

Bölüm şarkısı: SANCAK - Zaman Nasıl Çözer?
İyi okumalar 💜
___
Emir Kaan Yılmaz’dan…
Gözlerimi araladığım anda tanımadığım bir tavanla karşılaşınca kaşlarım istemsizce çatıldı. Nefesim göğsümde sıkıştı; kısa bir an nerede olduğumu, nasıl geldiğimi bile hatırlayamadım.
Yorganı üzerimden itip ayağa kalktığımda odanın sessizliği öyle ağırdı ki, sanki duvarlar bile olup biteni izliyordu. Aynaya gözüm takıldığı an midem burkuldu.
Solgun tenim… gözlerimdeki kırmızı damarlar… kurumuş kan lekeleri…
Kendimden iğendim.
“Ne zaman bitecek Allah’ım bu işkence…”
Sesim odaya yabancı geldi, sanki ben söylememişim gibi.
Banyoya adımlarım sürüklenerek gitti. Suyun ısınmasını bekleyecek hâlim bile yoktu; üstümdeki toza bulanmış, kanı kurumuş kıyafetleri hızla çıkardım. Suyun altına girer girmez, vücuduma yapışmış ince kan çizgilerini sinirle ovalamaya başladım.
Her hareketimde, İklim’in ablasının mezar taşının başında söyledikleri yankılandı zihnimde…
Her kelimesi bir darbe gibiydi.
Her cümlesi beni biraz daha parçaladı.
En sonunda hem kendimle kavga etmeyi hem o geceyle savaşmayı bırakıp suyu kapattım. Bornozu üzerime geçirip nefesimi düzene sokmaya çalışarak banyodan çıktım.
Odaya adımımı attığım an, onun orada olduğunu fark etmemle kalbim göğsümde bir anlığına durdu. Gözleri bana kayar kaymaz başımı eğdim; bakacak hâlim yoktu. Üzerimde hâlâ mezarlığın soğuğu, o gecenin kırığı ve kendimle verdiğim kavganın ağırlığı vardı.
“Sıhhatler olsun.” dedi donuk bir sesle…
Sesi… ne öfkeliydi ne de yumuşak. Ama içinde sakladığı yorgunluk, benim taşıdığımdan hiç farklı değildi.
Aynı yerden incinmiş gibiydik.
Aynı yerden eksilmiş gibiydik.
Derin bir nefes alıp bakışlarımı kaçırdım ondan…
Yüzüne bakmaya cesaret edemedim; çünkü bakarsam içimde tuttuğum ne varsa dökülüp gidecek sandım.
“Sağ ol…” dedim sadece. Sesimden çıkan o kırık, boğazıma takılan taş gibi battı içime. Dolabı açıp ilk elime gelen gömleğe uzandım, kaçacak bir yer arar gibi… fakat yine o ses durdurdu beni.
“Emir…”
Adımı söyleyişindeki titreyiş, parmaklarımı gömleğin kumaşına daha sıkı bastırmama sebep oldu. Kumaş avucumda hapsoldu; sanki benimle birlikte nefes almaya çalışan bir şeymiş gibi ezildi.
Derin bir nefes alıp omzumun üzerinden ona baktım.
O ise aynı anda gözlerini kaçırdı, yere indirdi. Konuşmadan önce boğazındaki düğümle savaştığı o kısacık an… bir ömür gibi ağırlık yaptı bedenime.
Benim gözlerim de ağır ağır yere indi; kaçtığım her şey tam o anda gelip göğsümün ortasında durdu.
Sonunda titrek bir nefesle konuştu:
“Beyaz gömlek giymesen… bir süre.”
Cümlesi, sessiz bir bıçak gibi saplandı içime.
Benim üzerimdeki sıradan bir renk, onun zihninde bir geceyi… bir kaybı… bir mezar taşını canlandırıyordu.
“Bana… iyi gelmiyor.”
“O gömleği üzerimden… çıkaran sen miydin?” dedim, acıyla yanan gözlerimi ona kaldırırken. Sesim o kadar kısılmıştı ki, sanki boğazımdaki düğüm kelimelerden ağırdı. Yutkunmaya bile gücüm yoktu.
İklim, bakışlarını bir an bile kaçırmadı.
Gözleri, söylemekten çekindiğim her şeyi yüzümden okuyordu sanki...
“Başka kimin olmasını isterdin?”
dedi.
Tonunda… kırgın bir meydan okuma vardı.
Sanki hem sitem ediyor hem de incindiği yeri saklamadan önüme koyuyordu.
O keskinlik beni savunmasız yakaladı.
“Timden birinin olmasını isterdim… en azından…” dedim, dişlerimi sıkarak.
Kelimeler dudaklarımdan düşerken, içimdeki utanç daha da büyüdü.
Çünkü onu karşımda görmek… beni o hâlde gördüğünü bilmek… yaralarımı olduğu gibi ortaya çıkarıyordu.
İklim başını hafifçe yana eğdi.
Bakışları bir anlığına yumuşadı; anlamaya çalışan bir kırılganlık belirdi gözlerinde.
“Baran ağabey ve Göktürk ağabey yalnız bırakmadı zaten hiç.”dedi.
Sonra bir adım geri çekildi… sanki bana yaklaşsa daha çok acıtacakmış gibi.
Derin, ince bir nefes verdi.
“Endişe etme…”
İç çekip elimdeki gömleği tekrar dolaba bıraktım.
Kumaşın dolaptaki sessizliğe karışışı bile içimi acıttı.
“Biliyor musun…” dedi o an, sesi titreyerek.
“İlk defa kartları adaletsiz dağıttın, Emir.”
Gözlerimi kapattım.
Sanki nefes alırsam, içimde sakladığım her şey dışarı taşacaktı.
Nefes yetmedi… hiçbir şey yetmedi.
“İlk kez… benim tanıdığım adamdan uzaktın, gerçekleri öğrendiğimde.”
“Kimden ne dinledin bilemem ama…” dedim, sesim boğuk çıkarken.
“Ben yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım.”
“Ama sayende ben oldum…”
'Yıkıl Emir…Yıkıl da duyma bunları' diye fısıldadım kendime içimden.
Ama ayaklarım kıpırdamadı, kulaklarım kaçamadı.
Yutkunamadım.
Boş gözlerle, olduğum gibi baktım ona.
“Ben sana hep açık olurken,” dedi nefesi titreyerek,
“Sen hep bana bir gizemle, bir sırla geldin.
Sevdiğini korumak saklamak değildi Emir.
Ama bunu hiç öğrenemedin…”
“Ben—”
“Sen konuşma bence.” diye kesti sözümü.
O kadar kırgındı ki, kelimelerinin ucunda titreyen o yorgunluk kalbime değdi.
“Konuştukça… seni affetmek istiyorum.
Ama içime atmaktan yoruldum artık.”
“Kendini… zorlama.” dedim zorla yutkunarak.
“Affetmek zorunda değilsin...”
“O değil de…” diye fısıldadı.
Gözlerini silip, bir adım daha yaklaştı.
Aramızdaki hava ağırlaştı; nefes bile dikkatle alınmalıymış gibi.
“Şunu merak ediyorum.” dedi gözlerime bakarak.
“Bizim için yaşayan adamdan… bizim için vazgeçen adama nasıl dönüştün Emir?”
“Ben hiçbir zaman…” dedim, sesim benden çok içimde yankılanarak,
“Bizden geçen olmadım İklim’im, yanlış düşünüyorsun güzelim, yapma...”
“Öyle mi?” dedi, sesi keskin ama içi kırık. “O yüzden mi o lanet panzehiri bana yaptın?!”
“Yapmasaydım—”
“Yeter Emir!”diyerek kesti yeniden sözümü. Gözlerimi acıyla kapatarak bakışlarımı kaçırdım.
“Sen benim hayatımı kurtarmak için değil, kendi hayatın ve ailen için girdin bu evliliğe en başında!”
“Ne ?” dedim, duyduğuma inanamayarak.
Olamazdı… Böyle hissettirmiş olamazdım.
Bu kadar mı eksik anlatmıştım kendimi ona?
“Ne ‘ne’ Emir?!” dedi gözlerini kaçırmadan.
“Böyle değil miydi? Böyle anlaştık seninle. Bu yüzden evlendik.
Panzehirini zamanında bulsaydın… ve ben zehirlenmemiş olsaydım—”
“İkinci çocuğumuza hamile olurdun belki de.”
Bu kez ben böldüm sözünü; içimde biriken nefesler göğsümü kaldırıp indiriyordu. Net sesimle afalladı.
O an ciddi ifadesi bir anda dağıldı.
“Ne?” diyebildi sadece...
“Babalıktan korkuyorum diye, baba olmak istemiyorum sandın hep…” dedim kısık ama keskin bir sesle.
“Ben neler yaşadım sana belli etmeden… haberin var mı be güzelim?”
Yutkundum.
“Korkularım vardı, evet… ama bu seni istemediğim anlamına gelmedi hiçbir zaman. Sana aşık olacağımı hissederek, bile bile attım kendimi senin için her yangına...”
Bakışlarını kaçırdı. Parmaklarını birbirine kenetledi.
“Bu duruma gelmeden söyleseydin… bambaşka olurdu her şey.”
“Olmazdı!” dedim, gözlerim istemsizce yanarken.
Kalbim göğsümü delip çıkacak gibiydi.
“Nereden biliyorsun olmayacağını?!” diye sordu, sesi hem kırılmış hem kızgındı.
Bir adım attım ona doğru.
Sözlerimin ucunda yıllarca birikmiş o sessiz çığlık vardı.
