
Tamı tamına dokuz dakika otuz beş saniye sonra bütün tim hazır bir şekilde karşımda belirdi. Bakışlarımı saatimden kaldırıp karşımda hazır ol da bekleyenlerde gezdirdim. ‘’Yirmi beş saniye!’’ Hepsi ne anlatmak istediğimi anlamaya çalışır gibi bakıyordu yüzüme. Onlarda haklıydı sonuçta. Neydi yirmi beş saniye? Ne demekti? Öyle bir yerde kesmiştim ki, ne demek istediğimi anlayamamışlardı. Asıl şimdi yavaş yavaş tanıyacaklardı beni. Henüz dağın görünen kısmını biliyordu hepsi. Peki ya, görünmeyen kısmı?
‘’Gençler! Ayrılığımızın üstünden dokuz dakika otuz beş saniye geçti. On dakika olmasına yirmi beş saniye! Sizin hızlı olun demekten anladığınız bu mu? Bunun hesabını döndüğümüzde soracağım! Şimdi… Asker! Araç bin!’’
Oldukça eski, minibüs tarzı bir araca yedi kişi birden, zorlansak ta binmiştik. Karşımdakiler oldukça iri yarı olduklarından, gereğinden fazla yer kaplıyor olsalar da, onlardan hem rütbe hem de cinsiyet olarak farklı oluşumun ekmeğini şuan yiyordum. Karşımda seslerini dahi çıkartmadan oturuyor olsalar da, arada bir birbirlerini itip duruyorlardı. Sanırım içlerinde en rahat olanlar Gencal ve Selçuk’ tu. O ikisi nasıl olduysa benim oturduğum koltuğa oturmuş, hemen karşılarında oturan dört dev’e sırıtarak bakıyordu. Normal bir zamanda olsa kahkahalarla güleceğim olayı, kendimi sıkarak bastırmaya çalışıyordum.
Gün ışığı yerini yavaş yavaş alaca bir karanlığa bırakmıştı. Hava ne kadar soğuk olsa da, tepede varlığını gördüğüm güneş dağların arasında bir görünüyor, bir kayboluyordu. İçinde bulunduğumuz aracın kirli camlarından, görebildiğim kadarı ile, etrafımı gözlemliyor aşmakta olduğumuz yolu incelemeye çalışıyordum.
Çorak araziler, sanki senelerce üzerlerine tek bir damla düşmemişçesine kurumuş toprak parçaları… Ancak tüm bunlara inat, sanki her şeye kafa tutarmışçasına hüküm sürmeye çalışan ağaçlar. Yüksek dağların bazılarının yakınından geçerken, aracın tekerinin çiğnediği ve bizi yalpalatan kaya parçaları buralarda yaşamanın zorluğunu hatırlatır cinsteydi. İşte tam o an, şoför koltuğunda oturup aracı kullanan, benim aslında asker olduğunu bildiğim ama görenlerin yerel halk olduğunu düşüneceği kişinin sesi duyuldu:
‘’ Komutanım! Benden maalesef buraya kadar. Buradan ileride sizi indirebileceğim bir yer yok!’’ Asker, sanki kötü bir şey söylüyormuş gibi mahcup bir tavır takınmıştı. Yerimden doğrulup aracın kapısını açmamla içeriye buz gibi hava doldu. Etrafımı kontrol edip, yavaş adımlarla araçtan indim. Arkamda kalanlarda benim inişimle beraber teker teker peşimden geldiler.
‘’Tamam aslanım, sen de vakitlice dön artık. Bundan sonra hepimiz Allaha emanetiz.’’
Araç, bizi getirdiği yönün tam aksine dönüp hareket etti. Bize de sadece arkasından bakmak kalmıştı. Ne kadar tecrübeli olursam olayım, bu gibi durumlarda ilkokula yeni başlayan çocuk gibi hissederim kendimi. Hani ilk birkaç gün anneniz getirir ve sonrasında bırakıp gider ya. Tıpkı o an ki burukluk kaplar içimi.
Tam da o noktadan sonra, geriye dönmekte var, dönmemekte!
Etrafımda bekleyen time hitaben;
‘’Sizlere her seferinde ailenize haber verdiniz mi? demeyeceğim! Artık bunu bilincinde olmanız gerektiğini düşünüyorum. Hoş verseniz ayrı, vermeseniz ayrı ya! Yine de karar sizlerin. Şu dakikadan sonra, önünüze… Ardınıza… Sağ ve solunuza iyi bakın! Tek yanlış hareket istemiyorum. Özellikle, elleri sol yanlarında sizden gelecek haberi bekleyen ailelerinizin kapısına şuan gitmek hiç istemiyorum. Şimdi…’’ diyerek etrafıma bakındım bir süre. Soğuk havayı içime çekip kendimi hazırladım. ‘’Atilla!’’
‘’Emredin komutanım!’’
İsmini duyunca her ne kadar bir adım öne çıksa da, şaşırmıştı. ‘’ Şu haritayı bir açta bize yön belirle bakalım Atmaca!’’
Gözleri kocaman açılmış yüzüme baktı bir süre. Sonra dayanamamış olacak ki;
‘’ Komutanım siz! Siz nereden biliyorsunuz benim timdeki lakabımı?’’
Tek kaşım benden bağımsız havaya kalktı. ‘’ Yanlış soru atmaca! Bizim hakkımızda bilmediğiniz bir şey var mı? Diye sorman gerekliydi.’’ Hiç birinde tek bir mimik bile oynamadı. Ta ki içlerinde fırlama olanı ben duyana kadar!
‘’Götümüzdeki donun rengini de biliyor mu sorsanıza?’’ diyordu hemen yanında duran Selçuk’a. Bakışlarım onun tarafına iliştiğinde Selçuk’tan hatrı sayılır bir dirsek darbesi yedi. Sessiz olduğunu düşündüğü sırada;
‘’Ah! Ne vuruyorsun be?’’
‘’Komutan sana bakıyor zevzek!’’ dedi Selçuk. Daha fazla kendimi tutamadım.
‘’Gencal! Senin yaş kaç oğlum? Üç, beş. Hangisi? ‘’
Hiçbir şey olmamış gibi arkamı döndüm ve önümüzde aşmamız gereken o koca dağa bakıp, ‘’ Çok merak ettiysen söyleyeyim! Sonra içinde kalır alimallah, şişkinlik falan yapar, dağda bayırda sızlanmalarını çekemem!’’ Arkamdakilerden ufak kıkırdamalar gelse de, istifimi bozmadan devam ettim. ‘’ Siyah!’’ dedim.
Yüzüm onlara dönük olmadığı için rahatça sırıtıyordum. Hızla atılan adım seslerinden sonra bir anda önümde bitti.
‘’Komutanım… Nasıl bildiniz?
Oldukça alaycı bir şekilde dudağımın sağ tarafı havaya kalktı. ‘’ Karargahtan çıkmadan önce, önümde armut gibi eğildiğin zaman gördüm! Şimdi, Gencal’in donu da hallettiğimize göre! Yola koyulalım bakalım.’’ Diyerek ilk adımımı attım.
**
Kimisinin hayali, kimisinin de hayatıydı bu kurak topraklar. Nice ocakları söndüren, dokunmana gerek kalmadan sızlatan yaralar açan yer.
Ayaklarımızın altında ezilen taşlar ve toprakların çıkardığı sesler eşliğinde, saat ilerledikçe karanlığa bürünen, tek ışık kaynağımızın ay olduğu oldukça soğuk bir ilerleyişti bu.
Şimdilik üzerimizdeki kamuflaj işimizi görüyordu ancak ilerleyen aylarda bir tarafımızın donacağı daha şimdiden belliydi. Derin bir nefesi içime çekip, ‘’Atmaca! Yön belirle!’’ dedim. Önümüzde ikiye ayrılan keçi yolundan başka bir şey yoktu. İki yol da farklı taraflara gidiyordu ama bize her ne kadar bu gece bekleyecek olsak ta, en kestirme olanı lazımdı.
‘’Emredersiniz komutanım!’’ dedi ve önüme geçip, sırtında taşıdığı çantasının yan tarafından haritayı çıkardı. Hemen önümüzdeki dağın kim bilir neresinden kopup geldiği belli olmayan kaya parçasının üzerine koydu. Bir süre önünde açılmış olan haritayı parmağıyla takip ederek;
‘’ Buradan!’’ dedi. ‘’ Bu yolu takip edersek takriben bir yada bir buçuk saate köye ulaşmış oluruz komutanım!’’
Ellerim belimde atmacanın söylediklerini dinledim. ‘’ On dakika soluklanalım, ondan sonra devam! Duruma göre köy yakınlarında sabahlayabiliriz. Ona göre kumanyalarınız idareli kullanın.’’
Kimi önümüzde bulunan kayaya ilerlerken, kimi de beş, on metre ilerimizdeki ağacın dibine, ilk önce sırtlarındaki çantaları çıkararak oturdu. Bense hala olduğum yerde, herhangi bir sakatlığa karşı ayakta dikiliyordum. Ellerim sırtımda bulunan çantaya gittiğinde, ‘’Komutanım! Buraya bırakabilirsiniz çantanızı’’ diyen Gencal’e baktım. Hemen yan tarafındaki boşluğu çantamı koyabilmem için elleri ile temizlemeye çalışıyordu. Başımı ‘tamam’ anlamında bir sallayışla çantamı çıkarıp ona uzattım. Çevik bir hareketle tutup, az önce temizlediği yere koydu.
On dakikalık molanın ardından, hepimiz teker teker ayaklanıp yola koyulduk. Geçen iki saatin sonunda bir anda etrafın sessizleşmesiyle olduğum yerde dururken, arkamdakilere de el hareketi ile durmalarını işaret ettim. Tıpkı etrafta olduğu gibi bizlerde de çıt çıkmıyordu. Neredeyse ay bile aydınlatmıyordu bulunduğumuz yeri. Birkaç kaya parçası görünmemize engel oluyordu.
Bulunduğum kayaya iyice sığınıp omzumda taşıdığım silahımı çıkardım. Etrafımı net görebileceğim bir pozisyona geldikten sonra, silahın dürbününden etrafa bakmaya başladım.
Karanlıktan ve bulunduğu yerdeki sisten dolayı görüşüm net olmasa da, iki cılız ışık ki bunlar kesinlikle elektrik kaynaklı olmayan cinsten bir aydınlatma idi. Tahminimce ya mum ya da gaz lambasıydı ve sadece iki evden yansımaları görülüyordu. Canım sıkılmıştı. İçimdeki daralma her operasyonda olduğu gibi bunda da yerini almıştı. Yavaşça geri çekilip benden haber bekleyenlere baktım.
Bedenim, benden bağımsız olduğum kayanın dibine çöktü. ‘’Atmaca! Telsizden yuvayla bağlantı kur! Sizlerde bulunduğunuz yere çökün! Durmayın ayakta! Bu gece burada gibiyiz!’’
Birkaç dakika sonra, ‘’ Komutanım! Bağlantı hazır.’’ Dedi Atilla.
Elimdeki telsize sessiz olmaya çalışarak, ‘’ Vurgun’ dan yuvaya! Vurgun’ dan yuvaya!’’ diye seslendim. Mustafa albayın sesi kulaklarımı doldurdu. ‘’ Yuva dinlemede vurgun! Durumunuz nedir?’’
‘’Komutanım! Olaylar biraz karışık! İki mum!’’ dedim. Yanımdakilerin garip bakışları bendeydi. Anlamamışlardı ne demek istediğimi. Ancak bu gibi durumlarda şifreli konuşmak, herhangi bir dinleme olayına karşı en güvenli yoldu. Albay anlamış olacak ki, derinden gelen nefes sesi ile telsizden gelen cızırtı birbirine karıştı.
‘’Görüş var mı vurgun?’’
‘’Net değil komutanım! İzniniz olursa geceyi dışarıda geçirmek isterim!’’ Birkaç saniye ne telsizden ne de albaydan ses gelmedi. Fakat o da biliyordu ki, belirsizlikler üzerine hareket etmek, kayıptan başka bir şey değildi.
‘’Anlaşıldı vurgun! Bu gece gezin! Allaha emanetsiniz evlatlarım!’’
Mustafa albayın son sözleri oldu onlar.
Timdekiler oturdukları yerde anlamsız gözlerle yüzüme bakıyorlardı. ‘’ Hayırdır!’’ dedim her birine hitaben. ‘’ Hiç mi şifreli konuşma duymadınız?’’ Gecenin zifiri karanlığında, sanki çokta mümkünmüş gibi uzaklara kaydı bakışlarım. Oldukça uzaklara! İlk önce Ayla abla geldi gözümün önüne. Sonra sırasıyla bir şekilde hayatıma dahil olmuş insanlar ve bu zamana kadar yitip giden silah arkadaşlarım…
Üzerimde hissettiğim bakışlarla şimdiki zamana döndüm. ‘’ Madem sabaha kadar buradayız, sizlere ilk ve son defa kendimden bahsedeyim biraz!’’
Normalde yaptığım bir şey değildi hayatımı ve ailemi anlatmak ama bulunduğum yerdeki insanların beni tanıması için buna ihtiyacı var gibi hissettim o an!
‘’Bana sorarsanız kısa ama seneye vuracak olursanız on senedir bu işin içindeyim. İlk abimle başladı zaten askerliğe olan isteğim.’’
Yırtık dondan çıkan Gencal, her zamanki gibi lafa atladı yine.
‘’ Komutanım! Abinizde mi asker yoksa?’’
Sırıttım… Bildiğiniz ağız dolusu hem de. ‘’ Abim!’’ dedim. O an anladım ki hepsini özlemiştim ama abimi sanki daha fazla. Kendisi uzun zamandır yoktu buralarda. Sınır dışı görevi verilmişti ve bulunduğu yerden ayrılıp gelemiyordu.
‘’Aynen Gencal. Abimde asker. Çocukluğum ona ve üniformasına olan hayranlıkla geçti. Sonra… Sonra yaşadığım bazı olaylar kati kararımı vermeme vesile oldu ve işte karşınızdayım. Ama, zannetmeyin ki abim benim destekçimdi. Asla! Tam aksine destekçim olan tek kişi vardı o da babam. Abim, sırf vazgeçeyim, yapamayayım diye zorluk üstüne zorluk çıkardı. Adı eğitim olan bir sürü zorlu imtihan geçti başımdan. Fakat ben vazgeçmedim!’’
Geçmişimde kalanlar bir bir akıp geçti gözümün önünden. Derin bir iç çekişle daldığım yerden çıktım.
‘’ Komutanım!’’ dedi birkaç kelime dışında konuştuğunu hiç duymadığım Gökhan. ‘’ Peki… Sizin bir lakabınız var mı? Yani tabi ki vardır da, şey… Yani ne acaba?’’
Bu soruyu sadece meraktan sormaya çalıştığının farkında olarak, ‘’ Şey!’’ dedim tıpkı onu taklit eder tarzda. ‘’ Tabi ki benimde var bir lakabım ama bunu şuan söylemeyeceğim! Hoş zaten ben söylemeyeceğim! Zamanı gelince siz kendiniz öğrenirsiniz!’’
‘’ Vayy! Gizem ha komutanım!’’ Kiminle konuştuğunun farkına sonradan varan Gencal, hemen toparlandı oturduğu yerde. ‘’ Af edersiniz komutanım! Ben biraz fazla şey ettim sanırım!’’
Kafamı yavaş yavaş sallayarak gülümsedim. Anlaşacaktık hepsi ile. Bu biraz zaman alsa da olacaktı.
‘’Bu kadar gevezelik yeter gençler! Herkes toparlansın. Taner ve Selçuk! İlk siz, Gencal ve Atilla! Sonraki saat siz, Gökhan ve Kaya! En son da siz. Değişimli olarak nöbet tutuyorsunuz. Gözlerinizi dört açıyorsunuz! Ufacık bir harekette haberim olacak. Anlaşıldı mı?’’
Her biri oldukça sessiz bir şekilde onayladı sözlerimi. Onların yanından kalkıp, az ilerimizde bulunan kurumuş ağacın gövdesinin dibine çöküp oturdum.
**
Saatler ilerlemiş, gece neredeyse güne kavuşmaya yaklaşmıştı. Gökyüzünde uçuşmaya başlayan birkaç kuş haricinde tek çıkan ses rüzgarın kayalara çarptıktan sonra çıkardığı sesten başka bir şey değildi. Bu garip sakinlik hiç ama hiç hoşuma gitmiyordu. Timdeki nöbetleşen her biriyle birlikte bütün gece bende gözlem yapmıştım. Gecenin karanlığında görünmeyen şeyler, gün ışığı ile birlikte ortaya çıkmaya başlamıştı.
‘’Komutanım! Buraya bir bakar mısınız?’’ diye seslendi Selçuk.
Bulunduğu kayaya yaklaşıp silahımın dürbününden baktığımda gördüğüm görüntüler canımı sıkmaya fazlasıyla yetmişti.
Sabahın ilk saatleri olduğundan dolayı görüşüm netti. Toplamda taş çatlasın belki on belki de on iki evden oluşan küçük bir yerdi burası ve insanların nasıl zorluklardan geçerek yaşadıklarını anlamak için yakına gitmeye gerek yoktu. Derme çatma topraktan yapılma gecekonduydu hepsi.
‘’Bu işin içinde kesinlikle bir iş var ya hayırlısı!’’ diye kendi kendime konuşurken en sondaki evin oradaki hareketlilik dikkatimi çekti. Daha dikkatli baktığımda, şerefsizlerden iki tanesinin kapıdan konuşa konuşa çıktıklarını gördüm. Ellerinde keleşleri ile bütünleşmişlerdi sanki! Korktukları her adımlarından belliydi ama gel gelelim yiyecekleri boktan da geri kalmıyorlardı.
Hemen elimi arkama doğru çevirip, işaret parmağımı kendi etrafında döndürdüm. Bu, benim tabirimde etrafa dağılın demekti ve seslerden anladığım kadarı ile timdekiler mesajı almıştı. Her biri görünmeyecek şekilde farklı yere konuşlanmış benden gelecek emri bekliyorlardı. Kafamın içinde kırk tilki vardı. Vardı var olmasına ama hiç birinin birbirinden haberi yoktu. Tam o sırada, oldukça keskin tiz bir çığlık sesi işitti her birimizin kulakları. Bu bir kadın çığlığıydı ve öyle içten öyle can acıtan cinsten çıkıyordu ki, bulunduğum yerde kulaklarımı kapamak istedim bir ara. Hemen peşinden daha kalabalık bir hareketlilik oluştu. Dört kişinin bir şeyi sürükleyerek çıkardıklarını fark ettim. Görüntüyü daha fazla yaklaştırdığımda, ağzımdan kocaman bir küfür çıktı.
‘’ Orospu evlatları! Gücünüz ancak onlara yetiyor zaten!’’
Aynı anlarda kulaklığımdan Taner’in sesini duydum. ‘’ Komutanım! Bu bir çocuk! Bir kız çocuğu!’’
Ne diyebilirdim ki? Damarlarımda kan yerine, kin akıyordu şu an. ‘’ Biliyorum Yankı! Gördüm!’’ diyebildim sadece. ‘’Atmaca!’’ dedim nefrete eş bir ses tonuyla. ‘’Yuvayı bağla! Çok bekledik! Yeter artık!’’
‘’Hemen!’’ dedi atmaca ve telsizden duyulan birkaç cızırdamadan sonrası, ‘’ Komutanım! Yuva hazır!’’
Bulunduğum kayadan aşağı çöküp, hemen yanımdaki atmacadan telsizi aldım.
‘’ Yuva! Ben vurgun 1!’’
‘’Yuva dinlemede! Durum bildir yüzbaşı!’’
‘’Komutanım! Düşündüğümüzün bir tık fazlası! On beş kişi gibi, tam net olmasa da! Bir kız çocuğunu,’’ dedim ve bir yutkunma geçti boğazımdan. Ufacıcık bir evlattan ne istersiniz be şerefsizler! Telsizden gelen ses, düşüncelerimi dağıttı.
‘’Devam et vurgun! Vurgun! Vurgun, orada mısın?’’
Kısa ve net tek cümle çıktı dudaklarım arasından. ‘’ Kız çocuğunu yem olarak kullanıyorlar komutanım!’’
Telsizden farklı sesler duydum o ara. Komutanın bulunduğu yer sanırım oldukça kalabalıktı. Her birinin ağzından çıkan farklı birer serenattı benim için o an!
‘’Anlaşıldı vurgun! Bir planın olduğuna eminim! Dikkatli ol! Allah yardımcınız olsun. ATIŞ SERBEST VURGUN!’’
İşte duymak istediğim tamda buydu. Beklediğim en güzel, en şerefli cümle.
Kulağımdaki kulaklığı tekrar aktif hale getirdim. ‘’ Hepiniz beni iyi dinleyin! Yankı ve lazer! İyi bir yere yuvalanın! Gözünüz üzerlerinde olsun. Her ne olursa olsun yerinizden milim kıpırdamıyorsunuz! Fırtına ve Atmaca siz sağdan! Çatapat ve joker! Siz soldan gideceksiniz. Sizler dikkatlerini dağıtırken bende, çocuğu çıkaracağım. Sessizce sızıyoruz gençler. Allah ne verdiyse girişiyoruz. Dikkatli olun. Rabbim yanımızda yardımcımız olsun.’’
Hep bir ağızdan ‘AMİN’ dediklerini işittim. Herkes, her şey hazırdı. Keskin nişancılar yerlerinde, sağdakiler sağa, soldakiler sola doğru ufak adımlarla giderken bende gizlenerek çocuğa en yakın yere kadar geldim.
Yüzü, gözü kan içindeydi çocuğun. Yeni olmadığı her halinden belli olan morluklar yüzünde yer etmişti. Oldukça zayıftı. Olduğu yerde sanki mümkünmüş gibi daha da ufalmış, ellerini ayaklarını bir arada toplamıştı. Başı önünde, ağladığını gizlemeye çalışır bir vaziyetteydi. Küçük hıçkırıklarının arasından ‘’ Anne! Anne, korkuyorum!’’ diye yakarışlarını dudaklarının kıpırdayışından okuyabiliyordum.
‘’Herkes hazır mı?’’
Her birinden olumlu cevap geldiğinde, ‘’Yankı! İlk atış sende! Sonrası devam.’’
‘’Emredersiniz komutanım!’’
İlk kurşun isabet ve sonrası tam bir karmaşa. Tabi onlar açısından!
Küçük kız, gelen silah sesleri sonrası kafasını kaldırmış şaşkın bakışlarını etrafında gezdiriyordu. ‘’Yankı! Koru beni!’’ Hızla etrafımı kontrol ettim ve bulunduğum yerden ayrılıp kız çocuğunun yanına koştum. Beni gördüğünde ufak bir çığlık kaçtı dudaklarından.
‘’Gelme!’’ dedi sayıklarcasına. Elleri arkasında geri geri gitmeye çalıştı. O ufacık kollarının daha çok yaralanmasını umursamadı o an yada akıl edemedi..
‘’Korkma! Bak biz sizi kurtarmaya geldik!’’ hem adım adım yaklaşıyordum, hem de bir şekilde sakinleşmesi için uğraşıyordum. İlk önce, olduğu yerde durdu. Tam gözlerimin içine baktı. ‘’ Siz!’’ dedi. ‘’ Siz, iyi insanlar mısınız? Bizi dövmeyeceksiniz değil mi?’’ Kız çocuğunun ağzından çıkan her bir kelime daha da çok hırslanmama sebep oluyordu.
Kulaklıktan sesler gelmeye başlayınca, dinlemeye başladım. Sayıyorlardı belli ki indirdikleri her leşi. En son Taner’in sesi duyuldu. ‘’On dört ve son komutanım! Etraf bayram temizliği!’’
Güzel haberi almış olmamım mutluluğu ile, ‘’ Aferin çocuklar! Siz çöpleri torbalayın meydanda görüşürüz!’’
Dizlerimin üzerine çöktüm. ‘’ Sence ben kötü birine benziyor muyum?’’ Bir süre düşündü. Üzerimdeki askeri kamuflajı inceledi. Göğsümdeki ay yıldızı görünce birden ayağa kalktı. Küçücük parmağıyla işaret etti; ‘’ Bayrak mı o? Hani bizim bayrağımız!’’
Sol göğsümde taşıdığımız şanlı bayrağımız dikkatini çekmişti demek ufaklığın. Küçük bir baş hareketi ile onayladım onu. ‘’ Evet, bayrak o. Daha yakından bakmak ister misin?’’
Tek ayağında olan ayakkabısının ucuyla yere kendince şekiller çizmeye başladı. Korku yerini utangaçlığa bırakmıştı sanırım.
‘’Gel, bak!’’ dedim. ‘’Sonrada seni annene götürelim olur mu?’’
Anne lafını duyunca gözleri parladı ve koşar adım yanıma geldi. Bir anda öyle bir sıkı sarıldı ki. Şaşırsam da belli etmedim. Hemen kucağıma alarak ayağa kalktım. ‘’Arkadaki gülen abiler de senin gibi iyi mi abla?’’
O söyleyene kadar, timdekilerin arkamızda olduğunu fark etmemiştim bile.
‘’Siz, hayırdır? Ben size meydanda buluşalım demedim mi? Ne işiniz var burada?’’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |