9. Bölüm
Sude / DOĞUNUN GÜNEŞİ : SAFİR / 8.BÖLÜM

8.BÖLÜM

Sude
blackmamba

 


Ertesi gün

 

Demir sesleri yankılanıyor. Kalabalık bağırıyor ama ben sadece onu görüyorum. Kafesin içinde, üstü kanla sıvanmış bir genç… Yumrukları hâlâ havada, gözleri hâlâ öfkeli. Baran.

Bir adım attım kalabalığın içine. Yüzüme kan kokusu çarptı. Ama asıl yakıcı olan, içimdeki sorulardı.

“Yeter Baran!” dedim yüksek sesle.

Kafesin içindekiler bir an bana döndü. O da.

Beni görür görmez gözleri daraldı. Yumruklarını indirdi. Demir parmaklıklara yürüdü. O an onunla aramdaki mesafe sadece geçmişti.

 

“Senin burada ne işin var?” diye sordu, dişlerinin arasından.

 

Yutkundum. Olan biteni bir öfkeyle değil, hesapla çözmek istedim ama kalbim başka atıyordu.

 

“Baver’in evinde ne işin vardı?” dedim.

 

“Neden o notları gönderdin? Kim olduğunu neden saklıyorsun?”

 

Baran güldü. Soğuk, kesik bir kahkaha. Bir duvar ördü aramıza.

 

“Ben kim olduğumu sizden öğrenecek değilim.”

 

“Benim kimliğim, sizin sıktığınız kurşunların boşluklarında büyüdü.”

 

 

O an Halil’i gördüm kenarda. Bize yetişmişti. Sırtını duvara dayamıştı, kendi çapında sessiz dua ediyordu.

Baran devam etti:

“Annem öldü. Babam da. Mezarsız kaldım. Ama kulaktan kulağa nefret yeterince yaşattı beni. Geriye adalet kaldı. O da bende.”

 

“Senin adalet dediğin şey intikamdan ibaret,” dedim.

“Ve o da yanlış bilgilerle beslenmiş bir yangın.”

 

Bakışı bir an boşluğa kaydı. Sonra tekrar bana dikti gözlerini.

“Sen benim anneme ne olduğunu biliyor musun?”

Yutkundum.

"Bilmiyorum."

“Sen aileni tanıyor musun?” dedim bu kez.

 

Bir adım geri attı. İlk kez sendelediğini hissettim. Gözlerinde bir şey kıpırdadı. Sadece bir anlık…

“Bilmiyorum.” dedi sonunda.

“Ve bilmek de istemiyorum. ”

 

Halil yanımıza yaklaşmıştı artık. Araya girip gerilimi düşürmek istedi:

 

“Yani siz soy aile diyorsunuz ama biz hâlâ kimlik yenilemedik, ben e-Devlet şifremi bile unuttum…”

 

Umurumda değildi o an. Gözüm sadece Baran’ın üzerindeydi.

 

“Bize neden notlar yazdın Baran?” dedim yine.

“Konaktaki her şeyin iç yüzünü nereden biliyorsun?”

Kafasını çevirdi. Yüzündeki ifade, yıllarca başkasının gerçeğiyle yaşamış bir çocuğun hüznüydü.

“Çünkü Haşmet bana bir hayat sundu. Ama geçmişimi ondan değil, sessizliklerden okudum. Konaklardaki çürümüşlük, notlarımda birikti.”

 

Onu o hâlde izlerken, sanki sadece bir düşman değil…

Kayıp bir parça vardı karşımda. Tanımadığım ama bir yerden tanıdık gelen bir yüz.

 

“Bir gün… gerçek seni bulacak Baran,” dedim.

“Ve o zaman, kim olduğunu sen bile inkâr edemeyeceksin.”

 

O sadece başını eğdi.

“O gün geldiğinde… çok geç olmasın.” dedi kısık bir sesle.

 

Biz çıkarken, Halil arkamdan mırıldandı:

“Bu çocuk… ya bizi kurtaracak ya da yakacak ağam. Ortası yok.”

 

Kafese son bir kez döndüm. Baran hâlâ oradaydı. Yumruklarını değil, geçmişini sıkar gibi…

 

Kafes dövüşü dağılmış, seyirciler yavaş yavaş çıkmıştır. Baran, elleri sargılı hâlde, kenarda oturuyor. Terli, yorgun, sessiz. Ardıl ise birkaç metre ötede, hâlâ onun kim olduğunu çözmeye çalışıyor. O sırada Halil sinsice yanaşıyor.

Halil :

“Yav senin saçların ne güzel parlıyor öyle… Ne sürüyorsun sen buna? Zeytinyağı mı, lanetin özütü mü?”

 

Baran:

“Uğraşma benimle.”

 

 

Halil (yaklaşır, başını eğip dikkatlice bakar):

“Vallahi uğraşmıyorum. Sadece… şöyle bir tanecik… hah!”

Bir anda Baran’ın saçından tek bir tel çeker.

 

Baran (sinirle ayağa fırlar):

“Ne yapıyorsun sen deli herif!”

 

Halil (saç telini gömleğinin cebine koyarken):

“Bilim için lan! Bilim için!”

 

Ardıl (şaşkın):

“Halil ne yapıyorsun sen yine?”

 

 

Halil (ciddileşmeye çalışarak):

“Ağam… ben bu çocuğun gerginliğinde bir tanıdıklık sezdim. Bakışlar aynı sen… yumruklar desen senin on sekiz yaş hâlin… Hani bir DNA testi yaptırsak? Ne bileyim, senin kayıp oğlun falan olabilir mi acaba?”

Ardıl:

“Halil, ben on yaşımda çocuk yapmadım.”

Halil (parmağını kaldırır):

“Yapmamışsındır ama… aşiret işleri belli olmaz. Bence bu saç telini laboratuvara gönderelim. Ya senin oğlun çıkar, ya da Rojda’nın… ya da başka bir karanlık sır.”

Baran (dişlerini sıkar):

“Ne saçmalıyorsunuz siz?”

Halil (gülümser):

“Sen saç teli diyorsun, biz kader okuyoruz evlat.”

Baran uzaklaşırken hâlâ sinirlidir ama Halil elindeki saç teline bakarak fısıldar:

 

Halil:

“Ya sen ağamın oğluysan oğlum… vay anam vay.”

 

ERTESİ GÜN

Halil, yüzünde koyu renk gözlükler, kafasında kasket, elinde barizce sinirle buruşturulmuş bir zarfta laboratuvara girer. Etrafına bir ajan gibi bakınır.

Halil (kısık sesle):

“Selamünaleyküm… biyolojiyle uğraşan abiler?”

Resepsiyondaki genç laborant gözlüğünün üstünden bakar.

Laborant:,

“Buyurun?”

Halil:

“Bende… şey var. Numune. Ama insan. Dikkatli olun, belki genetik olarak Şanlı soyuna dayanıyor.”

Laborant:

“DNA testi mi istiyorsunuz?”

Halil etrafına bakar, sonra zarfı uzatır.

Halil:

“Bu saç teliyle şunun eşleşip eşleşmediğine bakın.”

Cebinden Ardıl’ın eski bir saç fırçasını çıkarır, buruşturulmuş bir poşetin içinde.

Halil:

“Diğeri de bizim ağamın… saçları yirmi yıl önceden ama öz aynı.”

Laborant gözlerini kısar.

Laborant:

“Yasal vasiyet veya muvafakatname olmadan test yapamıyoruz.”

Halil:

“Bak kardeşim, aşiret meselesi bu. Herkes birbirinin dayısı, bacanağı, yeğeni zaten. Bizde muvafakat genetik olarak var!”

 

Genç laborant kararsız kalır. Halil yana eğilip fısıldar:

Halil:

“Ben sana sonra kavurma yollarım. Sıcak sıcak.”...

 

Halil yatağında tavana bakmaktadır. Telefonu titrer. Mesaj ekranında şu yazar:

“DNA Sonucu: %99,87 EŞLEŞME. Genetik bağ: DAYI – YEĞEN.”

 

Halil doğrulur. Gözleri kocaman açılır.

Halil:

“Vay anamın genetiği… Rojda’nın oğlu bu!”

Birden ayağa fırlar, odadan koşarak çıkar:

Halil:

“ARDIL! AĞAM! BULDUK! VALLAHİ BULDUK! YEĞENİN KAFES DÖVÜŞÜ YAPIYOR, BİR DE BANA YUMRUK ATIYOR!”

 

Ardıl, koridorda Halil’e bakar, şaşkındır.

Ardıl:

“Ne saçmalıyorsun Halil?”

Halil (elinde test sonucu):

“Bu çocuğun öfkesi rastgele değilmiş ağam… damarlarında Şanlı kanı akıyor. Baran… Rojda’nın oğluymuş!”

 

Ardıl’ın gözleri donar. Kalp atışları hızlanır. Kağıda bakarken sesi titrer:

“Yeğenim miymiş?”

 

Halil (ellerini açar):

“Senin ablanın emaneti, ağam. Ve biz ona düşman gibi davranmışız…”

 

Ardıl elinde DNA sonucu, boş koltuğa çöker. Ellerindeki kâğıt titrerken gözleri bir noktaya kilitlenmiş. Halil karşısında sessizce ayakta durur. Hava ağır. Ardıl başını kaldırır:

 

Ardıl (boğuk sesle):

“Öldü dediler… Rojda’nın doğumda bebeği öldü dediler. Ben… o zaman yıkılmıştım.”

 

Halil :

“Vallahi ben de öyle sanmıştım ağam. Herkes öyle biliyordu. Nergis Hemşire bile öyle anlattıydı zamanında. Ama… demek ki biri o bebeği alıp…”

 

Ardıl (öfkeyle kalkar):

“Kim aldı Halil? Kim gömdü o bebeği diye gösterdi bize? Haşmet mi yaptı bunu?”

 

Halil (başını eğer):

“Baver’in babası… Haşmet Sancak… yapmayacağı şey mi var? O bebek o kaosun ortasında yok oldu. Ama öldü diye mezar bile kazdırdılar ya sana…”

 

Ardıl gözlerini kapatır. Rojda’nın doğumhanedeki son çığlığı, gözyaşları ve ardından bebek için kazılan boş mezar gözlerinin önünde canlanır. Ardıl yutkunur.

 

Ardıl:

“Yıllarca mezarına gittim… toprağa dua ettim… yeğenim sandığım toprak meğer başka birininmiş… Baran’ı almışlar. Bizim düşmanımız gibi büyütmüşler.”

 

Halil:

“Ve şimdi… yeğenin, sana düşman kesilmiş. Ama bilmiyor ki… sen onun dayısın. Sen onun annesinin kanısın, kalbisin…”

 

Ardıl :

“O çocuğun gözlerinde Rojda’nın bakışı var Halil. Ama kalbi kinle dolu. Onu bizden kopardılar. Yalnız bıraktılar. Düşman gibi yetiştirdiler.”

Halil :

“Ağam… bu gerçeği ona söyleyecek misin?”

 

Ardıl:

“Hayır. Şimdi değil. Eğer şimdi söylersem, reddeder. Direnir. Belki kendine daha da zarar verir…”

Halil:

“Ya bizden biri ona gerçeği fısıldarsa?”

Ardıl:

“O zaman kader konuşur. Ama ben… bir kez daha Rojda’nın emaneti kaybolmasın diye susacağım. Doğru zaman geldiğinde… dayısı olduğumu gözlerine baka baka söyleyeceğim.”

 

Halil:

“Peki ağam. Ama o güne kadar… ben bu testi çerçeveletip odama asayım mı?”

 

Ardıl bir an donuk donuk bakar. Sonra istemsizce gülümser.

 

Ardıl:

“Saç telinden tarih yazdın Halil. İstersen müzeye koy.”

 

Halil:

“Yeminle yaparım, altına da yazarım: ‘Dayının DNA’sı burada saklıdır.’”

 

Dışarıda rüzgar, camları hafifçe titretiyor; şöminenin çıtırtısı ise bu sessizliği biraz olsun ısıtıyordu. Ardıl elinde tuttuğu zarfla, pencerenin önünde dikiliyordu. Parmakları, zarfın köşelerini sıkı sıkıya kavrarken; kalbi, göğsünün içinde öyle hızlı çarpıyordu ki sustuğunda bile yankısı duyuluyordu.

 

Nare kapının önünde belirdiğinde gözleri onun yüzündeydi. Lacivert bir hırkaya sarınmıştı, ince bedenini saran melankoli gözlerine de sinmişti.

 

“Ardıl… beni çağırmışsın,” dedi sessizce.

 

Ardıl zarfı yavaşça indirdi, ona doğru döndü. Gözleri karanlık ama derindi. İçinde boğulmak mümkündü.

 

“Gel otur Nare,” dedi, sesi kısıktı ama yorgunlukla sarılmış gibiydi.

 

Nare tereddütle yaklaşıp karşısındaki koltuğa oturdu. Ardıl bir süre daha konuşmadı. Sonra elindeki zarfı ona uzattı.

 

“Bu… Baran’la ilgili.”

 

Nare zarfı aldı. Parmakları titriyordu. Yüzündeki ifade donuktu.

 

“DNA testi,” dedi Ardıl. “Baran’ın kim olduğunu öğrenmek için… Belki içimdeki şüpheyi bastırmak, belki de hakikati inkar edememek için…”

Halil gizli gizli yaptırmış.

 

Nare’nin kalbi aniden sıkıştı. Gözleri büyüdü. Zarfı açmaya yeltendi, ama durdu.

“Sen söyle…” dedi kısık bir sesle. “Senin sesinden duymak istiyorum.”

Ardıl derin bir nefes aldı, ayakta yürüyüp onun karşısında diz çöktü. Ellerini tuttu, başını eğdi.

“Baran… Rojda’nın oğlu,” dedi sonunda. “Ve Hazar’ın.”

 

Nare’nin gözleri aniden doldu. Dudakları aralandı ama kelime çıkmadı. Kalbine bir hançer saplanmış gibiydi.

“Nasıl yani? O beni yıllardır gizliden gizliye baverden korumaya çalışan Baran mı? O… o her gece kapımın önünde nöbet tutan adam mı?”

 

Ardıl başını salladı. “Haşmet’in oyunuydu. Baran doğduğunda, öldü gösterip onu kaçırmış. Yıllarca kendi kinleriyle büyütmüş… Bizden nefret etsin diye.”

Nare’nin gözyaşları yanaklarına süzüldü. Elini kalbine bastırdı. Nefesi daraldı.

“Ben… ben ona defalarca baktım. Gözlerinin içinde abimi görmüşüm de fark etmemişim…”

“Ben de,” dedi Ardıl. “Ama kalbim bir yerde hep biliyordu. Anlam veremediğim o çekim, o tanıdıklık… Artık hepsi bir anlam kazandı.”

Nare başını öne eğdi. “Yıllarca o çocuk annesiz,babasız, sevgisiz, kinle büyümüş… Ve biz, biz hiçbir şey yapamadık.”

 

Ardıl onun elini yüzüne götürdü. “Artık geç değil Nare. Onu yeniden kazanabiliriz. Ona ailesini, geçmişini, sevgisini geri verebiliriz. Ne pahasına olursa olsun.”

 

Nare gözyaşları içinde başını salladı.

Ardıl hafifçe gülümsedi.Baran’ın en çok ihtiyacı olan şey : Aile. Sevgi. Gerçek.”

İkisi de sustu bir süre. Sonra Ardıl hafifçe onun alnına eğildi, bir öpücük kondurdu.

“Bu savaşta yalnız değilsin Nare. Ne sen, ne Baran. Biz artık bir bütünüz.”

 

Kalın perdelerden sızan gün batımı ışığı odanın köşelerine yorgun bir kızıllık bırakmıştı. Masada Diyar Ana, Diren, Miran, Arjin ve diğer aile fertleri oturuyordu. Ortamda bir sessizlik vardı, ama o sessizlik her an patlamaya hazır bir gerilimi taşıyordu içinde.

Ardıl, yavaş adımlarla masanın başına geçti. Herkesin gözleri ona çevrilmişti. Elini masanın kenarına koydu, sesi çatallıydı ama kararlı:

 

“Bu ailenin bir sırrı var… Yıllardır içimizde taş gibi duran, ama artık konuşulması gereken bir gerçek…”

 

Diyar Ana’nın yüzünde ince bir titreme belirdi. Diren başını kaldırmadan bekliyordu. Ardıl devam etti:

 

“Ablam Rojda ve Hazar… yıllar önce doğan bize öldü gibi gösterilen bebek...Biz onun öldüğünü sanıyorduk. Ama gerçek bu değilmiş.”

 

Arjin’in kaşı kalktı. Diren nefesini tuttu. Ardıl gözlerini Diyar Ana’ya dikti:

“Daye… torunun hayatta. Ablamın emaneti… bizim kanımız, bizim canımız.”

Odada tam bir sessizlik… Derin, ağır, yürek burkan bir boşluk çökmüştü. Ardıl, cümleleri tamamlamaya çalışırken bir anda büyük salonun kapısı sertçe açıldı. Halil, kolundan tuttuğu Baran’la içeri girdi. Girişte durmuş, yüzünde çocuksu bir gülümseme, sesi yankılandı:

 

“Daye! Ağam! Hadi buyurun size torun getirdim! Hem de taş gibi, mavi gözlü, kas yığını maşallah. Sanki Rojda’nın kendisi… Hazar gibi bakıyor!”

 

Diyar Ana birden ayağa kalktı. Baran’ın gözleri büyüdü, yüzündeki ifade donuklaştı. Ardıl hızla Halil’e döndü, sesi sertti:

 

—“Halil! Ne yaptın sen? Daha zamanı değildi!”

Halil utanarak geri çekildi ama mırıldandı:

“Ağam… bu kadar duygu, dram… bi neşe getireyim dedim, n’apiyim…”

 

Baran, tüm bu söylenenleri sindirmeye çalışırken, adımları yavaşladı. Gözlerini Ardıl’a dikti.

 

“Ne diyorsunuz siz…? Ne torunu? Kim kimin oğlu?Bu deli herif niye beni zorla buraya getirdi?”

 

Ardıl ileri çıktı, sesi titredi ama gözleri doluydu:

“Baran… Sen, Rojda’nın… yani ablamın… ve Hazar’ın oğlusun. Bizim kanımızsın. Ailemizsin.”

 

Baran geri adım attı, gözleri büyüdü. Boğazı düğümlendi:

“Hayır… Hayır bu… bu yalan… Benim ailemi onlar öldürdü… siz yaktınız!”

 

“Hayır, Baran!” diye kükredi Ardıl. “Haşmet’in sana anlattıkları yalan! O adam, senin aileni senden çaldı. Biz senin aileniz. Ve bu yalanlar seni bize düşman etti!”

 

Baran, odanın ortasında donmuştu. Diren kalktı, ağır adımlarla yanına geldi. Gözleri yaşlıydı:

 

“Sen, bizim canımızsın Baran. Ablam son nefesini doğururken verdi…”

Baran’ın dudakları titredi. “Neden… neden kimse bana söylemedi…?”

 

Tam o sırada Diyar Ana, titreyen elleriyle Baran’a yaklaştı. Elleriyle Baran’ın yüzünü tuttu. Gözleri yaşla doluydu.

“Canımın içi… Benim torunum… Senin yüzün, Rojda’nın bakışları… Senin ellerin, Hazar’ın gözleri… Hoş geldin evladım. Hoş geldin torunum.”

 

Baran, o ana kadar içinde tuttuğu ne varsa bir anda çöktü. Gözyaşları sessizce süzüldü. Ardıl ise o an yaklaştı, kolunu Baran’ın omzuna koydu:

 

“Sana yanlız dayıdeğil, aile olmak istiyorum. Ama bunu kabul etmek de, affetmek de senin kalbine kalmış…”

 

Baran sessizdi. Ama ilk defa, içinde kırılan duvarların sesini duyar gibiydi. Ve ilk defa, ait olduğu yeri hissediyordu.

 

Gece çökmüştü Şanlı Konağı’nın taş duvarlarına. Gümüşi ay, gökyüzünde ağır ağır ilerlerken, konağın geniş terasında bir sessizlik hakimdi. Rüzgar hafifçe Nare’nin uzun siyah saçlarını savuruyor, lacivert elbisesinin uçlarını usulca kıpırdatıyordu. Ardıl, terasın en köşesindeki mermer korkuluğa yaslanmış, kehribar gözlerini ufka sabitlemişti. Gecenin serinliği bile onun yüreğindeki ateşi söndüremiyordu.

 

Nare birkaç adım ötede durmuş, onu izliyordu. Ay ışığı Ardıl’ın kumral saçlarına vuruyor, yüz hatlarını daha da belirginleştiriyordu. Onunla geçen yılları düşündü… Yiten zamanları, susarak beklediği geceleri… Ve şimdi burada, onunla aynı gecede, aynı duyguda buluşuyordu.

 

“Sen hâlâ gökyüzüne mi küssün?” diye sordu yumuşak bir sesle. Ardıl dönmedi hemen. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı, sonra yavaşça başını çevirdi.

“Sen gittikten sonra, her gece bir yıldız eksildi oradan… En son senin gözlerin kayboldu gökte,” dedi, sesi kısıktı ama içinde titreyen bir duvarı yıkarcasına.

Nare yaklaşarak yanına geldi. İkisinin arasında sadece birkaç santim kalmıştı. Ardıl onun gelişini hissederken kalbindeki çatlaklar daha çok sızladı. Yıllardır biriktirdiği özlem, bir anda bedenine ağır geldi.

“Ben hiç gitmedim Ardıl,” dedi Nare, elini göğsüne koyarak. “Ben hep buradaydım… Kalbinde… Anılarında… Sadece bedenim uzaklardaydı.”

 

Ardıl başını eğdi. Dudakları titredi. Gözleri doldu ama dökmedi. Onun yanında güçlü olmalıydı. Hep öyle olmuştu. Ama bu gece farklıydı.

“Senin için ölürdüm… Ama yaşayamamışım Nare. Senin olmadığın her gün, ölmekten daha beterdi.”

 

Nare dayanamadı. Elini kaldırdı, Ardıl’ın yüzüne dokundu. Parmakları onun sakallarına değdi, ardından yanağına kaydı. Ardıl gözlerini kapattı. O temas, yıllardır içinde büyüttüğü hasreti bir çığ gibi önüne katmıştı.

 

“Bak bana,” dedi Nare.

 

Ardıl gözlerini açtı. O maviliğe baktı. Kayıp olan göğün yıldızları onun gözlerinde yeniden yanıyordu. Hiç konuşmadan, sadece birbirlerine bakarak anlaşan iki ruh gibi sustular. Ardıl, Nare’nin elini tuttu, kalbinin üstüne koydu.

 

“Şurada attın hep…” dedi. “Hiç durmadın.”

 

Nare usulca ardılın yüzüne yaklaştı. Ardıl’ın yanağına bir öpücük kondurdu. Ardıl elleriyle onun yüzünü tuttu, baş parmağıyla yanağındaki bir damla yaşı sildi. Sonra dudakları, uzun bir suskunluktan sonra, o mavi gözlerin izniyle onun dudaklarına dokundu.

 

Zaman durdu.

 

Sadece yürekler vardı o an. Sadece onlar… Ve geçmişin ağır yüküne inat, yeniden doğan bir sevdanın kıvılcımları.

 

DEVAM EDECEK...

Bölüm : 05.05.2025 00:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...