

Emir Kaan Yılmaz’dan...
Eve dönmek için girdiğim sokakta nefesim daralmaya başladığında, refleksle duvara yaslandım. Ciğerlerim sanki içten bir el tarafından sıkılıyormuş gibiydi. Burnumdan ince bir kan çizgisi süzülüp dudağıma değdiğinde, metalik tadı ağzıma yayıldı. Gecenin serinliği bile içimdeki ateşi dindiremiyordu.
Sokak bomboştu. Yalnızca aralıklarla titreyen sokak lambası, duvarlara solgun bir ışık serpiyordu. Her nefes alışım yankı gibi geri dönüyordu sokağın sessizliğinde.
“Az kaldı... az kaldı...” dedim kendime, dudaklarım zar zor hareket ederken. Burnumdan akan kanı aceleyle sildim, ayağa kalktım. Poşetleri yeniden kavramaya çalıştım ama parmaklarım güçsüzdü. İki adım atmadan, mideme saplanan ağrıyla birden öne eğildim. Boğazıma kadar gelen kusma isteğiyle elimdeki poşetler yere düştü, içinden bir şeylerin yuvarlandığını duydum ama bakamadım.
Bir anda midemden yükselen o yakıcı hisle durdum.
Boğazıma kadar gelen o mide bulantısı, içimdeki her şeyi yakarak dışarı çıkmak ister gibiydi.
Eğildim… önce nefesim kesildi, sonra göğsümdeki baskıyla birlikte birden kustum.
Mideme saplanan sancı, sanki biri içeriden yumruk atıyormuş gibiydi.
İlk öğürmemle birlikte ciğerlerim alev aldı; ikinci kez öne kapanırken boğazımdan çıkan ses, bir iniltiyle karıştı.
Dizlerim taş zemine çarptı. Ellerimle destek almaya çalıştım ama ellerim titriyordu, kontrol edemiyordum artık... Vücudum benim irademi fesh edip, kendi iradesini bana karşı kullanıyor gibiydi.
Kustuğum sıvının arasına karışan koyu kırmızı renk, sokak lambasının solgun ışığında parladı. Gözlerimi kapatıp tiksintiyle kendimi birkaç adım geriye atmaya çalıştım.
O an, içimde bir şeylerin gerçekten koptuğunu hissettim.
Boğazım yanarken ağzıma yayılan o metalik kan tadı, bütün bedenimi daha da zorluyordu.
Bir kez daha öğürmeye kalktım ama nefesim kesildi — sanki ciğerlerimden hava değil, acı çıkıyordu.
“Ah…” diyebildim sadece, sesim bile bana ait değilmiş gibiydi. İnlemelerim dahi sokağın sessizliğini bozamıyordu.
Göğsümdeki ağrı kaburgalarımın altına doğru yayıldı.
Nefes almaya çalıştıkça ciğerlerim yanıyor, her nefes yeni bir darbe gibi vuruyordu içime...
Sonunda yığılıp kaldım kaldırıma, alnımdan süzülen ter soğuk havayla birleşirken titremeye başladım.
Ciğerlerim yanıyordu. Sanki içime çektiğim nefes hava değil, ciğerlerimi sarmayalayan közden alevler gibiydi...
Başımı geriye yaslamaya çalıştığımda, burnumdan süzülen sıcak kan, dudak kenarımdan çeneme kadar ince bir çizgi halinde aktı.
Her damlası toprağa düştükçe, sanki bilincimden bir parça daha eksiliyordu.
Zihnim uyuşmaya başlamıştı; düşüncelerim, birbirine karışan uğultulara dönmüştü artık.
___
Baran Boran’dan...
Eve geldiğimizde oda oda onu ararken hiçbir yerde yoktu.
Her kapıyı hızla açıyor, perdelerin arkasına bile bakıyordum.
Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.
“Emir Kaan! Emir neredesin!” diye seslendim bir kez daha, ama yankımdan başka ses gelmedi.
“Emir’im… ben geldim,” dedi İklim, kapının eşiğinden içeriye adım atarken.
Sesindeki titrek umut, evin içindeki sessizliği daha da ağırlaştırdı.
Ona kayıtsız kalamazdı Emir, ama bu kez ses yoktu.
“Yok, ağabey… Emir yok,” dedi Göktürk, odanın kapısında durup bana dönerek.
Bir anda İklim de yanımıza geldi, nefes nefeseydi.
Beraber bütün odalara baktık; mutfak, balkon, banyo… her yer boştu.
İklim’in gözleri doluydu artık.
“Ağabey… Emir yok,” dedi yeniden, bu kez sesi çatlayarak.
Saçlarımın arasına elimı daldırıp bastırdım, içimdeki öfke ve korku birbirine karışmıştı.
“Nereye gitti lan bu adam!” dedim, kendi sesim bile yabancı geldi kulağıma.
“Belki hava almaya çıkmıştır,” dedi Göktürk, ama sesi kararsızdı.
“İklim, evde Göktürk’le kal,” dedim hızlıca. “Yiğit Alper’i arayın, mahalleyi araçla tarasın.”
Telefonuma uzanırken İklim bir adım attı.
“Ağabey…” dedi fısıltıyla.
“Göktürk, sakın çıkarma onu evden!” dedim, onun sesine kulaklarımı kapatarak.
Parmaklarım titreyerek İsmail’in numarasına bastı, merdivenlere doğru koşarken telefon çaldı.
“Efendim, Baran?”
“İso, Emir yok! Hemen telefon sinyalini bulun bana. Ben evin civarına bakacağım, arabaya geçiyorum.”
İsmail’in derin bir nefes alışını duydum.
“Hava almaya çıkmıştır belki. Ara sokaklara da bak, iyice dolaş. İklim gelmeden çok uzağa gidemez o.”
“İso…” dedim, direksiyonu kavrarken sesim titredi, “sinyalini bul bana. Bir yerde düştü mü kaldı mı bilmiyoruz. Annesini de evden kovmuş. Krizi tetiklenebilir… gözünü seveyim, acele et.”
“Tamam lan, tamam! Bakıyoruz biz de!” dedi İsmail, sesi ciddileşmişti.
Telefon kapanırken motorun gürültüsü, kalbimin atışına karıştı.
Gaza bastım.
Direksiyonu sıkarken ellerim neredeyse direksiyonun derisini yırtacak gibiydi.
Motorun uğultusu, kalbimin sesine karışıyordu.
Farların ışığı sokak duvarlarında yalıyor, her köşe dönüşünde içimdeki umutla korku birbirine çarpıyordu.
“Ne olur bir şey olmasın…” dedim kendi kendime...
Her geçtiğim sokakta fren yapıyor, gözlerimle gölge arıyordum.
Ama sadece rüzgârın uğultusu, uzaktan gelen köpek sesleri ve ıssızlığın çınlaması vardı.
Her dönüşte kalbim biraz daha sıkışıyor, her adımdaysa içimdeki korku daha da büyüyordu.
Alper’den gelen sesli arama ile irkildim. Titreyen elimle telefonu açarken, gözlerim hâlâ çevrede onu arıyordu.
“Ağabey?”
“Söyle Alper.”dedim, gergince etrafa bakarken.
“Ben üst sokakları arıyorum Azra’yla ama bir iz yok Baran. Sende durum ne?”
Boğazımdaki düğüm büyüdü, yutkunamadım.
“Yok… yer yarıldı sanki içine girdi...” dedim, sesim çatallaşarak.
O sırada İsmail’den bir mesaj geldi.
Ekrana baktığımda kalbim hızla çarpmaya başladı.
> Telefonu kapalı, son sinyali PTT’nin üstündeki sokak. Direk oraya yönel...
“Alper!” dedim nefes nefese,
“PTT’nin üstündeki sokağa gel, son sinyali oradaymış!”
“Tamam ağabey, geliyorum!”
Gazı bastım.
Sokak daraldıkça içimdeki gerginlik büyüyordu.
Karanlık, farların önüne düşen sisle birleşmişti.
Bir binanın köşesini döner dönmez, kaldırım kenarında bir poşet yığını dikkatimi çekti.
“Hayır...hayır Emir…” dedim refleksle.
Freni öyle sert bastım ki araç birden savruldu.
Kapıyı açmamla koşmam bir oldu.
Yaklaştıkça kalbim daha hızlı atmaya başladı.
Kaldırıma çökmüş… başı önüne düşmüş, gömleğinin yakası kanla ıslanmıştı.
Far ışığında yüzünü gördüğümde dizlerimin bağı çözüldü.
“Emir Kaan!”
Yanına koştuğumda, sokak lambasının direğine yaslıydı sırtı.
Bir eli karnında, diğeri ise kaldırımın üstünde güçsüzce duruyordu.
Yüzü solgundu; alnından süzülen terlerle yüzünde ki kanlar birbirine karışmıştı. Işık, teninde titreyen bir gölge gibi oynuyordu.
“Kardeşim... Emir’im...” dedim dizlerimin üzerine düşerken, sesim kısıldı.
Bir an başını kaldırdı, gözleri boşluğa dalmış gibiydi. Nefes alışları hırıltılıydı, dudakları morarmıştı.
“Baran...” dedi o hâliyle, zorla, nefesini toplayarak.
Sesinde hem bir teslimiyet, hem de içinde hâlâ sönmemiş o direnç vardı.
Yavaşça ellerini tuttum. Soğuktu, ama hâlâ canlıydı.
“Kardeşim, iyi misin? Bak buradayım, tamam mı? Duyuyor musun beni, Emir’im? İyi misin kardeşim?!” dedim panikle.
O da titrek bir şekilde kolunu kaldırdı, sanki bir şey söylemek ister gibiydi.
Kolundaki kanı görünce içim buz kesti ama gözlerimi ondan ayıramadım.
Bir anlığına bakıştık… sonra o kollarını bana uzatınca düşünmeden, koşulsuzca sarıldım ona.
Soğuk bedenini kollarıma aldığımda sanki kalbim yeniden atmaya başladı.
“Ölmedim...” dedi nefes nefese, sesi bir fısıltı kadar zayıftı.
“Bu günde ölmedim...”
“Deme lan öyle!” dedim dişlerimin arasından, sesim titriyordu.
“Deme şunu bir daha… Aklım çıktı Emir, aklım çıktı!”
Ben geri çekilirken onun nefesi yavaş yavaş düzene giriyordu, ama hâlâ halsizliği vardı.
Gözleri, yere saçılan poşetlere takıldı.
“Kırıl… kırılmış mı?” dedi zorlukla.
“Alırız yenisini. Sen iyi misin onu söyle bana? Neren ağrıyor kardeşim?”
Başını bile kaldıramadan tekrar sordu:
“Kızımın… kızımın o… kırılmış mı?”
İçimde bir şey koptu. Pes edip uzandım poşete. Parmaklarım titreyerek açtım.
Gördüğüm anda boğazım düğümlendi.
“Kırılmış mı…”dedi, gözleri dolu dolu bakarken.
Başımı iki yana yavaşça salladım.
Poşetin içinde, üzerinde ‘Babasının Prensesi’ yazan masa ışığı vardı.
Tertemiz… kırılmamış… Emir’in bütün acısına rağmen sağlam kalmıştı. Tıpkı sevgisi gibi...
“Dinlenmem gerek…eve gidelim, ilaçları almam gerek...” dedi kısık bir sesle.
Sadece başımı sallayabildim.
Koluna girerken her adımda çıkardığı inleme, sanki kaburgalarımın arasına bıçak gibi saplanıyordu. Araca yöneldik ama binmeden önce yine durdu, avuç içi göğsüme dayandı.
“Ne oldu kardeşim…” dedim, sesim çatallanarak. Bir şey söylemesinden korkuyordum artık...çünkü benim de dayanacak gücüm kalmamıştı.
Gözlerini kıstı. Soluk soluğa derin bir nefes alıp araca baktı.
“Kan olacak… ceketimi çıkar… ser oraya.”
Boğazım düğümlendi.
“Sa–saçmalama Emir'im… bin hadi. Ben sonra hallederim, sen düşünme bunları.”
Başını iki yana salladı, inadı damarlarında gezer gibiydi yine...
“Baran…”
Yüzüme öyle bir baktı ki, o bakışın içinde hem acı vardı hem de söyleyemediği binlerce cümle. Ardından ceketini çıkarmaya yeltendi; refleksle elinden tutup durdurdum onu.
Biliyordum… İnadı bırakmazdı. Ne acı, ne yorgunluk, ne kan onu vazgeçiremezdi.
Derin bir nefes aldım, kendi ceketimi çıkarıp koltuğa serdim. O sadece bakmakla yetindi bir an—sanki o ceketle birlikte içimdeki endişeyi de serdiğimi görmüş gibi. Sonra, nefesi titreyerek içeri bindi. Halsizliği o kadar barizdi ki, kapı kapanır kapanmaz başını koltuğa yasladı.
Dışarı çıkıp kapısını kapattım. Yerdeki dağılmış poşetleri hızla toparlarken, ayağımın dibinde minik pembe bir saç tokası gördüm. Olduğum yerde durakladım.
Tokayı elime aldığım anda yutkunamadım.
Omzumun üstünden döndüğümde, gözleri çoktan kapanmıştı.
O minik toka avucumun içinde bir yumruya dönüştü.
Cebime koydum.
Kalan poşetleri de toplayıp bagaja attım, sonra tekrar şoför kapısını açıp içeri girdim.
Motoru çalıştırmadan önce elini tuttum.
O an elleri bile soğuktu hala...
“Kardeşim… iyi misin? Hastaneye gidelim mi?” dedim, sesim çatlayacak diye korkarak.
Gözlerini araladı, donuk ve yorgun bir bakışla başını iki yana salladı.
“İyiyim… Eve gidelim…”
Ama değildi.
Değil “iyi” olmak, ayakta duracak gücü bile yoktu.
Onu herkesten iyi tanırdım. Üstündeki yorgunluk, içindeki fırtına, sakladığı korku… hepsi yüzüne vurmuştu.
Derin bir nefes aldım, fazla zorlamanın ona faydadan çok zarar vereceğini bildiğim için sadece başımı salladım.
Elini öptüm, başımı hafifçe eğdim.
“İyi ol kardeşim benim… sen hep iyi ol Emir’im…”
Sözüm biter bitmez, sanki beni daha fazla üzmek istemiyormuş gibi hafifçe gülümsedi ve başını cama çevirdi.
Burnumu çektim, Alper’e hızlıca mesaj attım.
> " Emir’i buldum. Eve gidiyoruz, eve geçin..."
Sonra aracı çalıştırıp sokaktan ilerlemeye başladım.
Eve doğru sürerken tek bir şey vardı içimde yankılanan, boğazıma düğümlenen:
Doğmamış kızını… bir kez olsun görebilmesiydi.
___
Oy sınırı 40 bolca yorum atın
Sizleri çok seviyorum 💖
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |