14. Bölüm

13. Bölüm

Sude
blackmamba

Gelin odasının kapısı kapandıktan sonra, dışarıdaki dünyanın sesi bir bıçak gibi kesildi. Davullar, zılgıtlar, kahkahalar artık başka bir âleme aitti. Buradaysa yalnızca iki kalbin çarpıntısı, iki soluk arasında sıkışan zaman vardı.

 

Nare pencerenin önünde durmuş, siyah ipek geceliği ay ışığıyla neredeyse saydamlaşmıştı. Kumaş bedenine sarılmamış, adeta ona boyun eğmişti. Omuzlarından dökülen saçları, çıplak sırtını okşarken gözleri karanlığa, elleri bilinmeze uzanıyordu. Gözbebeklerinde korku değil; merak, teslimiyet ve yanık bir sabır vardı.

 

Ardıl kapının aralığından içeri girdiğinde, gözleri bir an bile Nare’den ayrılmadı. Gömleğinin düğmeleri açıktı, nefesi ağır, bakışları aç susuz bir bekleyiş gibi derindi. Ceketini yere bıraktı. O an, odada zaman eğildi.

 

Nare, ona döndü. Göz göze geldiklerinde, içlerinde yıllardır yanmakta olan yangın bir kıvılcımla tutuştu. Ardıl tek bir kelime bile söylemeden yaklaştı. Elini onun beline doladı, yüzünü saçlarının arasına gömdü. Nefesi, boynuna değdiğinde Nare’nin dizleri hafifçe titredi.

 

— “Artık seni beklemeyeceğim,” dedi Ardıl, sesi kısık ve yorgun bir özlemle.

 

Nare, sadece başını eğerek cevap verdi. Dudakları, onun dudaklarına değdiğinde bir sarsıntı oldu. Bu öpüş, tek bir anın değil; bir ömrün açığa çıkışıydı. Derin, aç, sabırsız ve aynı anda şefkatli. Eller birbirini buldu, bedenler birbirine sarıldı. Ardıl’ın elleri, Nare’nin sırtında bir kıtayı keşfeder gibi gezinirken, Nare’nin elleri onun göğsüne, sonra boynuna, sonra saçlarına karıştı.

Nare’nin bedeni ay ışığında bir sır gibi parlıyordu. Göğüs kafesi hızla inip kalkarken, gözlerinde ne korku ne utanma kalmıştı. Yalnızca “olma” anı, yalnızca “seninim” diyen bir teslimiyet…

 

Ardıl onu kollarına aldığında, bedenleri birbirine sürtünerek kavuştu. Dudakları bir kez daha buluştuğunda, bu kez sabırsız, titrek, aç ve derindi. Öyle bir öpüştü ki bu, yılların suskunluğunu, özlemini, hasretini tek bir nefeste yakıyordu.

 

Elleri, Nare’nin bedeninde ağır ağır, ama arada durup nefesini tutarcasına gezindi. Onun teni, her dokunuşta biraz daha açıldı; kalbi biraz daha genişledi. Parmak uçları omuzlarında, sırtında, kalçalarında izler bıraktı. Nare’nin dudaklarından çıkan boğuk bir iç çekiş, gecenin en sahici sesiydi.

 

— “Ardıl…” dedi fısıltıyla, gözlerini kapatırken. “Artık hiçbir şey saklı kalmasın aramızda…”

 

Ardıl, onu yatağa yatırdığında, Nare’nin bacakları kendiğinden beline dolandı. Bedenleri birbirine yaslandığında, aralarındaki sıcaklık bir kıvılcıma, kıvılcımsa ateşe dönüştü. Dudakları, boynunda, göğsünde, karnında bir yol gibi ilerledi. Nare’nin inlemeleri artık susmamış, dudaklarında yutulan bir şiire dönüşmüştü.

 

Ve o an geldi… Tenler, ilk kez böylesine derin bir temasta birbirini buldu. Ardıl, içine doğru ilerlediğinde, Nare’nin gözleri büyüdü. Bir acı değil; bir sarsılma, bir dolup taşma hissiydi bu. Nefesi, onun dudaklarında kaldı. Ve sonra… bedenleri aynı ritimde, aynı ahenkle, birbirine uyumlanarak hareket etmeye başladı.

 

Gecenin içinde, sadece ten değil, ruh da sevişiyordu.

 

Ardıl’ın alnı Nare’nin alnına değdiğinde, gözleriyle onu izliyor, her nefesinde onunla birlikte yanıyordu. Nare’nin tırnakları sırtında izler bırakıyor, dizleriyle onu daha da yakınında tutuyordu. O anda ne geçmiş vardı ne gelecek… sadece şimdi. Sadece bu birleşme. Sadece “biz.”

 

Ardıl, içine gömülmüşken Nare’nin kulağına eğildi:

 

— “Ben artık senin içindeyim, Nare. Kalbinde. Ruhunda. Bedeninde…”

 

Nare’nin yanıtı bir fısıltı değildi bu kez. Bir haykırıştı; bastırılmış onca sevdanın patlaması:

 

— “Gitme… hiç gitme… böyle kal…”

 

Saatler geçmişti belki. Ama zaman anlamını yitirmişti. Ardıl sonunda, alnını onun göğsüne yasladığında ikisinin de nefesi tükenmişti. Nare’nin kalbi hâlâ çırpınırken, Ardıl’ın avuçları onun ellerini buldu. Sadece sarıldılar. Tüm kelimeler artık dokunuşlara, tüm cümleler sessizliğe emanet edilmişti.

 

Ve o gece, Nare ve Ardıl sadece sevişmemişti… Kendilerini tüm çıplaklıklarıyla birbirlerine adamış, her acılarını, her korkularını, her umutlarını birbirinin tenine mühürlemişti.

Sabah…

 

Gelin odasının perdelerinden içeri sızan ilk gün ışığı, duvarlara narin bir altın dokunuş bırakmıştı. Oda hâlâ gecenin izlerini taşıyordu; yerdeki siyah gecelik, buruşmuş çarşaflar ve havaya sinmiş sıcak bir ten kokusu… ama artık her şeyin üzerinde derin bir sükûnet vardı. Sessizlik, yalnızca sabahın değil, iki ruhun birbirine dokunmuşluğunun bıraktığı izdi.

 

Ardıl önce gözlerini araladı. Başını hafifçe çevirdiğinde, sol yanında, yüzünü ona dönmüş bir Nare yatıyordu. Yorgan omuzlarına kadar çekilmişti. Saçları dağılmış, bir kısmı yastığa, bir kısmı Ardıl’ın göğsüne dökülmüştü. Uykuda bile huzurla sarmalanmıştı. Göğüs kafesi düzenli biçimde inip kalkıyor, her nefesi Ardıl’ın içini ısıtıyordu.

 

Ardıl başını yastıktan kaldırmadan bir süre Nare’yi izledi. Gözlerinin kenarındaki küçük kıvrımı, dudaklarının arasındaki aralığı, soluk teninin sabaha değen ışıltısını… Sanki onu ilk kez görüyormuşçasına. Ama aslında bu onun en gerçek haliydi. Makyajsız, savunmasız, çıplak ve Ardıl’a ait.

 

Ardıl’ın parmakları usulca battaniyenin altına süzüldü. Nare’nin kolunu buldu, avucunun içini kendi avucuna aldı. Parmak uçlarını onun teninde dolaştırırken, Nare gözlerini hafifçe araladı. Bir an neredeyim der gibi baktı, sonra gözleri Ardıl’ın gözleriyle buluştuğunda içinde bir tebessüm doğdu.

 

— “Beni izliyorsun…” dedi fısıltıyla.

 

Ardıl gülümsedi. Yaklaştı. Burnunu onun yanağına sürttü, ardından alnına küçük bir öpücük kondurdu.

 

— “Gözümü senden ayıramıyorum. Sanki bir düşe dokundum da uyanırsam kaybolacaksın diye korkuyorum.”

 

Nare gözlerini kapadı. Gecenin ardından hâlâ içinde kıpırdayan o derin sızı ve tatlı huzurla dudaklarını ıslattı.

 

— “Ben artık senin düşlerinde değilim Ardıl… Gerçeğindeyim. Etindeyim, ruhundayım.”

 

Ardıl bu sözle yatağın içinde hafifçe doğruldu. Elleri, onun saçlarını okşadı, sonra battaniyeyi nazikçe üzerinden sıyırdı. Nare çıplaktı. Ama artık utanmıyordu. Çünkü bu çıplaklık bir teslimiyetin değil, bir aidiyetin hikâyesiydi. Ardıl’ın bakışları onda durdu. Hayranlıkla, şefkatle, arzuyla…

 

— “Tanrım…” dedi içinden ama sesiyle, “Sana böyle dokunabildiğim için bir ömür borçluyum.”

 

Nare elini uzattı. Parmak uçlarını Ardıl’ın çenesine koydu.

 

— “Ben de sana… çünkü ilk kez bir adam bana bu kadar güzel, bu kadar ince dokundu.”

 

Yatakta birbirlerine yaklaştılar. Ardıl başını onun göğsüne yasladı, elleri belini kavradı. Nare’nin kalbi onun kulağında atıyordu şimdi. Bir ritim. Bir güven. Bir ev.

 

Bir süre konuşmadan öylece kaldılar. Sonra Nare, Ardıl’ın kulağına eğilip fısıldadı:

 

— “Yeni bir sabah. Yeni bir ben. Ama içinde sen varsın. Gözümü açtığımda seni gördüm ya… dünya artık daha katlanılır.”

 

Ardıl onun belini daha sıkı sardı.

 

— “Seni her sabah böyle uykulu, böyle çıplak ve huzurlu görmek için ne savaşlar veririm, bilsen…”

 

Ardıl’ın gözleri doldu. Bir şey söylemedi. Sadece öptü onu. Uzun, sabırlı, teşekkür eder gibi.

Ve o sabah… hayatın bütün ağırlığı, her şeyin dışında bir sabah oldu. Ne geçmişin acıları ne gelecek kaygıları. Sadece yastığa düşen saçlar, birbirine sarılan bedenler, bir de iki kalbin sonunda aynı ritme tutunması.

İşte o sabah… Ardıl ve Nare’nin ilk sabahıydı. Gerçekten “bir” oldukları sabah.

Sabahın ilk ışıkları, Şanlı Konağı’nın taş duvarlarında narin bir altın çizgi gibi süzülüyordu. Rüzgâr, avlunun yüksek taş sütunları arasında usulca dolaşıyor; kuş sesleri sabahın bereketini fısıldıyordu.

 

Kahvaltı sofrası konağın geniş avlusuna çoktan kurulmuştu. Masada büyükçe bir tencere çorba buhar çıkarıyor, taze çörek kokuları her yana yayılıyordu. Sofranın bir ucunda her zamanki gibi Halil, sabahın erken saatlerinde tek başına oturmuş, çay bardağını elinde çeviriyordu.

 

— “Ula hâlâ inmedi bizim damat… Ardıl Ağa’m bu sabah da geç kalırsa şaşırmam,” diye mırıldandı, yarı uyanık gözlerle merdivenlere bakarak.

— “Gerçi artık her sabahı geç doğar onun… çünkü uyandığı şey sabah değil, Nare yengem.”

 

Bir kahkaha attı kendi kendine. Derken Erdal, elinde ikinci dem çayıyla yaklaştı, bir sandalyeye ilişti.

 

— “Senin laflar da sabah çayı gibi Halil, önce acı, sonra damakta tat bırakıyor.”

 

Diren, gömleğinin kolunu kıvırarak geldi, ardından Diyar. Sessizlik içinde oturup gözleriyle yukarıyı taradılar. Konağın taş merdivenlerinden aşağı kimse inmedi henüz.

 

Baran, avlunun kenarında durmuş, ellerini cebine sokmuş, yukarıya bakıyordu. Gözlerinde bir bekleyiş, dudaklarında suskun bir kıpırtı… Bir şey diyemiyor ama hissediyordu.

 

Ve sonra…

 

Taş merdivenlerde ayak sesleri işitildi.

 

İlk önce Ardıl Ağa göründü. Siyah gömleği pantolonunun içine titizlikle sokulmuş, kolları dirseğine kadar sıyrılmıştı. Saçları dağınık ama bakışları uyanıktı. Yüzünde yorgunluğun değil, bir uyanışın izi vardı.

 

Ardından Nare göründü. Artık gelinlik içinde değil, zarif, dökümlü toprak tonlarında sade bir elbise giymişti. Beline ince bir kemer dolanmış, ayak bileklerine kadar inen etekleri rüzgârda usulca dalgalanıyordu. Saçları gevşek bir topuzla toplanmış, birkaç tutam yana düşmüş; yüzünde hem bir utangaçlık hem bir huzur vardı.

 

Ardıl Ağa, bir adım önde ama elini Nare’nin beline dolayarak yürüyordu. Yanındaki kadını bütün cihana tanıtır gibi kararlı, gururlu bir edayla…

 

Halil ayağa fırladı.

 

— “Veee işte geldiler! Ardıl Ağa’m ve Nare yengem! Konağa sabah yeni doğdu vallahi!”

 

Avludaki herkesin gözleri ikiliye çevrilmişti. O an taşların altından gül tomurcukları çıkacak kadar sessiz ve taze bir andı.

 

Diren, Baran’a yanaştı, omzuna hafifçe dokundu.

 

— “İyi bak… Aitlik böyle olur. Sessiz ama güçlü.”

 

Baran, gözlerini kaçırmadı. Nare’ye bir an baktı, sonra Ardıl’a. Artık başka bir kaleydi orada yükselen. Hem haset yoktu içinde hem de bir tür kabulleniş.

 

Nare onların arasında süzülerek ilerledi. Ardıl Ağa’nın bakışları bir an bile onun üstünden ayrılmadı. Sanki o kadın bir insan değil, gökten düşmüş, kalbine saplanmış bir mucizeydi.

 

Halil, yaklaştı, ellerini yana açarak konuştu:

 

— “Ardıl Ağa’m, sabah bu konağa sizinle geldi vallahi. Hele bir oturun da çayla beraber içimizi de ısıtın. Gerçi siz bu sabah birbirinize yeter de artarsınız.”

 

Nare, utanarak başını eğdi. Ardıl Ağa ise Halil’e dönüp sadece göz kırptı:

 

— “Çayı içeceğiz Halil, ama önce Nare’yle bir nefes alalım. Biz bu sabah ilk defa gerçekten uyanıyoruz.”

 

Baran, biraz geri çekildi. Diren hâlâ yanındaydı. Nare, gözleriyle Baran’ı fark ettiğinde bir an duraksadı. Göz göze geldiler. Nare dudaklarını aralayarak sessizce fısıldadı:

 

— “Günaydın, Baran.”

 

Baran da başını hafifçe eğdi. Bir kelime söylemedi ama gözlerinde “kabul” vardı. O artık onların arasındaki bağı yıkmak için değil, anlamak için oradaydı.

 

Ve kahvaltı sofrası kalabalıklaştıkça daha da neşelendi. Kahkahalar, eski acıların üstünü örter gibi yükseğe çıkıyordu. Halil’in bardakları tokuşturması, Diren’in suskun tebessümü, Diyar’ın çayın şekerini karıştırırken mırıldandığı sessiz türkü… Hepsi bir ritimdi artık.

 

Şanlı Konağı’nda yeni bir gün doğmuştu. Bu sabah sadece güneş değil, aşk da doğmuştu.

Kahvaltı masası kalabalıktı, ama sessizliğin bile saygı gösterdiği bir kalabalıktı bu. Herkes biliyordu ki o sofrada yalnızca ekmek değil, barış da bölüşülüyordu. Duygular dil olmadan konuşuyordu. Bazı anlar kelime istemezdi, gözler yeterdi.

 

Baran, elindeki çay bardağını masaya koydu. Boşluğa değil, dolmaya başlayan bir aidiyete bakıyordu şimdi. Gözleri yavaşça Nare’nin üzerinde gezinirken içinde bir sıcaklık yükseldi. “Halam…” dedi içinden. “Yaralı ama güçlü… ve şimdi mutlu.”

 

Az ötede, Zümrüt, annesiyle birlikte mutfağa gidip gelen kalaylı tepsileri taşıyordu. Baran’ın bakışı bir süreliğine onun üzerinde durdu. Zümrüt de fark etti bunu. Hafifçe başını eğdi ama sonra göz göze geldiler. Sessizce gülümsedi. İçinde bir şey kıpırdadı Baran’ın. Belki güven, belki hayranlık… Belki çok daha fazlası.

 

O an Halil, avlunun ortasında yüksek sesle mırıldandı:

 

— “Ardıl Ağa’m! Sizi kaçıran bizden değildir. Vallahi düğün bitti ama yengemi sizinle görmeden içim rahat etmez.”

 

Nare hafifçe Ardıl’a dönüp güldü. Ardıl da onun elini tutarak avlunun taş döşemelerinde yürümeye başladı. Herkesin arasından geçerken, geriye yalnızca ayak sesleri kalıyordu. Ardıl, Nare’yi konağın küçük ceviz ağacının altına doğru götürdü. Kalabalıktan uzak, rüzgârın dokunduğu bir köşeye.

 

— “Rüyaydı sanki,” dedi Nare, sessizce.

— “Gerçek,” dedi Ardıl, parmaklarını onun saçlarına uzatarak. “Sana dokunduğum her an biraz daha gerçek oluyor.”

 

Nare başını eğdi. Elini Ardıl’ın göğsüne koydu.

— “Yıllar boyunca içimde bir şey eksikti. Adını bilmiyordum. Meğer senmişsin Ardıl. Ben bu sabah ilk kez tamamım.”

 

Ardıl bir adım geriye çekildi, gözlerini onun gözlerine kilitledi.

— “Ve ben bu sabah ilk kez temizim. Geçmişimin küllerinden seni tuttum. Artık sadece ileriye bakacağım.”

 

Nare, gözlerini kapatıp başını Ardıl’ın omzuna yasladı. Sessizlik, kelimelerden daha fazlaydı artık.

 

Uzakta Halil, Diren’e dönüp eğildi:

 

— “Aha da bizim Ardıl Ağa’m… Yengemizin gönlüne, usul usul türkü gibi girdi. Herkesin kaderi şiddetli girer, onunki bir sabah gibi…”

 

Diren, Halil’e bakmadan sordu:

— “Senin kaderin nasıl Halil?”

 

Halil güldü.

— “Benimki hâlâ yolda kardeşim. Ama gelince var ya, düğünümü yedi gün yedi gece yapacağım. Ardıl Ağa’m da başımda oynayacak.”

 

Herkes güldü. Ama kahkahaların içinde en derin gülümseme, Ardıl ile Nare’nin gözlerindeydi.

 

Ve o sabah Şanlı Konağı’nda sadece çay demlenmedi… Gelecek de demlendi. Yaralar sarıldı. Kabullenmeler yaşandı. Gözyaşları silindi.

 

Ve ilk defa bir hikâye mutlu başlamaya karar verdi.

Baran, konağın köşesinde oturmuş, bir kenarda ayakkabısını düzeltiyordu. Parmağındaki küçük taşlı yüzüğü fark etmemişti bile. Birden arkasından bir ses geldi.

 

— “Ayakkabının bağcığı değil Baran… senin bağlanman gereken başka şeyler var.”

 

Başını kaldırdığında Zümrüt’ü gördü. Elinde bir tepsi vardı, üzerinde cevizli çörek ve sıcak süt.

Baran afalladı.

— “Ben… şey… ben sadece biraz nefes almak istemiştim.”

 

Zümrüt, gülümsedi.

— “Ben de nefes alacağın yeri seçmişim demek ki.”

Sessizlik. Hafif bir rüzgâr.

 

Baran eliyle yer gösterdi.

— “İstersen otur…”

 

Zümrüt oturdu, tepsiyi ikisinin arasına koydu.

— “Artık ailen burası. Şanlılar sadece soyadı değil. Sırtındaki yükle savaşmayı bilen insanların adı bu. Senin omzuna da yazıldı. Kolay değil… biliyorum.”

 

Baran gözlerini kaçırdı.

— “Ben bazen bu dünyaya ait hissetmiyorum. Ne Karahan’da kaldım, ne tam burada… Sanki bir yere oturmuyorum.”

 

Zümrüt hafifçe başını eğdi.

— “Ama kök salmak zaman ister. Toprak, yeni ağacı hemen kabul etmez. Ama senin içine baktığımda, orada büyümek isteyen çok güzel bir şey görüyorum. Yalnız değilsin Baran.”

 

O sırada arkadan bir ses:

— “Ahaaa! Ben mi rahatsız ettim yoksa?!”

 

Halil’di bu. Bir elinde nergis buketi, diğerinde nar şerbeti.

— “Baran Ağa’m! Yengemle baş başa mısınız? Beni de aranıza alın da azıcık nasipleneyim şu baharın kokusundan.”

 

Zümrüt gülmeye başladı. Baran da bu defa gözlerini kaçırmadan gülümsedi.

Halil şakalaşarak devam etti:

— “Vallahi bir şey varsa, biz de şimdiden hazırlanalım. Ardıl Ağa’m gibi damat yapacağız seni.”

 

Baran bu kez başıyla Halil’e selam vererek, samimi ama biraz utangaç bir şekilde yanıtladı:

— “Benim için daha çok var Halil Abi.”

 

Halil göz kırptı:

— “Biz burada zamanı eğip bükeriz, merak etme.”

DEVAM EDECEK…

Bölüm : 12.06.2025 15:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...