7. Bölüm
Sude / DOĞUNUN GÜNEŞİ : SAFİR / 6.BÖLÜM

6.BÖLÜM

Sude
blackmamba

10 yıl sonra…


Oda sessizdi. Yalnızca monitörlerin ritmik bip sesleri yankılanıyordu. On yılın ağırlığı, solunum cihazının cılız fısıltısıyla birleşip havaya asılı kalmıştı. Ardıl’ın göz kapakları kıpırdadı, parmakları titredi. Zaman durmuş gibiydi.

 

Diren, odanın bir köşesinde ellerini dua için kaldırmış, başı eğik bekliyordu. Monitörden gelen ani hızlanma sesiyle irkildi. Koşarak yatağın başına geldi. Gözlerine inanamadı.

 

Ardıl, gözlerini araladı. İlk sözü, nefesle karışık bir fısıltıydı:

 

“Nare…”

 

O an Diren’in yüreği sıkıştı. Gözleri doldu ama Ardıl’a göstermek istemedi. Eli titreyerek ağabeyinin eline uzandı. Ama kelimeler, boğazına düğümlendi.

 

Ardıl (zorlukla):

“Nare nerede?”

 

Diren cevap veremedi. Dudakları kıpırdadı, ama ses çıkmadı. Ardıl’ın gözleri aniden keskinleşti, o eski sertlik geri dönmüştü. Gözleriyle Diren’in içine baktı:

 

“Nare nerede dedim!”

 

O esnada, hastane koridorundan davul sesleri yükseldi. Halil, elinde zurna, beline bağladığı mendille başında dönerek halay çekiyordu. Kapıyı açıp içeri başını uzattı:

 

Halil :

“AĞAM UYANMIŞ! Vallahi billahi kıyamet gibi uyanmış! Davullar Ağama,halaylar Mardin’e feda olsun!”

 

Diren :

“Halil çık dışarı!”

 

Halil:

“Tamam ağam, çıkıyorum ama bi ‘geçmiş olsun’ göbek atmasam içimde kalırdı…”

 

Ardıl yataktan doğrulmaya çalıştı. Cihazlara bağlı olmasına aldırmadı. Diren engellemeye çalıştı ama gözlerindeki öfke dinmek bilmiyordu.

 

Bir Hafta Sonra

 

Ardıl toparlanmış, konağa dönmüştü. Ama hiçbir şey bıraktığı gibi değildi. Nare ortada yoktu. Sorduğunda herkes başka bir şey söyledi. “Yurt dışına çıktı” dediler. “Kendi istedi” dediler. Ama Ardıl biliyordu… Nare gitmezdi.

 

Diren, gerçeği söyleyemedi. Ağabeyinin yüreğini bir kez daha yakamazdı. Ama geceleri gözleri uyumaz olmuştu. Çünkü Baver’in adamlarının, Azad’ın desteğiyle Nare’yi kaçırdığı gün… o gözlerinin önünden hiç gitmiyordu.

 

Bir gece Ardıl’ın odasına bir zarf bırakıldı. Koyu kırmızı mühürlü, isimsiz bir zarf.

 

İçinden yalnızca bir cümle çıkmıştı:

 

“Gözlerinin rengi sana ihanet etmez ama kalbinin yönü seni yanıltabilir.”

 

O geceden sonra mektuplar gelmeye devam etti. Her biri hem bir ipucu hem bir muamma taşıyordu. Nare’nin bir yerlerde olduğunu ima ediyor, ama açıkça hiçbir şey söylemiyordu.

 

Ardıl’ın uykuları kaçtı. Kendini şehre, dağlara, köylere vurdu. İz sürdü, yüzler gördü, ama Nare’yi göremedi.

 

Bir sabah Halil elinde bir zarfla koşarak geldi. Nefes nefese, panik içindeydi:

 

Halil:

“Ağam… bu sefer mektubun içinden saç teli çıktı… ben bi tık korktum…”

 

Ardıl zarfı yırttı. İçinden bir not ve simsiyah bir saç teli çıktı.

 

“On yıl geçti… ama onun kokusu hâlâ saçlarında. Bulabilecek misin Ardıl Şanlı? Yoksa gözlerin seni yine mi kör edecek?”

 

Ardıl notu avcunun içinde buruşturdu. Gözleri kararırken sadece bir cümle fısıldadı:

 

“Sana dokunmuşlarsa… dünya yanacak.”

 

Günlerdir sustuğu gibi suskundu Ardıl. Geceleri konağın çatı katına çıkıyor, elinde yanan notları birer birer rüzgâra bırakıyordu. Her biri Nare’nin sesinden bir fısıltı, bir iz gibi kalıyordu zihninde. Ama bu sefer… başka bir şey vardı. Bu oyun sadece Nare’yle ilgili değildi. Bir el, gölgelerden uzanıyordu. Bilinmeyen, ama tanıdık bir el.

 

Bir gece, Halil yine apar topar geldi. Bu seferki telaşı farklıydı.

 

Halil:

“Ağam… bu notu getiren çocuk ‘Eğer cesaretin varsa, seni bekliyor’ dedi. Mekân: eski dövüş kulübü, Mezopotamya’nın arka sokakları.”

 

Ardıl gözlerini kısmıştı. Göz bebekleri karanlık gibi genişlemişti.

 

Ardıl:

“Arabayı hazırla Halil. Bu gece hesap gecesi.”

 

Yıllar önceydi.

Sancaklar ve Boranlar… Zamanında bir elmanın iki yarısı gibiydiler. Büyük oğul Azer Sancak ve Hazar Boran bir zamanlar aynı sofrada ekmek bölüşen, aynı toprağın çocuklarıydı. Kardeşlikleri dillere destandı ama bilmedikleri bir şey vardı: Kalplerinde yankılanan sesler bir gün birbirini boğacaktı.

 

Azer, soğukkanlıydı. Suskun. Ama gözleri konuşurdu. O gözler yalnızca bir kadının adını fısıldardı: Rojda Şanlı. Çocuk yaşlardan beri içinde büyüttüğü o sessiz hayranlık zamanla bir aşka, sonra da bir takıntıya dönüşmüştü. Kimseye anlatmadı. Ne kardeşine, ne dostuna. Hele Rojda’ya asla. Çünkü Rojda, onu hep ağabey gibi görmüştü. Saf, temiz bir sevgiyle… Oysa Azer’in yüreği, onun gözlerinde başka bir ışık arıyordu. Ve o ışık hiç yanmadı.

 

Yine de dizginledi kendini. Çünkü Rojda mutlu olsun istiyordu. Ta ki bir gün… Hazar Boran, gözlerinde heyecan, sesi titrek bir sevinçle gelip “Rojda hamile” deyinceye dek.

 

O an Azer’in içindeki bütün fırtınalar koptu. Kalbinde kurduğu hayaller birer birer yıkıldı. Sevdiği kadının, kardeşi kadar çok sevdiği adamdan çocuk beklediğini öğrenmek… İşte bu, sadece bir aşkın ölümü değil, bir ruhun çöküşüydü.

 

O gece Azer Sancak, odasına kapanıp bir mektup yazdı. Ne Hazar’a ne Rojda’ya tek kelime etmeden, sustu. Sonra Sancak Konağı’nın en yüksek katına çıktı. Ve ardında sadece sessizlik bırakarak kendini boşluğa bıraktı.

 

Azer’in ölümü, Diyarbakır’ın taşlarına kazınan bir lanet gibi asılı kaldı. Ama gerçek acı o sabah başladı.

 

Azer’in babası Haşmet Sancak, oğlunun cansız bedenine sarılırken bir yemin etti:

“Bana bu acıyı yaşatanlar, bir gün aynı cehennemde yanacak. Onları kendi kanlarından vuracağım. Oğlumun intikamı, oğlumun düşmanlarına dönüşen torunlarında saklı olacak.”

Rojda doğum sancısıyla hastaneye getirildiğinde, Şanlı Aşireti’nin tüm duaları onunlaydı. Ama kader, ne doğuya ne de güneşe şefkat göstermemişti o gün. Doğumdan hemen sonra Rojda son nefesini verirken, ardında bıraktığı bebek hastane koridorlarında gözyaşlarına karışıyordu.

 

Ve tam o anda, gece gibi çöken bir adam yaklaştı beşiğe. Gözleri kinle doluydu. O adam… Baver’in babası Haşmet Sancak. Oğlunun ölümünü Şanlılara yüklemiş, intikamını sabırla planlamıştı. O bebek, Ardıl’ın yeğeni… Hazardı. Ama Şanlılar bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Çünkü o gece, bebek ortadan kayboldu. Kayıtlara göre öldü. Gerçekteyse… Haşmetin arabasında Diyarbakır’ı terk etti. Adını değiştirdi, sahte kimlik çıkardı:

Baran KURT

Haşmet’in intikam planı : Oğlunun canına sebep olanların kanından gelen bir evladı, kendi öz ailesine karşı bir silaha dönüştürmek.

 

Ve zamanı geldiğinde…

 

Nare, Ardıl’ın en kıymetlisi… Onu da Baver’e verdi. Zorla, baskıyla, tehditlerle… Ardıl komadayken, kendini savunamayacakken, Nare’yi Baver’in karısı yaptı. Nare, her gün Baver’in zulmüne maruz kalırken Haşmet bir köşede oğlunun hayaliyle konuşuyordu.

 

“Bak Azer, onlar gülüyor ama senin gözyaşlarınla gülüyorlar sanıyorlar. Oysa bilmiyorlar… Bir gün Baran gelecek. Ve bu şehir, gerçek bir cehennemi tadacak.”

 

Ama Haşmet unuttuğu bir şeyi fark etmemişti.

 

Kan, bazen nefretle değil, sevgiyle çağırır sahibini.

 

Baran büyüdükçe ona kim olduğu asla söylenmedi. Tek duyduğu cümle hep aynıydı:

 

“Senin aileni onlar öldürdü. Onlar senin düşmanın.”

 

Her yumrukta, her kırılan kaburgada, her sabah yeniden açılan yarasında aynı ses yankılanıyordu: “Şanlılardan ve Boranlardan intikam alacaksın.”

 

Haşmet onu Mardin’in dışında kurduğu yasa dışı dövüş kamplarında büyüttü. Her rakibi, her dövüş onun bedenine acı yüklerken ruhuna da nefret işliyordu. On yedi yaşında kafes dövüşlerinin yıldızı olmuştu. Herkes onun dövüş stilini konuşuyordu. Soğuk, hızlı ve acımasız.

 

Ama içten içe… bir parça eksikti. Baran kim olduğunu bilmiyordu. Ne annesinin kokusunu bilirdi, ne de bir aile sıcaklığı. Yalnızdı. Ve kimliğini bilmeden, başkasının intikamını sırtında taşıyordu.

 

İçerisi karanlıktı. Beton duvarlar dövüşçülerin kan izleriyle doluydu. Seyirciler sessizdi. Ortada bir kafes vardı. Ve kafesin içinde… Baran.

 

Yarı çıplak, dövmeli vücudu ışıkta parlıyordu. Kasları yorgunlukla değil, tecrübeyle şekillenmişti. Gözleri masmaviydi. Ve içinde bir yangın taşıyordu. O yangın, nefretten doğmuştu.


 

Ardıl içeri adım attığında, Baran kafesin kapısını açtı. Göz göze geldiler. Birbirlerini ilk kez görüyorlardı ama… bir tuhaflık vardı.

 

Baran :

“Sen Ardıl’sın, değil mi?”

 

Ardıl :

“Benim. Sen kimsin?”

 

Baran:

“Ben… geçmişinin hayaleti. Nefretinin yankısı. Aradığın her şeyin öbür yüzüyüm. Ama adımı sorman gerekmiyor. Yakında öğrenirsin.”

 

Bir sessizlik oldu. Ardıl elini yavaşça beline götürdü.

 

Baran:

“Silahını çekmeden önce bir şey bil. Nare yaşıyor. Ve onunla ne olduğunu yalnızca ben biliyorum.”

 

Ardıl bir adım daha attı. Yumrukları sımsıkıydı.

 

Ardıl:

“Nare’ye zarar verdiler. Eğer sen de o pis oyunun içindeysen… seni parça parça sökerim.”

 

Ertesi gün, Ardıl çalışma odasında, elinde Baran’ın bıraktığı kart… üstünde yalnızca üç kelime yazılı: “Kan, unuttuğun yerdedir.” Ardıl kartı çevirdikçe Baran’ın söyledikleri zihninde tekrar ediyor.

 

“Ağam, valla kusura bakma… dünkü gerilim beni etkiledi. Gece rüyamda kaslı bir adam bana ‘Sen bile kendine düşman olacaksın’ diye bağırdı, uyandım yastık terlemiş…”

 

“Halil, ciddi bir şey düşünüyorum . Git biraz yalnız kalayım.”

 

“Ama bak, ben sana bir şey göstereceğim. Baran denilen o kas deryası… sabah konaktan biriyle konuşuyordu. Ben de çatıya çıktım dürbünle izledim ki bu dürbünü zamanında sünnet düğününden çalmıştım.”

 

“Ne işi var onun burada .Kiminle konuşuyordu?”

 

“Tanıyamadım ama elinde antika bir yüzük vardı. Eski Boran soyundan olabilir. Belki de Nare’ye dair bir bağlantı… Hem bak ağam, o Baran’ın gözü sana değilmiş gibi… başka bir hesap var bu işte.”


Camın önüne bir mektup daha bırakılır.

“Aha! Yine mektup geldi. Vallahi ben bu mektupları yazan kişiyi rüyamda görmeye başladım. Bir eldivenli kadın, yüzü yok ama sesi Nare’ye benziyor.”

 

Ardıl mektubu açtı, İçinden çıkan not kısa ama derindir: “Onu korumak isteyen biri var, ama senin yerine geçmesini bekliyor.”

 

”Bu notları kim gönderiyorsa onu bulduğum zaman bu notları ona tek tek monte edeceğim.”

“Ağam ağam sakin olll.”

“HALİL kes sesini!”

Ardıl yerinden kalktı ve ceketini aldı.

 

“Artık oyun zamanı değil. Nare’nin etrafında kim varsa… dost ya da düşman, gerçek yüzünü gösterecek.”


“Ağam bir dakika, nereye?”

 

“Hazırlan Halil önce Baran’la konuşacağız.Bu sefer onun ağzından dökülen her kelimeyi satır satır okuyacağım. Sonra Nareyi bulacağız gecenizi gündüzünüze katacaksınız bakılmadık yer kalmayacak bugün Nareyi bulacağız.”

 

Ardıl dışarı çıkarken Halil arkasından mırıldandı

 

“Vallahi bu olay beni aştı. Kaslı adam, gizemli mektuplar, yok olan gelin, gizli aşk… resmen Osmanlı dizisi senaryosu gibi olduk…”

 

Ardıl ve adamları kafes dövüşünün yapıldığı yere gittiğinde Baran çoktan çıkmıştı.

 

Halil Baranın nerede olduğunu öğrendikten sonra oraya doğru yola koyuldular.

 

Gece, Baver’in konağında. Nare, zincirli pencerede oturmuş, elleri yara içindeydi.Baran avluda gölgeler arasında dolaşırken bir adam yanına geldi.

 

“Baran Bey kadına bir şey yapacaklar diyorlar. Azad’ın adamları içeri doluştu. Baver ağam çığrından çıktı.”

 

“Bana ne. O kadının kim olduğunu bile bilmem.”


 

“Ama her gün gidip penceresinin önünde bekliyorsun… gözlerinin önünde eziliyor. On yılını kaybetmiş biri… tıpkı senin gibi.”

 

“Benim içimde merhamet yok. Beni böyle yaptılar. O kadın da Boranların, tıpkı Hazar gibi. Düşmanı korumak bize göre değil.”

 

Karanlık, rutubetli taş duvarlar arasında ayak sesleri yankılanır Ardıl önde, arkasında Diren, Halil ve birkaç adamı. Silahlar hazır, gözler tetikte. Konağın içine sessizce sızdılar. Ardıl’ın yüzünde kararlılık, gözlerinde on yıllık uykunun hıncı.

 

“Ağam, yukarı çıkan iki yol var. Sağdan mı, soldan mı gideceğiz?”



 

Tam o sırada… yukarı kattan gelen boğuk bir çığlık, ardından metalin zemine çarpma sesi yankılanır. Ardıl’ın yüreği yerinden fırlayacak gibi olur. Gözleri aniden irileşir.

 

Çığlık bir kadına aittir. Onca yıl, onca sessizlik… ama o sesi duyduğu anda tanır. Anıların içinden, gecelere sızan ninniler gibi gelen bir sesti bu. Kulağı değil, kalbi tanımıştır o sesi.

 

Ardıl kendi kendine, neredeyse nefes almayı unutarak

 

“Nare…”

dedi.

 

Ardıl birden atılır, merdivenleri ikişer üçer çıkar. Halil ve Diren arkasından bağırır ama dinlemez. Gözünü karartmıştır.

 

Üst kattaki dar koridora ulaşır. Bir kapı aralığından ışık sızmaktadır. İçeriden bir ses daha gelir: boğuk, ağlamaklı, çaresiz.

 

“Yapma… ne olur…”

 

Ardıl kapıyı tek vuruşta kırar. İçeride Baver Narenin üzerine eğilmiş, Nare zincirlenmiş hâlde köşeye sinmiştir. Nare başını kaldırır… göz göze gelirler. O an zaman durur.

 

“Ardıl…”

 

Baver silahına davranır, Ardıl gözünü bile kırpmadan tetiğe basar. Baver yere yığılır.Seni ölmekten beter edecem Baver.Ardıl doğruca Nare’ye gider. Nare’nin yüzü zayıf, gözlerinin altı mora çalan, dudaklarında susuzluğun çatlakları… ama gözleri hâlâ Ardıl’ı görünce parlayan o eski gözlerdir.

 

“Sana bu acıyı çektirenlerin hepsini yakacağım! Safir gözlüm “

 

Nare ağlar. Ardıl zincirleri sökerken, dışarıdan bir çatışma sesi gelir. Diren ve adamlar diğer koridorlardan temizliği sürdürmektedir. Halil ise üst kata yeni çıkmıştır.



 

“Ağam! Konağın her yeri doluymuş, ama biz de boş değiliz! Davul zurna getirmemiştim ama kurşunlar oynatıyor!”

 

Ardıl Nare’yi kollarının arasına alır. Tam o an, koridorun diğer ucunda gölgeler arasından bir çift buz mavisi göz belirir… Baran’dır. Hiçbir şey söylemeden Ardıl’a bakar.


DEVAM EDECEK…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 03.05.2025 14:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...