2. Bölüm

Bölüm1:Uyanış

bluelady
bluelady

Umarım beğenirsiniz ✨

 

Bölüm 1: Uyanış

 

Gözlerimi açtığımda tavanda asılı duran avize beni süzüyordu.

Gerçekten… avizeydi. Ama ışıktan çok... beni tartıyor gibiydi.

 

Nefes aldım. Göğsüm acıdı.

Sanki bu beden bana ait değildi. Zaten... öyleydi de.

 

Burası, önceki hayatımdan çok uzaktı.

Dünyadan, ölümden ve bildiğim her şeyden.

 

Bu yeni hayatta adım Eirenya Vellorin’di.

Bunu hemşire görünümlü bir kadının yüzüme eğilip dudaklarını büzerek fısıldamasından öğrendim:

“Leydi Eirenya’m, sonunda bize geri döndünüz.”

 

Geri mi?

 

Dudaklarımı araladım, sesim çıkmadı.

Kadın bir çan çaldı.

Kapı açıldı. İçeri... annem girdi.

 

Boyu zarif, yürüyüşü kusursuzdu. Elbisesi yere süzülüyor, siyah saçları solgun teninde altın bir hilal gibi parlıyordu.

Ama konuşmadı.

Sadece aynasını kaldırdı.

Ve ben… aynada kendi yansımamı göremedim.

 

Arkamda kimse yoktu ama yansımada biri vardı. Gülümseyen… biri.

 

Tüylerim diken diken oldu.

 

Odadaki herkes bana normalmişim gibi davranıyordu ama hiçbir şey normal değildi.

Bedenim, adım, odam, yatağım, aynalar… Hepsi ait olmadığım bir masala aitti.

 

Beni tanımayan bir ailenin kızıydım.

Ama içimde, eskiden kalma biri hâlâ uyanıktı.

 

---

 

İlk gecem… huzursuz geçti.

Koridorlarda çıplak ayak sesleri yankılandı.

Uykuyla uyanıklık arasında, kapımın altından kayan bir not gördüm:

 

“Bizi hatırladın mı?”

 

Ertesi sabah, büyük yemek salonuna indiğimde hepsi oradaydı:

Babam, annem, ikiz kardeşlerim ve... büyükbabam.

 

Ama büyükbabam…

nefes almıyordu.

Damarları kurumuş, gözleri camsıydı.

Yine de herkes onu selamladı, yemeğini önüne koydu, ona çay uzattı.

 

Ben de selam verdim.

Çünkü... herkes öyle yapıyordu.

Çünkü... korkuyordum.

 

O gün ilk kez pencere kenarındaki aynaya yaklaştım.

Yansımama değil, arkama baktım.

 

Hiç kimse yoktu.

Ama rüzgârın taşıdığı o ses kulağımın tam arkasında fısıldadı:

“Bu ev seni hatırlıyor, Eirenya.”

Bu ev…

Yalnızca taş ve ahşaptan ibaret değildi.

Duvardaki tablolar bakıyordu. Perdeler fısıldaşıyordu. Ve zemin… her adımımı ezberliyordu.

Vellorin Malikanesi’ne ilk sabahımı böyle anlatabilirdim.

Uyandığımda penceremin önünde bir karga oturuyordu.

Göğsünde altın mühürlü bir zarftı.

 

Üzerinde adım:

“Leydi Eirenya Vellorin”

 

Henüz yeni bir beden, yeni bir ev, yeni bir isim kabul etmişken... zarfı açmaya cesaret edemedim.

Yine de içimde bir his vardı:

Bu ev, bana oyun oynuyordu.

Ve ben henüz kurallarını bilmiyordum.

 

 

Babam sabah kahvaltılarına nadiren katılıyordu.

Ama odasının kapısı her daim aralıktı.

İçeriden kimyasalların ve yanan kâğıtların kokusu gelirdi.

Bir keresinde hizmetli kızlardan biri fısıldadı:

 

“Lord Vellorin simyaya ruhunu adadı. Zamanı tersine çevirmeye çalışıyor.”

 

O gün şunu anladım:

Babamın işi "meslek" değildi.

 

Annem, yine konuşmadan yemek salonuna indi.

Yalnızca aynalarla iletişim kuruyordu.

Aynanın bir kenarına rujla yazılmış cümle:

“Sen... geri geldin mi?”

 

Cevap veremedim.

Çünkü kim olduğumu hâlâ bilmiyordum.

 

İkiz kardeşlerim...

Onlara bakmak bile sinir bozucuydu.

Lioran hep gülümserdi. Dişleri parlıyordu ama gözleri boştu.

Caelis hep ağlardı ama tek bir damla yaş düşmezdi.

 

Birlikte otururlar, aynı anda döner, aynı anda kalkarlardı.

Ben odadan çıkarken ikisi de bana dönüp fısıldadı:

“Bu sefer hayatta kalabilecek misin?”

 

Sırtımdan aşağı buz gibi bir şey indi.

"Bu sefer mi?"

 

Büyükbabam, hâlâ ölüydü.

Ama her sabah saat sekizde kahvaltıya oturuyor, tabaklara dokunmadan başını sallıyordu.

Ona sorulan her soruya aynı yanıtı veriyordu:

 

“Vellorin kanı, sonsuzlukla lanetlenmiştir.”

 

Bu evin içindeki herkesin kendi gerçeği vardı.

Ve kimsenin gerçeği, gün ışığında anlatılabilir değildi.

 

Odama döndüğümde bir karar aldım.

Eğer bu evde hayatta kalmak istiyorsam…

Onların sırlarını öğrenmeliydim.

Kimseye güvenmeden, kimsenin gölgesinde kalmadan.

 

Bu dünya, düşüşten sonra yükselenlere ait olmalıydı.

Ve ben…

Bu evrende ikinci kez doğmuşsam, bu bir tesadüf değildi.

 

O gece, ay ışığı pencereye vurduğunda aynaya doğru yürüdüm.

Kendi yansımama değil, arkamda duran gölgeye sordum:

“Beni neden seçtin?”

 

Ve aynadan tek bir cevap geldi:

“Çünkü sen... bizim son umudumuzsun.”

 

Ve ben ne desiğini anlamadım.

 

O sabah, hizmetçiler bile fısıldayarak konuşuyordu.

Koridorlar normalden daha sessizdi.

Sanki ev nefesini tutmuştu.

 

Benim için mi?

Bilmiyordum. Ama içimde bir dürtü vardı.

Sanki bir şey… beni aşağı çağırıyordu.

 

Malikanenin doğu kanadı yıllardır kilitliydi.

Kapısındaki asma kilide her dokunan, ya dili tutar, ya geceleri uykusunda yürür derlerdi.

Ama o sabah… kapı açıktı.

Kilit... yerdeydi.

 

Kalbim hızla atarken içeri adım attım.

Tozlu, loş ve kokusu ağırdı.

Ama beni kendine çeken şey kokular değil... kitap kokusuydu.

 

Kütüphaneydi burası.

Ama bildiğimiz türden değil.

 

Raflar canlı gibiydi.

Bazı kitaplar sayfalarını kendiliğinden çeviriyordu.

Bazılarıysa zincirlenmişti.

Bazılarının ise adı bile yoktu.

 

Gözüm birine takıldı.

 

Kapaksız, derisiz, sayfaları kurumuş bir kitap.

Ama ona dokunduğum an… parmaklarım ısındı.

 

Sanki beni bekliyordu.

Beni tanıyordu.

 

 

Kitabı açtım.

 

İlk sayfada hiçbir şey yazmıyordu.

 

İkinci sayfa da boştu.

Ama üçüncü sayfada…

Altın rengiyle şu cümle beliriverdi:

 

“Eirenya Vellorin, nihayet geldin.”

 

Geri çekilmek istedim ama bir ses kulağımda fısıldadı:

 

“Korkma. O kitap senin. Yalnızca senin.”

“Gerçekleri öğrenmeden hayatta kalamazsın.”

 

 

Aynı ses.

Yine kimliğini saklayan, yine hem yardım eden hem de... beni izleyen.

 

 

Sayfalar hızla çevrildi.

Metinler kendiliğinden belirdi:

 

“Vellorin Ailesi, zamanın dışına düşen bir kanın mirasıdır.

Her nesilde bir kişi uyanır. Diğerleri... yavaş yavaş çürür.”

 

Donup kaldım.

 

> “Bir kişi uyanır” ne demekti?

Diğerleri dediği kimdi? Ben... uyanan mıydım?

 

 

Sayfalar devam etti:

 

“Baban, zamanı kırmaya çalıştı.

Annen, aynalarda hapsoldu.

İkizler ruhlarını paylaşamadan doğdu.

Ve büyükbaban… ölümden vazgeçemedi.”

 

Hepsi… anlatılıyordu.

Sırları bu kitaptaydı.

 

Kitabın sonuna doğru bir sembol çıktı.

Elimi uzattığımda sembol bileğime geçti.

Yanmadı, kesmedi.

Sadece… kaldı.

 

“Artık seni görebilecekler.” dedi ses.

“Ama henüz kimseye bakma.”

 

 

O an kitap kapandı.

Ve üzerindeki tüm yazılar silindi.

 

Geri dönerken koridorda Lioran bana bakıyordu.

Gülümsemesi daha soğuktu bu defa.

Sanki beni fark etmişti.

 

O gece rüyamda ses yeniden geldi:

“Gözlerini açık tut, Eirenya. Bu kez yalnız değilsin. Ama kimin yanında olduğunu asla unutma.”

 

Uyandığımda bilekliğim parlıyordu.

Günlerdir o kitabın bir daha açılmasını bekledim.

Ama sayfaları karardı. Sanki bana söylediklerini geri almak istiyormuş gibi.

Ya da belki… yeterince hazır değildim.

 

Ama hazır olmak diye bir şey yoktu artık.

Bu evin her duvarı bana yalan söylüyordu.

Ve ben o yalanların arasından gerçeği çekip çıkarmaya kararlıydım.

 

 

Kütüphaneye geri dönmedim.

Bu kez… kuleye çıktım.

 

Malikanenin en üst katı yıllardır kimsenin adım atmadığı bir yerdi.

Hizmetliler oradan “geçmişin kapanmamış kapısı” diye bahsediyordu.

Ve geçmiş… artık beni çağırıyordu.

 

 

 

Taş duvarların arasından geçerken, rüzgârın taşıdığı o ses yine kulağımda:

“Korkma. Bu yol seni yalnız bırakmaz.

Ama doğruyu öğrenirsen… bir daha eskisi gibi olamazsın.”

 

 

Yine o ses.

Ne erkek ne kadın.

Ne sıcak ne soğuk.

Sanki kendimin başka bir versiyonu bana konuşuyordu.

 

Kulenin son odasında, dev bir portre duvara yaslanmıştı.

Toz kaplıydı.

Ama yüzler… silinmemişti.

 

Ailemin genç halleri…

 

Babam daha dik duruyordu.

Annem gülümsüyordu.

İkizler daha küçük ama… gözleri daha canlıydı.

 

Ve…

En sağ köşede bir yüz daha vardı.

 

Ama bu yüz, karalanmıştı.

 

Simsiyah boyayla, fırçayla silinmiş gibi değil… ellerle parçalanmış gibi.

Sadece gözleri görünüyordu.

 

Altın sarısı.

 

 

Geriye bir adım attım.

Yutkundum.

Ve ağzımdan şu cümle döküldü, istemsizce:

 

“O kim?”

 

 

Hiçbir cevap yoktu.

Ama kulenin içinden bir çatırtı geldi.

Zemindeki taşlardan biri yerinden oynadı.

Altında... bir sandık vardı.

 

Sandığın içinden, kadife bir kese çıktı.

Ve kesenin içinde… paslı bir yüzük.

 

Yüzüğün içine şu sözcükler kazınmıştı:

 

“Beni terk ettiğin gün lanet başladı.”

 

 

Kalbim deli gibi atmaya başladı.

 

> Kim kimi terk etmişti?

Lanet bir aşkla mı başlamıştı?

Yoksa ihanetten mi doğmuştu?

 

 

O an ses geri döndü. Fısıltıdan daha sertti bu sefer:

 

“O’nu tanıdığında her şey değişecek.

Ama unutma Eirenya…

Her gerçek, özgü

rlük getirmez.”

 

Yüzüğü elime aldığımda parmaklarım karıncalandı.

Ve zihnimin en derininde bir görüntü parladı:

Altın gözlü bir adam, bana bakıyordu.

Gülümsüyordu. Ama gözleri… paramparçaydı.

 

Gözlerimi tekrar açtığımda kule sessizdi.

Portre yine aynıydı.

Ama altın gözlerin üzerindeki karaltı… biraz silinmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 13.07.2025 01:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...