

"Acele et deli kız!"
"Geliyorum" diye karşılık verdim ütünün fişini çekerken. Doğrusu zamanlamam mükemmeldi, elimdeki az önce ütülemeyi bitirdiğim eşarbı Mehpare teyzeme uzatırken zil çalmıştı. Hakkı amcalar bizi almaya gelmişlerdi. Ben ayakkabılarımı giyerken o da eşarbını bağlıyordu.
Başımı kaldırıp baştan ayağa süzdüm onu. Uzun düz lacivert elbisesi, omuzuna aldığı krem rengi el örmesi şalı ve krem rengi fon üzerine ince desenli eşarbıyla son derece şık görünüyordu. Ne kadar ısrar ettiysem de yeni bir kıyafet almak hususunda onu ikna edememiştim. Her seferinde "Kızım! Benim elbisem var. Toprak'ın sünnetinde aldıydım. Daha yepyeni duruyor" diyerek diretmişti. Bense en az on senelik olma ihtimali olan bir elbisenin ne kadar yeni olabileceğini düşünüp, gülmeme engel olamıyordum. Ah bu yaşlıların zaman kavramı! Biraz değişik çalışıyordu. Babaannem de bazen böyle yapar, bin yıllık olaylara daha yeni yaşanmış muamelesinde bulunurdu.
Ama şimdi Allah var, elbise gerçekten sağlamdı ve gayet şık görünüyordu. Annem boşuna "Sadelik iyidir, kolay kolay modası geçmez" demiyormuş demek.
Kol kola merdivenlerden inerken ona iltifat etmeyi de ihmal etmedim tabi. Ben iltifat ettikçe koltukları kabarıyor, daha da bir asil görüntüye bürünüyordu.
O değil de geldiğimden beri ilk kez birlikte iniyorduk bu merdivenleri. Zaten ben geldiğimden beri birkaç kere sağlık ocağına gitmek için çıkmıştı dışarı, o kadar...
Aşağı indiğimizde Toprak arabanın dışındaydı. Sanırım zile basmak için inmişti. Babaannesini görünce gözleri ışıldamıştı adeta. Hem onu böyle güzel giyimli görmek hem de dışarı çıktığını görmek onu mutlu etmişti sanırım. Bu kez duygularını içinde yaşamasına müsaade etmek istemediğim, kendini ifade etmesini istediğim için direkt lafa girip "Sence de gecenin en şık kadını olmaya aday değil mi?" diye sordum gözlerimi gözlerine dikerek.
Sorduğum soruyla tekrar süzdü babaannesini sonra çekimser bir ifadeyle "Evet, gerçekten çok güzel olmuşsun babaanne" dedi ve inanması zor ama bize arabanın kapısını açtı.
Teşekkür edip bindik arabaya. Yaprak ablayla Seher yenge kuafördeydi ve nişan salonuna Yekta enişte ile geleceklerdi. Bana da çok ısrar ettilerse de ben bu geceye Mehpare teyzemle hazırlanmayı istediğim için gitmemiştim.
Yol boyunca dikiz aynası yardımıyla ön koltukta oturmakta olan Toprak'ı süzüyordum. Öyle değil, hemen yanlış anlamayın. Duygularını okumak istiyordum yüzünden, ne hissettiğini anlayabilmek... Gerçi görsel anlamda da süzülmeyi hak etmiyor desem yalan olurdu. Bayağı şık olmuştu açıkçası. Ama biliyorsunuz ben duygu odaklı bir insanım, psikolog adayıyım yahu!
Bir mahzunluk vardı bakışlarında ama aynı zamanda bir mutluluk da sezinleniyordu yüzünden. Karmakarışıktı belli ki duyguları tıpkı yüz ifadesinin olduğu gibi. Normalde çözülmesi zor bir düğümken böylesi bir gecede duygularını anlamanın çok kolay olmasını beklemek saçmalık olurdu zaten. Sonuçta bugün büyük gündü, Yaprak abla nişanlanıyordu...
Günlerdir ne bir paylaşım yapmıştı ne de mesaj atmıştı. En azından oradan biraz ipucu yakalıyor, yorumlayabiliyordum ruh halini.
Hem son günlerde bayağı ilerletmiştik de muhabbeti. Neden yeniden bu denli kapanmıştı ki içine.
Bizde kaldıkları gece attığı mesajlara cevap verince o günden beri düzeltmiştik arayı. Aslında o gece ona cevap vermeye hazır hissetmiyordum ve en çok da aynı çatının altındayken bir başkası olarak onunla iletişime geçmek zorlayıcı hissettirmişti. Bu yüzden cevap yazmayacaktım ama ben okuduklarım karşısında şok geçirmiş bir şekilde ekrana bakarken o benim attığım paylaşıma yorum bıraktı.
"Demek sen de artık bizdensin. Sen genelde toz pembe bakardın oysa ki, ne oldu da sitem attın her gelene kucak açmaktan başka suçu olmayan şu şehre. Anlaşılan birileri senin canını fena yaktı"
Kim yaktı acaba! 'Çift karakterlisin gerçekten' yazmayı çok istemiştim o an. Gıcık mıdır nedir. Özelde süt dökmüş çaresiz kedi, burada ukala, gıcığın önde gideni. Bak yine aynı şeyi yapmıştı, alıp götürmüştü içimde ona karşı oluşan merhameti.
Paylaşımımı görünce uyanık olduğumun farkına varıp özelden de yazmayı ihmal etmemişti. "Döndün demek!"
Evet, yine düşmüştüm aynı kısır döngünün içine. Cevap verme hakkı doğmuştu nitekim bana ama önce yatak odasına geçmeli, Damla uyudu izlenimi vermeliydim. Ne yaparsınız işte, yakalanmaktan biraz fazla korkuyorduysam demek.
Önce neden günlerdir aktif olmadığım hakkında konuştuk. Tabi ki ona 'Senin yüzünden' demedim, diyemedim... Dersler, sınavlar falan diye geçiştirdim. Sonrasında ona neyi olduğunu, neden öyle mesajlar yazdığını sordum. Geçiştirdi, cevap vermek istemedi.
"Boşver! Bir anlık duygu karmaşasıyla yazılmış şeyler. Önemsemene gerek yok. Saçmaydı zaten yazmam. Unut gitsin."
"Saçma ya da değil, önemli ya da önemsiz, bir anlık ya da değil sonuçta onlar senin yaşadığın, hissettiğin duygular. Neden unutalım ki? Bence konuşalım, içinde kalacağına konuşalım, çözelim ve öylece kaldıralım onları hatıraların bulunduğu tozlu rafa."
"Senin canını ne yaktı, sen neden atarlısın bu şehre?" soruyla karşılık vermeyi seçmişti. Ne bekliyordum ki zaten, hemencecik anlatmasını mı! Zaten Toprak gibi biri için zaten önceki mesajlardı anormal olan.
"Aslında bu şehirle bir zorum yok. Bazı kırgınlıklarıma bir günah keçisi olarak gördüm belki de bu gece onu."
"Sonunda yaktılar senin de canını, he! Dünyaya hoş geldin!"
"Bu ne ilk ne de son yara alışım. Daha önce de söyledim, herkesin canı bir şekilde yanıyor. Ne sen ne de ben bu konuda yalnız değiliz. Önemli olan yeniden başlayabilmek, yenilmemek."
Bu mesajı atarken yine en başa sarmış olmak cidden boğmuştu beni. Hatta içimden neden ona kandım, neden yine aynı tongaya düştüm diye kendime saydırıyordum. Ama o beni çok şaşırtan bir cevap attı "Belki de haklısın"
Gerçekten yazmış mıydı bunu yoksa ben uyku sersemi halüsinasyon falan mı görüyordum!
Ardından "Artık neyin doğru neyin yanlış olduğunu bildiğimi sanmıyorum. Bu aralar kafam biraz karışık anlayacağın" diye yazınca gördüklerimin halüsinasyon olmadığı kesinleşmişti. O mesajdan sonra neyi olduğunu açıklamaktan ısrarla kaçınsa da muhabbetimiz daha anlayışlı, fikir alış verişi çerçevesinde keyifli bir sohbet olarak şekillenmeye başlamıştı.
Onunla yazıştıkça Yaprak ablanın onun hakkında söylediklerine hak vermeye başlamıştım. Bu agresif tavırlarının ardında içinde biriktirip dışa vuramadığı duygularının patlaması yatıyordu. Ben de elimden geldiğince onun duygularını analiz edip dışa vurmasına yardım etmeyi kendime görev edinmiştim. Az önce babaannesinin görünümüyle ilgili soru sormam da işte tam bu sebeptendi. Ne hissettiğini kelimelere döksün, içinde oluşan duyguların kalp atışlarında oluşturduğu artışı hissetsin istiyordum. Ve o yüzden bu geceki ruh halini çözümlemem önem teşkil ediyordu.
~~~~~~~~~~~~~~~
Mehpare teyzeme isteme akşamından sonra bir özgüven gelmiş ve bu nişan mevzusuyla yakından alakadar olmuş, fikirlerini belirtmekten geri durmamıştı. Gerçi bu hususta birçok konuda onun görüşünü soruyor olmamız büyük rol oynuyordu. Her seferinde dediği gibi yapmıyor olsak da onu bu koşuşturmanın içinde tutmayı başarmıştık böyle yaparak.
Şimdi salonun girişinde misafirleri karşılama merasiminde duruşunu ve ilgisini bir görseniz, nasılda özveriyle nasılda ciddiyetle...
Misafir karşılamaktan bahsetmişken Seher yengenin akrabalarıyla tek tek tanıştırılmam artık bu ailenin bayağı bayağı bir üyesi haline geldiğimin kanıtıydı. Ve bu, bütün gece ağzımdaki tüm dişleri gösterecek şekilde gülümseyerek dolaşmama sebep olmuştu.
Her şey çok güzeldi. Salon, ikramlar, seçilen müzikler... Tabi ki de gecenin en güzel varlığı tartışmasız ay gibi parlayan Yaprak ablamdı. Nişanın kesilme anına kadar da ortalıkta mutluluk kol geziyordu. O andan sonra ise modumuz duygusallık olmuştu. Gecenin sonlarına doğru kesildi nişan, ardından da slow müzik eşliğinde danslar edildi.
Ailenin en büyüğü olarak nişanı kesmek Mehpare teyzeme düşmüştü.
"Rabbim pişman olmayacağınız, birbirinizi çok seveceğiniz bir ömür yaşatsın size. Birinizi diğerinin ardından bırakmasın. Bismillah" diyerek kesmişti kurdeleyi.
İnsanın hayat eşinin ardında kalmasının nasıl bir acı olduğunu, yıllardır nasıl bir yalnızlıkla boğuştuğunu özetlemişti adeta kurduğu cümlelerle. O, kurdeleyi keser kesmez Yaprak ablam hıçkırıklara sarıldı boynuna "Seni çok seviyorum babaanne" diyerek.
İşte o andan itibaren gözyaşları, hıçkırıklar birbirine karışmıştı. Hiçbirimiz böylesi duygusal bir konuşma ve manzara beklemiyorduk. Ama böyle günler iyi ki vardı. İnsanın birbirine olan duyguları en çok böyle anlarda ortaya çıkıyor, içinde sakladıkları istemsizce dışa vuruyordu. Belki de az önce söyledikleri yıllardır sese dönüşmeyi bekliyordu Yaprak ablamın dilinde... Kim bilir "Seni çok seviyorum babaanne" cümlesi ne kadar uzun zamandır dökülmeyi bekliyordu dudaklarından ve kim bilir kalbine ne çok ağırlık yapmıştı şu kısacık cümle içinde durduğu müddetçe.
Maalesef Toprak'ın duygularını dışa vurması içinse daha büyük olaylara ihtiyaç vardı sanırım, kat etmesi gereken aşamalar vardı belki de... Olanları izlerken, burun deliklerinin şişip şişip inmesine bakılırsa dişlerini sıkarak kızaran gözlerinden akmak isteyen yaşlarını bastırıyordu.
Gözleri yerde, zorlukla sesini kontrol ederek tebrik etti eniştesini ve ablasını. Ardından birçok duygusal anda yaptığı gibi duygularını göstermek yerine gizlemeyi tercih ederek usulca çıktı salondan.
Arkasından gittiğimde balkonlu kısımda bir köşede gözyaşlarını serbest bırakışına şahit oldum. Yaprak ablamın "Bu küçükken de böyleydi, ufacık şeylere üzülürdü. Tabi o zamanlar agresif değildi, içine atar, kimseye bir şey belli etmezdi. Sonra ben onu köşelerde ağlarken bulurdum" dediği geldi aklıma.
Demek hala aynı çocuktu da artık onu köşelerde bulan yoktu...
Yanına gitmek ve sarılıp teselli etmek istedim içindeki küçük çocuğu. Yine aynı sahne canlanmıştı çünkü gözümde, köyde onu en son gördüğüm sahne. Taşın üstünde masumca ağladığı...
Sadece uzaktan seyretmekle yetindim. Birinin görmesini isteseydi zaten yanımızda ağlardı. Ama ben yine de yanında olmak isterdim. Yüreğine dokunmama, yaralarını sarmama izin versin isterdim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 624 Okunma |
387 Oy |
0 Takip |
24 Bölümlü Kitap |