

Soğuktan uyuşan ellerimin arasına nefesimi bıraktıktan sonra saatime tekrardan bakarak zamanı kontrol ettim. Tam vaktiydi, birazdan çıkardı.
Çocuğunun ilk okul gününde bir velinin yaşadığı heyecanı yaşıyordum caminin kapısı önünde Mehpare teyzemin çıkmasını beklerken.
Mevlit akşamından sonra Hasan enişteye karşı vefa borcu olduğu gerekçesiyle onun için Kur'an okuması gerektiğini söyleyerek üzerinde kurduğum baskının bir sonucu olarak onu camide kadınlar için verilen derse katılmaya ikna etmiştim. Tabi bu hiç de kolay olmamıştı. Aslında 'Herkesim' olarak vasıfladığı çok kıymetli eşi için yapabilecek bir şeylerinin olması onu ziyadesiyle heyecanlandırmış olsa da yıllardır kendini eve hapsetmiş yaşlı bir kadın olarak bu adımı atmak hususunda çok fazla tedirginlik duyuyor ve bunun bir neticesi olarak da işi yokuşa sürdükçe sürüyordu. Ama ben Damla Saygın'dım ve tabi ki de kazanan ben olmuştum. Yok ya aslında kazanan sevgi olmuştu.
"Beni almaya mı geldin deli kız!" diye seslenmişti beni görünce. Mehpare sultanın tipik bir 'istemem yan cebime koy' tepkisiydi bu, beni gördüğünde gözlerinin ışıldaması ve ses tonundaki memnuniyetten anlayabiliyordum. Hatırı sayılır bir zamandır beraber yaşıyorduk sonuçta, artık birçok kez onu konuşmadan da anlayabiliyordum. "Hava buz gibi yavrum, ne gerek vardı?" diye de eklemişti benim pamuk kalplim.
"Olur mu hiç, bugün senin ilk günün tabi geleceğim." diyerek şırnaşmıştım koluna girerken.
Evimize yakın olan camide ders olmadığı için bize biraz yürüme mesafesi olan büyük camiye gelmiştik. Hem ilk günü olduğundan dolayı hem de bu yolu yalnız yürümesine de içim el vermediğinden gelirken onu ben bıraktığım gibi dönerken de almaya gelmiştim. Bundan sonra da derslerimle çakışmadığı müddetçe onu almaya gelmeyi planlıyordum doğrusu.
"Nasıl geçti ilk günün?" diye sorarken artık dizilerden başka muhabbet edebileceğimiz başka bir konumuzun olmuş olmasından duyduğum mutlulukla sırıtıyordum. Hatta bundan sonra akşamları dizilerin özet vaktinde onu ders çalıştırmayı düşünüyor ve böylece ortak faaliyet alanımızı da genişletmeyi planlıyordum.
Evden çıkarken ona eşlik eden heyecanından sıyrılmış daha sakin görünüyordu. Ve sanırım yeni muhabbet konumuzdan o da son derece memnundu. Yol boyunca büyük bir heyecanla bana ders saatlerinde yaşananlardan, dersteki diğer kadınlardan, onların hayat hikayelerinden ve ders veren kişinin çok tatlı bir hoca hanım olduğundan bahsetmişti. Açıkçası hocasını benden daha çok sevmesinden korkarak içimde ufak bir sızı hissetmedim desem yalan olurdu ama ciddi anlamda onun adına mutluydum. Resmen daha ilk günden oradaki insanlarla diyalog kurmuştu ve ben bu muhabbeti kabul gününe kadar taşıyacak potansiyele sahiptim. Fena mı olurdu kapısını çalan, ona hatır soran, kendisiyle ortak bir dil konuşabilecek birilerinin daha hayatına girmesi. Zaten bu ders işinde ısrarımın en temel sebebi onun sosyalleşmesini istememden kaynaklanıyordu. Yoksa evde ben de ders verebilirdim ona pekalada...
Evden çıkarkenki heyecanını bir görseydiniz ne kadar da yerinde bir davranışta bulunduğumu anlardınız. Elleri terliyor, sesi titriyordu. Her ne kadar belli etmese de hatta isteksiz gibi görünmeye çalışsa da erkenden uyanmasından anlaşılıyordu ki o da gitmeyi çok istiyordu. Gerçi normalde de pek geç kalkan biri değildi ya. Tüm bunlara rağmen hala daha ısrarla beni vazgeçirmenin peşindeydi o da ayrı mevzu tabi... Ne bahaneler üretmişti bir bilseniz. Okula gideceğinde karnı ağrıyan küçük yaramaz çocuklar gibiydi. Biraz da olsa kafasını dağıtıp, heyecanını yatıştırmak istediğim için onu kıyafet seçerek oyalamıştım her ne kadar bunu gereksiz bulsa da. Sonra kol kola girip geldiğimden beri ikinci kez birlikte inmiştik bundan sonra Allah'ın izniyle haftada üç gün beraber inecek olduğumuz merdivenleri...
~~~~~~~~~~~~~~~
Dairemize girdiğimizde derste olduğu süre zarfında organize etmiş olduğumuz sürprizimizle karşılaşınca gözleri dolmuştu.
Yaprak ablamla bunun, Mehpare sultan için bir milât olduğundan konuşurken 'o zaman bunu kutlamalıyız' fikri doğmuştu. Sağ olsun Yekta enişte böyle bir faaliyette bulunacağımızı duyunca pasta ve balonsuz kutlama olmaz demiş ve bir sürü daha kutlama süsü getirmişti. Biz diğer hazırlıkları yaparken, Yekta enişte ve Toprak da evi süslemiş ve onun okuyabileceği şekilde büyük harflerle 'TEBRİKLER MEHPARE SULTAN' yazmışlardı.
Büyük harflerle yazmıştık çünkü maalesef ancak büyük harfleri tanıyor ve zorla okuyabiliyordu. İlerleyen zamanlarda ben bu işin üzerine de düşecektim, o ayrı mevzu tabi...
Aynı gaye ile bir iş üzerinde uğraşıyor olmamız muhteşem keyifliydi. Artık kendimi bu ailenin gerçek bir üyesi gibi hissediyordum ve daha da önemlisi artık onlar da bu ailenin bir parçası olduklarının farkına varıyordu. Yekta enişte de bayağı adapte olmuş, canla başla bu hazırlığa katılmıştı. Kısa bir zaman öncesine kadar neredeyse tanımıyor olduğu bir kadından şimdi 'Babaannem kaçta evde olacak?' cümlesinde bulunan özneye iyelik eki getirerek bahsediyordu...
Gözyaşlarına eşlik eden buğulu sesiyle "Benim için mi bütün bunlar" deyince, hepimizde duygular tavana vurmuş, ağlamaya başlamıştık. Her şeye şikayetlenip, gereksiz bulmasına öylesine alışmıştık ki bu, hiç de beklemediğimiz bir tepkiydi. O kadar ki Toprak bile hazırlıksız yakalanmış ve ilk kez gözyaşlarını bizim yanımızda serbest bırakışına şahit olmuştum. Zaten kolay ağlayan birisi olarak da takdir edersiniz ki benim kayışalar temelli kopmuştu.
Yaprak ablam yanına gelip "Tabiiki senin için, sultanım!" diyerek öpüp sarılmıştı. Tam da geldiğimden beri görmek istediğim sahneydi bu... Kocaman bir sevgi yumağı gibi görünüyorlardı çünkü Yaprak ablam babaannesine sarılmaya yeltendiğinde Toprak'ı da kolundan çekmiş ve şimdi üçü birbirine kenetlenmişti...
"Kuzularım benim!" demişti Mehpare teyzem torunlarına sarılırken en içten sesiyle. Hem babaannemi özlemiş hem de bu sevgi çemberinin bir parçası olmak istemiştim ama sadece uzaktan bakmakla yetinmiştim. Bu aile saadetinin içinde olmam pek de uygun olmazdı bence... Yekta enişte ile birbirimize bakıp dudak bükmüştük dışarda kalışımıza...
Biraz hüzün, biraz gözyaşı ama en çok sevgi ve mutluluğu yaşadığımız; kahkahalarımızın, gülücüklerimizin havada uçuştuğu güzel bir vakit geçirmiştik birlikte. İlk kez bir aradayken bu kadar eğlenmiştik, muhabbet etmiştik... Gerçi muhabbetin büyük bir çoğunluğunu Mehpare teyzemin bugün tanıştığı insanların hayat hikayeleri oluşturmuştu ya, neyse... Onun anlatacak bir şeylerinin olmasından duyduğum mutluluk kelimelere sığmazdı sanırım. Öylesine kapatmıştı ki kendini, öyle küskün ve kırgındı ki, öylesine unutmuştu ki varlığını... Şimdi böyle, bir birey olduğunun bilincinde, bir şeyler yapabiliyor olmanın özgüveniyle konuşuyor olması tarifsiz bir duyguydu...
Akşam yemeği için Hakkı amcam ve Seher yengemin de gelmesiyle tamamlanmıştık doğrusu. Aile olmak, ailecek bir arada olmak, sadece bedenen değil ruhen de bir araya gelebilmek... Aynı olayı, aynı anı, aynı zamanı aynı duygularla paylaşmak, yaşamak...
~~~~~~~~~~~~~~~
"Orada mısın?" yazmıştı tam da ondan beklenildiği şekilde bir muhabbet başlatma tarzıydı doğrusu.
Gerçi beni söze giriş şekli değil de ortalık yerden bana mesaj atmış olması şaşırtmıştı zira ben paylaşım yapmadan genelde benimle iletişim kurmazdı.
Mesajı henüz buradalarken attığı için bakmamış ve herkes gidip odama geçiş yaptıktan sonra açmıştım. Açıkçası şuan ona cevap vermem bir anlam ifade eder miydi bilmiyorum ama yine de şansımı denemek istedim ve "Eğer sen de hala buradaysan evet buradayım" yazdım.
Kısa bir süre sonra "Sen mutluluğa, mutlu olmaya inanır mısın?" diye sordu.
Bu çocuğun mutlulukla zoru neydi acaba!
Sorusu karşısında devirdiğim gözlerimi göremeyeceği için "Sence?" yazdım.
"Bence ne?" diye karşılık vermişti. Ya kıvrak zekalı değildi ya da anlamamazlıktan geliyordu.
"Sen baştan beri benimle 'Mutluluk, Sevgi ve İyilik' üzerine yaptığım paylaşımlar sebebiyle tartışıyor değil misin?"
"Orası tamam da, insan her söylediğine, her yaptığına inanacak diye bir şey yok. Kaldı ki sosyal medyada herkes allame-i cihan gibi davranıyor. Benim öğrenmek istediğim sen gerçekten 'mutluluk, mutlu olmak' diye bir kavramın olduğuna inanıyor musun?"
Hayda! Yine başlamıştık işte!
"Benim bu sayfada paylaşım yapma sebebim başkaları gibi, olmadığım bir karakterle göz boyamak değil, benim gayem inandığım değerleri diğer insanlarla paylaşabilmek, onlara anlatabilmek. Yani demem o ki 'EVET' mutluluğa inanıyorum" böyle yazmasına yazmıştım da bu ne saçma bir soruydu ya! O soru Aşk'a inanmak şeklinde değil miydi?
"Hani ben sana hep kafam karışık diyorum ya"
Sonunda beklediğim itiraf geliyordu sanırım, heyecandan ağlayabilirim. Lakin dakikalardır yazıyor göründüğü halde mesajı göndermemesine bakılırsa bu itiraf çok da kolay gelmeyecekti.
Ne kadar sürdüğünü bilmediğim ama aslından daha uzun hissettiğime emin olduğum bu bekleme nihayet sona erdiğinde saliseler içinde hızlı duygu geçişleri yaşadım. Önüme düşen kısacık mesajın ilk görüntüsüyle ışıldayan gözlerim yazdıklarını okuduğumda hayrete büründü.
"Aslında ben mutluluğa inanmıyordum"
Bu muydu, gerçekten dakikalardır bunu mu yazmıştı!
O değil de bu ne yaşıyordu ya! Mutluluğa inanmamak nedir? Mutlu olmak insanın elinde olan bir şey değildir ki. Hiç onu mutlu eden bir şeyle karşılaşmamış mıydı yirmi yıllık ömründe! Ne bileyim kalbini kıpırdatan, hoşuna giden hiçbir şeyle mi! Peki, ne incitmişti onu böylesine ki mutluluğa bu denli kapatmıştı kapılarını? Gerçekten ne yaşıyordu?
Aklımdan geçen onca soruya rağmen "E, ne oldu peki? Artık inanıyor musun?" diye sormakla yetimdim.
"Ya, inanmak gibi değil de. Yani bilmiyorum. Ben sanki mutlu olmak istiyorum. Yani mutluluğu hissetmeme müsaade etmek...
"Allah'ım bu çocuğu anlamak neden bu kadar zor! Madem mutlu olabiliyorsun olsana o zaman!
"Et o zaman! Neden bekliyorsun ki?" diyerek bu kez bir tık sert girmiştim söze. Devamında bir mesaj daha göndermek için parmaklarım klavyemde dolanırken o ise "Çünkü. Nasıl desem" yazıp atmıştı. Hala daha yazıyor göründüğü için karşılık vermeden önce bir sonraki mesajını beklemeyi tercih ettim.
Bu kez bir öncekinden daha kısa süren bu bekleyişin ardından "Ben mutlu olmayı bencillik olarak görüyorum çünkü" yazmıştı...
Sinirden kahkahalarla gülmek istiyordum. Ayaklarımı yattığım yerde tepindirerek öfkemi dindirmeye çalıştım.
"Ya kusura bakma ama iyilik yapmayı bencillik görürsün, mutlu olmayı bencillik görürsün. Sen ne yaşıyorsun! Ayrıca bencil insanlarla zorun ne! Hem eğer senin bu söylediğin sebeple bencil olunuyorsa bırak da insanlar bencil olsun..."
Kabul ediyorum öfkeme çok da hakim olamadım.
"Ben sana daha önce de söyledim ya! Ben kimseye bir mani teşkil etmiyorum! İsteyen istediğini yapsın!!"
Bol bol ünlem atmıştı. Yazışırken pek emoji kullanmak gibi bir alışkanlığı olmadığı için sanırım sinirini ünlemle ifade ediyordu.
Bu kez ortamı biraz yumuşatmak için ufak bir geri vites yaptım. Yine her yazışmamızda olduğu gibi alttan alır bir üslup ve nasihatvari bir söylemle karşılık verdim.
"O yüzden demedim. Hemen sinirlenme. Yani tıpkı başkalarına engel olmadığın gibi kendini de bırak o bencillik diye tanımladığın duyguya... Ve emin ol ki ne mutluluk, ne de iyilik bir bencillik değildir."
Ama tabi ki cevap vermedi. Görmedi bile. Kızmıştı beyimiz. Ben de yorulmuştum artık, ne zor bir insandı... Üf ya! Tam da mutluluğa adım atacaktı... Muhtemel bugünkü mutlu ortamdan etkilenmişti. Ne yapmalıydım peki şimdi. Gerçi yapacak bir şey de yok, cevap vermeyen o!
Cevap vermesinden ümidimi kesmiş, uyumaya karar vermiştim. Huzursuz bir şekilde kendimi uykunun kollarına bıraktığım anda hatta ve neredeyse dalmak üzereydim ki cevap attı.
"Dünyada bu kadar kötü olaylar olurken, hayat insanın canını bu denli yakarken... Yine de mutlu olmak bencillik değil mi yani!" yazmıştı.
Kıyamam ya! Bu çocuk hassastı! Gerçekten çok hassas...
Bak işte yine benim duygular karıştı... Ben de az dengesiz değilim hani!
Az önce ondan yorulduğunu söyleyerek serzenen ben yeniden muhabbet edecek olmanın verdiği heyecanla hızlıca gezindim klavyenin tuşlarında.
"Evet, haklısın dünyada bazen gerçekten dayanılmaz olaylar oluyor ama oturup üzülerek hiçbir sonuca varamayız, hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Aksine bence tüm kötülüklere inat iyi ve mutlu olmalıyız. Bu, yaşanan kötü olaylara duyarsız kalacağız anlamına gelmiyor ama eğer bizler iyiliği, mutluluğu yaşatamazsak dünya kötülerin istediği gibi bir yer olur. Kötülere ve kötülüğe yenilmiş oluruz. Sence de her şeye rağmen gülmeyi başarmalı değil miyiz?"
Bu kez çok güzel bir yerden yakaladım diye düşünüp için için mutlu olurken hop, yeni bir duygu değişimi!
"Dünyayı değiştirmek gibi bir düşüncem yok! Yine daha önce söylemiştim ki ben; bırak dünyanın, bir insanın hayatının bile öyle kolay değişebileceğine inanmıyorum." diye karşılık vermişti.
İçim mi şişmişti benim? Ne halin varsa gör deme kıvamındaydım artık!"
Peki neden zavallı kalbini duygusuz bir hayata hapsediyorsun. Neden mutluluğu hissettiğin halde yok saymaya çalışıyorsun! Neden içinde yeşeren sevgi çiçeklerinin üzerini toprakla örtüyorsun!"
Çok pis açık edeceğimden korkmasam son cümlemdeki ‘toprakla’ kısmının harflerini büyük yazar, kendi mutluğunu kendin gömüyorsun demeye getirirdim ama neyse.
"Çünkü tüm bunlar çok aptalca geliyor anlıyor musun, fazlaca aptalca... Neyse boş ver, neyi tartışıyoruz ki. Ben kapatıyorum, yazma daha cevap atmayacağım"
En azında kapatacağını, cevap yazmayacağını belirtmesini bile bir gelişme olarak algılayabilirim sanırım. Keyfi bilirdi, konuşmak istemiyorsa onun bileceği bir işti. Hem zaten bir türlü çözemiyorum duygularını ve ben çözemedikçe yanlış yaklaşıyor, muhabbetimiz kavgaya doğru ilerliyordu. Kapatması bir yerde iyi olmuştu bence.
Şimdi bana düşen tüm düşüncelerimi alıp yastığıma gömülmekti...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 624 Okunma |
387 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |