
Yaşanan her şey bir bir önümde canlanıyordu. Tıpkı bir film şeridi gibi dönüp duruyor ama ben doğruluğunu sorgulayan beynime kocaman bir küfür sallıyordum.
Sanki bedenim beynimle iletişimini kesmiş gibiydi. Karşımda gördüğüm adamlar hayal olamayacak kadar gerçekçi bir şekilde masada oturuyor ve bana bakıyordu.
Bazı zamanlar hani kaçmak, yok olmak istersin ya, işte şuan tam da o konumdaydım. Kaçmak istemem korktuğumdan falan değil yanlış anlaşılma olmasın! Tamamen vereceğim hesap yüzünden. Gerçekliğine emin olduğum şey; Tuğra Yüzbaşının, albaya hiçbir şey anlatmamış olmasıydı. Bu da demek oluyor ki, her ne yapacaksa kendisi yapacak ve belli ki canıma okuyacaktı.
Gözlerimizin buluştuğu nokta tam bir kör karanlık gibiydi. Ne o bir şey söylüyor ne de ben ağzımı açıp tek kelime edebiliyordum.
Gerçek yada değil tam emin olamasam da, dudağının bir köşesinin yukarı doğru kıvrılışını görmüş olabilirim mesela.
Sadece kısa bir an ( onların maslarının yanından geçene kadar olan zaman dilimi), yüzümü sanki iğrenç tatta bir şey yemiş gibi ekşiterek geçtim. Kendi timimin bulunduğu masaya geçerek oturdum. Bugün kahvaltıda albayın olmayışı dikkatimi çeken diğer bir nokta olmuş olsa da, masadakilere tek tek göz attığımda iki kişi daha eksikti.
Herkes bir şekilde önündeki kahvaltısıyla ilgileniyor gibi dursa da, yüzlerindeki durgunluk ,önlerindeki zeytin ve peyniri bir ileri bir geri iteklemelerinden bir şey olduğu belliydi. Zira şimdiye kadar hiç birini bu kadar durgun bir şekilde görmemiştim.
‘’ Hayırdır! İki kişi fire vermişiz bugün? Nerede olduklarını söylemek isteyen var mı aranızda?’’
Bakışları kısa bir an beni bulsa da, sanki hiç sesim çıkmamış onlarda duymamıştı. Her zamanki gibi yine ve sadece Gencal suratıma bakıp duruyor ama konuşmuyordu. Sanki söylemekle söylememek arasında kalmış gibi bir hali vardı.
‘’Anlaşıldı!’’ dedim. ‘’ Madem öyle, Taner! Sen anlat neler dönüyor burada?’’
Ben insan gibi dertlerini sormuştum ama onlar anlatmamışlardı. Durumun bu noktaya gelmesini bir şekilde onlar istemişlerdi.
‘’Hala bekliyorum yankı!’’
‘’Komutanım! Bu mesele… Nasıl desem… Biraz özel! O yüzden bu masada oturan kime sorarsanız sorunuza cevap vermeyecektir. Bize sormak yerine Mustafa Albaydan öğrenebilirsiniz. Onun her şeyden haberi var.’’
Bir Albay olarak her şeyden haberdar olması tabi ki gerekliydi. Ancak bende burada bostan korkuluğu değildim sonuçta. Tim komutanı olarak her şeyden ilk önce benim haberim olması gerekmez miydi? Yine de düşüncelerimi içime gömüp, kısa bir an için o şekilde hareket ettim.
‘’Öyle olsun yankı!’’
Tim arasında ‘özel’ denecek şekilde nitelendirilmesi biraz canımı sıkmış olsa da, öğrenemeyeceğim bir şey olmadığından dolayı sadece üç kelime ettim. Nasıl olsa bu konu burada kalmayacak ve ben bu kadar özel olan şeyin ne olduğunu öğrenecektim.
Oturmuş olduğum sandalyeyi, bütün yemekhanenin içerisinde duyulacak şekilde sesli olarak geriye iterek kalktım.
‘’Görüyorum ki, her biriniz kondisyondan düşmüşsünüz! O yüzden ben yanınıza gelene kadar elli tur tam teçhizat bir koşun! Baktınız gelmiyorum yüz şınav, yüz mekik devam edin. Ben elbet bir noktada yakalarım sizi!’’
O kulak tırmalayıcı sesi tekrar ve isteyerek çıkartıp sandalyemi masaya yerleştirdim. Tam gitmek için arkamı dönmüştüm ki, aklıma geleni onlara da hatırlatmak için masaya geri döndüm.
‘’Ha!’’ dedim uzatarak. ‘’ Nasıl olsa yanımızda yok, biz bunu uyuturuz zannediyorsanız… Çok büyük yanılırsınız bilginiz olsun. Döktüğünüz terden, neyi ne kadar yaptığınızı anlayabilecek kadar çok tekrar ettim size verdiğim görevi. Bu böyle neyin nesi demeyin, belki böylelikle komutanınızdan bir şey saklamamınız gerektiğini azda olsa anlamış olursunuz! Haydi gençler, sizlere kolay gelsin!’’
Adımlarım hızlı, başım dik olarak tam yemekhanenin çıkışına yaklaştığım sıra, solda kalanlarla kısa bir an bakıştık. Onlar hala daha benim varlığımı kabullenmeye çalışır gibi bakarken, ben onlara az önce de yaşadığım ufak gerilimden sonra adeta bir böcekmiş gibi bakarak geçip gittim.
Bir üst kata albayın odasına geldiğimde, kapıda kimsenin olmayışı dikkatimi çekse de takılmadan kapıyı çaldım. Birkaç saniye sessizlikten sonra içeriden gelen komutla odaya girdim.
‘’ Yüzbaşı Gece SOYKAN. Bir maruzatım var komutanım!’’ O ana kadar fark etmediğim bakışlarla karşılaşınca şaşırsam da, ufak bir duraksayıp bakışlarımı albay’ a doğru çevirdim.
‘’ Gel, otur şöyle Gece Yüzbaşı. Bizde tam Tuğra ile sizin olaylardan bahsediyorduk!
Bilmediğim, hatta haberimin dahi olmadığı bizim olaylar! İşin daha karmaşık yanı, bu olay her ne ise Tuğra Yüzbaşı ile konuşuluyor olmasıydı. Albayın karşısı, Tuğra Yüzbaşının solunda kalan koltuğa yavaş hareketlerle oturdum. İçimde oluşan karmaşıklıkla elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmış olsam da, son karar dizlerimin üzerinde birleştirdim. Albay masanın üzerinde ellerini kenetlemiş, bir Tuğra Yüzbaşıya bir bana bakıyor ama nedense o da susuyordu. Sanki konuya nereden girmesi gerektiğini bilmiyor, zaman yaratmaya çalışıyordu kendine.
Duramadım daha fazla. Bu sinir bozucu sessizlik, çok bile uzayıp gitmişti.
‘’ Komutanım! Timimle alakalı bir şeyler olmuş ama benim haberim bile yok! Eksiklerin nerede olduğunu sorduğumda, konunun özel olduğu ve sizin haberiniz dahilinde olduğu söyleniyor.’’ Derin bir nefes alıp, duyacaklarıma hazırladım kendimi. ‘’ Olay tam olarak nedir komutanım? Daha doğrusu, tim komutanından saklanacak kadar özel olan konu nedir?’’
Ellerimle dizlerimi sıka sıka yapıyordum o an bu konuşmayı. Her an içimden fırlamayı bekleyen bir canavar varmışta, onu frenlemeye çalışıyormuş gibi…
Odadaki herkes farkındaydı. Tuğra Yüzbaşı’nın, konuştuğum sırada birkaç kaçak bakışını yakalamıştım mesela. Tamda dizlerimin üzerinde olan ellerime kaymıştı bakışları.
Gergin olduğum zamanlarda, eğer ki karşımdaki kişiye patlayamayacak durumdaysam çok sık yaptığım bir hareketti bu. Bilenler bilir, bilmeyenlerde sanki sorunluymuşum gibi bakardı. Tıpkı şuan sol tarafımda oturan yüzbaşının da yaptığı gibi.
‘’Yüzbaşı Soykan! Öncelikle sakin olmanı tavsiye ederim.’’ dediğinde albay, bacaklarımın üstündeki ellerimi yumruk yaparak kendime doğru çektim. ‘’ Sorduğun soruya gelecek olursak… Aslında verdiğin tepki aşırı diyemem. Sonuçta bir komutan olarak icazet beklemen normal. Ancak, normal insanlarla karşı karşıyaysan!’’
Pür dikkat izlediğim albayın bakışları ilk Tuğra Yüzbaşı’ya, oradan da odada bir tur atıp tekrar bana döndü.
‘’Biliyorsun ki, bulunduğun tim… Yara almış, yaralanmış bir tim. Bizim meslekte kayıp vermek, dışarıdaki kişilere göre alışıldık bir durum olsa da aslında öyle değildir. Bunu ancak bizler biliriz. Bu konuları daha önce konuştuğumuz için tekrarlamayacağım. Ancak bilmeni tekrar ve tekrar isterim ki, bu kadar kısa bir sürenin üstüne senin gelmeni hemen kabullenmeyeceklerdir. Yine de şuan bulunduğumuz durumda olmamayı isterdim. Her neyse! Konuya dönecek olursak, Atilla’ya gece geç saatlerde acil bir telefon geldi. Bu telefon Atilla’ya gelen ilk telefon değildi. Görünüşe göre de son olmayacak. Bundan dolayıdır ki bende dahil, çoğu kişi konuya hakim. Atilla gelip bana durumu anlattı ve izin aldı. Her ne kadar yalnız gitmemesini söylesem de dinlemedi ve Tekirdağ’ a gitti. Annesi yaralanmış ve durumu biraz ciddiymiş. İşin en acı tarafı da bunu yapanın maalesef ki babası oluşu! Anlayacağın, timindekilerin sana ‘özel’ olarak belirttikleri şey, ailesel bir konu olduğu içindir muhakkak.’’
Kaşlarım yüzüme sabit olmasalar, sanırım saç diplerime kadar ilerlemiş olurdu. Her birine ait dosyayı az çok incelemiştim ama ailesel detaylar yazılmadığından, olaylardan bir haberdim maalesef. Her insanın kendine ait acı yada tatlı bir hayatı vardı. Demek ki Atilla’nın da özeli buydu.
‘’Peki komutanım, sizin de dediğiniz gibi olaylara hakimiyetiniz doğal olarak benden daha fazla. Nasıl desem… Babası ne kadar ileri gitmiş, annesi şuan ne durumda yada en önemlisi Atilla bu ruh haliyle nasıl yaklaşır olaylara?’’
Önemli olan asıl soru şuan için Atilla’nın yaklaşımıydı. O hırs ve sinirle nasıl bir adama dönüşürdü. İlk kez beraber çarşıya çıktığımızda yaşadığımız olay geldi biran gözlerimin önüne. Atilla’nın masadan hızla kalkışı, ‘’Vuramaz! O adam, o kadına vuramaz!’’ diye haykırışı. Demek ki olayın altında yatan asıl sebep buymuş. Kendi yarasının olduğu yerden, başkası da yaralansın istememiş.
Yaşanması muhtemel olaylar, bir bir geçti gözlerimin önünden. Oturduğum koltukta kendime geldiğimde, Mustafa Albay ve Tuğra Yüzbaşı konuşuyorlardı ama benim onların konuşmasını bekleyecek kadar vaktim yoktu.
‘’ Komutanım!’’
Sesim, istemeden oldukça yüksek çıkmıştı. ‘’Kusura bakmayın ancak Atilla’yı aradınız mı? Yada o sizi aradı mı?’’ Albayın bakışları masanın üzerindeki telefonuna kayınca derin bir nefes aldı ve başını olumsuz anlamda salladı.
‘’ Aslını sorarsan… Sen odaya girene kadar sürekli aradım. Hatta Tuğrayı buraya çağırma amacımda buydu. Onun, ulaşabilmiş olmasını ummuştum fakat o da olumsuz sonuçlandı. Hazır aklıma gelmişken tekrar deneyeyim.’’ Diyerek telefonuna uzandı. Kısa birkaç uğraş sonucu hoparlöre aldığı belli olan arama çalmaya başladı.
Çaldı… Çaldı… Çaldı… Aralıksız neredeyse kırk saniye kadar çaldı. Mustafa Albay, tam kapatma tuşuna basarken titrek bir ses doldu hepimizin kulaklarına.
‘’A…Alo!’’
Duyduğum kısa, titrek ve bir o kadar korkak çıkan ses bir kadına aitti. İstemsizce oturduğum koltukta biraz daha öne geldim.
‘’Alo, sesim geliyor mu acaba? Kiminle görüşüyorum?’’
Nefes sesine karışmış çok fazla ses geliyordu karşı taraftan.
‘’Şey… E…Evet! Sesiniz geliyor. Siz, abimin komutanısınız sanırım! Ben Bi…Birce.’’
Kız kardeşi olduğunu öğrendiğimiz kızın hıçkırıklarına karışık ağlama sesi, hepimizi ayrı bir telaşlandırmıştı. Tuğra Yüzbaşı, bir hışım albayın masasının yanına gitmiş, sanki olduğu yerden bir şey yapabilecekmiş gibi sabırsız hareketlerle bekliyordu.
‘’Evet, Birce. Ben Albay Mustafa Çelik. Atilla yakınında mı acaba? Onunla görüşmem gereken bir konu vardı?’’
‘’Abim…Abim o adamı bulmaya gitti! Lütfen yardım edin albayım. Ben… ben çok korkuyorum. Ona bir şey olacak diye çok korkuyorum. O… O kadar hızlı gitti ki, telefonunu bile burada unutmuş. Lütfen… Lütfen bir şey yapın!’’
Bunlar Birce’nin ağzından çıkan son anlaşılır kelimeleri oldu. Sonrası hiç dinmeyen hıçkırıklar ve ağlayışlar. O orada ağladı, biz olduğumuz yerde çaresizlikten parçalara ayrıldık. Çaresizlik ne demek küçük yaşlarda öğrenen biri olarak, o kızın durumunu anlamak bana çokta zor gelmiyordu.
Mustafa Albay, telefonu kapatmadan kafamda planımı çoktan oluşturmuştum. Şuan için bilmeğim ise onunda aynı şeyleri düşünüyor oluşuydu.
‘’Yapacak tek şey var! Gece, hazırlan yola çık! Orada bizim deliye mukayyet ol! Her şeyden, bak altını çiziyorum ama her şeyden haberim olacak! Hiçbir ayrıntıyı atlamadan bana bildireceksin! Anlaşıldı mı?’’
‘’Emredersiniz komutanım! İzniniz olursa biran önce çıkmak isterim.’’
Albaydan aldığım izin doğrultusunda kapıya doğru ilerlerken arkadan gelen ses tüm dikkatimi dağıttı.
‘’Komutanım! Orada ne ile karşılaşılacağı tam belli değil ve bir gerçek var ki, ben Atilla’yı çok daha iyi tanıyorum. O yüzden müsaadenizle Gece Yüzbaşıya bende eşlik etmek isterim!’’
Elim, açmak üzere olduğum kapının kolunda bir müddet asılı kaldı. Yüzbaşının ne demek istediğini kavramaya çalışıyordum. O az önce benim oraya gittiğimde bir şey yapamayacak olduğumu mu anlatmaya çalışmıştı, yoksa benimle gelerek yardımcı olmak istediğini mi söylemişti?
Çatık kaşlarımla arkama döndüğümde, Mustafa Albay ilk önce bana sonrada Tuğra Yüzbaşıya baktı. Tek eliyle yüzünü sıvazladığında karar vermeye çalışır gibi duruyordu.
İlk olarak derin bir nefesi ciğerlerine çekti. Sağ elinin işaret parmağını masaya vurarak konuşmaya başladı.‘’ Bu normalde riskli biliyorsunuz. Acil bir durum söz konusu olacak olursa, seni hemen burada istiyorum Tuğra. Size üç gün izin ne yaparsınız bilmem ama olayları düzeltip hemen dönüyorsunuz! Anlaşıldı mı? Haa… Ayrıca timlerinizdekilere söyleyin olay, kargaşa istemiyorum. Canımı sıkmasınlar!’’
İkimizde aynı anda ‘’ Emredersiniz komutanım!’’ dedik ve odadan ayrıldık.
Henüz birkaç adım atmıştım ki arkamdan seslenen yüzbaşının sesiyle durmak zorunda kaldım.
‘’ Gece Yüzbaşı! Bir saniye lütfen!’’
Albayın odasına girerken orada olmayan ama ne hikmetse şuan sanki hiç ayrılmamış gibi olduğu yerde dikilen askerle konuşuyordu. Sessiz olduğunu sandığı cümlelerle bir şeyler söylüyor ve anladığım kadarıyla uyarıyordu. Daha fazla o tarafa bakmayı bırakıp önüme döndüm. Hemen yanımda bulunan duvara tek omzumu yaslayıp, konuşmasının bitmesini beklemeye başladım. Ayağımdaki postalların ucuyla zeminde bir ileri, bir geri hareket yaparken yanıma doğru yaklaştığını fark ettim.
‘’ Kusura bakmayın beklettim yüzbaşım!’’
‘’Sorun değil. Buyurun?’’
‘’Bende araç var. Sizin içinde uygunsa eve geçelim, oradan da hava alanına gideriz. Tabi sizde isterseniz. Sonuç olarak gideceğimiz yer aynı!’’
Kaşlarım olabildiğince yukarı çıktı. Neredeyse alnımı aşacak ve saç diplerimle bütünleşecekti. Bu yüzbaşının beni yakaladığı en yakın yerde hesap sorması gerekmiyor muydu? Bu kadar ılımlı davranması pek hayra alamet gelmese de, ‘’ Tabi ki yüzbaşım. Dediğiniz gibi yapalım ama ilk önce timin yanına uğrayıp bilgilendirme yapmam lazım. Size uyarsa on dakika sonra çıkabiliriz?’’
‘’Uygun yüzbaşım. Bende bilgi vereceğim zaten. On dakika sonra nizamiyenin önünde buluşalım.’’
Bu konuşmadan sonra herkes kendi timinin olduğu tarafa doğru ilerledi. Ben bahçeye doğru giderken, o kantinin olduğu tarafa ilerledi.
Benim asıl olayım buradakilerdi. Şimdi görecektik neler yaptıklarını. Bir farklılık yapıp binanın arka tarafından dolandım. Şimdiye kadar koşuyu bitirip şınav ve mekik hareketlerine geçmiş olmaları gerekiyordu. Tabi kaytardıklarını zannetmiyor iseler!
Binanın arkasından dolanırken gördüğüm birkaç asker, onları teftiş için geldiğimi zannedip içmekte oldukları sigaraları ya çaktırmamaya çalışıp ellerinden bir köşeye attılar yada arkalarına sakladıklarını zannettiler. Bu gibi olaylar askeriyede insanın başına çok gelirdi. Üstünü gördüğün halde o sigarayı elinde göstere göstere tutmak cesaret isterdi. Onlarda kuralları bildiğinden hemen çeki düzen vermeye çalışmışlardı ancak bilmedikleri şey şuan onların ellerindeki sigara için buralarda değildim. Verilen selamları alıp ilerlerken, bir anda durdum kendimi. Tehlikenin geçmiş olduğunu düşündükleri için kaldıkları yerden içmeye devam ediyorlardı.
‘’Asker!’’ diye seslendim. Sigaralarına kaldığı yerden oldukça güçlü asıldıklarını gördüğüm erlere hitaben. Sesimi duyduklarındaki yüzlerinde ve hareketlerinde oluşan panik duygusu takdire şayandı açıkçası ve ben yakalandıkları zaman onlarda oluşan bu panik hallerine oldum olası bayılıyordum. Belki de en komik fıkradan daha komik diye bile anlatabilirim.
‘’ Buyurun komutanım!’’ dedi yanlarında tek içici olmayan ama eşantiyon görevi yapan asker.
‘’Sen değil! Diğerlerine hitaben söylüyorum. Elinizdekileri görmedim sayıyorum fakat o yere attıklarınızı dönüşte burada görürsem, kendinizi nerede görmek istiyorsanız oradan yer ayırtın.’’
Hoşuma gidiyor dediysem bu göz yumacağımda anlamına gelmiyordu maalesef. Sonuçta herkes kendine düşen görevi yapmak zorundaydı. Doğal olarak timdekilerde benim onlara verdiğim ‘ufacıcık ve kolay ’ görevi burada harcadığım zaman içerisinde yerine getirmiş olmaları gerekiyordu.
***
İlerledikçe artan sesler neler olduğunun göstergesiydi. Tamda onlardan beklediğim şekildeydiler şuan. Üzerlerindeki asker yeşili kısa kollular terden koyu kına rengini almış, suratları kırmızının bordoya çalan bir tonuydu. Her biri yerde oturmuş soluklanırken kendi aralarında konuşuyorlardı. Benim geldiğim yönün tam aksi yönüne dönmüşlerdi ki akıllarınca beni gördüklerinde susacak ve hiçbir şey yokmuş gibi devam edeceklerdi sanırım. İstediklerini onlara veremediğim için nasıl üzgün olduğumu tahmin edebilirsiniz!
‘’Bir daha, ne bok yerseniz yiyin buna bende dahil, komutandan bir şey saklayacak olursanız hemen öterim. Haberiniz olsun! Bu ne kardeşim canım çıktı. Sizin yediğiniz bokların ceremesini niye ben çekeyim!’’
‘’Gencal! Bence sus tamam mı abicim! Yoksa yorgun falan dinlemem kalkar bir tane çakarım sana buradan.’’
Taner bile bu şekilde bir laf edebildiğine göre cidden yorulmuş demektiler.
Şuan aramızda bir metre gibi mesafe vardı fakat onlar benim arkalarında olduğumu bilmeden konuşmaya devam ediyorlardı.
‘’ Ooo gençler! Birer kahve göndereyim mi yeriniz rahat sanırım!’’
Benim konuşmamla kendilerine gelenler bir bir ayağa kalkarken tek oturan Gencal’ di.
‘’Artık ne kadar yorulduysam serap görmeye başladım biliyor musunuz? Komutan görünürde yok ama ben sesini duyuyorum. Kadın ne kadar içime işlediyse!’’
Hiçbir şeye değildi ama o kadın lafına takılıp ona cezalardan ceza vermem gerekti. Ayakta hemen yanında dikilen Gökhan ayağı ile onu ne kadar dürterse dürtsün bir türlü anlamıyordu.
‘’Ne var oğlum ne diye dürteleyip duruyorsun. Resmen delik açtın mabadıma!’’ Bu sefer kafasını eğdiği yerden kaldırmayı akıl etmiş olmalı ki arkasına bakmadan sağını solunu kontrol etmişti. ‘’ Hem’’ dedi. ‘’ Hem siz neden ayaktasınız? İnci gibi dizilmişsiniz birde!’’
En sonunda dayanamayan Kaya oldu.
‘’Çok özür diliyorum ama sen nerenin angutusun acaba? Oğlum bir insan hiç mi sağına soluna bakmaz! Bir kaldır o koca kafanı da arkana bir bak arkana! Tekrardan çok özür dilerim komutanım!’’,
‘’ Ne!’’ dedi ve ayağa öyle bir kalkışı vardı ki nerdeyse tepetaklak yuvarlanacaktı.
‘’Komutanım! Siz… Eee… Neden ordasınız? Şey… Yani, hoş geldiniz de! Neden oradan geldiniz? Biz sizi bu taraftan bekliyorduk ama!’’
Tek kaşım kalkık, dediklerini anlamlandırmaya çalışır bir şekilde sadece suratına baktım. Düşündüklerimi uygulamaktan vaz geçip; ‘’Gencal!’’ dedim. ‘’Hiçbir şeyin değil de, O ağzından çıkan ‘ kadın’ kelimesinin hesabını dönüşte sana soracağım. Bu gününü mumla arayacaksın bilmiş ol ve kendini hazırla.’’
‘’Şey… Bir yere mi gidiyoruz komutanım! Görev emri falan mı geldi?’’
‘’ Siz değil! Ben ve Tuğra Yüzbaşı gidiyoruz ve siz burada ben dönene kadar uslu uslu duruyorsunuz! O zamana kadar, Taner! Emir komuta sende. Tek hata istemiyorum. Her şey nizami bir şekilde ilerlemeye devam edecek! Anlaşıldı mı?’’
Tek cümle o da ‘’Emredersiniz komutanım.’’ oldu.
Geldiğim gibi, yine binanın arka kısmından dolaşarak ilerledim. Bu sefer ortalıkta az önceki askerlerden eser yoktu. Kolumdaki saati kontrol ettiğimde, on dakikayı iki dakika geçtiğini fark etmemle adımlarımı hızlandırdım. Nizamiyenin orada bekleyen Tuğra Yüzbaşıyı bulunduğum yerden görünce, geç kalmışlığım biraz daha canımı sıktı ama sorun şuydu ki konu benimle alakalı değil tamamı ile geride bıraktığım kafadan sıyrık timimle alakalıydı.
Arkası dönük yüzbaşıya yaklaştıkça, sırt kısmının ne kadar iri olduğunu daha net gördüm. Gerçi sadece iri olan sırt kısmı değildi. Adam tamamı ile kocaman bir yapıya sahipti. Tam emin olmasam da boyunun bir doksan ve üstü olduğu kestirebiliyordum. Her şey bir yana gerçekçi olmak gerekirse gözleri adeta birer zehirdi.
İnsanı içine içine çeken birer zehir!
Elimde olsa şuan bu duygulardan çıkabilmek için kendime bir tokat atacak kıvama gelmiştim. İçine çekildiğimi hissettiğim duygular beni günaha sokacak pozisyona geliyordu yavaş yavaş. Peki, ben bu günaha girmeye hazır mıydım? İçimdeki coşkulu kız bayraklarını hemen havaya kaldırıp, avazı çıktığı kadar ‘’evet ‘’ diye bağırırken, sessiz sakin olan kız ‘’ yerine otur ve saçmalama’’ diyordu.
Ben bu yaşıma kadar hayatıma kolay kolay kimseyi almış biri değildim. İlk ve tek ilişkim üniversite zamanlarında yaşadığım bir boşluk hissi ile oluşmuş sonrası iki taraf içinde fiyaskoyla sonuçlanmıştı. O zamanlar karşımdaki toy, ben toy, saçma sapan bir şeyler yaşamaya çalışmış sonrası ortaklaşa kararımızla bitirmiş ama çok iyi iki dost olarak kalmayı başarmıştık. O da şu sıralar kıdemli bir üsteğmendi ve abimle beraber yurt dışı görevindeydiler. Seviyordum insanlarla karşılıklı muhabbet etmeyi, bir şeyler paylaşmayı ve tabi ki takılmayı. Sonuçta yapmış olduğum görevim oldukça ciddiyken ve ne zaman ne olacağını bilmeden yaşarken en azından bir parçada yaşadığından zevk almalı insan diye düşünenlerdenim bende.
‘’Kusura bakmayın yüzbaşım beklettim biraz, ufak bir pürüz vardı da.’’
Kısacık yola bir ömür düşünce sığdırmış biri olarak söylüyorum ki bu adam cidden fena kızlar!
Geldiğimi sesimden önce duymuş, omzunun üstünden başını yan çevirip, ‘’ Sorun değil, önden buyurun yüzbaşım! Araba kapının önünde.’’
Eliyle önden geçmem için bir hareket yaptı. Bende hem ona hem de nizamiyede dikilip bön bön bize bakan askerlere hitaben küçük bir baş hareketi yapıp önden ilerledim.
Kapının dışında bizi bekleyen araca doğru ilerleyip, sağ yolcu kapısını açarak oturdum. Tuğra Yüzbaşı şoför tarafının kapısını açtığında, elindeki telefonla konuştuğunu fark ettim. Hem koltuğa yerleşmeye çalışıyor hem de telefonda konuşuyordu.
‘’ Evet, hı hı, tamam. Evet, evet iki kişilik. Direkt uçuş yok diyorsunuz yani!’’ diyerek ufak bir göz teması kurdu benimle. Konuyu tam anlamasam da yolculukla alakalı olabileceğini ve onay vermem gerektiğini düşündüğüm için ufak bir baş sallamayla onayladım. Benden onayı alınca tekrar konuşmaya devam etti.
‘’ Tamam hanımefendi, iki saat sonrasına iki kişilik bilet istiyorum. İsimler, Tuğra Aktürkoğlu ve Gece Soykan. Evet, onaylıyorum. İyi günler.’’
Telefonu kapatınca aracın kontağını çevirip yola çıktı. Benim dikkatim hala daha hiç takılmadan yada sorma gereği duymadan ismimi soy adımla telaffuz etmesindeydi. Sanki uzunca bir süredir tanışıyormuşçasına takır takır, izinsiz onaysız dile getirmesi şaşırtmıştı açıkçası. İçimde kuduran kadın ‘ bak şekerim adımızı bile nasıl güzel söyledi!’ diye hoplarken, ben kendimi dizginlemek için ellerimle oynayıp duruyordum. Daha fazla dayanamadım,
‘’ Sanırım bilet işini hallettiniz yüzbaşım!’’
Başını bile çevirme gereği duymadan, ‘’ Evet, ufak bir sorun haricinde hallettim. Maalesef aktarma yapmak zorundayız, buradan direkt uçuş yok. O yüzden biraz yorucu olacak. İlk Ankara, oradan da aktarmayla İstanbul yapıp en son araç kiralayıp Tekirdağ’a geçeceğiz. Sizin için problem olur mu? demeyeceğim! Zira başka şansınızın olmadığını anlamışsınızdır sanıyorum!’’
Adam konuştu konuştu ve lafı gediğine sokup sustu resmen. Ne demek başka şansımın olmadığını anlamam lazımmış? Belki ben bütün bir yolu arabayla gitmek istiyorum! Belki benim uçak fobim var! Bu kendinden emin ve kendine güven duygusu tam olarak nereden geliyordu acaba?
Sonra iç sesim her zamanki gibi devreye girip susturmayı başardı beni. ‘ Nereden olacak kızım, operasyonda adama resmen dikleştin. Sen onu dinledin mi yada sordun mu? O sana niye sorsun? Sen dua et albaya bir şey demedi.’
Ne kadar sinirim bozulsa da içimdeki cadı maalesef haklıydı ve bana düşen yine her zamanki gibi susmaktı. Araba belli bir hızda giderken ne ondan ne de benden tek ses çıkmıyordu. O konuşacağını konuşmuş ve susmuş. Ben ise kabullenip oturduğum koltuğa adeta sinmiştim. Kısa bir süre daha ilerlemiştik ki, araba sessizliğin içerisinde tıpkı bizim gibi durdu.
‘’Yüzbaşım, sizin de duyduğunuz gibi ortalama iki saat sonra kalkacak bir uçağımız var. Yarım saat önce orda olsak bize yeteceğini hesaba katacak olursak…’’ sol kolundaki saati göz hizasında bir yerlere getirerek hesaplama yapmaya başladı. ‘’ Kırk beş dakika gibi bir zamanımız var. Buda hazırlanmak için yeterli sanırım. Zaten üç günlük iznin neredeyse on saati yollarda geçecek olduğundan çokta bir şeye ihtiyacımız yok. Yine burada buluşuruz!’’
Takılmayacaktım. Yada takılmamalıydım! Ancak şimdilik! Elbet bu konuşma şeklinin ve tavrının cezasını çekeceği zamanlarda gelecekti. Buna da ‘ Eyvallah’ dedim içimden.
‘’ Tamam yüzbaşım ancak kırk beş dakika fazla! Biz onu yarım saat yapalım işi garantiye alalım. Geç kalacağımıza orada bekleyelim.’’
Konuşmanın başından beri elinden eksik etmediği telefonundaki bakışları, ne dediğimi anlamamış gibi bir şaşkınlıkla bir anda bana döndü. Ne vardı bu kadar şaşkınlık yaşayacak ki. Altı üstü kırk beş dakikayı yarım saate indirmiştim sadece!
İlk olarak kaşları havalandı, sonrada hiç bitmeyecekmiş gibi var olan kendince iğneleyici cümleleri…
‘’Siz!’’ dedi. ‘’ Emin misiniz yüzbaşım?’’
O alay vari bir şekilde konuşabiliyorsa ben dik alasını yapardım. Sanırım bu kadar susmak yeterdi.
‘’Pardon da, neye yüzbaşım! Yani… Neye emin miyim?’’
Suratına kocaman bir yumruk sallama isteği barındıran yamuk gülümsemesine konuşmaları eklendi. ‘’Yarım saatin içerisinde hazır olacağınıza? Siz kadınlar! Ne bileyim, genelde pek hazırlanamaz ya hani!’’
Onun görmediği sağ avcum yumruk olmuş, sıkabildiğim kadar sıkıyor bütün sinirimi şuan parmaklarımdan çıkarıyordum. Henüz, konuşmaktan çıkmaya fırsat bulamadığım arabanın koltuğunda, olabildiğince hızla yan tarafıma döndüm. Benim bu hareketim sanki mümkünmüş gibi beni biraz daha ona yaklaştırdı. Gergedan kılıklı hayvan adam, arabanın o kadar büyük bir kısmını kaplıyordu ki değil dönmek, neredeyse nefes almak bile zor olacak durumdaydı.
Sıkmaktan morarmaya yüz tutmuş sağ elimin işaret parmağını havalandırıp tam göğsünün üstüne bastıra bastıra vurmaya başladım. ‘’ Siz… Kiminle… Konuştuğunuzun… Farkında mısınız yüzbaşı?’’ Gözlerimi, bana dik dik bakan ne renk olduğunu anlayamadığım gözlerine daha fazla dikerek, ‘’Yada, şöyle sorayım! Sizce ben, sizin gönül eğlendirdiğiniz, o süs bebeklerine benziyor muyum?’’
Gözleri, söylediklerim üzerine deniz mavisinden, yağmur ormanları gibi yeşil rengini aldı ama benim artık onun ağzından çıkacak olan cümlelere karnım toktu. Hala göğsünde olan parmağımdaki kuvvet ne kadar fayda ederdi bilinmez ama son bir bastırışla geriye doğru iterek, arabanın kapısını açıp kendimi dışarı attım. Kapı kapanmakla kapanmamak arasındayken son kez eğilip, ‘’ Yarım saat içerisinde, burada bulunduğum noktada… olmazsanız… bir dakika dahi beklemem! Haberiniz olsun!’’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |