

Emir Kaan’dan...
Karakolun kapısından içeri girerken yüzümde tutamadığım bir gülümseme vardı. Dosyaları İklim’in fakültesine teslim etmiştim, görevim tamamdı. Ama asıl aklımı kurcalayan sabah yaşadıklarımızdı... Hâlâ içimde yankılanan kahkahalar, onun korkuyla çığlık attığı anlar ve sonrasında o duvarın tepesinde paylaştığımız sessizlik... Hepsi birbirine karışmıştı ama bir şekilde kalbimde sıcacık bir iz bırakmıştı.
“Emir’im?!” sesiyle irkildim. Emirhan kolunu omzuma atacakmış gibi hızla yanıma gelmişti. Yavaşça ona yöneldim, başımla selam verirken yüzümde hâlâ hafif bir tebessüm vardı.
“Selamünaleyküm kardeşim.”
“Aleykümselam ağabey,” dedim gözlerimle hem onu hem Göktürk’ü süzerken. İkisinin arasında her zamanki gibi tatlı bir atışma havası vardı.
“Nazar değmiş buna,” dedi Emirhan, göz ucuyla Göktürk’ü işaret edip kıkırdayarak. “Ayetel Kürsi oku dedim, ben onu karıştırıyorum deyince ben okumaya başladım!”
“Savaş çıksa ‘Ayetel Kürsi okuyun bir şey olmaz’ diyecek,” dedi Göktürk gözlerini devire devire.
“Yapar Emirhan hocam!” dedim kahkahayı bastırmaya çalışarak.
Emirhan bir adım daha yaklaştı, “Sen nereden Emir’im? Yüzün gülüyordu maşallah.”
Gözlerim bir an boşluğa kaydı, sonra dudaklarımda hafif bir gülümsemeyle cevapladım:
“İklim’in okulundaydım ağabey. Hocasıyla konuştum. Finallerini düşürmezse, notları en yüksek olacakmış sınıfta.”
“Bak sen yengeme be! Helal olsun, zehir gibi!” dedi Göktürk, ama daha cümlesini bitiremeden Emirhan ensesine okkalı bir tane patlattı.
“Maşallah de, maşallah! Sonra nazara niye geldik diyorsunuz,” diye söylendi.
Onların haline gülerken elimdeki top A4 kağıdıyla muhasebe tarafına yöneldim. Bekir’i görünce gülümsedim, masaya hafifçe vurup dikkatini çektim.
“Bekir, kolay gelsin koçum!”
“Komutanım?!” diye başını hızla kaldırdı, gözleri yorgun ama saygılıydı.
“Dosyaların içinde gömülmüşsün, geldiğimi bile fark etmedin,” dedim eğlenceli bir tonla.
“Yoğunluk var Komutanım... Güvenlik alımları başladı ya, dosyalar bizden geçiyor.”
Başımı sallayarak anlayışla baktım. “Kolay gelsin. Dün buradan çıktı almıştım. Şu kâğıdı size bırakayım, devlet malı sonuçta…”
“Komutanım, gerek yoktu... İki üç tane kâğıdın lafı mı olur?”
Yüzümde ciddileşen bir ifade belirdi. “Milletimin hakkına, iki üç kâğıtla bile olsa girmek istemem Bekir. Sen bunu al. Ben de işime döneyim.”
Bekir gözlerini kısıp içtenlikle başını salladı. “Allah razı olsun Komutanım.”
“Kolay gelsin,” dedim ve tekrar yüzümde hafif bir gülümsemeyle yanlarından ayrıldım.
Arkamda bıraktığım sesler, karakolun olağan günlerinden biriydi belki... Ama içimde dönen hisler, sıradan bir sabahın çok daha fazlası olduğunu haykırıyordu.
Toplantı odasına adım attığımda, karşılaştığım manzara dudaklarımda istemsiz bir gülümseme yarattı. Biri koltukta başını yana düşürmüş, diğeri masanın üzerine dirseklerini koyup alnını dayamış halde derin bir uykudaydı: Yiğit Alper ve Baran. Odanın loş ışığı altında, biri evindeymişçesine rahat, diğeri bir anlık molanın esiri gibi...
"Koltuğa yayılan bir uzman, masaya serilen bir başçavuş... Ben mi sabaha ters uyandım, yoksa bu sahneye gülmek gayet mi normal?" diye fısıldadım kendi kendime, gözlerim kısık bir keyifle onlara takılı kalmışken.
Dolap kenarına bıraktıkları dosyaları dikkatlice alıp odadan sessizce çıktım çalışma masama doğru ilerleyerek.
“Ercan, napıyorsunuz siz burada?” dedim, elinde tuttuğu bağlamayı görünce kaşlarımı kaldırarak.
Ercan başını çevirip bana bakarken yüzünde biraz mahçup, biraz da hevesli bir gülümseme belirdi.
“Komutanım, akor ayarlamaya çalışıyorduk. Ama…” dedi, sonra elindeki bağlamaya bakarak iç geçirdi, “olmuyor işte.”
Elindeki enstrümana gözüm kaydığı anda gözlerim irileşti.
“Bu... eski bağlamalardan değil mi? Nereden buldunuz bunu?”
Ercan, başıyla yanındaki sandalyeyi işaret etti.
“Rahmetli Atalay Komutan’ınmış Komutanım. Alparslan Üsteğmen verdi bize. Dedi ki ‘Dilinden anlayan birini bulun.’ Ama ne ben ne Ahmet beceremedik…”
Bağlamaya doğru birkaç adım attım. Ahşabı zamanla kararışmıştı ama hâlâ ihtişamlıydı; tınısı içe işler cinstendi, belli oluyordu. Elimi uzatıp onu dikkatle aldım, başparmağımla tellerine hafifçe dokundum.
“Ver sen onu bana… Bundan benim dedemde vardı,” dedim, gözlerim dalgın bir anıya kayarken.
“Valla mı Komutanım?” dedi Ercan şaşkın ama heyecanlı bir sesle.
“Valla…” dedim hafifçe başımı sallayarak. Parmaklarım bağlamanın sapında kendi yolunu bulurken, içimde çok eski bir sıcaklık kıpırdadı.
“Çok sevindim ya… Eskilerin tadı bir başka oluyor Ercan. Sesleri, sesi değil; yaşanmışlığı taşıyor sanki…İki senedir küsüz, belki barışırız bu vesile ile...”
Ercan, başıyla yanındaki sandalyeyi işaret etti.
“Rahmetli Atalay Komutan’ınmış, Komutanım. Alparslan Üsteğmen verdi bize. Dedi ki ‘Dilinden anlayan birini bulun.’ Ama ne ben, ne Ahmet beceremedik…”
Bağlamaya doğru birkaç adım attım. Zamanla kararmış ahşabı, çatlamaya yüz tutmuş sapı, tellerinin bile geçmişin izini taşıyan bir rengi vardı. Ama hâlâ dimdikti... Hâlâ dimdik ve mağrurdu.
Elimi uzatıp dikkatle aldım. Başparmağımı tellerine hafifçe dokundum. Tel değil, sanki eski bir dostun omzuna dokunur gibi…
“Ver sen onu bana…” dedim yavaşça. “Bundan benim dedemde vardı.”
“Valla mı Komutanım?” diye sordu Ercan, heyecanla.
“Valla…” diye mırıldandım. Gözlerim uzaklara kaydı, o anıların içinden ince bir sızı geçti. Parmaklarım sapın üstünde yavaşça gezinirken, içimde bastırdığım eski bir sıcaklık, yeniden canlanmaya başladı.
“Çok sevindim ya… Eskilerin tadı bir başka oluyor, Ercan. Sesleri... sesi değil sadece, yaşanmışlığı taşıyor. Her telinde bir ömür var. İki senedir küsüz. Belki barışırız bu vesileyle…”
Ercan merakla sordu:
“Niye küstünüz Komutanım?..”
Derin bir nefes aldım. Bağlamayı göğsüme bastırdım, sanki o da bu sorunun cevabını biliyormuş gibi susuyordu.
“Bir komutanım vardı,” dedim. Sesim yorgundu. “Hakkâri’de geçici görevdeydim o zamanlar. Bir gece... bir tartışma, bir gereksiz üst gururu... Bağlamamı kırdı. O gün bugündür elime almadım.”
Bir sessizlik oldu. Ahmet gözünü ayırmadan dinliyordu. Ercan yutkundu.
“Bir ozan olarak sizi çok iyi anlıyorum, Komutanım,” dedi Ahmet. “Gönül aşık olmasa da, bağlamaya düşen o aşk... başkadır. Dertsiz adamı bile dertlendirir. Her nota yara açar bazen…”
Gülümsedim ama gözlerimde buğulu bir gölge vardı.
“Öyle... Yengeniz dışında da sevenim olmadı, sevdiğim de. Ama her saz çalan da aşık olmuyor. Kimi sadece çalar, kimi içine döker. Kimi dertte bulur kendini. Bağlama... öyle bir şeydir ki Ercan; sigarayı bırakırsın, ama bunu bırakmak için... yüreği kesip bırakmak lazım.”
Ahmet başını hafifçe eğdi, bir şey demedi. Hepimiz sustuk o an. Bağlamayı sessizce kucağıma yerleştirdim. Telleri hâlâ tanıdıktı. Sanki beni bekliyormuşçasına yavaşça cevap verdi parmaklarıma.
"Öyledir Komutanım," dedi bana gözlerini dikerek.
Bağlamayı kucağıma yerleştirip akorlarını ayarlamaya başladım. Parmaklarım tellere alışmıştı ama bu sazın dokusu başkaydı.
“Bunların telleri narindir,” dedim hafifçe gülümseyerek. “Şimdikiler gibi değil… Kolay kırılmazlar ama senin kırıklarını bir dışarı verir, canın yana yana dinlersin.”
Ahmet bir kahkaha attı, gözlerinde hayranlıkla.
“Komutanım, on senelik ozanım… Böyle güzel konuşanı duymadım şu bağlama hakkında,” dedi, göz ucuyla Ercan’a da baktı.
“Deneyelim mi?” dedim gözlerim ışıldarken, parmaklarım çoktan sazın göğsünde ritmi bulmuştu.
“Siz bilirsiniz Komutanım,” dedi Ahmet, bir sandalye çekip yanıma otururken. Ercan sessizce başını sallayıp o da diğer yana geçti.
Derin bir nefes aldım, sonra yavaşça akorları denedim.
“Akorlar tamam,” dediğim anda Ahmet’le Ercan çocuk gibi sevindi, göz göze geldiler.
“Var mı istek?” dedim, sazın sapında parmaklarımı yavaşça yürütürken.
“Komutanım…” dedi Ahmet biraz çekinerek, sesi kısık ama özlemi bariz, “Malatya’yı özledim. Malatya’yı andıran bir türkü gelir mi sizden? Eğer bildiğiniz varsa… tabi…”
Gülümsedim. Sazın tellerine hafifçe dokundum. İçimden bir ezgi süzüldü usulca, tanıdıktı, yakıcıydı. Parmaklarım tınıya eşlik ederken gözüm çevredeki askerlerdeydi. Yandan geçen birkaç asker sese kulak kesildi, sonra adımlarını yavaşlatıp yaklaştılar. Gülümseyerek baş selamı verdim, buyur ettim.
O an… o kalabalığın içinde, elimde bağlama, yüreğimde memleket… Ben de özlemiyle yanıyordum o dağın başında.
Saza biraz daha bastım. Ve türkü döküldü dudaklarımdan, içimden, Malatya’nın toprağından sanki:
“Malatya’dan çıktım yola, yollar yanıyor...
Düşman sarmış dört yanımı, kurşun saçıyor.
Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor
Yaşasam mı, ölsem mi?
Karar vermek zor…”
Her mısra, tellere değil de yürek tellerime dokunuyordu sanki. Yanımdaki askerlerin başı eğildi hafifçe, gözleri doldu dolacaktı her birinin benim kahvelerim gibi …
Türkü içime çöreklenmiş hasretin sesi olmuştu.
“Düşmüşüm bir çukura, canım yanıyor
Yaşasam mı, ölsem mi?
Karar vermek zor…”
Sazın telleri tekrar titreyip araya girince, içimde kıpırdanan o eski sızı yeniden kabardı. Sanki her nota, boğazımda yumruya dönen o suskunluğu kazıyordu. Gecenin sessizliğinde yankılanan ezgi, yalnızca kulaklarımızda değil, ruhumuzda da yer bulmuştu. Tüm timin dikkat kesildiğini, gözlerin üstüme çevrildiğini fark ettim ama bakamadım hiçbirine. Gözlerim yerdeydi, çünkü başımı kaldırsam ya hıçkırarak ağlayacaktım ya da kendime ihanet edecektim.
İçimde büyüyen o efkâr, alttan alta yanan bir kor gibi ciğerimi yakıyordu. Onca hayali, onca yolu yarıda bırakacak kadar çıkmaza girmişti tüm ihtimallerim. İçimden dökülenleri askerime adadım, ama türküde asıl ben vardım. Ben ve yutkunamadıklarım.
Sazın sesi ağırlaştı. Parmaklarım tellere değdikçe, geçmişin acı izleri yeniden kabuk bağlamadan soyuldu. Boğazımda bir düğüm, dizeler ağzımdan dökülürken içimi lime lime etti.
"Beyler deresinde gardaş, pusu kurdular
Dağda çadır çadır açtılar, tüfek çaktılar
Emir kardeşi canımdan, canımdan vurdular
Yaşasak mı, ölsek mi?
Karar vermek zor..."
Bir anda ortalık sessizleşti. Nefesler bile kısıldı sanki. Elimdeki bağlama değil, yüreğim inliyordu adeta. Her kelimeyle timdeki kardeşlerimin yüzü gözümün önünden geçti.
Gözlerimi yerden kaldırmadan, sesi biraz daha kısıp son mısrayı tekrar ettim. Bu kez sesimde içimde titreyen bir dua vardı sanki, ama en çok da bir isyan...
"Emir kardeşi canımdan, canımdan vurdular
Yaşasam mı, ölsem mi?
Karar vermek zor..."
Bir şey çözüldü içimde. Yıllardır bastırdığım, adı bile konulmamış acılar… Hepsi o anda yeniden canlandı. Ama ben yine sustum. Çünkü asker, duygusunu kolay kolay belli etmezdi. Özlem bile sessizdi bizde. Ama o gece... O gece türkü her şeyden çok konuştu.
___
Alparslan Üsteğmen’den...
Bağlama sesiyle irkildim. Koltuğun ucuna kadar gelmişim farkında bile olmadan. İçime çektiğim sigaranın dumanı sanki o ezginin içine karıştı da ciğerime değil, yüreğime oturdu. Derin bir nefes verip sigaramı küllüğe bastırdım. Ağır adımlarla doğruldum.
Kapıyı araladığımda büronun önünde toplanmış askerleri gördüm. Hepsi suskun, gözleri aynı yöne sabitlenmişti. Ortamın gerilmemesi için sadece avucumu kaldırarak “rahat olun” işareti yaptım.
Atalay’dan sonra bu bağlamayı böylesine candan çalan birini ilk kez görüyordum... Emir Kaan.
Yanına oturmadım, bir köşeye geçip sadece dinledim. Sazın her tınısı geçmişten bir yarayı deşiyor gibiydi. Türkü, içimizden biri gibiydi artık.
“Beyler Deresi’nde gardaş, pusu kurdular
Dağda çadır çadır açtılar, tüfek çaktılar
Emir kardeşi canımdan, canımdan vurdular
Yaşasak mı, ölsek mi?
Karar vermek zor…”
Gözlerimi kapattım. Ses, kelimeler, her nota beni başka bir zamana götürdü.
Emir kardeşi canımdan, canımdan vurdular…
Sanki kendi hikâyesini değil, hepimizin içinde susturduğu ağıdı dillendiriyordu. Ama bunun da sorgusunu verecekti bize...
Bir asker konuşmuyorsa, türküler dile gelir. O an sustuk hepimiz.
Çünkü anlatmaya kalksak… Boğazımız düğümlü.
"Emir kardeşi canımdan, canımdan vurdular
Yaşasam mı, ölsem mi?
Karar vermek zor..."
Son mısranın ardından Emir Kaan sazın tellerine son bir kez dokunduğunda içerdeki sessizlik neredeyse kulak tırmalıyordu. Onun parmakları sazdan çekilirken, önce benim alkışım yükseldi. Ardından cesaret bulan askerler de tek tek ellerini birleştirmeye başladı. Islık ve alkış sesleri birbirine aktı. O an ne türkü bitti, ne içimizdeki sızı...
Baran’la göz göze geldiğimizde bakışlarında sitemle karışık bir içtenlik vardı. Göz bebekler gibi sesi de titrekti:
“İki senedir saza küs birine nasıl saz verdiniz Komutanım?” dedi bana dönerek.
Ben gözlerimi kaçırmadan, sesimdeki ciddiyeti koruyarak yanıtladım:
“Ben türkünün yarısında geldim. Üstada sormak lazım.”
Ayağa kalktım. Emir Kaan da toparlanmak üzereydi ama elimi hafifçe kaldırarak oturmasını işaret ettim.
“Gençler,” dedim sesimi biraz yükselterek, “bir tane daha türkü gelmez mi Emir Kaan Uzman’dan?”
Kalabalıktan "Gelsin!" nidaları yükseldi. Emir Kaan mahçup ama içten bir tebessümle başını eğdi. Gözlerinde hem şaşkınlık hem de kırık bir sevinç vardı.
"Emir Uzmanım, siz ne diyorsunuz?” diye tekrar sordum ona yönelerek.
“Komutanım, siz daha iyi bilirsiniz...” dedi gözlerini kaçırarak.
“Çal o zaman bir parça daha... Ama uzun tutma, karakoldan çıkanı ağlayarak görmesinler!” dememle kıkırdamalar yayıldı ortalığa.
Saz tekrar dile geldi. Ama bu kez daha başka... Daha hızlı, daha içli... O parmaklar sanki sazın telleri değil, yüreğimizin tellerini titretti. Hemde öyle bir çaldı ki onu da başka diyarlara haps etmişti sanki...
"Haber sal sevdiğim hemen gelirim
Bizim kavuşmamız bize bağlıdır..."
O anda gözümün önüne Gözde geldi. Yıllardır hayalini kurduğum bir koku, bir dokunuş... Sadece toprağında kalmıştı izi.
"Karlı dağlar aşar seni bulurum
Her yokuşun sonu düze bağlıdır..."
Gözlerim doldu, sırtımı duvara yasladım, nefesimle birlikte içimdeki yangını da tutmaya çalıştım.
"Şu sıra dağları kaldır aradan
Ne kadar özenmiş seni yaradan..."
Emir’in yüzündeki buruk tebessüm, onun da kalbinin bir köşesinde bekleyen birini işaret ediyordu. Bu türkü sadece bana değil, hepimize dokunuyordu.
"Bir gün yolun geçerse buradan
Bizim kavuşmamız bize bağlıdır..."
Saz bir kez daha devreye girdiğinde, Baran’ın omzuna elimi koydum. Dengem gitti gidecekti. Gözde'nin gözleri dolmuştu aklıma... Bir sisin dağı kucaklayarak sardığı gibi sardı ruhumu bir ürperti.
“Komutanım, iyi misiniz?” dedi Baran sessizce.
Başımı sadece hafifçe salladım. Ses çıkarsam boğazıma oturan yumruyla savaşamayacağımı biliyordum.
"Her an seni hasretinle anarım
Yağan kardan, esen yelden sorarım
Tez gel diye çağırıyor cananın
Bizim kavuşmamız bize bağlıdır..."
Son mısrayla birlikte gözlerim artık taşıyamadı yükünü... Sessizce akan yaşlarımı çaktırmadan sildim. Emir’le göz göze geldik. O da susmuştu. Gözleri nemliydi. Başımı yavaşça salladım. O da buruk bir tebessümle başını eğdi, anladığını belli etti.
Sesim net, ama içliydi artık:
“Bu kadar yeter beyler… Herkes ya işine, ya evine. Emir, sen de yarına bir yanıma uğra koçum.”
“Emredersiniz Komutanım,” dedi Emir.
Saz sustu, ama yankısı kolay kolay dinmeyecekti...
☆☆☆☆
Yeni bölüm kısa sürede gelecek ❤️
Nasıldı bölüm?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |