

Emir Kaan’dan…
İklim’in odasından çıktıktan sonra salona geçtiğimde Azra’yı kanepede küçücük kalmış gibi otururken gördüm. Gözlerinin altı uykusuzluktan morarmış, ama bakışlarında hâlâ çocukça bir heyecan vardı. Yanına yürüyüp eğildim.
“Güzelim…” dedim yumuşak bir sesle.
“Ağabeyim…” der demez fırlayıp boynuma sarıldı. Saçlarının kokusu burnuma dolarken sımsıkı tuttum onu. Avuçlarım saçlarında gezinirken kalbim hem sızlıyor hem huzur buluyordu.
“Özlemişim seni, cimcimem…” dedim boğazımdaki düğümü bastırarak.
“Ben de seni çok özledim, ağabey…” dedi, sesi titriyordu. Sonra geri çekilip gözlerime baktı; o an minicik elleri bile sanki büyümüş gibiydi. “İklim yengem hakkında da fikrim değişmedi. Çok iyi biri o…”
“Öyle güzelim… Annem sana demek ki ‘ciddi değil, kağıt üstünde evlilik yaptı’ dedi, değil mi?” dedim dudaklarımı büzerek.
“Evet… Öyle söyledi. Bu yüzden sana çok kızgınım zaten…” dedi, gözleri dolu dolu parlayarak.
“Kızgınsın… ama bir gün affedersin beni…” dedim, saçlarını tekrar okşayarak.
“Ağabey… hiç mi gerçek olma ihtimali yok? Hiç mi sevemez misin onu?” dedi, kelimeleri korka korka çıkararak.
“Güzelim… bu soruların zamanı değil şimdi. Hem… Alper birazdan gelecek. Sen geç odana, uyu,” dedim ama sesim bile yorgundu.
“Alper ağabey niye geliyor?” diye sordu, kaşları çatıldı, dudaklarını büzdü.
“Yarın o işi halledeceğiz. Hem… sen buradasın, sana zarar gelir diye aklım çıkıyor,” dedim bakışlarımı yere indirerek.
“Gelmez! Çünkü benim kahramanım burda,” dedi, minik kollarını boynuma dolayarak. O an dünyanın en ağır yükü omzuma bindi sanki.
“Yetemem Azra’m… Hepinize yetemiyorum artık… Senin de anlaman gerek beni. Gelme dedikçe geldin. İklim zaten paramparça…” dedim, sesim kısılıp boğazım düğümlenirken.
“Böyle olacağını bilseydim gelmezdim ki…” dedi, gözlerinden yaş süzülerek.
“Yarın Alper ve Göktürk burada olacak. Kapıları pencereleri hep kitle. Dikkatli ol,” dedim, parmaklarımı sıkıca omzuna bastırarak.
“Karakolda bekleseydim keşke…” dedi utangaçça.
“Olmaz… o kadar adamın içinde tek başına… Biri yanlış bakar, yanlış eder… elimden kaza çıkar,” dedim gözlerimi kısarak.
“Seni çok seviyorum ağabey!” dedi, ellerini yüzüme koyup parmaklarıyla yanaklarımı sıkarken.
“Ben de seni seviyorum güzelim… Hadi geç, dinlen…” dedim, ona gülümseyip saçlarını karıştırarak.
“Siz oturacak mısınız?” dedi, gözleriyle odanın içinde gezindi.
“Biraz otururuz…” dedim başımı sallayarak.
“Benim uykum yok… ben de kalayım yanınızda…” dedi, dudaklarını büzerek.
Tam bir şey diyecekken kapı çaldı. Hızla kalkıp kapıya yürüdüm ve derin bir nefes alarak kolu çevirdim.
“Hoş geldin kardeşim…” dedim kapıyı açarken.
“Hoş bulduk Emir’im…” dedi Alper, yorgun bir nefes verip içeri adım atarken.
“Durum ne?” dedim, bakışlarımı sertleştirerek.
“Herkes hazır… ama siz hazır mısınız?” dedi bakışlarını kaçırmadan.
“Ben hazırım… ama İklim… ablasının başına gelenleri sorup duruyor…” dedim sesim titreyerek.
“Ne olmuş ki ağabey, ablasına?” dedi o anda Azra, merak ve korku dolu bakışlarını üzerime dikerek.
“Sonra güzelim…” dedim, gözlerim buğulanırken başımı yana çevirdim.
Alper elini omzuma koyup hafifçe sıktı.
“Zamanı gelince anlatacaksın… ama kendini harap etme,” dedi, gözlerinde dostça bir kararlılıkla.
“Nasıl denir ki… öyle bir şey…” dedim, sesim kısılıp dizlerimin bağı çözülecek gibi olurken.
“Bir bilsem…” dedi Alper, bakışları karanlık bir ciddiyetle derinleşirken.
Alper, Azra’ya dönüp derin bir nefes aldı. “Azra… senin buraya gelmen çok ters oldu. Ağabeyin gelme dedikçe niye inat ettin ki sen,” dedi, sesi hem soğuk hem sitem doluydu.
Azra hemen atıldı, gözleri dolu dolu olmuştu. “Ama… ben bu olayların böyle olduğunu bilmiyordum ki…Bilsem gelmezdim” dedi, sesi titriyordu.
“Olan oldu artık…” dedim araya girerek, Alper’le bakıştım. “Yarına sen buradasın değil mi, Alper?”
“Göktürk, ben ve Emirhan… üçümüz de buradayız,” dedi kararlı bir sesle.
“Emirhan bizimle gelecekti?” dedim şaşkınlıkla.
“Alparslan Üsteğmen öyle emir verdi,” dedi Alper, dudaklarını sıkıca büzerek.
Azra bakışlarını bana dikti, sesi korkuyla titriyordu. “Ağabey… bir şey yapamazlar değil mi size? Bir şey olmaz, değil mi?”
Derin bir nefes alıp kendimi toparladım, gözlerimi ona dikerek “Azra’m… hadi güzelim, sen geç odana, uyu…” dedim, sakin ama net bir sesle.
“Ağabey… hep sorularımı ekiyorsun…” dedi, gözlerinden iki damla yaş süzülürken.
“Azra… hadi güzelim,” dedim nazik ama kararlı bir tonla. Elimi uzatıp saçlarını okşadım; tereddütle kalktı, ama gözleri hâlâ cevap bekliyordu.
“Gidiyorum tamam…” dedi Azra dudak bükerek; ardından usulca odasına yöneldi. Kapının kapanma sesiyle birlikte salonda sessizlik çöktü.
Derin bir nefes aldım, bakışlarımı yere indirerek “Kırıldı…” dedim; kalbimdeki ağırlık sesime yansımıştı.
Alper omzuma dokunup hafifçe sıktı. “Kendini düşün şimdi. Azra’nın güvenliği bizde olacak,” dedi, sesi kararlıydı.
Başımı salladım, ama içimdeki öfke ve çaresizlik birbirine karışmıştı. “Off… nasıl bir şeyin içine düştüm ben…” dedim ellerimi saçlarımdan geçirerek.
Alper alnını kırıştırdı, sesi sertleşmişti: “Kusura bakma ama bomboş bir işin içine düşmedin Emir Kaan, bombok bir işin ortasındasın. Adamlar organize şebeke gibi. Dünden beri bizimkiler gizlice gözaltına aldıklarını farklı şehirlere göndermeye başladı. Burası göründüğünden çok daha derin.”
Dişlerimi sıkarak başımı öne eğdim. “Ne olursa olsun… İklim yaşıyor en azından. Ablası gibi olmadı sonu…” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenerek.
Alper derin bir iç çekip bakışlarını bana dikti. “Lojman çıkarsa biraz rahatlarsın. Hem sen hem İklim… ama belli olmaz, işler hızla değişiyor…” dedi, sesinde endişe ve ciddiyet vardı.
Bir süre sessiz kaldık; sadece saate bakıp zamanı ölçmeye çalışıyordum. Gece uzuyor, yorgunluk üzerimize ağır bir yük gibi çöküyordu.
___
Azra’dan...
Yastığıma kapanarak sessizce ağlamaya başladım. Gözlerim yandıkça içimdeki kırgınlık da büyüyordu. Alper Ağabey’in sert sözleri, kalbime tokat gibi inmişti. Ama en çok da Emir Ağabeyimin beni anlamadığını hissetmek… İşte o canımı en çok yakan şeydi. Ona güvenip sığınmaya gelmiştim; ama konuşamadan, boğazıma düğümlenen her şeyi içime gömüp susmak zorunda kalmıştım.
Aradan biraz zaman geçmişti ki kapı nazikçe tıklatıldı. Ardından o tanıdık, yumuşak ses duyuldu:
“Müsait misin güzelim?”
Yataktan doğrulup oturdum, gözlerimi sildim. Sesindeki kırılganlık o kadar belirgindi ki, istemeden içim yine sızladı.
Yataktan doğruldum, gözlerimi silerken sesim çatallandı:
“Ne var, ağabey?”
Kapıyı aralayıp içeri girdi. Üzerinde yorgunluk, gözlerinde suçluluk vardı.
“Kırıldın mı bana?” diye sordu, sesi neredeyse fısıltıydı.
“Sorularımı ekiyorsun… Alper ağabey de kızdı zaten. Emel yengem de aradı, o da kırgın gibi konuştu. Ben… bilsem gelmezdim, ağabey…” dedim, dudaklarımı ısırarak.
Bir süre sustu. Sonra derin bir nefes alıp yanıma yaklaştı. Yatağın ucuna oturdu, ellerini birbirine kenetlemişti.
“Biliyorum güzelim… Ama bazı şeyler anlatılacak gibi değil. Kaldıramayacağın yükleri omuzlarına vermek istemiyorum.”
“Ama ben küçük değilim ki artık…” dedim titreyerek. “Her şeyi öğrenmeye hakkım yok mu?”
Gözlerini kaçırmadan cevap verdi:
“Haklısın. Ama bazı gerçekler, insanın içinde yara bırakır. Bazen bilmemek daha koruyucudur… Bense seni korumak istedim, hep.”
O an içimde yıllardır tuttuğum sorular birikmiş gibiydi.
“Peki ya sen ağabey? Seni kim koruyacak? Herkesin yükünü sırtladın… Ama ya senin sırtındakiler?” dedim, sesim titreyerek.
Başını eğdi, elleriyle saçlarını geriye itti. Sessizce başını salladı.
“Ben güçlü olmak zorundayım. Herkes için. Senin için.”
Gözyaşlarımı artık saklamaya çalışmadım.
“Bana yalan söyleme… Korktuğunu biliyorum. Ablamın başına gelenlerden korkuyorsun. Onun gibi olurum diye korkuyorsun.”
“Evet,” dedi, sesi boğuk ve derindi. “Korkuyorum. Ama korkmak, vazgeçmek anlamına gelmez. Korksam da girdim bu yola… Dönemem. Sözler verdim, güzelim, hem size hem de İklim’e. Siz daha önemlisiniz benden bile…”
“Ağabey…” dedim, yavaşça.
“Gözlerini sil, hadi cimcimem.”
Gözlerimi siliyordum ama yüreğimin acısı bir türlü dinmiyordu. “Ağabey, sana bir şey yapmazlar, değil mi?”
“Yapamazlar güzelim,” dedi, gözlerindeki kararlılık bir an olsun sarsılmadı.
“Peki İklim’i neyle tehdit ediyorlar? Neden bu kadar korkuyorsun, ablası gibi olmasından?” dedim, dudaklarım titreyerek.
Emir’in gözleri bir anlığına uzaklara daldı; yüzünde tarifsiz bir acı belirdi.
“Ablasının başına gelenleri… bir insanın vicdanı kaldırmaz, Azra. Sana dahi anlatmaya dilim varmıyor.”
Sözleri kalbimi sıkıştırdı.
“O kadar mı kötü?” dedim boğuk bir sesle.
Gözlerini kısarak başını salladı; sesi kısık ama kesindi:
“Kötü diyemem… kötü kelimesi yanında iyi kalır güzelimo olay için…”
Gözlerimden yaşlar süzülürken, sesim titreyerek mırıldandım:
“Özür dilerim… Seni bu şekilde zor durumda bırakmak istememiştim, ağabey…”
Derin bir nefes aldı, yutkunurken sesi çatallandı:
“Biliyorum güzelim… Ama iyi ki geldin. Çok daralmıştım. Birine patlamamak için kendimi zor tutuyordum. Sen gelince nefes alabildim…”
Bir an sessizlik oldu; odada ikimizin kalp atışlarından başka hiçbir şey duyulmuyordu.
“Beni senden başka kimse anlamıyor… Çok daraldım, çok bunaldım… Hep en yakın arkadaşım sendin. Sadece yanında dinlenmek istedim…” dedim, sesim titreyerek.
“Kurban olurum sana, anlamaz olur muyum ben seni…” dedi, saçlarımı okşayıp öperken. “Şu işler bir bitsin, bir nefes alayım… Söz, bol bol vakit geçireceğiz, tamam mı?”
“Ağabey sözü mü?” dedim burnumu çekerek ona bakarken.
“Ağabey sözü…” dedi, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle. Ben de istemsizce gülümsedim, başımı göğsüne yasladım; elleri saçlarımda gezinirken bir öpücük bıraktı.
“Sizi bana verene kurban olurum… Tek servetimsiniz siz benim…” diye fısıldadı, sesi sevgi ve koruma duygusuyla doluydu.
“Çok dikkat et tamam mı, yarın hem kendine hem de yengeme…” dedim endişeyle.
“Ederim cimcimem. Hadi sen de dinlen, ben de yatayım artık…” dedi, yumuşak bir ses tonuyla.
“İyi geceler ağabey…” dedim, başımı hafifçe eğerek.
“İyi geceler güzelim…” dedi, sevgi dolu bakışlarıyla saçlarımı okşayıp alnımdan son kez öperek yorganımı üstüme çekip odadan çıktı.
____
"_Perşembe Günü _"
İklim’den...
Diken üstündeydik. Konağın ağır, taş duvarları karşısında sanki zaman bile yavaşlamış gibiydi. Hava sıcak değildi ama ter damlaları şakaklarımda süzülüyordu. Timle birlikte temkinli adımlarla konağın önüne geldiğimizde içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı; sanki her şey bir anda paramparça olabilirmiş gibi…
Alparslan Üsteğmen, sert yüz hatları ve sarsılmaz duruşuyla kulaklığını takarken gözleri tek tek hepimize değdi; özellikle bana ve Emir Kaan’a odaklanınca kalbim hızlandı. Ciddi, kararlı sesi sert bir kaya gibi yankılandı:
“Kimliğimiz belli. Zaten koruma olduğumuz bilinecek. Ama kendinizden ödün vermeyin.”
Emir Kaan, gözlerini usulca bana çevirdi. Yavaşça başını salladı ve elimi tuttu. Parmaklarının avuç içime oturan sıcaklığında bir an kalbim duracak sandım. Parmaklarıyla avuç içimi sıkarken o sert bakışlarında bile huzur buldum.
“Çok kasılma,” dedi; sesi alıştığım o tok, sakin tonu taşıyordu. Gözlerimi aradı, gözlerimin içine işledi bakışları. “Ne olursa olsun, ben yanındayım.”
Sadece başımı sallayabildim. Dudaklarımı birbirine bastırdım; çünkü konuşmaya kalksam sesim titrerdi. Etrafımdaki timin isimleri tek tek zihnimden geçti: Alparslan Üsteğmen, İsmail Ağabey, Tansu… Hepsi buradaydı. Sanki koca bir duvar gibi arkamda durmuşlardı. Timini bir bütün olarak yanımda görmek, yüreğimi hem ısıttı hem de midemde düğümler attı.
Tam o an… konağın devasa ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı.
Kapının ardında beliren iki iri yapılı adam, sanki gölgelerden sıyrılıp gelmiş gibiydiler. Siyah takım elbiseleri, kulaklarına takılı telsizleri, donuk ve buz gibi bakışları… Burada hâlâ bir ev değil, bir savaş alanına girdiğimizi iliklerime kadar hissettim.
“Buyurun, damat bey…” dedi biri; sesi koyu, uğultulu bir derinlik taşıyordu. Gözlerini Emir Kaan’dan hiç ayırmadı; sanki bakışlarıyla bile tehdit ediyordu. “Ağamız sizi yukarıda bekliyor.”
Emir Kaan gözlerini bana çevirip derin bir nefes aldı; göğsü bir kez inip kalktı. Bakışları net, iradesi kaya gibi sertti. Sonra yanımızdaki adamlara döndü. Timden gelen kısık telsiz sesleri kulaklarıma çınlayarak dokundu.
“Gidelim bakalım,” dedi Emir Kaan; sesi soğuk, sakin ve bir o kadar da meydan okuyordu.
Omzumu dikleştirdim. Bacaklarım pamuk gibiydi ama geri adım atmak yoktu. Korkuyordum, evet… midem kasılıyordu, boğazım düğümlenmişti… ama yalnız olmadığımı biliyordum.
Artık kaçmak değil, yüzleşmek zamanıydı.
İki adamı takip ederken Emir Kaan’ın timi, bir gölge gibi peşimize düştü. Her biri adımlarını sessiz ama kararlı atıyor, bakışları sanki taş duvarların arasından bile tehlikeyi sezecek kadar tetikteydi. Konağın taş zemini ayaklarımızın altında tok tok sesler çıkarıyordu; her yankı, gerilimi biraz daha keskinleştiriyordu.
Konağın içine adım attığımız anda ağır, rutubetli bir koku ve loş ışık karşılıyordu bizi. Büyük bir salonun ortasında Adar Dedem, heybetli cüssesi ve kendinden emin duruşuyla ayağa kalktı. Üzerindeki koyu renk şalvar, belinde işlemeli kemer ve baston gibi tuttuğu bakışlarıyla odayı tek başına dolduruyordu. Omuzları geniş, sesi ise bir duvar gibi sertti.
“Ooo kimleri görüyorum!” dedi, sesi tok ve alaycıydı; kelimeler boğazımdan aşağı buz gibi iniyordu. “Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!”
Salonun iki yanında dizilmiş uzun masalar boyunca oturan, yaşları büyük, yüzlerinde sözde ağırbaşlı ama gözlerinde buram buram yargı akan adamlar bir anda sessizliğe büründü. Her biri bakışlarıyla bizi lime lime ediyordu. Emir Kaan’ın kaşları çatıldı, gözleri kısık, dudakları sıkıydı; öfkesini yüzüne yazmıştı.
“Hoş bulduk, Adar Ağa,” dedi dişlerinin arasından, sabır değil, zoraki bir kontrol taşıyan bir ses tonuyla.
Adar, bastonunun ucunu taş zemine hafifçe vurdu; ses salonun taş duvarlarına çarparak soğuk bir yankı gibi dolandı. “Hatçe, sen Arin’i al. Kadınların olduğu tarafa götür,” dedi, sesi emir gibi, her kelimesi sanki tartışmaya kapalıydı.
Tam o an Emir Kaan, bedenini bir kalkan gibi önüme siper ederek öne atıldı.
“Gitmiyor hiçbir yere karım!” dedi, sesi bir anda salonun duvarlarını titretti. “Gözümün önünde duracak. Çok meraklılarsa gelip burada görsünler!”
Kalabalığın arasından belli belirsiz bir homurdanma yayıldı; birkaç adam omuzlarını gerip rahatsızlıkla kıpırdandı. Arkadaki kalabalıktan biri, sinsi bir sırıtışla konuştu:
“Damadın da senin gibi yaman birine benziyor, Adar Ağa!”
Adar’ın yüzünde anlık bir kahkaha belirdi. Ama kahkahası, duvar gibi sert bir tehdit taşıyordu.
“Hee öyledir… Karaçaylar aşiretinin ne de olsa yeni bir veliahtı var artık… Ama korumaların olduğunu bilmiyordum damat.”
Emir Kaan adımını sabit tuttu, sesi buz gibi bir soğukkanlılıkla yankılandı: “Göreceğinizi gördüyseniz bize müsaade.”
Adar bastonunu bir kez daha yere vurur gibi salladı; bakışları pusuya yatmış bir yırtıcı gibi. “Dur hele oğlum, dur… Daha yeni geldiniz. Konuşacaklarımız var.”
Emir Kaan’ın çenesi kasıldı, gözleri dondurucu bir soğukla ışıldadı. “İşim gücüm var benim.”
Adar’ın sağındaki adam, sahte bir merakla dudaklarını büktü: “Ne iş yaparsın damat bey?”
Emir Kaan’ın dudağında alayla karışık sert bir gülümseme belirdi. “Size ne lazım?”
Salonda taş gibi bir sessizlik oldu. O sessizlikte kalbimin atışları bile duyuluyordu. Ardından bir başkası homurdandı: “Ama olmuyor böyle Adar Ağa… Damat bey sanki zorla gelmiş gibi davranıyor.”
Emir Kaan bir adım öne çıktı; sesi keskin bir bıçak gibi salonu yardı: “Zorla geldik zaten!”
Bir anlık sessizlik… ardından Adar Dedem’in kahkahası sert bir tokat gibi salonda patladı.
“Benim damat da işte böyle… şakacı!” dedi, ama sözlerinin altına gizlediği tehdit salonun havasını bir buz tabakası gibi kapladı.
"Otur dedim damat!"
Adar dedemin sesi bu kez daha sert, daha keskin yankılandı salonun duvarlarında.
"Emir Kaan... oturalım..."dedim gözlerim dolarken.
Benim hatırıma sandalyeye ilişti.
Adar dedemin yanında ki adamlardan biri gözlerini üzerimizden ayırmadan tekrar konuştu.
"Eee damat bey, nerelisin?"
Gözlerini kaçırmadan yanıtladı:
"Sana neresi lazım?!"
Salonda birkaç kişi burun kıvırdı, birkaçı sinsice güldü. Adar bastonunu yavaşça yere vurdu.
"Oğlum... tamam. Şaka yeter. Sen nerelisin de hele?!"
"Sizi ilgilendirmez."
Adar’ın gözleri kısıldı, yüzüne buz gibi bir ifade yayıldı.
"Damat!"
Başını yana çevirip dişlerinin arasından söyledi:
"Bağırmana gerek yok. Sağır değiliz, duyuyoruz."
Köşedeki adamlardan biri hemen söze atladı.
"Çok saygısız bir damata düşmüşsünüz Adar Ağa."
Gözü adamda kitlendi. Sesi netti:
"Saygısız değilim. Saygıyı hak edene saygı göstermek prensibim."
"Sen bize ne demek istiyorsun damat bey, de hele?!"
Bu kez ses yükseldi, salonun havası daha da ağırlaştı.
Gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirdi, sonra Adar dedeme odaklandı.
"Bunca adamı ne halta topladınız söyleyin. Benim zamanımı çalmayın!"
Bu cümle, salona bir taş gibi düştü. Fısıltılar yayıldı. Adar’ın kaşları çatıldı.
Yüzündeki gülümseme bu kez yoktu.
Bir süre sessizlik oldu. Ardından Adar bastonunu sandalyesinin yanına dayayıp öne eğildi.
"Sana gelin ettik bu kızı... Ama sen hâlâ aşiretle inatlaşıyorsun. Biz bu işi böyle bilmeyiz, Emir Kaan."
Emir Kaan’da öne eğildi, sert bir ifadeyle...
"Ben de insan onurunu birilerinin soyadından üstün bilirim Adar Ağa. Başka bir şey duacaksanız dinlerim. Ama beni tehdit etmeye çalışacaksanız, burada işiniz uzun sürmez."
“Bizi kendine düşman bilme damat bey. Biz buraya barış için toplandık.”
Emir Kaan’ın sabrı taşmıştı; sesine öfke damlamıştı: “Ne barışı? Silah zoruyla adam davet etmek hangi yüzyılda kaldı?”
Adar dedem bastonuna yaslandı, sesi daha bir ağırlaştı: “Bak oğlum, biliriz kinlisin. Ama biz sulh yolu bulmak için toplandık.”
Tam o anda kulaklıklarımızdan Alparslan Üsteğmen’in ciddiyetle dolu sesi duyuldu; sanki boğazım düğümlendi: “Çok kalabalıklar… ağırdan al biraz. Beyler, operasyon iptal. Biz onları almadan onlar bizi alır. Koruma sayısı fazla...”
Gözlerim anında Emir Kaan’a döndü; bakışlarımız kilitlendi. Gözlerinde öfke değil, sadece sarsılmaz bir kararlılık parlıyordu. Elini sıkıca tuttuğumda kulağıma eğilip fısıldadı, sesi yumuşak ama titremezdi: “Korkma… buradayım…”
Başımla hafifçe onayladım, ama kalbim göğsümde deli gibi atıyordu. Burası artık bir görüşme değil, her an patlamaya hazır bir savaş alanına dönmüştü.
Emir Kaan dudaklarını sıktı, bakışlarını salonu dolduran adamlara gezdirerek: “Bulalım o zaman. Dökün eteklerinizdeki taşları!”
Adar, başını salladı; bakışları buz gibi sertti: “Bak şimdi iyi dinle Arin… Bu aşirete tam üç kez kara çalı çalındı. Biri annesi ile senin doğumun yüzünden, öteki ikisi ise ablan… o soysuz yüzünden.”
O an içimde bir şey koptu; “Ablam hakkında düzgün konuş!” diye öne atıldım. Ama Emir Kaan kolumun altına çekip sımsıkı tuttu.
“Sakin ol İklim…” dedi; sesi titremeyen tek sesti.
Adar, beni baştan aşağı süzüp alaylı bir tonda devam etti: “Ablası da başta böyleydi ama… neyse ki sen o Cüneyt olacak enişten gibi değilsin Emir oğlum. Buraya kadar gelmen dahi bir şey…”
Emir Kaan’ın sesi hırlayan bir kurt gibi çıktı: “Saadete gel Adar Ağa.”
Adar başını dikleştirdi, dudaklarının kıyısında buz gibi bir gülüş belirdi: “Bu aşiretin geleceği size bağlı… Hazır çarşaf da gelmişken, bir torunu da sizden tez zamanda isteriz. Eminiz ki o torun barışın tohumu olacak.”
Emir Kaan bir adım öne çıktı; bakışları yakıcıydı: “Ha! Namusumuzu iki bacak arasına sığdırıp aramak yetmedi, bir de yüzsüz yüzsüz torun mu istiyorsun Adar Ağa?!”
Salonda ölüm sessizliği çökmüştü. Sanki nefes alsam duyulacak, kalbimin attığı bile belli olacaktı. Herkesin gözü Emir Kaan’ın üzerindeydi; ama ben sadece onu değil, ondan taşan öfkeyi, sabrı ve korkusuzluğu izliyordum.
Adar dedemin sesi, taş gibi ağır bir sessizliği yararak geldi:
“Demek böyle…”
Her kelimesi kalbime çivi gibi çakılıyordu. Dedemin bakışları buz gibiydi; ama kelimeleri daha soğuktu.
“Biz torun diyerek köprü kuralım, siz yıkın. Peki… Ben yaşlıyım ama ahmak değilim Emir Kaan. Bir aşireti karşına almanın ne demek olduğunu bilmen gerekir.”
Dudaklarımı ısırdım. İçimde hem öfke hem korku kabarıyordu. Emir’in yanıtını beklerken boğazımdaki yumru nefes almamı zorlaştırdı. O ise korkusuzca bir adım öne çıkıp kısık bir sesle konuştu:
“Beni tehdit mi ediyorsun?”
Dedem başını hiç bozmadığı bir sükûnetle eğip kalktı:
“Tehdit değil evlat… Uyarı. Bu kapıdan çıkınca ya aşiretimizin damadı olarak çıkarsın… ya da düşmanımız olarak.”
Dizlerim titredi; ama elim Emir’in koluna daha sıkı sarıldı. Sesim çıkmazdı; çıkarsa ağlayacağımı biliyordum. Herkesin nefesini tuttuğu o anda Emir, sanki kimse yokmuş gibi sadece bana bakarak ayağa kalktı. Gözleri öfke değil, kaya gibi bir kararlılıkla parlıyordu.
“Ben bu eve korkarak gelmedim. Yüreğim neye yetiyorsa onunla geldim,” dedi, sesi tok ve netti. “Siz neyle barışıyorsunuz bilmiyorum ama ben karımın onurunu size torun vererek temizlemem. Aşiretiniz buysa, siz aile değilsiniz… Siz kolektif bir hapishanesiniz.”
Sözleri adeta salona şimşek gibi düştü. Dedem bile ilk kez bu kadar donuk kaldı. Dudakları sinirle seğirirken elindeki bastona yaslandı.
“O zaman kendi yolunu kendin çizersin evlat… Unutma: her yolun bir bedeli olur.”
Emir, dudaklarında belli belirsiz bir alayla derin bir nefes aldı.
“Ananın karnından tehditle mi doğdun Adar Ağa?!”
O an kalbimde Emir’e duyduğum sevgi, korkunun bin katına çıktı. Sırtımı dikleştirmeye çalıştım; çünkü bu adam yanımda olduğu sürece hiçbir tehdit, hiçbir kin beni yıkamazdı.
☆☆☆
15 OY İSTİYORUM OKURLARIM ❤️
YENI BÖLÜM DE BARAN AGA GELIYORMUS 3 ASIRET BIRBIRINE KALIYORMUS DENDI 🤐
Yeni bölümü atmamak için direnirken yazariniz :

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.67k Okunma |
6.69k Oy |
0 Takip |
111 Bölümlü Kitap |