

Güneş, Boran konağının taş duvarlarını yaldızlı bir perde gibi süslerken, avluda bir bayram havası esiyordu. Kadınlar ellerinde tepsilerle koşturuyor, genç kızlar en güzel kıyafetlerini giymiş, kapı önlerine yerleşmişti. Davulcular avlunun köşesinde sabırsızca tokmaklarını ovuşturuyor, zurnacı dudaklarını ısıtıyordu.
Konağın üst katında, odaya vurmuş hafif bir ışığın altında Nare sessizce aynaya bakıyordu. Üzerinde siyah, şifon ve satenin zarif uyumuyla hazırlanmış, beli ince bir kemerle toplanmış uzun bir elbise vardı. Elbisenin yakasında narin dantel işçiliği, kol manşetlerinde ise sadelikle asil duran gümüş düğmeler… Siyah, ona matemi değil, gücünü giydirmişti.
Saçları gevşek dalgalarla sırtına düşmüş, kulaklarında sade gümüş küpeler vardı. Aynadaki yansımasına uzun uzun baktı. Kalbi, içinde kıpır kıpır çarpıyordu. Bugün Ardıl gelecekti.
Ve o, ne geçmişin acısıyla ne de geleceğin korkusuyla… Sadece sevgiyle bekliyordu.
Köyün kıvrımlı yollarında ilerleyen konvoy, uzaktan toz bulutu gibi görünüyordu. Ön sırada, siyah bir cip. Direksiyonun başında Ardıl, gözlüğünü çıkarıp ön cama asmıştı. Gömleğinin yakası açık, yüzünde her zamankinden daha dingin bir ifade… Bu yol onun için sıradan bir gidiş değil, yılların yükünü sırtından atmak gibiydi.
Yan koltukta Halil oturuyordu. Üzerinde açık gri şalvar takımı, başında mavi-beyaz poşusu… Poşusunu alnından geriye doğru sarmış, koluna sardığı tespih dizisinin ucunu parmaklarıyla oynuyordu. Yüzünde muzip bir gülümseme vardı.
— “Hazır mısın ağam?” dedi, gözünü Ardıl’dan ayırmadan. “Bak, kız seni istemezse ben kendime birini isterim valla. Şahin Ağa’nın küçük kız kardesı hâlâ bekar değil mi?”
Ardıl başını hafifçe çevirdi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme…
— “Nare benimle gelirse, dünya susabilir Halil. Geri kalanı umurumda değil.”
— “Ağam,” dedi Halil iç çekerek, “Bu lafı yaz, mendile işleyelim. Hem de zılgıtın ortasına koyalım. Sen bir başka oldun bu sevda uğruna.”
İkinci araçta Arjin vardı. Yan koltukta eşi, arka koltukta kızları. Arjin ciddi, dik ve kontrollüydü. Ama gözlerinin içi gülüyordu. Eşi ona dönüp hafifçe fısıldadı:
— “Bu konvoyda senin yüreğin de var, değil mi?”
Arjin başını çevirmedi.
— “Benim gecikmiş telafim, Ardıl’ın vaktinde cesareti…”
Üçüncü araçta Diren vardı. Direksiyonda elleri biraz sıkı tutuyor, arada aynadan arka koltuğa bakıyordu. Yanında annesi Diyar, arka koltukta ise sessizce camdan dışarı bakan Baran vardı. Baran’ın gözleri yolda değildi aslında… O, başka bir şey görüyordu: geçmişin içine sıkışmış kendi yerini.
Diyar eliyle dizine dokundu.
— “Baran’ım… Herkes bir sevdaya hazırlanıyor bugün. Senin yüreğin hâlâ karanlıkta mı?”
Baran gözlerini yoldan ayırmadan, alçak bir sesle cevap verdi:
— “Benim içim hâlâ mezar toprağı gibi soğuk hala. Ama belki… belki birileri beni oradan çeker.”
Diren gözlerini aynadan Baran’a kilitledi.
— “Bu köyde artık her şey değişiyor Baran belki sıra sende de gelir.”
Konvoy konağa yaklaştığında, büyük taş kapı aralandı. İçeriden yükselen davul sesleri yeri titretti. Zurnacı, ilk ezgiyi havaya savurduğunda, kadınlar zılgıtlarla patladı. Gençler mendillerle koştu, yaşlılar avluya dizildi.
Halil arabadan önce camı açtı. Başını çıkarıp avazı çıktığı kadar bağırdı:
— “Açılın! Ardıl Ağam geldi! Gönül almaya, ev kurmaya, sevdaya söz vermeye geldi!”
Arabadan ilk Ardıl indi. Elinde beyaz güllerden oluşan kocaman bir buket… Güllerin ortasında küçük bir kart vardı:
“Beni geçmişinle kabul edersen, geleceğini inşa ederim.”
Halil hemen onun ardından indi, göğsünü gere gere:
— “Yol verin! Halil geliyor! Ardıl Ağam’ın sağ kolu, gönül işlerinin baş ustası!”
Kalabalık kahkahalarla güldü. Kadınlar Halil’in etrafına doluştu, biri mendil uzattı, biri şaka yaptı:
— “Halil Ağa, önce sana mı istesek?”
Halil göz kırptı:
— “Bana önce gönül, sonra kahve getirin. Benim işim kolay!”
Diren, annesi Diyar ve Baran da arabadan indi. Diyar omzundaki şalı düzeltti. Baran gözlerini konağa kaldırdı. Bu taşlar arasında doğmadı ama bu taşlar, ona kanını veriyordu. Derin bir iç çekti. Diren omzuna dokundu:
— “Hazır mısın? Burası sadece geçmişin değil, geleceğin de başlar oğlum…”
Boran Konağı’nın geniş taş salonu, o gün her zamankinden daha ihtişamlıydı. Duvarlardaki yöresel kilimler, tavandan sarkan bakır kandillerin altında kızıl bir sıcaklık yayarken; yerdeki halılar yeni serilmişti. Ortada büyükçe bir oturma takımı, etrafında ise sıralanmış minderler… Salonda bir ağırlık vardı: geçmişin, saygının ve kaderin ağırlığı.
Kadınlar köşelere çekilmiş, erkekler baş köşeye yerleşmişti. Şahin Ağa sedirin tam ortasında oturuyordu. Üzerinde koyu lacivert şalvarı, sırtında işlemeli ceket… Saçları kır, bakışları keskin… Yanında, sessizce oturan eşi Zühre Hanım. Bir yanında Diren, öte yanında Arjin ve eşi. Diyar ise biraz geride, oğluna bakıyordu.
Baran ayakta duruyordu. Konağın duvarlarına göz gezdiriyor, çocukluğunun hiç bilmediği ama kanına işlenmiş hatıralarını arar gibiydi. Derin derin iç çekiyor, ama sesi yoktu.
Tam o sırada kapı yeniden aralandı. Ardıl içeri girdi. Ardında Halil, elinde koca buketi taşıyor, yürüyüşü tam bir gurur yürüyüşüydü. Halil’in her adımı salona yeni bir ses, yeni bir espri taşıyordu:
— “Selam olsun Boran Konağı’na! Biz gönlümüzü buraya yolladık, yüreğimizi almaya geldik!”
Salonda hafif bir gülüşme… Şahin Ağa başını eğip hafifçe tebessüm etti. Ardıl, elindeki beyaz güllerden oluşmuş o zarif buketi sedirin önüne yerleştirdi. Çiçeklerin ortasında o kart hâlâ duruyordu:
“Beni geçmişinle kabul edersen, geleceğini inşa ederim.”
Halil öne çıkıp Şahin Ağa’nın karşısında eğildi:
— “Ağam, Ardıl Ağam gönlünü verdi, başını koymaya geldi. Biz bir yuvanın kapısını çalmaya geldik, müsaadeniz olursa…”
Şahin Ağa eliyle işaret etti, yanına oturmalarını söyledi. Ardıl sessizce yerleşti. Bakışları Şahin Ağa’nın üzerinde ama gözlerinde bir yerde Nare’nin hayali vardı.
Bu sırada konağın mutfağında Nare, gümüş saplı bir cezvede kahve pişiriyordu. Elbisesi siyah, saçları gevşek toplanmış… Her hareketinde bir titreme, her nefeste bir tedirginlik vardı. Elini cezvenin sapına uzattığında durdu, gözlerini yumdu. Ardıl’ı düşündü. Onun ellerini, gözlerini, susuşunu…
— “Hazır mısın kızım?” dedi Zühre Hanım usulca, kapının eşiğinden.
— “Hazırım… ama ellerim değil anne.”
Zühre Hanım içeri girip kızının ellerine dokundu.
— “Kalbin temizse, kahven acı bile olsa içilir. Ama sen yüreğini kattıysan, o fincanın değeri kıyamet gibi olur.”
Nare, kahveleri tepsinin üzerine dizdi. En sağdaki fincanın içine, sessizce bir tutam tuz ekledi. Ardıl’ın kahvesiydi bu. Onu sınayacaktı. Yalnızca sevgisini değil, sabrını da.
Kapı yeniden aralandı. Nare, gümüş tepsiyle içeri girdiğinde herkes ayağa kalktı. Ardıl, gözlerini ondan alamadı. Siyah elbisesiyle salona değil, yüreğine doğru yürüyordu sanki. Nare tek tek kahveleri dağıttı. Şahin Ağa’ya, Zühre Hanım’a, Diren’e, Arjin’e ve en son Ardıl’a. Onun önüne kahveyi bırakırken bir an durdu, göz göze geldiler.
Ardıl fincana baktı, sonra gözlerini kaldırmadan:
— “Tuz varsa şifa olsun. Acıysa helal olsun. Senin elinden her şey sevap olur.”
Nare hiçbir şey demeden başını eğdi ve geriye çekildi.
Kahveler içildikten sonra, salonda bir sessizlik çöktü. Gözler Şahin Ağa’da… O, fincanı dizine bırakıp başını kaldırdı:
— “Bizim evimizde gelen eksik gitmez. Biz yuvaya geleni başımızda taşırız. Ardıl oğlum…”
— “Senin soyun şereflidir. Yiğitliğin dilden dile gezer. Nare’miz gözümüzün nurudur. Evladımız kadar kıymetlidir. Sen onu gönlüne değil, alnının teriyle, kalbinin hakkıyla istedin. Biz de verdik. Allah tamamına erdirsin.”
Salonda alkışlar yükselirken Halil ayağa fırladı:
— “Oooooh! Ağam! Duydun mu sen? Kız verildi! Davullu zurnalı, tuzlu kahveli, duvaklı düğün yakındır!”
Kadınlar yeniden zılgıtlar eşliğinde ayağa kalktı. Nare kapıya yöneldi ama tam çıkarken gözleri Baran’la buluştu. Baran yerinden kıpırdamadı, sadece başını eğdi. İlk kez, bir şeyin gerçekten tamamlandığını anlamıştı.
Ertesi sabah, Boran Konağı’nın taş duvarlarına seher vakti serin bir rüzgâr çarparken, içeride başlayan hareketlilik giderek büyüyordu. Bahçede kadınlar kümelenmiş, ellerinde iğne iplik, kumaş ve düğün listeleriyle uğraşıyorlardı. Zühre Hanım önde, Arjin onun yanında… Nare’ye her biri bir şey anlatıyor, ellerindeki kataloglardan gösterdikleri kumaşlarla hayal kuruyorlardı.
Avlunun bir köşesinde tezgâhlar kurulmuş, rengârenk düğün şerbetleri hazırlanıyor; bir diğer köşede ise köyün yaşlı kadınları başlarına beyaz örtülerini takmış, yöresel türküler eşliğinde kına gecesi için maniler düzüyordu. Davulcular, zurnacılar provalara başlamış, rüzgârla karışan sesler konağın duvarlarına hayat vermeye başlamıştı.
Bahçeye kurulan dev beyaz çadırda, gelin ve damat için özel bir köşe ayrılmıştı. Gümüş işlemeli sedirler, kırmızı yastıklar ve duvara asılan devasa Ardıl & Nare yazısı… Her şey titizlikle hazırlanıyordu.
Nare o sabah, erken saatlerde konağın bahçesindeki küçük dut ağacının altına gelmişti. Üzerinde sade, ince bir elbise… Saçları omzundan dökülüyor, gözleri baharın ilk sabahı gibi parlıyordu. Elinde bir defter vardı, defterin içine yazdığı birkaç cümle. Kendini tutamayıp orada durmuş, onları okumaya çalışıyordu.
Tam o sırada, Ardıl sessiz adımlarla ona yaklaştı. Üzerinde keten gömleği, güneşten hafif esmerleşmiş yüzünde sabaha dair bir huzur. Nare onun yaklaştığını hissedince defteri kapattı ama Ardıl görmüştü. Hafifçe gülümsedi:
— “Yine kalemle savaşıyorsun demek?”
Nare başını eğdi, gülümsedi.
— “Kalemle barışamadım ki hiç… Savaşı da eksik olmuyor.”
Ardıl yanına oturdu. Dut ağacının dalları ikisinin üzerinde küçük gölgeler oluşturmuştu. Hafif rüzgâr, Nare’nin saçlarını uçurdu. Ardıl, gözlerini ondan çekemiyordu.
— “Seninle ilgili hayal ettiğim hiçbir şey bu kadar gerçek olmamıştı.” dedi usulca.
— “Nare… Ben seni susarak sevdim. Şimdi konuşuyorum çünkü seninle bir ömrü paylaşmak istiyorum.”
Nare gözlerini kaçırmadı. Yüzüne baktı, uzun uzun.
— “Ben de seni beklemeden sevdim. Belki çocukken, belki seni hiç tanımazken… Ama seni hep kalbimin bir yerinde tanıdım.”
Sessizlik… O sessizlikte gözler konuştular, eller birbirine dokundu, zaman sanki bir anlığına durdu. Ardıl elini cebine attı. Minik, beyaz bir kutu çıkardı. Gözlerinin içine bakarak açtı kutuyu: İçinde tek taş yüzük değil, iç içe geçmiş iki altın halka vardı.
— “Bu sadece bir yüzük değil… Bu, ‘gel birlikte tamamlanalım’ demek.”
Nare’nin gözleri doldu ama ağlamadı. Hafifçe başını eğerek elini uzattı. Ardıl yüzüğü takarken eline bir öpücük kondurdu. Ardından onun alnına da…
— “Ben seni ağlarken de, susarken de sevdim. Ama bundan sonra, yalnızca gülerken göreyim istiyorum.”
O anlar yaşanırken, avlunun öbür köşesinde Halil büyük bir coşkuyla düğün işçilerine talimatlar veriyordu:
— “Şu zurnacının yanına bir baklava tepsisi gönderin! Adam göbek atsın ki millet neşeyle oynasın!”
— “Kırmızı halıyı gelin geldiğinde serin, yoksa ayakkabısı çamura bulanır, Ağam ne yapar sonra bana?”
— “Damat tıraşı için berberi Mardinden çağırdım, lütfen mahalle berberine bırakmayın Ağamın kaderini!”
Etraftakiler kahkahalarla Halil’i dinliyor, onun komik ama sevgi dolu telaşına gülümseyerek eşlik ediyorlardı. Herkes onun bu düğünle ne kadar gurur duyduğunu biliyordu. Halil, bir köşede Diyar ve Diren’e seslendi:
— “Baran nerede? Dayısın düğününe gölgede durarak mı katılacak? Gelsin yardım etsin, damat tarafı yükü paylaşır!”
Diyar başıyla onayladı, Diren ise güldü:
— “Baran o sırada Zümrüt’le tartışıyordur belki, halay başı kim olsun diye.”
Halil başını iki yana salladı:
— “Aman diyeyim, bizim ailede aşk bir kere başlar, geri dönüş yoktur!”
İsteme merasiminden sonra Boran Konağı’nda adeta zaman başka bir ritimde akmaya başladı. Sabahın erken saatlerinde horoz sesine karışan kahkahalar, taş duvarlardan yansıyan türkü ezgileri ve kadınların avluya serdiği renkli kumaşlar… Hepsi bir rüyayı gerçeğe dönüştürmek içindi.
Zühre Hanım gelin bohçası hazırlıklarıyla meşgulken, Arjin ve Diren ellerinde listeyle koşturuyordu. Nare’nin gelinliği, halay mendilleri, misafir odalarının düzenlenmesi… Her ayrıntıya özen gösteriliyordu. Halil ise konağın önünde durmuş, kahvesini yudumlayarak olan biteni büyük bir keyifle izliyordu:
— “Ağamın düğünü düğün değil, bayram olacak bayram! Kırk yıllık devran dönüyor resmen!”
Gece çöktüğünde bahçede kurulan çadır renk renk kandillerle süslenmişti. Ortada büyükçe bir halı serili, çevresine minderler atılmıştı. Kadınlar rengârenk şalvarlar, el işlemeli entariler giymiş, ellerine kınalar yakılmıştı. Zılgıtlar ardı ardına yükseliyor, her biri Nare’nin kalbine dokunuyordu.
Nare kırmızı örtüsünü başına almış, gözlerinde duyguların bin bir tonu… Yanında Zühre Hanım, Arjin, Diren… Kınayı Ardıl’ın halası yaktı. Dualar edildi, türkü söyleyen bir kadın kalbin derininden gelen o sözü dile getirdi:
— “Kınayı yakayım ellerine, yârine kurban olayım gözlerine…”
Nare’nin gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Fakat bu acı değil, kabullenişin ve huzurun gözyaşıydı.
O sırada kalabalığın gerisinde bir bakış onu izliyordu. Baran. Öylece durmuş, onun ne kadar güçlü olduğunu düşünüyordu. Yanında ise Zümrüt vardı. Baran ona dönüp hafifçe fısıldadı:
— “İnsan, bir kadını böyle seyrederken öğreniyor büyümeyi.”
Zümrüt gülümsedi. İlk defa Baran’ın kalbinin penceresinden bakabildiğini hissetmişti.
Sabah güneşi yavaşça Mardin’in taş sokaklarına vurduğunda, Boran Konağı her zamankinden farklı bir sessizlik içindeydi. Kuşlar bile daha nazlı ötüyor, rüzgâr gelin tellerini okşar gibi süzülüyordu pencerelerden.
Konağın üst katında, beyaz tül perdeler hafifçe dalgalanırken, Nare gözlerini açtı. Yastığa bırakılmış bir tutam buklesi dağılmıştı. Henüz kimse uyanmamıştı ama o, içinde kıyameti koparan bir huzurla kalktı yerinden. Geceden boynuna dolanmış hafif tül şalı düzeltti.
Pencereye yürüdü.
Aşağıda avluda, sessizce kurulmaya başlanmış düğün alanı vardı. Beyaz tüller, altın sarısı fenerler, yer yer kırmızı güller… Hepsi o güne hazırlanmıştı. Ama en çok o sabahın kokusu vurdu kalbine. Islak toprak, taze çay, ve yakında açılacak olan kaderin kokusu.
Kapı yavaşça açıldı. Şilan, elinde gül desenli bir sabahlıkla içeri girdi.
— “Hazır mısın?” dedi gözleri dolu dolu.
— “Hiç hazır değilim,” dedi Nare. Ama yüzünde bir tebessüm vardı.
Şilan ona sarıldı.
— “Biz hep yarım kaldık. Ama sen… tamam olacaksın, abla. Bugün kaderin de gelin olacak seninle.”
Aynı saatlerde konağın arka tarafında, eski taş duvarların gölgesinde, Ardıl da uyanmıştı. Halil çoktan kapısını çalmış, içeri dalmıştı bile.
— “Ağam! Gözün aydın! Bugün geline dokunmadan kahve içemeyeceğimiz son gün!” diyerek kıkırdadı.
Ardıl yataktan doğrulurken, yüzüne oturan gülümseme her zamankinden daha sakindi.
— “Bugün kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum Halil,” dedi.
Halil göz kırptı.
— “O zaman doğduğuna pişman etmezsin değil mi gelini?”
Sonra kapıdan Erdal ve Diren başlarını uzattı.
— “Ağam, traş takımıyla geliyoruz. Bugün tıraş da şahitli olacak!”
Odada kahkahalar yükseldi. Ama hepsi biliyordu ki, bu gülüşlerin altında o sabaha yara gibi dokunan bir hüzün de vardı. Hayatta kalanların taşıdığı bir tür vicdan gibi.
Aşağıda, mutfak tarafında Zühre Hanım sabah duasını etmişti. Ocağın üstünde üç ayrı demlik kaynıyordu. Elinde Nare’ye ördüğü eski bir mendil vardı. Her ilmikte bir dua vardı, her düğümde bir sabır.
Azad, dış avluda durmuş, elleri cebinde gökyüzüne bakıyordu. Yanına Şiyar geldi, sonra Şilan da… Hep birlikte durdular.
Bugün, Nare’ye hem kız hem gelin, hem kardeş hem de anne olacaklardı.
— “Bugün baba oluyorum sanki,” dedi Azad usulca.
— “Bugün biz üçümüz bir omuz oluyoruz ona,” dedi Şilan.
— “Ve arkasını hiçbir zaman boş bırakmayacağız,” diye ekledi Şiyar.
Güneş biraz daha yükselmişti. Konağın dış kapısından içeri ilk gelenler davulcular oldu. Ardından beyaz kurdelelerle süslenmiş kamyonetler, büyük konvoy araçları… Göz alıcı arabalar sırayla dizildi.
Düğün başlamadan, herkes sabahın o ilk saatinde tek bir şeyin farkındaydı:
Bu sabah, yalnızca Nare ile Ardıl’ın değil, bir ailenin küllerinden doğduğu sabah olacaktı.
Konağın eski ahşap kapısı, Azad’ın hafifçe vurduğu tokmakla aralandı. İçeride, kılınmış halının üzerinde Nare duruyordu; beyaz gelinliği, dalgalı saçları ve gözlerindeki derin hüzünle artık bir kız değil, bir kadındı. Azad ellerinde, ince nakışlarla işlenmiş canlı kırmızı bir kuşağı taşırken ağır ağır konuştu:
“Bugün senden bir parça alıyorum, ama bu, seni bizden eksiltmez; tam aksine sana güç verir.”
Azad kuşağı Nare’nin beline sarmaya başladı; her dolayışta kalbine kadar işleyen bir dua fısıldadı:
“Kırılma.”
“Eğilme.”
“Boyun eğme.”
Son ilmeği atarken Azad’ın sesi çatallandı, gözleri doldu. O da bağırdı:
— “Seni ne çok sevdim, Nare’m!”
Nare, kuşağın soğuk kumaşını üzerinde hissettiği anda durdu, iki kolunu kardeşinin boynuna doladı ve sessizce ağlamaya başladı. Azad da sarılıp ağır ağır gözyaşlarını sildi.
Odaya Şiyar usulca girdi. Yüzünde gururlu bir aydınlanma vardı. Eline aldığı kuşağın uç kısmını, ablasının kuşağına bağladı:
— “Biz de arkandayız,” dedi, Nare’nin beline elini koyarken.
Zühre Hanım kapı eşiğinde sessizce izledi, dudaklarından dua dökülüyordu.
Koridor boyunca adımlar yankılanırken, Boran ise Ardıl’ın omzundaki nazik itişle büyük salona yönlendirildi. Göğsünde biriken taş yükünü hissetse de, ayakları kendiliğinden stoğa ilerliyordu. Salonun kapısı aralandığında, karşısında Şahin Ağa bastonuna yaslanmış bekliyordu. Yanında Zühre Hanım, eşi gibi biraz mahzun, ama gururlu; Şilan usulca ayağa kalkmıştı; Azad ve Şiyar da onun iki yanında duruyordu.
Şahin Ağa önce derin bir nefes aldı, sonra ağır aksak konuştu:
— “Baran… Sen benim torunum, bu konağın canısın.”
Baran’ın kalbi birden hızlandı. Zavallı bir çocuk değil, artık ailesinin tam ortasında duruyordu. Korkuyla karışık bir umutla ileriye adım attı. Şahin Ağa uzattığı eliyle onu sarstı:
— “Kanımız, canımız… Hoş geldin evlat.”
Ardından Zühre Hanım küçük bir mendil uzattı:
— “Oğlumuz, canımızın yarısı… Artık burada bir sıcaklığın var.”
Azad, omzuna dokunup gülümsedi:
— “Seninle yeniden tamamlandık.”
Şiyar alkış tuttu, Şilan ise Baran’ı sıkıca yanına çekti:
— “Hoş geldin, kuzum.”
Ve bir aile, yılların ihmal ettiği o bağı, bir kez daha gözyaşları ve gülümsemelerle kurdu.
Nare gelin odasında kuşağıyla birlikte geçmişin ve geleceğin hüznünü taşırken, Ardıl konağın arka odalarından birine geçirilmişti—o meşhur “damat tıraşı” odasına…
İçerideki hava buğulu, eski şarkılar gramofon misali bir telefondan çalıyor; kalın perdelerden sızan ışık, aynanın köşesinden yüzüne vuruyordu. Gömleğinin ilk düğmesi açık, beyaz havlu omzuna atılmıştı. Sandalyeye oturmuş, gözlerini karşısındaki aynaya dikmişti Ardıl. Yüzünde alışılmadık bir dinginlik, ama bakışlarında fırtınalı bir heyecan vardı.
Kapı hafifçe aralandı. Halil bir elinde ustura, diğerinde tıraş köpüğüyle içeri süzüldü.
— “Hazır mısın ağam?” dedi, göz kırparak.
— “Hazırım Halil… ama kalbim küt küt,” diye mırıldandı Ardıl.
— “Olmaz mı? Yürek bu, Nare’ye çarpacaksa böyle çarpar.”
Halil şaka yollu Ardıl’ın saçlarını karıştırdı. Ardıl hafifçe gülümsedi. Halil köpüğü ellerine alıp, ustaca Ardıl’ın yüzüne sürdü. Ardıl gözlerini kapattı, Halil ise her dokunuşunda kelimelerle zamanın ağırlığını yumuşattı.
— “Sen daha çocukken, Nare’yle göz göze geldiğin günü hatırlıyor musun?”
— “Unutulur mu? Bahçede fesleğen kokuyordu. O gün kokusunu ilk o getirdi hayatıma.”
— “Bugün de o kokuyla kesiyorum sakalını. Bak şansa bak!” diye kahkaha attı Halil.
Tam bu sırada içeri Erdal girdi, elinde sıcak havlular.
— “Ağam, seni bugün padişah gibi göndereceğiz. Nare seni görünce bayılacak!”
— “Bayılmazsa, Halil yüzünden,” dedi Ardıl.
Halil güldü:
— “Benim elime gelin verseydiniz, seni her gün tıraş ederdim.”
Tıraşın yarısı tamamlanmıştı. Halil usturayı ustalıkla gezdirirken, Ardıl bir an aynada kendine baktı. Gözleri hafif doldu.
— “Halil… Ben bu kadınla sadece evlenmiyorum. Ben bu kadınla tamamlanıyorum.”
— “O zaman titreme ağam, çünkü bugün Allah’ın izniyle, eksik yerini buluyorsun.”
Kapıdan Diren kafasını uzattı:
— “Ardıl abi, konvoy hazırlanıyor! Zılgıtlar yavaş yavaş başlıyor!”
Ardıl derin bir nefes aldı. Halil son bir dokunuşla tıraşı tamamladı.
— “Hazırsın,” dedi.
— “Sadece tıraş değil Halil. Her şey için hazırım.”
Sonra Erdal aynadan Ardıl’a baktı:
— “Gelin seni böyle görünce… bir ömür boyu yeniden âşık olur.”
Ve odanın içinde kahkahalar yükselirken, dışarıdan bir zılgıt sesi daha duyuldu. Halil son bir damla kolonya sürdü Ardıl’ın boynuna, saçlarını düzeltti.
— “Haydi ağam, yüzyılın düğününe gidiyoruz.”
Kapı açıldığında, damat gibi değil; kendi hikâyesinin başkahramanı gibi çıkmıştı Ardıl. Ve dışarıda bekleyen Nare’nin kalbi, sanki onun her adımında biraz daha büyüyordu.
Ardıl tıraş odasından ağır ağır çıktı. Odaya dolan sabah güneşi, yüzündeki hafif parlaklığı aydınlatıyor, içindeki heyecanı dışına yansıtıyordu. Halil, Erdal ve Diyar ona eşlik ediyordu. Halil, ardılın omzuna hafifçe vurdu:
— “Ağam, artık yola çıkma vakti. Gelin seni bekliyor.”
Ardıl derin bir nefes aldı, kalbinde Nare’ye duyduğu sevgiyle dolu bir umut vardı. Dışarıda davullar, zurnalar başlamıştı; Boran Konağı’nın avlusunda başlayan o coşku şimdi sokağa taşmış, konvoy hazırlıkları tamamlanmıştı.
Ardıl’ın arabasına bindiğinde, yanında Halil oturuyordu. Arda’nın arabası önde, hemen arkasında Arjin ve ailesinin arabası, sonra Diren’in arabası geliyordu. Diren’in arabasında da diğer yakınlar bulunuyordu. Herkes yüzünde bir tebessümle, düğün gününün heyecanını taşıyordu.
Konvoy yola çıktı, yolda zılgıtlar, davullar, zurnalarla coşku büyüyordu. Herkes sevinçle, umutla doluydu. Yol boyunca Ardıl, kalbinde Nare’nin ellerine kavuşmanın hayalini kuruyordu.
Konvoy düğün alanına yaklaştığında, heyecan doruktaydı. Azad, Şiyar ve Şilan hazırlıklı bekliyorlardı. Şahin Ağa ve Zühre de tören için yerlerini almıştı.
Baran, dedesi Şahin, babaannesi Zühre, amcası Azad, halası Şilan’la ilk kez böyle bir aradaydı. Aralarındaki mesafeler, hayatın getirdiği kırgınlıklar, bugün yerini sevgiye bırakıyordu. Şilan, Baran’a gülümseyerek:
— “Hoş geldin aramıza Baran,” dedi.
Baran, hafifçe başını eğdi, içinde yılların yüküyle birlikte yeni bir başlangıcın umutları vardı.
Gelinlik odasının kapısı yavaşça açıldı. Nare, üzerindeki siyah elbisenin yerini almış; şimdi zarif, beyaz, ince dantel işlemeleriyle süslenmiş gelinliği içinde parıldıyordu. Saçları özenle toplanmış, yüzündeki makyaj ise hem sadeliği hem de derinliği vurguluyordu. Gözleri umut ve hafif bir heyecanla doluydu.
Adımları hafifçe titreyerek salona doğru ilerledi. Kalbindeki fırtınayı gizlemeye çalışsa da, her nefeste Ardıl’la karşılaşacağı anın ağırlığını hissediyordu.
Tam o anda, salonda Ardıl belirdi. Üzerindeki klasik takım elbise, keskin duruşu ve gözlerindeki sıcaklıkyla ona doğru yürüyordu. İkisi de birbirini fark ettiğinde zaman yavaşladı; kalabalık, müzik ve zılgıtların uğultusu adeta sustu.
Ardıl, adımlarını hızlandırdı, yanına geldiğinde Nare’nin ellerini nazikçe tuttu. Gözlerinin derinliklerinde yılların özlemi vardı.
— “Nare…” dedi, sesi titrek ama dolu doluydu.
Nare, gözlerini Ardıl’dan ayırmadan, hafifçe gülümsedi:
— “Ardıl, sonunda…”
İkisi de kelimelere gerek kalmadan birbirine sarıldı; o sarılmada tüm kırgınlıklar, acılar, umutlar ve sevinçler bir araya gelmişti. Gözlerinden yaşlar sessizce süzüldü.
Ardıl, başını Nare’nin saçlarına yasladı ve fısıldadı:
— “Hayatımın en güzel günü bugün.”
Nare de gözlerini kapatarak yanıt verdi:
— “Benim için de…”
O an, oradaki herkesin içinde tarifsiz bir huzur vardı. Ardıl ve Nare’nin yılların hasreti ve bugünün heyecanı arasında yaşadıkları bu buluşma, düğünün en özel anlarından biri olmuştu.
taş konağının avlusu o gece bir masalın içine dönmüştü. Yüzlerce renkli ışık, beyaz ve altın rengindeki tüllerle süslenmiş dev çardağın üzerinde titreyerek yanıyor; çiçeklerin kokusu, misafirlerin gülüşleri ve uzaktan gelen davul-zurna sesi avlunun havasına karışıyordu.
Nare, işlemeli uzun kuyruğu yerleri süpüren, ince zarif dantellerle bezenmiş gelinliği içinde bir nehir gibi akıyordu kalabalığın içinden. Saçlarına yerleştirilmiş zarif taşlı taç, ışıklarla parlıyor; gözlerinde bir ömürlük teslimiyetin, umudun ve derin sevdanın izleri parıldıyordu.
Davulların ritmi yavaş yavaş hızlanırken Ardıl, takım elbisesinin içinde dimdik duruyordu. Gözleri yalnızca Nare’deydi. Kalabalık ikiye ayrıldı; zılgıtlar, alkışlar, coşku ve gözyaşı birbirine karıştı.
Halil’in sesi yankılandı:
— “Yolu açın, ağam geliyor! Gelini almaya değil, gönlünü ebediyen mühürlemeye geliyor!”
Kalabalık güldü, sevindi. Erdal’ın elinde tuttuğu meşaleler yanarken, Baran, Diren ve Diyar halayın başını çekmişti. Arjin ve Zümrüt, diğer yanda halaya katılmış, ince ince diz vuruyordu.
Nare Ardıl’a yaklaşırken herkes susmuştu. Ardıl, elini uzattı. Nare tereddütsüz tuttu. Ardıl eğildi, gelinliğinin duvağını nazikçe kaldırdı. Göz göze geldiklerinde her şey sustu. Ardıl fısıldadı:
— “Gözümde ilk günkü gibi. Yalnız değilim artık, seninle tamamım…”
Nare’nin gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Hafifçe başını salladı, gözlerinde dolup taşan sevdayla:
— “Seninle eksik yanım tamamlandı, Ardıl…”
Ve sonra müzik birden değişti. Halaylar başladı. Halil halayın en başına geçti, belinde kırmızı kuşağı, başında poşusu ile:
— “Bu halayın adı: Ardıl ile Nare’nin sevdası!”
Kalabalık alkışlarla katıldı. Zılgıtlar havayı yarıyor, kadınlar mendil sallayarak halaya katılıyor, yaşlılar gözyaşlarıyla izliyordu.
Şahin Ağa, bir köşede Zühre’nin elini tutuyor, gururla:
— “Evlatlarım bir yuvaya kavuştu. Bu toprak artık kanla değil, sevdayla yoğrulsun…” diyordu.
Baran, ilk kez böylesine bir düğünün ortasında ailesiyle tam bir bütün olduğunu hissediyordu. Dedesi Şahin, babaannesi Zühre, halası Şilan, amcası Azad ve Şiyar, hepsi onun yanındaydı. Arjin’in hemen yanında duruyor, Zümrüt’ün yüzüne her bakışta biraz daha bağlanıyordu.
Düğün alanında gece ilerledikçe, türküler yerini dengbejlerin yürek burkan ezgilerine bıraktı. Ardıl ile Nare sahnenin ortasına alındı. Etraflarında dev bir daire oluştu.
“Delalê” çalındığında, Nare ile Ardıl yalnızca birbirlerine dokunarak dans ediyordu. Ne konuşmaya gerek vardı, ne başka bir şeye. Ardıl elini Nare’nin beline doladığında, fısıltı gibi bir “iyi ki” bıraktı kulağına.
Halil tam o sırada sahneye çıktı, mikrofonu aldı:
— “Ey cümle halk! Bu gece gönül düğünüdür. Bu gece kan davası değil, sevda davası kazandı. Ağam Ardıl ile yengem Nare’nin aşkına alkışlar! Ve unutmayın… Bu düğün sadece iki kişinin değil, iki soyun barışıdır!”
Kalabalık alkışlarla karşılık verdi.
Gece boyunca süren eğlencede; Arjin Diren’le halaya durdu, Azad ve Şiyar göz göze gelip içten bir gülümsemeyle kardeşliğin sessiz yeminini etti.
Ve gökyüzü… Tam o anda… Binlerce havai fişek, Nare ile Ardıl’ın öpüşmesinin üzerine patladı. Konağın taş duvarlarına yansıyan ışıklar, o ânı sonsuz kıldı.
DEVAM EDECEK...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |