İstanbul'a nasıl gideceğimle ilgili tartışmalar, babaannemin devreye girip ‘beni otogardan almaları şartıyla gündüz otobüsü ile tek başıma gitmemde bir sakınca olmayacağı’ hususunda verdiği vize ve sağ olsun Yaprak ablamın Yekta enişteyle beraber beni almaya geleceklerini söylemesiyle son bulmuş, böylece tatilimi son gününe kadar evimde, ailemle geçirebilmiştim.
Ve bunca hengameden sonra yeniden İstanbul’dayım...
Gelmesine geldim de gelir gelmez, gelmeden önce zihnimde kurguladığım yeni planların bir neticesi olarak yorgunluktan ölme raddesine geldiğimiz bir koşuşturmacanın tam ortasında buluverdim kendimi.
Ah şu ben! Rahat durmuyorum ki bir türlü.
Aslına bakarsanız, bendeki parlak fikirlerin ampulü ta Konya'dayken yandı. Hani o babaannemin, daha önceleri defalarca şahit olduğum, Kur'an okurkenki huzurlu hali var ya, işte her şeyin müsebbibi o anlar demek daha yerinde olur sanırım. Zira ben o an fark ettim ki Mehpare teyzemin hiç öyle bir anına tanıklık etmemiştim. İşte bu farkındalık da yeni planlara, yeni planlarda şu an içinde bulunduğumuz koşturmacaya mahal vermişti.
Babaannem istisnasız her gün bir cüz okur ve tamamladığı her bir hatmi ahirete göçmüş olan sevdiklerine büyük bir mutlulukla hediye eder. Ayrıca gerek erken yaşta yolculadığı eşi, gerek anne ve babası hatta ve hatta Mehpare teyzemin abisi Mehmet dayı için bile sene-i devriyelerinde lokma döktürür, Kur’an okutturur.
Sanırım babaannemin hayattan elini eteğini çekmemesinde tüm bunların çok büyük bir payı var. Zira ne kadar yaşlanırsa yaşlansın hala faydalı bir şeyler yapabiliyor olması ona kendini iyi hissettiriyor ve de belki yaşlanınca çöken işe yaramazlık hissinden onu kurtarıyordu.
Benim kolları sıvayıp, bunca koşturmacanın içine dalışım da işte tam bu yüzden, babaannemdeki yaşama sevincini Mehpare teyzemde de görmeyi çok ama çok istiyor olmam, çok sevdiği, ardından hayata küstüğü eşi için hala daha yapabilecek olduklarının farkına varsın ve bununla mutlu olsun istiyor olmamdandı.
Tamam, ben de biliyorum onu Kur'an okurken görmemiş olmam okumadığı anlamına gelmiyor, nitekim namazlarını odasında kıldığı gibi okumasını da odasında yapıyor olması muhtemeldi. Ayrıca gün boyu yanında da değilim görmemiş, rastlamamış olmam da bir o kadar normal. Ama zaten o an için tek merakım onun bireysel okumasından ziyade toplu okuma yapıp yapmamalarıydı ve de bu yüzden İstanbul'a döner dönmez bir saha araştırması yapmam icap etti
İlk günlerde karın ağrım Hasan eniştenin yaklaşmakta olan ölüm yıldönümünün tam olarak ne zaman olduğunu öğrenmekti. E tabi bunu Mehpare teyzeme sormak istemedim çünkü bu tarz konularda fazlasıyla hassas olduğu için zaten pek de yerinde olmayan neşesini kaçırmaktan endişe ediyordum. Ben de Yaprak ablama sormayı daha mantıklı buldum. Tabi öyle pat diye soramıyor insan, bin dereden su getirdim ve öğrendim ki o andan itibaren on gün sonra Hasan eniştenin sene-i devriyesiydi.
Bu aşamayı atlattıktan sonrasında ise ikinci ve beni bir öncekinden daha çok zorlayan aşamaya geçtim ‘Acaba toplanıp Kur’an okutacaklar mı?' Ne bir hazırlık olmadığından ne de bir bahsinin geçmeyişinden aslında cevabını içten içe biliyor ve bunun mahzunluğunu en içten duygularımla hissediyor olsam da yine de acı da olsa gerçekle yüzleşmekten geri durmadım zira benim gayem onların açığını bulmak değil eğer yapabilirsem yol göstermekti.
E, tabi bu soruyu da direkt soramazdım, o yüzden de biraz laf cambazlığı yaptım.
“Açıkçası kışın sonlarına doğru olduğunu hatırlıyorum da tam tarihi hatırlamıyordum, epeyi az kalmış. Hafta arasına denk geliyor, tam gününde mi yoksa hafta sonu mu Kur’an okutacaksınız. Hazırlıklar yetişecek mi?” diye sordum.
Yaprak ablam yüzüme şaşkınlıkla baktı, sanki ilk kez duyduğu bir kavrammışçasına sözlerimi anlamlandırmak ister gibiydi. Kısa süren sessizliğinin akabinde mahcup bir ifadeyle “ Biz... Kur’an okutmuyoruz.” Dedi.
Her ne kadar böyle bir ihtimalin varlığının farkında olsam da bunu duymak beni bir hayli üzdü. ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadın, hiç yaşamamış gibi öldün' diyordu ya hani şiirde. O dizeler bir ok gibi saplandı sanki kalbime. Bir insanı ardında bıraktığı dostları, sevdikleri ve en önemlisi ailesi bile hiç yaşamamışçasına unutabiliyordu demek...
Unutmamak sadece birkaç anıyla hatırlamaktan ibaret olmamalıydı oysa ki...
Karşımda mahcup bir edayla dudak kemiren Yaprak ablama kıyamadım ve hüznümü dışa yansıtmadan pozitif bir ifadeyle “Tamam o zaman, bu hafta sonu açılışı yapıyoruz. Hazırlıklara şimdiden başlayalım, ne dersin” diyerek göz kırptım.
Buğulu gözlerle baktı yüzüme mahzun mahzun... Ellerimi tutup, gözlerini gözlerime kenetleyerek “Damla! Ben diyorum sana sen Mevlana'nın topraklarından bir huzur taşıyorsun diye. Bazen bazı duyguları kelimelerle ifade etmek zor oluyor ama yine de deneyeceğim” dedi titreyen sesini yoklayarak devam etti “Yıllar bir şekilde bizden birçok şey alıp götürdü, her şeyden önce ve acı olanı ise bir aile olduğumuz gerçeğini... Biz bedenen yan yana olsak da ruhen koptuk birbirimizden, uzaklaştık... Hatta yabancılaştık... Ama sen şimdi böyle şeyler yapınca geçmişime, masum bir sevgiyle aileme bağlı olduğum zamanlarıma dönmüş gibi hissediyorum. Sanki araya yıllar girmemiş, sanki hiçbir kopukluk yaşanmamış gibi... Neyse ben anlatamasam da sen anladın işte” diyerek sarıldı. Ve işte o zaman anladım ki ben doğru bir yolda yürüyorum...
Bu plandan diğerlerine bir fikir olarak değil de bir rutinin hazırlığından bahsediyormuşum gibi bahsedince herkes çok çabuk adapte olmuştu duruma.
O günden sonra tarifi olmayan bir hüzne hapsetti kendini ama geçecekti, atlatacaktı... Sanırım yıllarca bu gerçeği kabul etmek yerine kaçmayı tercih etmişti. Ve belki de benim unutmak olarak yorumladığım bu hal aslında kabul edemedikleri gerçekleri yok sayarak, gerçeklerden kaçarak yaşamayı tercih ettiklerinden doğmuş bir durumdu.1
İnsan bir şeyleri kabul edemediğinde o şeyin gerektirdiği gibi hareket de edemiyordu maalesef. Ve gerektiği yerde gereğini yapamayan bir insan kendini yetersiz hissederek daha da bunalıma giriyordu. Bizim Çisil sık sık “Değiştirme yetkisi elime verilmeyen olaylara takılıp kalmayı mantıklı bulmuyorum” der. Haklı da... Çünkü bizler insanız ve yetki alanlarımız sınırlı. Belki de sorunlarımızın, dertlerimizin büyük bir kısmı bizim sınırlarımızı karıştırmamız sebebiyle oluyordu. Değiştiremeyeceğimiz olaylara takılıp onların yükü altında fazlasıyla ezildiğimiz için de değiştirebileceklerimiz karşısında yorgun düşüyor ve onları es geçebiliyorduk belki de...
Tabi ki de bu daveti tertip etmemdeki gayem onun canını acıtmak değildi. Ama bazen güzel sonuçlara ulaşabilmek için bazı zorluklara göğüs germek gerekirdi ya... Bu düşünceden güç alarak girmiştim bu işe, canının yandığını göre göre...
Fakat tüm hazırlıklar tamam olmasına rağmen neredeyse bu akşam yarınki daveti iptal etmeyi teklif edecektim Çınar ailesine. Çünkü Mehpare teyzem televizyonu açmamış, oturma odasına dahi geçmemişti. Bu olağanüstü hal beni fazlasıyla endişelendirmişti zira burada yaşadığım zaman zarfında bu, hiç vuku bulmuş bir hadise değildi. Kaş yaparken göz çıkartmış olmaktan korkuyordum odasının kapısı önünde volta atarken.
Tüm cesaretimi toplayıp tıklattım kapısını. İçerden yorgun bir sesle “Efendim kızım!” diye seslendi.
Sesindeki hüzün canıma dokunmuştu ve o an kendime içimden saydırmaya başlamıştım “Ah Damla! Ah işgüzar Damla! Yaptığını beğendin mi? Kadını hayata dair tek tutanağı olan dizilerinden koparttın resmen! Ya hayata daha da küserse, kendisini odasına hapsederse!” Bir yandan kendime saydırırken diğer yandan da daha önce yazışırken Toprak'ın kurduğu bir cümle tokat gibi çarpıyordu yüzüme.
‘Açıkçası kendi mutsuzluğunda hem hal olan bir yüzü seyretmeyi o kişinin göz pınarlarında yaş olmaya tercih ederim’
Bu cümlenin aklıma gelmesiyle vicdan muhasebeme karşı gardım temelli düşmeye başlamıştı. Haklı olabilir miydi?
Kapının önünde kıvranmaya devam ederken benden cevap alamayan Mehpare teyzem “Bir şey mi oldu yavrum!” diye sordu kapının ardından. Sorduğu soruyla silkelendim ve kendimi az da olsa toparladım. Bir hata yaptıysam da bunu düzeltmeliydim sonuçta. “Biraz gelebilir miyim?” diye sordum. Aldığım onayla da içeri girdim. Girdim girmesine ama gördüğüm manzara burnumun direğini sızlatmıştı. Yok ya burun direğim resmen kırılmıştı. Yatağın üzerine eski resimleri dökmüş yaşlı gözlerle onlara bakıyordu...
Yanına gittim, ayağının dibine çömeldim, bu kez hiç müsaade almadan başımı dizlerine bıraktım, elini tutup öptüm. Sonra bulunduğum yerden göz ucuyla elinde tuttuğu fotoğrafa bakıp “Hasan enişte mi o?” diye sordum.
“Çok yakışıklıymış gençken” dedim belki biraz ortamdaki matemi dağıtmak için ama cevap vermedi. Sustu ve derin bir nefes aldı... Bir müddet ikimizde yırtmadık odadaki sessizlik perdesini. Sustuk ve oturduk... Ne söyleyeceğimi bilmiyordum zaten, kelimeler boğazımda düğümlenmişti adeta. Sonra o, derin bir nefes daha alıp girdi söze.
“Bizim anamız, babamız ben çok küçükken rahmetli oldu. Abimle bana İhsan amcam kol kanat gerdi.” dedi, duraksadı, sonra “Bildin mi İhsan amcamı?” diye sordu, cevabımı beklemeden de ekledi “Senin babanın dedesi olur, Kadriye’min babası...” tekrar iç çekti. Belli ki anlatmak istediği ama zorlandığı bir şeyler vardı. O, derin derin iç çekip düşünürken ben de İhsan dedenin ne kadar alicenap biri olduğunu düşünüyordum. Kendi torunlarına sahip çıkışı, babamla amcamın ona olan sevgisi hep etkilerdi beni de açıkçası yeğenlerine de bakıp büyüttüğünden haberim yoktu.
“Amcam, abim, yengem, Kadriye’m... Benim onlardan gayrı kimsem yoktu. Bir de Hasan’ım girdi hayatıma. Ailem oldu... Canım oldu... Yoldaşım oldu...” Tekrar susmuştu.
“Biliyon de mi, senin deden çok erken öldü, Kadriye’m çok genç yaşta dul kaldı?” ortam ve anlattıkları çok duygusal olmasa kendi ailemi bana yabancıymışım gibi anlatmasına gülerdim doğrusu ama başımı bildiğimi ifade etmek için sallamakla yetindim.
“Biz Kadriye ile aynı sene evlendik. Hemen hemen aynı zamanlarda aldık ilk bebemizi kucağımıza.” Yutkundu, sesini yokladı ve devam etti “Sonrası malum işte... Babaannen çiçeği burnunda eşini verdi toprağa... Kadriye güçlü kızdı, kaldırdı başına gelenleri de ben hep korktum. Hep korktum bir gün ansızın Hasan’ım da beni terk eder gider diye. Ana yok, baba yok... Abim evlenmiş, Almanyalara gitmiş... Hasan benim her şeyimdi, herkesim... He, biliyom çok erken değil ama gitti be kızım... O da gitti herkes gibi. Sırasıyla amcam, yengem, abim, Hasan’ım... Bak şimdi torunlar büyüdü, evlenecek. Bu güzel günleri o da görse, yanımda olsa fena mı olurdu.” Boğazı düğümlenmişti, sustu...
Başımı dizlerinden kalırdım, kalkıp yatağın kenarına, tam karşısına oturdum. Ellerini ellerimin arasına alıp öptüm... Tüm kırgınlığını, küskünlüğünü dile getirmişti bu akşam. Demek yalnız kalmaktan korkmuştu hayatı boyunca. Korkmuştu korkmasına da sonunda son tutunduğu insan da gidince, kendini o çok korktuğu yalnızlığa hapsetmişti. Belki eşinin de onu bırakıp gitmiş olması dokunmuştu yüreğine. Küçük bir çocuk kadar hassastı güzel kalbi... Haklıydı, babaannem güçlüydü ama o...
“Mehpare’m teyzem! Sen yalnız değilsin ki. Evet, Hasan enişte yanımızda değil ama sen yine de yalnız değilsin. Oğlun, gelinin, torunların var, ben varım... Hem o da burada, senin yanında olmayı isterdi. O kendi isteyerek seni yalnız bırakmadı ki ama sen de biliyorsun; kader, nasip...” Yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirip “O bedenen değil ama manen yanımızda, kalbimizde. Bu eşyalar, yaşanmışlıklar... Hepsinde onun bir izi var. Sen belki gitti diye ona azıcık kırgınsın ama bırak da yarın akşam girsin bu eve, katılsın aramıza...”
“Ah deli kız! Ne kırgınlığı? İnsan ölene kırılır mı yavrum. Ben ona karşı mahcubum belki... Onca yıllık eşimin mezarına bile gitmedim yıllardır...”
Beynimde şimşekler çakmıştı adeta. Gerçekten bu kadarını da yapmışlar mıydı? Bazen Hakkı amcaları gerçekten anlamıyorum, anlayamıyorum... Uzun zamandır Konya'ya gelmediklerini biliyordum da hiç bu duruma kabristan ziyareti açısından bakmamıştım doğrusu. Peki neden yapmışlardı bunu? İçimde yaşadığım öfke patlamasının şuanda dışa vurması pek de hoş olmayacağı için bu konuyu sorgulamaktan vazgeçip “O halde yarın akşam affettirelim kendimizi ona” demeyi tercih ettim.
“He ya. Öyle yapalım o zaman” dedi yüzündeki mahzunluk dağılmadan tebessüm ederek.
“Bir şekilde onu ziyarete gitmemişseniz de, bunun için geçerli bir sebebiniz varsa da yine de onu yalnız bırakmanız anlamına gelmiyor. Babaannem derki ‘İnsan oğlu yaşam boyunca bir sınavdadır. Nasıl ki sınavı bitiren sınıftan önce çıkarsa dünya sınavını bitiren de öylece gider. Yalnız bu gidiş dünya gidişlerine benzemez. Ne bir yol, ne bir araç yoktur yanına gitmeye. Ne bir telefon, ne bir mektup ulaşmaz o aleme. Sevdiklerimize ulaşacak tek hediye Kur'an'dır. Onlara ulaşmasına niyet edilerek okunan Kur'an, verilen sadaka, yapılan iyilik, onlar için yapılan dua...’ Bütün bunların bu dünyadan ayrılan sevdiklerimizle aramızdaki tek bağ olduğunu söyler.”
“Biliyom, Kadriye’m çokça yapar bu dediklerini.” dedi, astı yüzünü ve ekledi “Ben Kur'an okumayı da çok bilmiyom. Küçükken amcam öğrettiydi bize de ben unuttum be yavrum”
Ah be teyzem! Canım, biricik tatlışım! Neden bu kadar bırakmıştı ki her şeyi? Neden kesmişti kendinden, bir birey olduğundan, kendisi ve sevdikleri için yapabilecek bir şeylerin var olduğundan umudunu?
“Madem çocukken öğrendin çok da unutmamışsındır, o iş bende, sen merak etme, en kısa zamanda yeniden öğreneceksin. Ama o zamana kadar başka hediyelerle gönlünü alamaya çalışalım Hasan eniştenin. Mesela yarın akşamla başlayalım. Tabi affedilmek öyle kolay değil, yazın Konya'ya geldiğinde sık sık ziyaretine de gitmeliyiz, anlaştık mı” dedim yalancı bir ciddiyetle kaşlarımı çatarken. Bir bahaneyle bu yaz onu yanımda götürme planımı da çıtlatmış olmuştum. İlk adımı atmıştım şimdi yaza kadar yavaş yavaş işlerdim ben bunu onun kafasına.
“Yok be yavrum!” diye karşılık verdi tam da ondan beklediğim gibi. “Ne işim var benim orda?”
“Ne işin mi var! Pardon ama orası senin toprağın! Geçmişin, hayatın, akrabaların, eşin orda senin... Nasıl olurda işim yok dersin” deyivermiştim son derece sitemkar bir sesle. “Ya, Mehmet dayının vefatından beri bir kapısını açan Allah kulu olmadı senin baba ocağının. O ev size ailenizden yadigar... Hadi onun çoluk çocuğu Almanya'da, gelmiyor belki gelemiyorlar da bari siz sahip çıkın o eve. Ben anlamam! Bu yaz beraber gideceğiz, o kadar!” diye devam etmeseydim iyiydi. Biraz fazlamı çıkışmıştım ne.
Susup sadece düşünmekle yetindi. Ne itiraz etti ne de onayladı. Yorgun bakışlarını yeniden elindeki resme yöneltti.
Onu bu hal içinde bırakmak istemiyordum. Hem az önce konuya fazlasıyla da sert girdiğim için azcık ortamı yumuşatmalıydım “Yarın bir sürü koşturmacamız var. İstersen artık uyuyalım. Ne dersin?” diye sordum ama sadece “Haklısın” demekle yetinmişti.
Ben yüzüme her zamanki muzur sırıtışımı ekleyip “Peki bir şey rica edebilir miyim?” diye sordum. O onaylayınca da “Bu akşam burada, senin yanında uyuyabilir miyim?” diye sormuştum nazlanarak...2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
566 Okunma |
388 Oy |
0 Takip |
21 Bölümlü Kitap |