

“Toprağın Bildiği Sır”
MEZARLIK
Baran, sabah ezanından hemen sonra mezarlığın paslı kapısından içeri adımını attığında, ayaklarının altındaki çakıllar bile ses etmekten çekinir gibiydi. Gökyüzü kurşuni, sessizdi. Rüzgâr incecik bir yas gibi mezar taşlarının arasında dolaşıyor, bir şeyler fısıldıyordu: Rojda… Hazar… o bizim hikâyemizdi.
Elinde bir demet kır papatyası vardı. Annesinin çiçeği olduğunu kimse söylememişti ona. Yine de içinden bir ses, o çiçeklerin toprağın altındaki kadının en sevdiği olduğunu biliyordu. Kalpten gelen şeyin kan bağına ihtiyacı yoktu artık.
Rojda Şanlı ve Hazar Boran.
an yana. İki mezar taşı.
Üstündeki harfler bile suskunluk içindeydi.
Diz çöktü. Bir süre taşlara bakamadı. Çünkü orada sadece birer isim yazmıyordu; yıllarca özlemini duyduğu annesi ve hiç tanımadığı babası, bir ömür boyunca ondan saklanmıştı. Kimliğinin yarısı o taşlarda duruyordu.
“Ben senin oğlunum, anne,” dedi.
Sesi öylesine kısık çıktı ki, rüzgâr olmasa toprak bile duyamayacaktı.
“Beni senden çaldılar… ama ben sana dönmeyi başardım. Senin adını bilmiyordum, yüzünü hatırlamıyordum. Ama kalbim… seni hep hissetti.”
Eliyle toprağa dokundu.
O an, Rojda’nın saçlarını, sesini, kokusunu hiç yaşamamış bir çocuk olarak değil; annesini içsel bir sezgiyle tanımış bir adam olarak ağladı. Gözyaşları ağır ağır aktı. Ama gözyaşları tuzlu değildi. Sessizdi. Utançla, hasretle karışmıştı.
“Baba…” dedi sonra, “Seninle hiç tanışmadık. Ama adın kanımda çarpıyor artık…”
“Beni bu dünyadan koruyamadınız belki ama… ben şimdi buradayım sizi buldum.”
O mezar taşlarının karşısında diz çökmüş bir çocuk değildi artık. O, geçmişin en derin kırılma noktasında durmuş bir evlattı.
Ve orada, toprağın üstünde diz çökmüş bir adam, hayatının ilk defa anlam bulduğu yere sımsıkı sarıldı.
ŞANLI KONAĞI
Güneş konağa doğarken, zindan gibi mahzende hâlâ karanlık vardı. Taş duvarlardan sarkan rutubet kokusu, zincirlerin metal uğultusu ve Baver’in iniltileri… Ardıl kapıyı yavaşça açtığında içerideki hava değişti.
Halil arkasındaydı. Gözleri daha önce Ardıl’da hiç görmediği bir karanlık taşıyordu. Ellerindeki eski kehribar tespih, öfkesini bastırmak için değil, sabrını katletmemek için dönüyordu.
Baver, duvara sırtını vermişti. Yüzü paramparçaydı. Dişlerinin çoğu Halil’in ellerinde kalmıştı. Ama yine de dilinde pis bir kibir vardı.
Ardıl eğilmedi.
Baver’in yanına kadar geldi, gözlerinin içine baktı.
“Nare artık senin adınla anılmayacak. Nikâhını bitireceksin. Bugün. Şimdi.”
Baver tükürmek ister gibi dudaklarını kıpırdattı ama gücü yoktu. Boğuk bir sesle:
“İmam nikâhı… kalpte kurulur. Ağızla bozulmaz,” dedi alayla.
Ardıl, cevap vermedi. Eğildi, Baver’in kollarından tuttuğu gibi duvara çarptı. Omuzundan gelen sesle birlikte adamın nefesi kesildi.
“Senin kalbin yok ki, nikâh kurabilesin. O kadını yıllarca zincirledin, kendine kul ettin. Şimdi, ağzını açıp üç kelime edeceksin: Boş ol. Boş ol. Boş ol.”
Baver gözlerini devirdi. Ardıl ikinci kez duvara çarptı. Bu sefer kan damağından fışkırdı.
Halil usulca yaklaştı. Tespihini bıraktı. Eğildi. Baver’in kulağına fısıldar gibi konuştu.
“Nare’nin gözlerinden bir damla yaş akarken sen kiminle yatıyordun, hatırlıyor musun?”
“Senin adaletini Allah’a bırakmam. Çünkü Allah’ın affettiğini bile bazen biz affetmeyiz.”
Baver gözlerini kaçırdı. Ardıl üçüncü kez kaldırdı yumruğunu ama Halil elini tuttu.
“Yetti.” dedi. “Bunu biz istemiyoruz. O kadın istiyor. Artık özgür olmak istiyor.”
Baver başını eğdi. Artık karşı koyacak bir gücü yoktu.
“Boş ol…”
“Boş ol…”
“Boş ol…”
Her kelimeyle birlikte zindanın duvarları çatladı sanki. Sadece bir nikâh değil, yıllarca süren esaret de çöktü.
Ardıl ayağa kalktı. Baver’e son bir kez baktı.
“Senin adın artık hiçbir duvarda yankılanmayacak. Kadınına sahip çıkmayan, adını bile hak etmez.”
Halil arkasını döndü. Ama içindeki öfke, geçmişin kanlı izlerinde hâlâ yaşıyordu.
Baran mezarlıktan yorgun adımlarla konağa dönerken, içi karmaşık duygularla doluydu. Ailesinin kim olduğunu öğrenmenin ağırlığı hala omuzlarındaydı. Konağın kapısından girdiğinde, karşısında Nare duruyordu; yıllardır uzak kaldığı, kan bağı olan halası. Göz göze geldiklerinde ikisinin de yüreği bir garip çarpıyordu.
Baran tereddütle başladı:
“Hala… sen… gerçekten hala mısın?”
Nare gözlerindeki yaşları tutamayıp hafifçe başını salladı:
“Evet, Baran… Ben Hazar’ın kız kardeşiyim. Sen benim yeğenimsin.”
O an, yılların yalnızlığı ve arayışı içinde büyüyen özlem, kelimeler olmadan sarılmalarında hayat buldu. Ardıl sessizce içeri girdi, onları izlerken gözleri doldu. Yana yakına yaklaşıp önce Baran’a sonra Nare’ye sımsıkı sarıldı.
“Siz benim ailemsiniz,” dedi fısıltıyla. “Bu yükü birlikte taşıyacağız.”
Sonra, onları bırakıp odasına çekildi. Kapıyı kapattıktan sonra derin bir nefes aldı ve Nare’ye döndü:
“Nare, Baver’le ilgili bilmen gereken şeyler var.”
Nare’nin gözleri korku ve merakla Ardıl’a çevrildi.
“Baver… onu zorla boşamaya zorladım. İmam nikahında üç kere ‘boş ol’ dedi. Artık senin üzerindeki bağ kalktı.” Ardıl’ın sesi titriyordu, içinde büyüyen bir burukluk vardı.
Bir an durdu, kelimeleri topladı ve devam etti:
“Ve… Baver öldü. Halil’le birlikte bu işi bitirdik. Cesedini Haşmet Ağa’nın evine gönderdim. Bundan sonra onun gölgesinden kurtulacaksın.”
Nare gözlerine inanamıyor, kelimeler boğazında düğümleniyordu. Ardıl elini tuttu, gözlerinde kararlılık ve şefkat vardı:
“Artık özgürsün, Nare. Ve biz yanında olacağız.”
Oda, sessizliğe büründü. Dışarıdan gelen hafif rüzgar sesi, yeni bir hayatın başlangıcını müjdeliyor gibiydi.
Sabah güneşi daha doğmamışken, Haşmet Ağa’nın konağının önünde bir telaş başladı. Bahçede sabah namazına kalkan bekçi, kapıya bırakılmış eski bir kilim içinde kan sızan bedeni gördüğünde bağırarak dizlerinin üstüne çöktü. Koşarak gelenler, kilimin kenarlarını kaldırdıklarında yüzleri korkudan soldu.
Baver’in cansız bedeni… Ağzı, burnu kan içindeydi. Dişleri sökülmüş, yüzü tanınmaz haldeydi. Ellerine üç kez bağlanmış beyaz bir bez iliştirilmişti.
Bezde şu yazılıydı:
“Bu kan bizim davamız değil. Ama siz istediniz. Şimdi toprağa söz verdik.”
Haşmet Ağa o sabah erkenden uyanmış, avlusuna çıkarken sesleri duydu. Kalabalığın arasından zorla ilerleyerek cesedin başına geldi. Yavaşça diz çöktü. Bedeni teşhis etmesine gerek yoktu. Baba yüreği tanırdı oğlunu.
Önce elleriyle yüzünü kavradı. Gözlerinden yaş değil, öfke aktı. Ardından ellerini göğe kaldırdı.
“Bu kan yerde kalmaz!” diye haykırdı. “Şanlı ailesi, siz toprağı kana doyurmaya ant içtiniz. Ben de ant içerim, sizi o toprağın altına gömmeden bu dünyadan çekilmeyeceğim!”
O andan itibaren kan davası resmen başlamıştı. Dağdaki aşiretler haberdar edildi. Teyze çocukları, amca oğulları, geçmişte Şanlılar’la husumeti olan herkes bir araya getirildi. Artık savaş, yalnızca bir intikam değil, bir şeref meselesiydi. Haşmet Ağa’nın sözü emir sayılırdı. Ve onun sözü kanla yazılmıştı.
Şanlı Konağı
Aynı saatlerde Şanlı Konağı’nda farklı bir hazırlık vardı. Ama bu hazırlık, silahlar kuşanmak için değil, savaşın bedelini öngörmek içindi. Ardıl, Halil’le birlikte odasında, büyük masanın başında oturuyordu. Masada açılmış bir harita, üstünde işaretlenmiş geçitler, tüneller, sığınaklar…
“Haşmet hemen saldırmaz,” dedi Halil. “İlk gözdağını verecek. Ya bir hayvanımızı vurur ya bir adamımızı kaçırır.”
“Onlardan önce bir adım atmalıyız,” dedi Ardıl kararlı bir sesle. “Ama silahla değil. Baran bu toprağa yeni yeni kök salıyor. Nare’nin gözleri hâlâ yaş dolu. Şimdi onlara toprak değil, gelecek lazım.”
O öğle vakti, Ardıl ve Nare konağın iç avlusundan birlikte çıktılar. Nare önce itiraz edecek gibi olduysa da Ardıl’ın gözlerinde bir farklılık vardı. Sertliği yoktu; yorgun ama kararlıydı. Onunla her savaşa gider gibi, sessizce yanında yürüdü.
Kuşlar ötüyor, su şırıltısı ruhlarını okşuyordu ama hiçbiri konuşmaya cesaret edemiyordu. Çünkü bu sessizlik, yalnızca o anın değil, geçmişte susulmuş ne varsa hepsinin yükünü taşıyordu.
Nare başını eğdi, parmaklarıyla taşların kenarını çizerken konuştu:
“Ben seni hiç unutmadım, Ardıl. Baver’le evliliğimde bile… kalbim susmadı. Sadece… susturmayı öğrendim. Hayatın öğretmediği tek şey, bir kalbi susturmanın mümkün olmadığıymış.”
Ardıl, onun gözlerine baktı. İçinde biriken onca pişmanlık, o bakışlarda eridi.
“Benim yolum, senin kalbinden geçiyordu. Ama biz o yolu taşlarla döşedik. Suçla, kinle, intikamla… Ve o yol artık yürünmez sandım. Ta ki Baran’ı görene kadar. O çocuk bana seni hatırlattı, Nare. İçindeki yıkılmamış kadını.”
Nare’nin gözleri doldu. Sözler değil, artık gözyaşları konuşuyordu. Ardıl, elini onun ellerine uzattı. Usulca, korkutmadan, yılların içini kemirdiği o ince elleri avucuna aldı.
“Ben senden af dilemiyorum, Nare. Çünkü seni acılarınla sevdim. Sadece… şimdi artık birlikte yürüyelim istiyorum. Aynı taşlı yolda. Aynı yara iziyle.”
Nare bir süre sustu. Ardından başını onun omzuna yasladı.
“Ben çok yoruldum, Ardıl. Kalbimi taşımaktan, susmaktan, görmezden gelmekten… Eğer senin omzun hâlâ bana aitse… bırak orada kalayım.”
Ardıl gözlerini kapattı, alnını onun saçlarına yasladı.
“Orası senin yerin, Nare. Her zaman da öyle kalacak. Adını koymamı ister misin bu hikâyenin?”
Nare hafifçe başını salladı.
Ardıl, onun alnına bir öpücük kondurdu. “O zaman söyleyecek tek bir sözüm kaldı: Benimle yuvaya döner misin?”
Ne yüzük kutusu vardı ortada, ne diz çökmeler. Ama Malabadi, o anı sonsuza dek kaydetti. Çünkü o an, aşkın sessiz ama köklü bir kabulüydü. İki insan, yıllar sonra kalplerini birbirine yeniden emanet etti.
Ay, utançla bulutların arkasına çekilmişti. Yıldızlar, sanki olacakları önceden biliyormuşçasına tek tek sönmüştü gökyüzünde. Şanlı Konağı, gecenin sessizliğine gömülmüş, taş duvarlarına sinmiş eski sırlarıyla derin bir uykuya dalmış gibiydi.
Ancak bu sessizlik, toprağın altından yükselen bir hırıltı gibi, fırtınanın habercisiydi.
Uzakta önce bir motor uğultusu duyuldu. Ardından ikincisi. Derken üçüncüsü. Konağın etrafına yayılmış gözcüler, karanlığı delip gelen far ışıklarına uyanınca gecenin huzuru parçalandı. Kapıdan koşarak çıkan iki adam silahlarına sarıldı ama çok geçti artık.
Yaklaşık on beş arazi aracı, Şanlı Konağı’nın etrafında hilal gibi dizildi. Araçların kasalarında, yüzleri kar maskeli adamlar, ellerinde otomatik silahlarla, sessizce pozisyon aldı. Onları bir bakışıyla yönlendiren adam, tam ortadaki cipten indi.
Haşmet Ağa.
Üzerinde siyah kaftanı, başında köklü soyunu taşıyan örme poşusu vardı. Bastonuyla toprağa her bastığında yüzyıllık bir kin uyanıyor gibiydi. Oğlunun intikamını kanla yazmaya gelmişti. Gözleri alev alev yanıyordu.
Ardıl o sırada çalışma odasındaydı. Silah seslerinden önce fark etti yaklaşan uğultuyu. Oda bir anda ayazla doldu. Pencereye koştu. Aşağıya baktığında, konağın çevresini saran karanlık siluetleri gördü. Silahlar parlıyordu.
“Halil!” diye bağırdı.
Halil, tabancasını kuşanmış hâlde odaya girdi. Ardıl ona baktı, gözlerinde sükûnetle yoğrulmuş öfke vardı.
“Bu sadece gözdağı. Ama biz geri çekilirsek, bu gece bizim soyumuz da biter.”
Konağın içine yayılan gerginlik gözle görülüyordu. Nare, Baran’ı odasında saklamış, kapının önünde durmuştu. Kadınlar çocukları toplamış, dualar mırıldanıyordu. Ama Ardıl sessizdi. Konuşmuyordu. Sadece bekliyordu.
Ve o an geldi.
Taramalar başladı.
Silah sesleri, gecenin derinliğini parçaladı. Konağın taş duvarlarına mermiler saplandı, camlar tuzla buz oldu. Gökyüzü, bir anda cehennemin kapılarına dönüşmüştü. Konağın adamları hemen karşılık verdi. Ancak Ardıl emretti:
“Yalnızca savunma. Ateş etmeyin. Biz onların seviyesine düşmeyeceğiz!”
Halil gözünü bile kırpmadan uyguladı emri. Adamlar duvarlara mevzilendi, sadece konak içini koruyacak kadar geri ateş verdiler.
Haşmet Ağa, aracının üstüne çıktı. Yüzünü Şanlı Konağı’na çevirdi. Oğlu için, kendi kanından gelen evladının intikamını almaya ant içmişti. Bastonunu havaya kaldırarak haykırdı:
“Bu daha başlangıç, Şanlı Ardıl! Kan, kanla yıkanmadan bu topraklara huzur gelmeyecek! Oğlumun cesedini bana gönderen el, yakında kendi yüreğini getirir toprağa gömer!”
Son bir salvo daha atıldı. Konağın etrafı yeniden mermi yağmuruyla sarsıldı. Ardıl sessizdi, gözleri Haşmet’in siluetine kilitliydi.
Sonunda, Haşmet Ağa emri verdi. Adamlar araçlara bindi. Karanlığı yararak geldikleri gibi, gölgeler gibi çekildiler. Geride çürümüş mermi kokusu, parçalanmış taş duvarlar ve yüreğe sinmiş eski bir düşmanlık kaldı.
Baran, odasından dışarı çıkmıştı. Yüzü bembeyazdı. Nare, onu siper eder gibi önünde durdu. Ardıl geldi, üzerindeki tozları sildi. Baran’a baktı. Çocuk gibi titreyen bakışlarına dimdik bir kararlılıkla cevap verdi:
“Bu savaş bizim seçtiğimiz değil Baran. Ama seni koruyacağım. Bu toprağın seni bir kez daha yetim bırakmasına izin vermeyeceğim.”
Nare gözyaşlarını gizleyemedi. Ardıl, ikisine sarıldı. Artık her şey çok netti. Artık bu savaş, sadece Haşmet’in değil; bir soyun ayakta kalma savaşıydı.
Köyün üstüne sessiz bir sabah çökmemişti bu kez. Güneş doğmuştu ama toprağın kokusu değişmişti; barut ve kan karışımı bir öfke yayılıyordu dört bir yana. Herkes biliyordu ki, Haşmet Ağa oğlunun ölüsüyle konağının kapısında karşılaştıktan sonra bu iş artık bir savaşa dönmüştü.
Haşmet Ağa, o geceyi uykusuz geçirmiş, sabahı beklerken konağındaki tüm adamlarını toplatmıştı. Mermerden oyulmuş büyük masaya yumruğunu indirdiğinde ses tüm odayı inletmişti:
“Bu kan burada kalmaz! Oğlumun ölümünü kabullenmemi bekleyen kim varsa… toprağa ilk önce onları gömerim!”
Yanında duran ağabeyi İdris, sesi kısık ama keskin bir tonla sordu:
“Ne yapacaksın Haşmet? Devletin kulağı bizde artık. Ardıl’ın arkasında Halil var, halk var.”
Haşmet Ağa’nın yüzündeki damarlar belirginleşti. Gözleri pınar gibi değil, yanardağ gibi bakıyordu:
“Devlet susar, halk korkar. Ama ben… ben toprağın altından konuşurum! O Şanlı konağına bir gecede kurşun yağdırdım. Bu daha başlangıçtı!”
Şanlı Konağı – Savunma Toplantısı
Ardıl büyük odada tüm adamlarını toplamıştı. Halil de bir sandalyeye oturmuş, sessizce düşünüyordu. Tabanca kemerindeydi ama o gece silah kadar sessizlik de ağırdı.
“Haşmet savaş başlattı,” dedi Ardıl, “bizse aile koruyoruz.”
Süleyman ayağa kalktı:
“Bu bir kan davasıysa, cevap vermeliyiz beyim. Yoksa köy korkuyla yaşar!”
Halil araya girdi, sesi netti:
“Biz toprak koruruz ama mezar kazmayız. Eğer mezar açılacaksa… o zaman ilk kazmayı biz vurmayız ama vururlarsa da mezarı onlar için kazarız.”
Ardıl, herkesin gözlerine tek tek baktı. Yüzünde soğukkanlı bir ciddiyet vardı.
“Bu toprakta kanın sahibini biliriz. Biz Şanlı’ysak, kan da bizim namusumuzdur. Ama çocuklar ölmesin diye bu savaşı taşımayacağız. Savunma kuracağız. Nöbetler başlasın. Gündüz-sabah her köşe tutulacak. Kadınlar çocuklar yukarıya, Malabadi sırtlarına çıkarılacak.”
“Ya Haşmet?” diye sordu bir genç.
“Haşmet gelsin. Biz toprağımızda bekleriz.”
Nare , Baran’ı yanında yürütüyordu. Baran suskundu ama gözlerinde geceye ait bir karanlık vardı. Haşmet’in adı geçtiğinde yumruklarını sıkıyor, nefesi değişiyordu. O artık annesini ve babasını tanımış, şimdi onlara kurulan tuzakla da yüzleşmişti.
“Nare hala,” dedi ansızın. “Bu köy bana ne yaparsa yapsın… ben buradan gitmeyeceğim.”
Nare başını çevirdi. Baran’ın çenesinde bir inat, bakışlarında bir kararlılık vardı.
“Sen kimsin biliyor musun Baran?” dedi usulca. “Sen Boran soyunun kanı, Şanlı yüreğinin sesisin. Ne toprak seni unutur ne de geçmiş seni bırakır. Ama en çok sen, kendini bırakma.”
Baran başını eğdi. İlk kez bir aidiyetin yükünü sırtında hissettiğini hissetti.
Haşmet Ağa’nın iki adamı, gece gizlice köyün doğusundan Şanlı Konağı’na yaklaşırken yakalanır. Silah sesleri geceyi deler. Ardıl ve Halil anında harekete geçerler. Kurulan pusu bozulur ama bir adamları yaralanır.
Bu saldırı artık oyun değil, tam anlamıyla savaşın başladığını gösterir. Ardıl kararlıdır: Haşmet bu toprağa korku salamayacak.
Ertesi sabah Halil, Ardıl’a yaklaşır:
“Haşmet Ağa yavaş değil, keskin saldırır. Ya biz önce davranırız ya da bizi parça parça eder.”
Ardıl başını sallar:
“Bu gece son bir konuşma yapacağım. Ya barışa çağırırız… ya da bu toprakta başka bir devri başlatırız.”
DEVAM EDECEK…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |