
Çaresizlik neydi? İnsanın kendisini tek bir olayla bile, bu kadar çaresiz hissetmesi normal miydi?
Başıma gelebilecek her şeyi, her düşünceyi kabullenerek gelmiştim halbuki buraya. Bu yaşıma kadar o kadar çok olay yaşamış, o kadar çok kayıp vermiştim ki! Artık bazı duygular işlemez olmuştu benliğime. Ancak bu farklıydı! Farklı ama çok tanıdık! Henüz on beş yaşımdayken, Ayla ablamda da benzer şeyleri yaşamıştım. İki farklı olay, benzer acılar.
Hala daha elimde olan mektubu, iç sıkıntımla birlikte yavaşça masamın üstüne bıraktım. Ağladığımı bile yanağımdan aşağı süzülen ıslaklıkla fark ettim. İçimde hissettiğim çaresizlik beni yavaş yavaş içine çekiyordu. Bülent yüzbaşıdan kalan bu mektup bile bir sorumluluktu. Bu saate kadar, bu kadar derinden hissetmemiştim halbuki. Evet, zordu, acıydı, canımız yanmıştı ama şehit bir yüzbaşının ölmeden önceki son kelimelerini duygularını bilmek gerçekten çok derinden sarsmıştı beni.
Odanın içerisinde bir ileri, bir geri yürüyor ama ne düşündüğümü bile bilmiyordum. Kafamın içi hem çok dolu hem de bir o kadar boştu. Nefesim sıklaşıyor, ellerim titriyordu ve ben boğuluyormuş gibi hissediyordum. Bulunduğum yerde sanki hiç hava kalmamışçasına adımlarım pencerenin önüne ilerledi. Yavaştan akşam olmaya başlamış, kasvetli olan hava gün batımında daha bir boğuculuğa ulaşmıştı yada ben öyle hissediyordum. Ağır hareketlerle pencereyi açtığımda içeriye dolan soğuk hava nefes almamı sağladı. Normalde üşümem gerekmez miydi! Ben, şuan soğuğu bile hissetmiyordum. Bahçeye bakındım bir süre. Etrafta dolaşan askerlerin yanı sıra bir grubun antrenman yaptığını gördüm. İşte bu beni birazda olsa kendime getirdi. Amacımın ne olduğunu, ne için burada olduğumu en önemlisi de bana emanet edilen timimi unutmamam gerekliydi. İstemsizce dudaklarımdan döküldü kelimeler bir bir. ‘’ Size söz veriyorum, komutanım. Geride bıraktığınız emanetlerinize kanımın son damlasına kadar sahip çıkıp, onlara bir aile olacağıma, her türlü dertlerinde, sıkıntılarında yanlarında olacağıma SÖZ VERİYORUM.’’
**
Kendimi biraz daha iyi hissettiğimde, aşık olduğum üniformamı giymiştim. Aynanın karşısında bir süre kendimi inceledim. Damarlarımdaki kanın bana daha bir güç verdiğini hissediyordum her seferinde. Sol kolumda bulunun bayrağıma parmak uçlarımla dokundum. İncitmekten korkarcasına bir dokunuştu bu. Narin ama bir o kadar da aşk dolu.
Bakışlarım kolumdaki saate kaydı. Akşam yemeği saati olduğunu görünce, canım istemese de çıktığım odanın kapısını kilitleyip yemekhaneye doğru ilerlemeye başladım.
Koridorda ilerlerken yankılanan adım seslerim, kafamın içindeki düşünceleri anlatıyordu sanki. Bir alt katta olan yemekhanenin kapısına geldim. O kadar çok ses geliyordu ki, İçeride kalabalık bir ortam olduğu belliydi. Tabak, çanak seslerine karışmış sandalye ve insan sesleri.
İçeriye doğru bir adım attım. Sanki az önce onca ses bu ortamdan çıkmıyormuşçasına herkes sus pus olmuştu. Çoğu beni tanımadığı için anlamaz gözlerle bakıyor, rütbemi gördüklerinde hızla ayağa kalkıyorlardı. İçeride bulunan herkese hitaben ‘’ Rahat olun ve afiyet olsun’’ dedim. Hepsi bir ağızdan, ‘’Sağol’’ dedikten sonra kaldıkları yerden devam ettiler.
Etrafı bir süre izledikten sonra, Timimin olduğu masayı görünce oraya doğru ilerledim. Hem ilerliyor hem de herkeste tek tek bakışlarımı gezdiriyordum. Anlamlandıramadığım bir ifade vardı suratlarında. Sanki şaşırmış gibilerdi.
Ne yani ben insan değil miydim(!) Acıkmış olamaz mıydım(!)
Masaya ilerleyip, önde boş olan sandalyeyi çekip oturdum. Az önce benim yaptığım gibi şimdi de onlar beni göz hapsine almış, sessizce bakıyorlardı.
‘’Devam edin gençler. Yemeğinizi bölmek istemem.’’
Hepsi birden, sanki benim izin vermemi bekliyormuş gibi yemeklerine devam ettiler. Kısa süre sonra, başka bir asker benimde yemeğimi getirince, ne kadar canım istemese de bende başladım yemeye.
Yemekler yendikten sonra, ‘’ aranızda çömez hanginiz’’ diye bir soru yönelttim. Hiç biri benden bu soruyu beklemiyormuş gibi birbirine baktı. En son herkesin kafası tek bir noktada durunca oraya baktım.
Çömez olduğu onaylanan kişi, sabah bana bahçede laf atan askerden başkası değildi. Yalnız bir problem vardı! İsminin Gencal olduğunu öğrendiğim askerin bakışları, sabahki neşeli ve oyunbaz haliyle hiç alakası yoktu. Sanki söylemek istediği çok şey varmışta, susuyormuş gibi.
Olduğu yerde kıpırdanınca ‘’Gencal’’ dedim. Şöyle bir göz gezdirip masada sekiz kişi olduğumuzu sayınca ‘’ sana zahmet sekiz tane çay alıp gelir misin?’’
Pek istekli bir şekilde olmasa da, emir demiri kesti ve Gencal elinde sekiz çayla geri döndü. Yemekhanede kimsenin kalmayışını fırsat bilip, konuşmak istiyordum her biriyle. İçinde bulunduğumuz durum gerilmeme sebep oluyordu.
‘’Gençler!’’ diye seslendim bir süre sonra. Herkesin gözü masanın üzerindeki çay dolu bardakta olsa da, hiç birinin tek yudum dahi almadığı ortadaydı. ‘’Hepiniz bir aradayken konuşmak istiyorum. Konuşacağımız çok zaman olacaktır ama bizim ilk önce aramızdaki şu görünmez iple oluşan gerginliği bir çözmemiz lazım! Otuz yıllık hayatımda, çok şey gördüm, çok şey yaşadım. Bunların bir çoğu canımı çok yaktı. O kadar ki, toparlanmakta ciddi zorlandım. Ancak, mecburdum toparlanmaya! Mecburdum ayakta olmaya! Mecburdum o maskeyi suratıma takmaya!’’
Konuşmaya ilk başladığım noktada hiçbirinin yüzüne bakmadım. Gerçekten ne hissettiğimi anlasınlar istedim ki, şu noktada bakışlarımı dolaştırdığımda az da olsa başarılı olmuş gibi duruyordu. Hepsi bir şekilde dinliyordu beni. Derin bir nefes aldım ve konuşmaya devam ettim.
‘’Sizler, her biriniz birer kahramansınız. Bu tim, birbirinize bağlı olmanız bunun en güzel örneği. Şehidimiz, sizler için ne kadar değerliydi farkındayım.’’ O an beklediğim tepki, dikkat etmesem duyamayacağım bir ses tonu ile Gencal’ dan geldi. ‘’ Komutanımız, bize aile olmayı öğretti, o bizim için çok farklıydı’’ dedi.
Ufacık bir an gözlerimi kapattım. Öyle ince bir noktadaydım ki, en ufak bir ayrıntıda ya kaybedecek, ya da kazanabilecek kadar ince olan bir nokta. İçimde volkanlar patlıyordu ama ben bir şekilde susuyordum. Sesimde oluşacak olan titremeyi elimden geldiğince önlemeye çalıştım.
‘’Ben, ben biliyorum! Komutanınızın sizin için ne kadar değerli olduğunu! Onun yerini asla alamayacağımı da biliyorum ve bunu unutmayın ki, öyle bir niyetimde yok! Ancak… onun geride bıraktığı aileyi korumak için elimden gelen her şeyi yapacağımı da unutmayın. Sizden istediğim, sadece biraz güven ve zaman!’’
Sözlerim bittikten sonra, oturduğum sandalyeyi hafifçe geri ittirip kalktım. Herkesin bir düşünmeye ihtiyacı vardı ve ben bu zamanı hem onlara hem kendime tanıyacaktım.
**
Boş boş geçirdiğim zamanlardan her zaman nefret eden biri olmuşumdur ve bu benim bugün geçirdiğim bilmem kaçıncı boş saatim. Bir an önce sabah olmalı ve ben kafamı meşgul edecek olaylar bulmalıydım kendime. Düşüncelerimi bölen tıklatılan kapım ve benim ‘gir’ cevabım oldu. Kapı ağır ağır açıldıkça, bunun timden Taner olduğunu gördüm.
‘’Komutanım, müsait misiniz?’’
‘’Gel Taner. Bir sorun yok umarım?’’
‘’Var mı, Yok mu pek emin değilim ama konuşmamız gereken bir durum var!’’
‘’ Otur şöylede konuşalım o zaman’’
Hemen önümde bulunan koltuklardan birine oturdu. Yüzünde, sanki vereceğim tepkiyi beklermişçesine tedirgin bir ifade vardı. Birkaç saniye boyunca, varlığını şuan fark ettiğim elindeki kutuyla oynadı. Sonra tam lafa gireceği sıra, masanın üzerindeki mektubu gördü. Gözlerinden geçen dalgalanmaya an be an şahit oldum. Farkında olduğu şeyin doğruluğunu anlamak adına sormak istiyor ama soramıyor gibi bir ifade vardı suratında.
‘’ Taner!’’ diye seslendiğimde odak noktası haline geldim. Oturduğu yerden bir mektuba bir bana baktı.
‘’Sor!’’ dedim. ‘’ Çekinme! Sen ki bir üsteğmensin. O önünüzdeki mektubu Bülent yüzbaşı mı yazmış diye sorabilirsin bence Taner!’’
‘’Estağfurullah komutanım!’’
‘’Tamam! Mademki sen sormuyorsun, ben söyleyeyim o zaman. Evet… Bülent yüzbaşı tarafından yazılmış bir mektup o. İçerisinde o ve onun çevresinde gelişen her olay hakkında bilgi var. Demem o ki, sizleri onun ağzından dinledim!‘’
‘’Biliyorum komutanım! Nereden olduğunu sormayın açıklayamam ama sadece şunu söyleyebilirim, yemekhanede yaptığınız konuşma sonrasında yanınıza gelme kararı aldım. Bülent yüzbaşı benimle görev öncesi konuştuğunda, ‘doğru zaman olduğunu anladığın bir vakit gelecek ve sen, o zaman bu emaneti olması gereken yere teslim edeceksin’ demişti. O zaman anlamamıştım ne demek istediğini ama şimdi anlıyorum. Bu artık sizin.’’ diyerek elindeki kutuyla birlikte ayağa kalktı. Masanın üzerine doğru eğildi ve elindeki kutuyu tam mektubun yanına bıraktı.
Ortalık hepten karışmış durumdaydı şuan. Oturduğum yerde masanın sağ tarafında henüz acısı içimden çıkmayan bir mektup. Sol tarafında ise içerisinde ne olduğunu zerre bilmediğim bir kutu. Sanırım bundan sonraki yaşantımda artık hiçbir şey beni daha fazla şaşırtamayacaktı. Masanın önünde dikilen Taner’le bakışlarımız birleşti.
‘’ Zorlandığınızın farkındayım komutanım ama siz başarırsınız, bunu yüzünüze bakan herkes anlar. Şimdi müsaadenizle ‘’ dedi ve gitti.
**
Masamın üzerinde duran manevi ağırlığı aynı, maddesel ağırlığı farklı olan, aynı kişiye ait iki farkı nesne!
Yaklaşık yarım saattir yani Taner odadan çıktı çıkalı bakıştığım kutuyu ellerimin arasına aldım. Sanki böyle yapınca farklı olan bir şeyler olacakmış gibi!
Bir gayret! Son bir gayret! Diye diye yavaşça araladım kutunun kapağını. Ancak gördüklerim, umduğumun aksine çok farklıydı.
Dörde katlanmış bir kağıt, onun hemen altındaysa ilk bakışta manevi bir değeri olduğu belli bir olan nesne.
‘İlk önce kağıt’ diye düşündüm ve açtım. Tıpkı bu gün olduğu gibi yine ufak bir mektup karşıladı beni.
Selam!
Yine ben! Gerçi sana bıraktığım diğer mektubu ne zaman buldun tam bilmiyorum ama eğer şuan bu kutu eline geçtiyse çok bir zaman olmasa gerek diye düşünüyorum.
Tam da düşündüğüm gibi birisin biliyor musun? Ha, bu arada bu kadar samimi tarzda konuşuyorum diye sakın yanlış anlama. Sonuçta ben artık yokum! Öyle değil mi?
Taner’ e, doğru zamanı anladığında ver diye bıraktığım emanetlerim senin elindeyse, ben güzel bir yer ve güzel bir konumdayım demektir.
Daha önceden de bahsettiğim gibi ben yetimhanenin o soğuk duvarları arasında büyümüş biri olarak tek ailemi, askerlerimi önce Allaha sonra sana emanet ediyorum. Bundan iki sene önce topluca çarşıya çıktığımız bir gün, sarrafın birinin camında asılı yedi yapraklı yonca dikkatimi çekti. Eminim şuan sende düşünüyorsun yedi yapraklı yonca mı olur diye. Ancak oluyormuş işte.
Karargaha gelmeden hemen önce bir kafede oturduğumuzda, kimseye belli etmeden ne anlama geldiğini araştırmıştım. Sonuçta o yedi yapraklı bir yoncaydı ve farklıydı!
İnanışa göre, birinci yaprak ümit, ikinci yaprak iman, üçüncü yaprak sevgi , şans, mutluluk, para olarak yaprak sayısı arttıkça devam ediyordu.
Bizler imanımızın yolunda ümitlerimizi hiç kaybetmeden sevgi ve saygımızla bu yolda ilerleyen arkadaşlardık. Bizi ifade eden en güzel semboldü belki de bu. Beni orada beklemelerini söyleyerek hızla ilerledim yoncayı gördüğüm sarrafa. İçeri girdiğimde tam yedi tane yonca yaprağı istediğimi söyledim. Satıcı başta şaşırsa da istediğim her bir yonca yaprağının timimde bulunan bir askeri ifade ettiğini söylediğimde daha bir hevesle yaptı.
O gün bu gündür, tam iki senedir o yonca yaprakları künyelerimizin zincirinde takılı durur ve bir araya geldiğinde tek bir yoncayı oluşturarak bizi temsil ederdi. Ta ki şu zamana kadar!
Benim olan artık senindir komutanım! Benim yerime o kutuda gördüğün yonca yaprağını künyene takarsan inan çok mutlu olurum. Göremem zannetme! Ben hissederim! Ve emin olduğum diğer bir nokta ise, bu yoncayı sende görenler, benim ne demek istediğimi anlayacak ve ona göre davranacaktır!
Emin ol ki, bu artık son. Bundan başka ne bir mektup ne de bir emanet var. Geride ismimin anılmasıyla bıraktıklarım en güzel emanetlerimdir benim. Hakkınızı helal edin komutanım. Varsa benden yana da helal olsun…
Son defa Yüzbaşı Bülent BOZOK
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |