benim ne hale geleceğimi hiç düşünme—”

Lafımı bölen şey, kasıklarıma giren sancıyla attığım çığlık oldu.

“Ahhh…” Elimi karnımın altına attım. Yanıma ilk koşan Hüseyin Babamdı. Siyam da elini belime attı. Avludaki herkes panik içinde etrafımdaydı.

 

“Kızım, neyin var?” diye sordu Hüseyin Baba.

“Açela’m, iyi misin? Robar, arabayı hazırla! Hastaneye gidiyoruz!” Siyam korkuyla beni sıkıca tutuyordu.

 

“Ahhhh!” bir kez daha bağırdım.

“Ahh baba, ahhh! Niye böyle işlere kalkışırsın!” diyen kocam, babasına sitem etmeyi de unutmuyordu.

 

“Ne bileyim ben böyle olacağını! Kızım evine dönsün diye söyledik bu yalanı!”

Oğlunu yanıtlayan kayınbabam bana ters ters bakınca, ben de ona kızgın bir bakış attım.

“Bakma öyle kızım!” diye çıkışınca gözlerim doldu ve olduğum yere çöküp ağlamaya başladım.

 

“Baba…”

Siyam, öfkesini bastıramadığı için önce babasına kızdı, ardından bana dönüp yüzümü avuçlarının arasına aldı.

“Tamam güzelim, geçti. Hadi kalk, doktora gidelim yavrum.”

Dudaklarımı büküp masum masum kocama baktım. Omzumu silktim.

 

"Senin baban bana bağırdı! Gitmeyeceğim hiçbir yere!" Parmağımla Hüseyin Baba’yı gösterdim. Benim bu hâlim Robar ve Demir’e komik gelmiş olmalı ki, ikisi de gülüyordu.

"Ve bu ikisi bana bakıp gülüyor!" diye onları da şikayet ettim.

 

"Baba, bir daha bağırma karıma! Ve siz ikinizin belasını s...meden kesin gülmeyi!"

Robar hemen ellerini havaya kaldırdı, “teslim oluyorum” işareti verdi ama bıyık altından hâlâ gülüyordu.

"Kusura bakma hanım ağa." diyen de Demir’di.

 

En azından o kesmişti gülmeyi.

"Yavrum, güzel kızım, ben hiç bağırır mıyım sana?" deyip gelip saçlarımdan öptü.

 

"Kalk yerden Açela’m, hastaneye gidelim."

Kollarımdan Hüseyin Baba ve Robar tutup kaldırdılar. Hepsinin yüzüne tek tek baktım ve en son Hüseyin Baba’ya döndüm.

"Şaka öyle değil, böyle yapılır." dedim ve ağlayışım tebessüme döndü.

 

"Az kalsın gerçekten kalp krizi geçiriyordum!"

Kollarının arasına yeniden alıp başımdan öptü.

"Sen de beni çok korkuttun, ödeşmiş olduk." diyerek gür bir kahkaha attı.

 

Geri çekildim ve diğer herkesle sırayla selamlaşıp sarıldım.

 

"Hoş geldin evine, kızım." dedi Ayfer Hanım.

Geçmişi geride bırakıp ona da sarıldım.

"Hoş buldum Ayfer ana." dediğimde gözleri doldu. Bu kez daha içten ve sıcak sarıldı.

 

Kin gütmek bana göre değildi. Ben buraya, konağa adım atarken yeni başlangıçlarla girmiştim. Ve öyle de yapmaya devam edecektim.

 

"İkizler büyümüş, çok tatlı olmuşsun yenge." diyerek gülmüştü Zelal’im, küçük kız kardeşim olmuştu artık. Onu böyle canlı, mutlu görmek iyi gelmişti.

 

Anladığım kadarıyla Demir’le aralarındaki ilişki epey ilerlemişti.

"Senin yüzüğün kadar göz kamaştırıyorum." deyince utandı.

"Hep mutlu ol." dedim. Demir’e dönüp, "Olun." diye ekledim.

"Sende, sizde." dedi Demir.

 

Gözleri aşkla Zelal’e bakıyordu.

"Sen de geldiğine göre, sonunda alıp götüreceğim baş tacımı."

Yüzümdeki gülümseme büyüdü. Zelal’i kolundan çekip koluna girdim.

"Kolay mı bizden kız almak, Demir Kara?"

Zelal başını dimdik kaldırdı, tüm özgüveniyle Demir’e baktı.

 

"Değil mi yenge, kolay mı Bozdağ’lardan kız almak?"

Avluda herkes gülüyordu, bize bakıyorlardı.

"Ocağıma incir ağacı dikmeye niyetin var hanım ağa! Senin yüzünden aylardır nikahı kıyamadım!" diye sitem etti Demir.

 

Zelal’in kulağına eğildim.

"Kız, ne yaptın da ben yokken bu adamı bu hale getirdin?"

Dudak büktü.

"Aşık oldu. Eh, buldu benim gibisini; kaçırmak istemiyor." deyince kıkırdadım.

 

Robar ve Leyla yanıma gelince Zelal’den ayrıldım.

"Yengem, hoş geldiniz!" diyerek hem bana hem karnımdaki ikizlere sarıldı.

"Hoş bulduk Robar." dedim.

Geri çekildi, aynı şekilde Leyla da sarıldı.

"Hamilelik çok yakışmış." dedi.

Geri çekilip, "O güzel bakan gözlerin canım. Darısı başınıza." dedim.

 

Robar, bir gece vakti beni arayıp Leyla’ya evlilik teklifi ettiğini ve kabul ettiğini söylemişti. Mutluluğu sesinden belli oluyordu. İkisi de birbirine çok yakışıyor, birbirlerini çok seviyorlardı. Onlar adına çok mutluydum.

 

Jehat ve Dicle de “Hoş geldin” deyip hep birlikte kahvaltı sofrasına oturmuştuk.

Aylarca yalnız yediğim kahvaltıyı, şimdi tüm özlediklerimle aynı sofrada oturup hasret gidererek yemenin mutluluğu bambaşkaydı.

 

Dakikalar, saatler geçti ama bizim konuşmalarımız bitmiyordu. Özlem ve hasret birbirine karışmıştı bizler için.

 

---

 

***

 

Gecenin bir yarısı, rüyamda gördüğüm mıhlamayla gözlerimi açtım. Şöyle bol tereyağlı, mis gibi kavrulmuş mısır ununun kokusu burnumun direğini sızlattı.

 

Hele o uzayıp giden kolot peynirine ekmeğini bandırıp bandırıp yiyeceksin... Offf, canım çok istedi!

 

Dilimi dudağımda gezdirip yaladım. Komodinin üzerindeki abajurun ışığına uzanıp açtım. Hafifçe doğrulup sırtımı yatak başlığına yasladım ve yanımda mışıl mışıl uyuyan kocamın kolunu dürttüm.

 

Tabii ki uyanmadı. Bir kez daha dürtüp, "Siyam... kocam!" diye seslendim. Bu kez anında gözlerini açtı.

"Yavrum, ne oldu?" Gözlerini kısarak bana bakıyordu. Yataktan oturur pozisyona geldi. Ağzını kocaman açarak esnedi, öküz kocam!

 

"Siyammm..." dedim nazlı nazlı. Gözlerimin içine baktı.

"Söyle güzel karım." deyip yüzüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım.

 

"Kocam... şeyyy... benim canım... bir şey çekti." dedim yavaşça. Dudakları kıvrıldı.

"Karımın ve evlatlarımın canı ne istemiş? Emret, hemen getireyim güzelim."

 

"Mıhlama." dedim bir kerede.

"Mıhlama?" diye beni tekrarladı.

"Hı hı... canım çok çekti. Şöyle bol köy tereyağında mısır unu ve kolot peynirli... Offf, canım çok çekti kocammm!" Ballandıra ballandıra anlattım.

 

"Bu saatte, güzelim, canın mıhlama mı çekti?" diye şaşkın gözlerle baktı ama bilmiyordu ki onu daha da şaşırtacaktım.

 

"Sadece canım çekmiyor ki... canım senin elinden yemek istiyor."

Kaşları havalandı, elini kendine doğru gösterdi.

"Bir de benim elimden mi?"

Dudaklarım kıvrıldı, başımı hızlıca aşağı yukarı salladım.

"Hı hı, evet! Senin elinden, o maharetli parmaklarından yemek istiyorum. Hadi kocam, inelim sen bana kuymak yap." dedim.

 

O hâlâ tüm şaşkınlığıyla bana bakıyordu.

Elini tuttum. "Hadi Siyam, ne olur, yoksa uyuyamam."

 

Ağzının içinden homurdanıp bir küfür savurdu.

"Bir şey mi dedin, kocam?" dedim.

 

Yataktan kalktı ve bana doğru geldi.

"Yok yavrum, sadece seni ne kadar çok sevdiğimi söylüyordum." dedi.

Koltuk altımdan ve belimden tutup kalkmama yardımcı oldu.

 

"Ben de öyle düşünmüştüm." dedim.

 

Mardin’e geleli iki haftayı geçmişti. Canım kocam artık rahatça yürüyebiliyordu. Ama ben ise gün geçtikçe daha çok zorlanıyordum. İkizler beni son ayda yatağa bağlı hale getirecek gibiydi.

 

Şu an altıncı ayı doldurmuştum. Aralığın son günlerini yaşıyorduk ve hava hayli soğuktu.

Kocam dolaptan kalın hırkamı alıp üzerime geçirdi, sıcak ev botlarımı giydirdi. Bir de boynuma şal doladı, kendi ceketini de giydi.

Alnıma bir öpücük bırakıp,

"Şimdi inebiliriz. Doyuralım sizi." dedi.

 

Birlikte kapıdan çıktık.

 

Koridorun köşesindeki, bizim için sonradan yapılan asansöre doğru yürüdük. Ben buradayken Siyam, hem kendi hem de benim rahatım için asansör yaptırmıştı. Bunun için ne kadar sevindiğimi anlatamam...

 

Konağın en üst katında, yani üçüncü katta oturuyorduk. İnip çıkmak benim halimle mümkün değildi.

"Benim yokluğumda yaptığın en iyi şeylerden biri bu asansör olmuş, Siyam." dedim, başımı koluna koyup aşağı inmeyi beklerken.

 

"Yokluğun ölüm gibiydi ama bana düşünmem için de çok zaman verdi. Bu da o zamanlardan biriydi. Yine de sesinin, yokluğunun zulmü vardı be güzelim." dedi ve başıma bir öpücük kondurdu.

 

"Sensizlik de çok zordu. En zoru da sensiz olan hamileliğimdi." dedim.

İstemeden olsa da, ona olan kırgınlığım bir yerlerde hâlâ kendini hatırlatıyordu.

 

"Yaşattıklarımın affı olmadığını biliyorum. Yine de her şeyi sana unutturacağım, söz veriyorum." dedi.

Belimi sıkıca tutup şakağımdan öptü.

 

Sessiz kaldım. Onun varlığıyla her şeyi unutmak istedim. O bana huzur, güven, sevgiydi.

 

Asansörden inip mutfağa geçtik. Ben divana oturup ayaklarımı uzattım. Siyam bir yastığı sırtıma, bir yastığı da ayaklarımın altına koydu. Şiş ayaklarım anında bana göz kırptı.

 

"Ayaklarım yine şişmiş." diye sitem ettim.

Ellerini ayaklarımda gezdirip masaj yapan kocama eriyerek baktım. Beklemediğim bir hareket yaparak eğildi, önce sol ayak bileğimin iç kısmından, sonra sağ bileğimden öptü.

 

"Boşuna dememişler, cennet annelerin ayaklarının altında." diyerek başını kaldırdı, kömür karası gözlerini benim okyanuslarıma dikti.

"Kurban olurum size." dedi.

 

Çıkardığı çoraplarımı yeniden giydirdi. Karnıma ve bacaklarıma örtüyü örttü. Ellerini ovuşturup,

"Evet, şimdi siparişinizi hazırlayalım. Neler lazım, hatun, söyle bakalım?" diyerek bana göz kırptı.

 

Eridim mi? Tabii ki evet.

 

"Önce bakır tavayı çıkar. Dolapta peynir ve tereyağı vardı, onu da çıkar. Şu köşedeki erzak dolabında da mısır unu var hayatım."

Diye tek tek söylediklerimi çıkardı, masanın üzerine koydu.

 

"‘Hayatım’ diyen ağzını yerim."

Masanın kenarından uzanıp başımı kendine çektiği gibi dudaklarıma yapıştı.

Aklımı yerinden aldığı öpücükle geri çekildi. Dudaklarında çapkın bir gülümseme vardı.

 

İçime derin bir nefes çektim. O da kaldığı işine devam etti.

Önce ocağı açtı, bakır tavayı ve tereyağını koydu. Eriyen tereyağına mısır ununu ekleyip iyice kavurdu.

"İçine bir bardak su koy, kıvamı tutunca peynirini koyacaksın çawreşamın." (Kara gözlüm)

Son kelimemde, "Ez kurbâna te bım, dilemin." dedim. (Kurbanın olayım kalbim.)

 

Onun her hareketiyle, mutfakta süzülüşüyle, gerilen sırt kasları ve pazularıyla beni kendine hayran bırakıyordu.

"Siyammm," dedim en nazlı ve cilveli hâlimle. Ona seslenmemle omzunun üzerinden bana baktı.

"Okyanusum," deyip göz kırptı.

 

"Bir gelir misin yanıma?" dememle, ocağın altını kısıp elindeki kaşıkla bana doğru geldi.

"Efendim canımın canı?"

Ellerimi yüzüne koyup kendime doğru çektim ve dolgun dudaklarına yapıştım.

En lezzetli tadı ondan alıp bıraktım.

 

Geri çekildim. Memnun ve aşkla gözlerimin içine baktı. Yüzünü en güzel gülümsemesi kapladı.

"Bu ne içindi?"

Omuzumu silktim.

"Canım seksi bir aşçı çekti." dedim içimden geldiği gibi.

Başını iki yana salladı ve dudaklarından erkeksi bir kıkırtı koptu.

"Yerim seni, ölürüm sana."

Alnıma bir öpücük kondurup ocak başına geri döndü.

 

Mutfağın içi, gecenin ikisiyle, mis gibi mısır unu, tereyağı ve bizim birbirimize olan aşkımız koktu.

Buydu benim mutluluğum. Sevdiklerim yanımda olsun, sağlıkla; gerisi lüzum değildi.

 

"Evettt, siparişiniz hazır!"

Sıcak tavayı masaya bırakmadan altına nihaleyi koydu.

Tavayı bırakıp içindeki tahta kaşıkla mıhlamayı yukarı kaldırdı. Peynir uzadıkça uzadı ve benim bu lezzet karşısında ağzım sulandı.

 

"Offf, misss... çok güzel görünüyor! Ver, hemen yemem lazım!"

Bu hâlimden zevk alarak yanıma oturdu.

Ekmekten bir parça koparıp tavaya bandırdı ve üfleyerek bana uzattı.

Dudaklarımı aralayıp ağzımın içine yayılan tatla mest olup gözlerimi kapattım.

"Imm... off, çok lezzetli!"

 

Gözlerimi açtığımda hayran ve tutku karışımı gözlerle karşılaştım.

Dilimle dudağımı ıslattım. Anında bakışları dudaklarıma kaydı ve hızla dudaklarımı öptü.

"Gerçekten de çok lezzetliymiş." deyip geri çekildi.

 

Bir parça daha koparıp yedirdi.

Bir öpücük, bir lokma mıhlama derken tavanın dibini gördük.

"Eline sağlık kocam, hiç bu kadar lezzetlisini yememiştim." dedim, gamzesine sulu bir öpücük kondurdum.

 

"Afiyet bal şeker olsun. Şifâ olsun sana ve bebeklerimize."

Elini belime koyup kalkmam için yardımcı oldu. Karnım tok, kocam yanımda; artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirdim.

 

Birlikte tam mutfaktan çıkıyorduk ki duyduğumuz fısıltı sesleriyle durduk.

Birbirimize bakıp gelen seslere kulak verdik.

 

"Bak, bir gören olacak. Gecenin bu saatinde burada ne işin var?"

Diyordu — bu ses Zelal’in sesiydi.

"Niye o telefon kapalı? Saatlerdir arıyorum açmıyorsun, kafayı mı yedirteceksin sen bana?"

Diyense Demir’di.

 

Siyam belimi bırakıp ikisine doğru yürüdü. Kolundan tutmamla,

"Nereye gidiyorsun?" dedim. Kömür karası gözleri öfke saçıyordu.

"Onları gebertmeye." diye karşılık verdi.

Koluna ahtapot gibi yapıştım.

"Ya çocuk merak etmiş, gelip görmüş; abartma!" dedim kısık sesle.

"Gecenin bu saatinde de mi? Gizlice mi?"

 

Biz tartışırken Zelal ve Demir’in sesleri kesilmişti.

Başımı eğip koridora baktım, ikisi de şok içinde bize bakıyordu.

 

"Basıldık." dedi Zelal.

"Senin yüzünden." diye devam etti Demir.

"Kapa çeneni Demir."

 

Bu hallerine gülsem mi, kızsam mı bilemedim.

Siyam kolumdan sıyrılıp karşımızda duran ikilinin karşısına geçti.

Ben de bir elimi belime koydum, diğerini karnıma ve kocamın yanında yerimi aldım.

 

"Ne yapıyorsun lan gece gece burada?" diye sordu Siyam öfkeyle.

Bir kız kardeşine, bir Demir’e bakıyordu.

Az önceki şaşkınlığını geride bırakan Demir, tüm ciddiyetiyle Siyam’a baktı.

"Karımı görmeye geldim." dedi tüm rahatlığıyla.

Bu da yürek yiyip gelmiş arkadaş.

 

"Ne karısı lan, siktirtme belanı!"

Bakışlarını Demir’den ayırıp,

"Geç kız, sen de bu tarafa!" diye Zelal’e kızıştı.

 

"Abii... açıklayabilirim!"

Abisine korkuyla bakıyordu. Bir şey yapacağından değil, daha çok bu durumda böyle yakalanmayı beklemiyordu.

 

Demir, Zelal’in kolunu tutup yanına çekti.

"Demir?" Sesindeki şaşkınlık okunuyordu.

"Karışma lan karıma! Sen de dur yanımda!"

Demir de Siyam’a kızdı.

 

"Ne karısı lan oğlum, gebertirim seni!"

Demir’in üzerine yürüyüp bir yumruk geçirdi yüzüne.

Zelal’in kolunu çekip benim yanıma doğru savurdu kızı.

"Siyam, ne yapıyorsun? Bırak adamı!" dedim sinirle.

Bizim sesimize bütün konak ayaklanmış, uykulu ve şaşkın gözlerle bakıyordu.

 

Demir de anında Siyam’a karşılık verip bir yumruk yüzüne geçirdi.

"Hiii! Siyam! Demir!" dedim.

Robar ve Jehat ikisini ayırıp bir tarafa çekti.

İkisinin de dudağı patlamış, kanıyordu.

 

"Ne oluyor burada?" diye bağıran Hüseyin baba idi. Karşılarına geçti.

"Gece bu saatinde ne derdiniz var? Ve sen Demir, ne işin var burada?" dedi gür sesiyle.

 

Demir, Siyam’a öfkeyle baktı. Ardından Hüseyin babaya dönüp konuşmaya başladı.

"Karımı merak ettim. Gelip görmek istedim."

Hüseyin baba kaşlarını çattı.

"Gündüzler çuvala mı girdi oğlum? Gündüz vakti gelip görseydin."

 

Zelal, gözleri dolu bir şekilde bakıyordu. Eliyle dudaklarını kapatmış; babası, abileri ve Demir’e bakıyordu.

 

"Yeter Hüseyin ağa, aylardır dini nikahını kıydığım karımdan uzaktayım.

Sende bilirsin töreyi ve ben yeteri kadar müsamaha gösterdim.

Gelin de geldiğine göre pazar günü düğünü yapıp karımı götüreceğim."

Dediğinde herkes nefesini tutmuş bir şekilde Hüseyin babaya bakıyordu.

 

Demir tüm heybetiyle, baba ve oğullarına karşı dimdik duruyordu.

Kendine olan güveni ve Zelal’e olan sevgisini hepsine karşı gücüyle haykırıyordu.

 

"Olmaz!" dedi anında Zelal.

Demir dâhil hepimizin bakışları çatık şekilde ona döndü.

"Yani şey... benim bu hafta finallerim var. Ondan sonra uygun bir gün belirlesek olur mu?"

Rahat bir nefes aldım.

Demir’in bakışları Zelal’e kayınca anında yumuşadı ve,

"Sen nasıl istersen öyle yaparız. Ama fazla bir güne bile tahammülüm yok." dedi.

 

Sonra önce Hüseyin babayla selamlaşıp, Siyam ve Jehat hariç hepimize "İyi geceler." deyip konaktan çıktı.

 

"Zelal, bir daha böyle bir şey istemiyorum." dedi Siyam.

Ama ensesine yediği tokatla gözleri fal taşı gibi açıldı ve Hüseyin babaya baktı.

"Bir daha kızıma bağırırsan alırım seni ayağımın altına!" deyince kıkırdadım.

 

"Ne kıymetli kızın varmış, laf bile söyletme." diyerek yanıma geldi.

Babasına ters bakış atmayı da ihmal etmiyordu.

"Gülsen de kocanı dövüyorlar, sen de gülüyorsun. Ah ah, kimin ellerine düştüm ben böyle!"

Hepimizin dudaklarında bir kıkırtı koptu. Yanağını öptüm.

 

"Oy, kıyamam sana."

Gülerek birlikte odamıza çıktık. Herkesi gece gece istemeden de olsa rahatsız etmiştik.

Konak ahalisi odalarına çekilip, sabahın ilk ışıklarına dek uykuyu bıraktık kendimize.

 

Haftaya düğünümüz var.

Sonunda Demir ve Zelal’i everiyoruz. Onlar da kavuşsun ki biz de rahat edelim.

 

 

Evetttt bir bölümün daha sonuna geldik.

 

Bölüm hakkında düşüncelerinizi alayım.

 

Hüseyin babanın pembe yalanı?

Açela'nın şakası?

Açela ve Siyam?

Zelal ve Demir basıldı. Ve bunun sonunda düğünü yapacaklar.

Zelal ve Demir?

 

Yeni bölümde görüşünceye denk kendinize dikkat edin. Allaha emanet olun.

 

 

Bölüm : 10.10.2025 21:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...