“Çünkü sen bendeki yangının büyüklüğünü bilmiyordun İklim…
Ben seni kaybetmemek için, kendi içimde kaç cephede savaştığımı anlatmadım sana.
Ben kendimi kurtarmak için değil, seni kaybetmemek için girdim bu evliliğe.
Ama sen… sen kendi acının içinde beni hiç görmedin.”
Gözleri doldu. Ellerini yumruk yaptı.
“Son bir aydır… kahrolarak bana bakan o gözlerinden biliyorum!”
Sesim titredi.
“Ben o gözlerde aşktan , sevgiden başka hiçbir şey görmek istemedim, İklim. Hiçbir şey! Bu yüzden gizledim. Çünkü senin gözünde acınası olmak istemedim.”
Derin bir nefes alıp, dudaklarımın kenarında acı bir gülümsemeyle devam ettim:
“Pişman değilim… hiçbir şeyden pişman değilim.
Tek pişmanlığım… sana geç gelmek oldu.
Bir ömrüm olmadı seninle yaşlanacak…
Bir sabaha daha seninle uyanacak…”
Gözlerim doldu, sesim boğazıma düğümlendi.
“Tek pişmanlığım bu, İklim. Anla artık be güzelim!”
O ise başını iki yana salladı, gözleri öfke ve kırgınlıkla bulanıktı hala...
“İsteseydin yaşamanın bir yolunu bulurdun!” dedi. “Bırakmazdın beni! Ablam gibisin sende… ardında kalanı değil, kendini düşünüyorsun.”
Sözleri göğsüme saplanan bir bıçak gibiydi.
“Öyle mi düşünüyorsun gerçekten?” dedim kısık bir sesle. “Bunca zamandır içimi göremedin mi?”
“Daha fazlasını da düşünüyorum.” dedi bakışlarını kaçırıp. “En başından beri… öleceğini bile bile güvenimi kazanmaya çalıştın. Sanki benimle kalacakmışsın gibi konuştun, baktın, dokundun, sevdin…”
Bir adım attım ona doğru.
“Başka ne düşündün hakkımda?” dedim… hem merakla, hem korkuyla.
“Ne fark eder?”
“Çok şey fark eder, İklim.”
Yutkundum.
“Henüz vaktimiz varken, yüzleşelim...Sana cevap verebiliyorken...”
“Niye bana bunu yapıyorsunuz? Niye beni bırakıyorsunuz? Boş ümitler verdiniz bana defalarca…” dedi sesi titreyerek.
“Ablam gibi… gitmeyecekmişsin gibi, hep yanımda kalacakmışsın gibi… Bilerek bağladın beni kendine.
Tutamayacağınız sözlerin, yeminlerinizin altında kalan hep ben oldum, ben! Yoruldum artık...”
Şaşkınlıkla baktım ona. Cümleleri, nefes nefeseydi.
“Seni sevmekten başka bir şey yapmadım ben…” diye devam etti. “Bu kadar ağır olmamalıydı seni sevmek.”
“Büyük aşktır bizimkisi belki…” dedim fısıltıyla, son bir umut kırıntısına tutunarak.
“Ne büyük aşk ama?!” dedi acıyla yüzüme bakıp.
“Adamın her söylediğine inanan saf, salak bir kız…
Ve o kızın safça sevdiğini sandığı adamın… yalandan, dolandan bataklığa gömülmüş yüzü!”
Sözleri içimde bir şey kırdı.
“Öyle miymişim…” dedim acıyla dudaklarım kıvrılırken, gözlerimi silip.
“Nasılsın ayırt edemiyorum ki artık seni Emir Kaan.” dedi sitemle. “Benim hayatımı kurtarmak isteyen adamın… aslında kendi hayatını kurtarmak, kendi geleceğini garantiye almak için benimle sözleşmeli evlendiğini öğrendim.
Yetmedi… bana ümitler verip kandırdığını… tutmayacağı sözleri bir bir önüme yığdığını.”
Bir an durdu, nefesi kırıldı.
“Ve en çok…” dedi boğazı düğümlenerek, “ölmek üzere olduğu halde… istemediği çocuğuna sadece vicdanen tutunan bir adam olduğunu gördüm. Ölmek ve bırakmak için can atan bir adam… daha ne olsun?!”
“Benim sevdiğim böyle biri olmadığımı bilirdi…” dedim ona yaklaşmaya çalışarak, “İklim’im, öyle biri miyim ben gözünde?”
Acı bir kahkaha attı.
“İklim'ini mi bıraktın ortada? Hayır, bir de! Ben salak gibi seviniyorum… Emir’in ne kadar seveni var, sayesinde benim de bir ailem oldu diye kendimi avutuyorum.
Meğerse hepsi… katil gözüyle bakan usta oyuncularmış bana... küçük çocuğu şekerle kandırır gibi kandırdınız siz beni ya...”
Bakışlarını delip geçti.
“Kocam sayesinde…”
Elim, istemsizce parmağımdaki yüzüğe kaydı. Yüzüğü çevirirken içimdeki sızı büyüdü.
“Kocan sayesinde…” dedim aynı cümleyi tekrar edip, ama bambaşka bir anlam yükleyerek.
Sözün içinde hem suçlama, hem acı, hem de hâlâ bırakmadığım bir sevgi vardı.
Derin bir nefes aldım. Gözlerimi sildim, kalkıp dolabıma yöneldim. Gelişi güzel birkaç kıyafet seçip banyoya geçtim. Üstümü giyinip odaya döndüğümde ses etmeden çelik kasayı açtım. İçinden dosyaları çıkarırken parmaklarımın titrediğini hissettim.
Yatağa oturup dosyaları onun tarafına bıraktım.
“Ablanın gizlenen dosyaları…Karaçaylar'ın ifadeleri… hepsi burada.”
Sesim hem yorgundu hem kararlıydı.
“Bak kocan sayesinde olanlara!Hepsini okuyabilirsin.”
Şaşkınlıkla dudaklarını araladı önce , sonra büzüp yanıma oturdu hızlıca. Dosyalara uzandı, sayfaları çevirdikçe nefesi hızlandı.
“Ablanın ve annenin davasında oynanan bütün oyunların… gerçek adaletle tescillendiği belgeler bunlar hep...” dedim.
“Bir gecem bile rahat geçmedi öğretmen hanım. Yerinde Azra olsaydı diye düşündüm her adımda...Sırf sen rahat nefes alasın, annenle ablan gibi olmayasın diye…”
“Emir…” dedi titrek bir sesle.
“Gerçek adalet, adaletsiz ve sessiz olunca… ben nelere battım biliyor musun, İklim?”
Gözlerimi kapadım, nefesim göğsümde kesildi. Derin bir nefes alıp toparlayarak devam ettim .
“Saçlarına dokundular diye… sesini duyamadım diye… öyle bir düzenin içine çomak soktum ki… Haklı olduğum halde, bu dosyalardaki ifadelerim yüzünden ben ölünce şehit bile sayılmayacağım belki de öğretmen hanım...”
Başını kaldırdı, bana bakıyordu. Gözlerinde hem korku hem inanç vardı.
“Devletin adalet sistemi tıkanıp kaldığında… ben ilahi adalete sığındım önce...Rabbim de bir deli güç verdi bana. Yangın yerine çevirdim her yeri...
Kendi adaletimi konuşturdum. Yıldırmadım adaleti...” dedim sert bir kararlılıkla.
“Emir… sen…” diye fısıldadı.
“Ben bir kez olsun kendimi düşünmedim İklim’im.”
Sözlerim dudaklarımdan kırılarak döküldü.
“Sizin geleceğiniz için kendimden vazgeçtim. Ama sizden… asla geçmedim be yavrum ben.”
Boğazım düğümlendi.
“Kızımın yüzüne bakamazdım kanı bozukları topluma salarak.
Ablanın, annenin yüzüne bakamazdım mahşerde…emanetsinize sahip çıkamadım diyemezdim...
Öz kardeşimin yüzüne dahi bakamazdım ben öğretmen hanım...”
Dişlerimi sıktım.
“Kadınların sesini kesen kör adalete… emanet edemezdim sizi.”
“Canlı canlı… işkence mi uyguladın?” dedi dosyadan başını kaldırıp dolu gözlerini gözlerime sabitlenerek.
“Sesini kısanın, sesini kıstım sadece.” dedim gözümü kırpmadan.
“Emir…”
“Bu belgeler…” dedim dosyayı işaret edip, “benim bitmem için yeter.
Ya da senin beni bitirmen için.”
Derin bir nefes aldım.
“Ama şunu unutma… benim karım güçlü ama içine kapanık bir kadındı.
Ben o kadına sesini duyurmaktan korkmamayı öğrettim.
O da bana… yaşamayı.”
Bakışlarını kaçırdı.
“Olur da bugün bana söylediklerini tekrar hissettirirsem… merhametimden şüphe ettirirlerse sana… o zaman elindeki belgeleri oku.
Hepsini.
Eniştenin ifadesi dâhil.”
Derin bir nefes aldım, boğazıma kadar dayanan hıçkırıkları bastırmaya çalışarak devam ettim..
“Ben bu hayatta hiç kazanan olmadım İklim.
Ablanın ve annenin intikamını almak dışında, kazandığım savaşım olmadı...Hep canımdan bir şeyler alıp gitti, bu hayat benden...”dedim , dudaklarım hala titrerken...
Elimi bileğime götürdüm, saatimi çıkarıp avucuma aldım.
“Yalan yok…” dedim kısık bir sesle. “Zamanı durdurup hep seninle yaşamak istedim. Ölümsüz olmayı diledim defalarca kez...
Zamanı kırıp, zamansızlıkların içinde sadece senle ben kalalım istedim. Kızımız ya da oğlumuz olsun bir sürü, kendi halimizde mutlu mesut yaşayalım istedim...”
Gözlerim doldu. Zorla yutkunarak sildim birkez daha gözlerimi.
“Ölümü bekleyen bir adama nefes almayı öğrettin sen, İklim.
Dünyaları verdin bana...Bambaşka bir Emir oldum sayende, içimde ki karanlıktan çekip aldın küçük Emir’i, nelere vesile oldun farkında dahi değildin... ben, sayende çocuk gibi eğlendim bu yaşımda. Kendim olduğumu hatırladım İklim...”
Başımı eğdim.
“O belgelerde yazan Emir… benden çok uzaktaki bir Emir’di. Tuhaf gelecektir sana okuyunca. Baran dahi, korkmuş o halimden...Ama o halimle bile, ben dilimden de gönlümden de düşürmedim seni İklim...”
Ona döndüm. Saati uzattım.
“Ben durdurmayı başaramadım zamanı.
Yaşamak istiyorum… sadece seninle ve doğacak kızımızla yaşamak, yaşlanmak istiyorum.”
Gözlerim boşalırken derin bir soluk aldım.
“Denemediğim yol kalmadı. Ama başaramadım....yaşamayı sen sevdirdin bana…ben engel olamadım, durduramıyorum zamanı.”
Sesim çatladı.
“Durdur zamanı İklim’im… biraz daha dinleneyim gülüşünde.”
Nefesim titredi.
“Doyamadım sevmelere seni ben. Canını yakan herkesi toprağa gömdüm.
Hiç pişman olmadım.”
Elini tutup, saati onun avucuna bıraktım.
“Eğer bana düşman gibi bakacaksan bir gün, bu gün ki gibi… ya şimdi al zamanı benden…
ya da durdur zamanımızı… biraz daha seveyim seni. Doyamayacağımı bile bile…her saniye daha da aşık olarak, ölümsüz kılalım sevdamızı be gül bakışlım...”
Dudakları titredi.
“Emir’im…” diyebildi yalnızca — ve boynuma sarıldı.
Hiç düşünmeden sardım onu.
Saçlarına yüzümü gömdüm, titreyen nefeslerimiz birbirine karıştı.
“Emir’in kurban olsun yoluna…” dedim hıçkırarak.
“Emir’in kurban olsun… kurban olduğum…”
“Emir…”
Saçlarını okşadım, omzunu öperek daha sıkı sardım ona. Sanki tutmazsam, sanki bırakmaya kalkarsam elimden kayıp gidecekmiş gibi…
“Her şeye, her bedele razıyım ama başaramadım.” dedim nefesim titreyerek.
“Hayatın önüne geçemedim İklim’im… Yemin etmişler sanki seni benden almaya. Kaderin önüne geçemedim… Sırf bu yüzden… affetmezsen anlarım. Bir ömür affetme gerekirse beni… ama sevgimden şüphe etme. Ben sana verdiğim her sözü tutmak için öyle acı bedeller ödedim ki… sırf bir damla gözyaşına sebep olmamak için acılarımı bile sakladım senden.”
“Özür dilerim… özür dilerim Emir…” dedi, sesi titreyerek kırılıp dökülürken. Omuzları sarsılıyordu ağlamaktan. Geri çekilip yüzünü avuçlarıma aldım, dökülen yaşlarını sildim, yüzüne düşen saçlarını arkaya doğru topladım.
“Dileme birtanem… dileme kurban olduğum… dileme boncuk gözlü sevdiğim…”
Başımı eğip alnına bir buse kondurdum, sonra alnımı onun alnına yasladım.
“Ettiğin her sitem kadar hak ettiğim suçum var.”
“Özür dilerim…” diye fısıldadı, ellerini benimkilerin üzerine koyup. Başını göğsüme çektim; elini avuçlarıma alıp öptüm, sıkıca tuttum bırakmamak için.
“Emir…”
“Anlat ona beni, olur mu?” dedim, kelimeler sesimden çok kalbimden kırılıp dökülürken.
“Ruhen hep yanınızda olacağım. Söz veriyorum İklim…”
“Deme böyle Emir… ne olur deme…”
“Anlat bebeğimize de beni…” dedim, dilim düğümlense de.
“Nefesim yetmez de onu göremezsem… üzülmesin. Bedenimi toprak çürütür ama sana ve kızımıza olan sevdamı çürütmeye toprağın dahi gücü yetmez İklim. Bunu unutma, tamam mı güzelim? Benim kanatlarım daima açik ve nefesim ise siz nefes aldığınız sürece hep sizinle olacak. Kalp atışlarım… hep senin yüreğinde çarpacak. Tamam mı bebeğim?”
Başını sessizce salladı. Onun bu titrek kabullenişi beni parçaladı. Yüzünü kaldırdım, yanağıma sığınan o korkuyu daha net görebilmek için.
“Emir’inden hâlâ şüphen var mı güzelim?” dedim yutkunarak.
“Zamanımız varken yüzleşelim…”
Başını iki yana salladı.
“O düşünceler de bana ait değildi…” dedi hıçkırıkları arasında.
“Yüreğim hiçbir zaman inanmadı, Emir… senin bizden vazgeçeceğine.”
“Öyle mi… güzel eşim?”
“Öyle…” diye fısıldadı.
“Öpebilir miyim peki, seni? Kendimi affettirmek için…özür olarak...”
Başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Dudaklarına uzandığımda ikimizin de gözyaşları birbirine karıştı. Nefesim, onun kesik nefeslerine sıcak sıcak karıştı.
Ve o an… zamanı durdurmak istedim.
Sonsuzluğa kilitlemek.
Ama bir kez daha başaramayacağımı bilerek… onu usulca öptüm.
Geri çekildiğimde bakışları yavaşça gözlerime kaydı.
Titrek bir nefes aldı.
“Ben… katil miyim Emir?” diye sordu; sesi, sanki incecik bir çizgiden geçip geliyor gibiydi.
“Asla.” dedim hiç düşünmeden.
“Sen benim nefesimsin. Kim ne derse desin… kim kafanı karıştırırsa karıştırsın, sakın takma. Anlaştık mı?”
Gözlerini kaçırdı, dudaklarını ısırdı.
“Yaran… ağrın var mı? Daha yeni kendine gelmiştin. Ben üstüne geldim… bir yerini acıttım mı?”
Elimi uzatıp yanağını okşadım, başımı hafifçe iki yana salladım.
“Acımıyor güzelim… Canımı acıtacak en son kişi bile değilsin sen.”
Sözlerim dudaklarımdan dökülürken gözlerindeki gölge bir anlığına dağıldı.
“Ben seni çok seviyorum…” dedi hıçkırığı saklamaya çalışarak.
Kaşlarının arasına hafif bir öpücük kondurdum.
“Ben de seni çok seviyorum güzelim…” dedim yumuşak bir sesle.
____
Cüneyt Duman'dan…
“Baba… baba kalk.”
Başımın hemen yanında mızırdanan o minik sesle, yorgun gözlerimi derin bir nefes eşliğinde araladım.
“Efendim babam, efendim…” dedim, gözlerimi ovuşturarak.
“Baba acıktım… Emir ağabey de uyanmamış. Hadi kalk…”
Hâlâ uykulu, hâlâ aceleciydi.
“Misafiriz biz şu an ama babam…” dedim doğrulurken.
“Teyzem de uyuyor…” diye dudaklarını büzdü, sanki dünyanın en büyük derdi buymuş gibi.
“Ah oğlum ah…” diye mırıldanıp yataktan kalktım.
Onu kucağıma alıp yanaklarından öptüm.
“Babayı zorluyorsun hep ama olmaz ki böyle oğlum.” der demez boynuma daha da sıkı sarıldı.
“Özüy dileyim…” diye mırıldandı, yarım yamalak özrüyle.
“Hadi babayı öp, sandviç yapalım.” dedim yanağımı ona uzatıp.
Tereddütsüz öptü; bende onu öpüp mutfağa doğru yürüdüm.
Dolabı açınca derin bir nefes aldım, sonra onu yavaşça kucağımdan indirdim.
“Sandviç mi yapalım, yumurta mı babam?” diye sordum.
Başını yana eğip sözde düşünüyor gibi yapınca istemsizce güldüm.
“Yumurta!” diye bir anda bağırmasıyla refleks olarak “Şştt!” yapıp parmağımı dudaklarıma götürdüm.
“Oğlum, misafirlikteyiz ya babacım… Herkes uyuyorken bağırmıyorduk hani?”
Yaman Pars hemen omuzlarını kaldırıp gözlerini büyüttü, sessizce bir “tamam” işareti yapınca istemsizce içim ısındı. Gülüşünü tebessüm ile karşılık verip ellerimi yıkadıktan sonra peçete ile kurulurken oğlumda minik adımlarla eşlik etti bana.
“Tamam o zaman… yumurta.” dedim.
Tavayı çıkardım, o da ayak uçlarında zıplayarak tezgâha tutundu.
Ben yumurtaları kaseye kırıp çırparken, Yaman Pars’ın ince sesi yeniden yükseldi.
O sesle omuzlarım bir kez daha düştü.
“Baba… görmüyorum ki ben.”
Çırpma telini kaseye bırakıp ona döndüm.
“E napalım peki babacım?”
“Ben de yardım etmek istiyorum…” dedi dudaklarını büküp.
O küçük isteğin içindeki heves öyle tanıdıktı ki, gülmeden edemedim.
Bir sandalye çekip yanına geldim.
“Gel bakalım.” diyerek onu kucakladım ve sandalyenin üzerine çıkmasına yardım ettim.
“Oldu mu babacım?” diye sordum.
Ellerini çırpıp heyecanla gülümsedi.
“Olduuu!”
“Önce minik ellerini yıka. Bana öyle yardım edeceksin, tamam mı?”
Başını hızlıca sallayıp musluğa yöneldi.
Kollarını olabildiğince uzatarak suya yetişmeye çalışırken o telaşını izlemek bile içimi yumuşattı.
O ellerini sabunlayıp ciddiyetle yıkarken, ben de çırptığım yumurtaları ısınmış tavaya döktüm.
“Baba, hıyay da doğra.” demesiyle istemsizce kahkaha attım.
“Hıyay değil o, salatalık.” dedim, gülmemi saklamaya çalışarak.
“Hıyay…” diye tekrar etti bu kez kıkırdayarak; omuzlarını da umursamaz bir edayla silkti.
Pes etmiştim. Bu çocuk kelimeleri bile kendi karakterine göre seçiyordu.
Dolaptan bir salatalık çıkarıp ona uzattım.
“Hadi bakalım… yıka şu hıyaylayını.” diye onu taklit ettiğimde, hiç bozuntuya vermeden ciddiyetle musluğa yöneldi.
Omleti ocaktan alıp masaya bırakırken, onun yıkadığı salatalıkları soyup doğradım; küçük bir tabağa yerleştirip masanın ortasına koydum.
“Yeter mi babam?” diye sordum.
Masaya baktı… bir sağa, bir sola… sonra çok önemli bir karar verecekmiş gibi dudaklarını büktü.
“Ekmeğimiz yok baba…” dedi, kaşlarını çatıp masaya bakarken. Sanki kıtlık çıkmış, dünya ikiye ayrılmış gibi bir ciddiyetle.
“Dolapta var babacım, çıkarayım…” dedim hafif bir gülümsemeyle.
“Meyve suyuyla yersin, anlaştık mı?”
Daha ekmeğe uzanmamıştım ki, arkamdan yine o minik panik sesi:
“Çayı unuttuk baba…”
İçimden derin bir “of” çekip dışarıya sabırlı bir tebessüm bıraktım.
“Çayı sonra Baran amcanla içersiniz.” dedim, nefesimin ucuna kadar gelmiş yorgunluğa rağmen.
“Ama baba…”
Alt dudağı bir kez daha düşüşe geçmişti, az sonra ağlayacak o tipik hâline bürünerek.
Ben de dizlerimi kırıp ona yaklaştım, yüzüme dramatik bir ifade takınıp, biraz daha abartarak yaklaştım ona.
“Baba üzülsün mü oğlum? Babanın kalbi kırılsın mı heh ?”
Başını hızla iki yana salladı.
“Ihhı…” dedi; yanlış anlaşılmış bir çocuk masumluğuyla.
“O zaman önce önündekileri yiyoruz.” dedim yumuşak ama kararlı bir sesle.
Bir süre göz göze kaldık.
Minik kaşları çatıldı, masaya baktı, sonra yeniden bana.
Derin bir iç çekti… koca bir teslimiyetle.
“Tamam…” dedi, dünyanın en tatlı yenilgisiyle.
Omlete doğru uzanırken sandalyesinde hafifçe doğruldu, bacaklarını sallayıp bir süre tabağına baktı.
Sonra, içindeki merak artık yerinde duramıyormuş gibi başını kaldırdı:
“Baba… Emir ağabey kahvaltı yapmaz mı?”
Omzumu hafifçe silktim.
“Uyanınca yer babacım. Şimdi herkes uyuyor, biz uslu olalım olur mu?”
“Ben usluyum ki…” diye mırıldandı, omzunu büküp tabağındaki yumurtayı çatalla dürterken.
“Aslan oğlum benim.” dedim, saçlarını okşayarak.
Tam lokmayı ağzına götürecekti ki durdu, tabağına eğilip fısıltıyla:
“Baba… teyzem de yer mi bundan?”
Gülmemi zor tutup içimden derin bir sabır çektim.
“Teyzen uyanınca ayrı yaparız ona. Şimdi sen ye.”
Başını salladı, ciddi ciddi çiğnemeye başladı.
“Baba, Baran amca da yer mi bizimle?”
“Yer babacım. Uyanınca hep beraber yeriz… herkes yer.” dedim, sonunda hafifçe kızgınlığım sesime karışarak.
“Ama o geç uyanıyor…” diye söylendi, yüzünü buruşturarak.
“Babaya da sabır geç geliyor ama oğlum… yemeğini yemezsen baba da küsecek sana.”
Hemen başını kaldırdı, telaşla:
“Özüy diyeyim…” diye fısıldadı.
Gülümsedim. “Hadi… yemeğini bitir.”
O masumca yemeğine devam ederken bende oğlumu izlemekle yetindim. Arada beni çileden çıkaracak olsa da, hayatta ki tek tadım tuzumdu.
“Baba bitti...”dedi başını yana eğip...
"Afiyet, şifa olsun oğluma..."
O yemeğini bitirince ben masayı toparlamaya başlamıştım ki, bir anda sandalyeden inip koşarak çıktı mutfaktan.
“Yaman Pars!” diye arkasından seslendim ama nafile…
Çocuk çoktan hızını alamayıp Emir’lerin kapısına doğru fırlamıştı bile.
Tam “Dur oğlum!” diyecektim ki kapının hem çalınması hem de aynı anda açılmasıyla, odanın içine dalıverdi bizimki.
Elimi alnıma vurdum.
Elimdeki tabakları tezgâha koyup hızlı adımlarla oraya yöneldim.
Emir’le İklim zaten fazlasıyla yorgun ve hassastı; sabah sabah bir de biz yük olacaktık onlara oğlum sayesinde...Derin bir nefes alıp peşinden gittim.
Kapı açık olmasına rağmen yine de usulca tıklattım.
“Müsait misiniz?”
“Gel bacanak gel!” dedi Emir, beklediğimden fazla neşeli bir sesle.
Ben içeri girene kadar Yaman Pars çoktan Emir’in kucağına kurulmuştu bile.
İklim ise ikisine bakıp kahkaha atıyordu.
“Kusura bakmayın… beni de dinlemiyor artık.” dedim mahcup bir ifadeyle.
İklim başını sallayıp gülümsedi.
“Sorun değil ağabey… Emir ikimizi de solladı Yaman Pars’ın gözdesi olmakta.”dedi ve Emir’in, Yaman Pars’ı havaya hoplatmasına bakıp daha da güldü.
“Öyle valla…” dedim, kendilerinden geçmiş ikiliyi izlerken. Şekilden şekile giriyorlardı adeta gülerken.
Emir, Yaman Pars’ı yatağa yatırmış, onu gülerek gıdıklıyordu.
Oğlumun kahkahaları odanın içini ısıtıyordu; bütün dertleri bir anlığına unutturan bir sahneydi bu hepimiz için...
“Emir ağabey yapmaa!” diye çığlık atan Yaman Pars, nefesi kesilene kadar gülüyordu adeta.
Emir de kahkahasına kahkaha ekledi.
“Teyzene baskın yaparsın he yavru kartalım!” dedi, onu yeniden gıdıklarken.
Odada gülüşler çınladı.
Bir anlık huzur… bir ev dolusu merhem gibiydi.
Tam o anda Yaman Pars öyle bir kahkaha attı ki — içimde bir yer, hiç beklemediğim şekilde sızladı.
O kahkahanın parlak tınısına, Leylâ’mın sesi karıştı kulaklarımda…
O an, sanki zaman bir anlığına geriye doğru katlandı.
Başımı hızlıca iki yana salladım, içimde dolaşmaya başlayan gölgeyi savuşturmak ister gibi...
Bakışlarımı kaçırdım.
“Oğlumuzun gülüşlerinde yaşayacağım ben, bal gözlüm…”
Leylâ’mın o cümlesi zihnimin duvarlarını darma duman ederken, yutkunup derin bir nefes aldım.
Ruhum bedenimde ağırlaştı, boğazım düğümlendi ama belli etmedim.
“Emir yeter, bayılacak çocuk gülmekten…” dedi İklim.
Yaman Pars kahkahasının arasından kelimeleri parçalı parçalı çıkardı:
“Teyze kurtaaay! Teyze… babaa kurtay!”
İçten içe gülüyor, kelimeleri birbirine karıştırıyordu.
Emir kocaman bir kahkaha daha attı. “Olmaz yavru kartalım! Baskını yapan cezayı çeker!”
“Yetiştim teyzeeem!”
İklim de dahil oldu gülüşlerine, eğlencelerine...
Odanın içi bir neşe çemberine dönüşmüştü; kahkahalar birbirine karışıp duvarlardan yankılanıyordu.
Yüzümü ovuşturup zihnimi dağıtmaya çalışırken, İklim sonunda Yaman Pars’ı kucağına alarak Emir’den çocukça bir şekilde kaçar gibi yanımda belirdi.
“Kaçtık Emir ağabey’den!” dedi gülerek.
“Kucağına çok alma artık Yaman'ı baldız, iki canlısın sen. Bizim sıpa ağırlaştı,” diyerek oğlumu onun kucağından aldım.
“Abartmayın ağabey ya...o kadar olmadım daha...”dedi İklim yakınarak.
Ama benim gülüşüm donup kalmıştı yüzümde bir anda... Fark ettiğim detay ile yüreğime öyle bir bıçak saplandı ki...Yıllardır kabuk tutan ama kanamaktan vazgeçmeyen o yaramı İklim’in parmağındaki yüzük, tüm dengemi bir kez daha altüst ederek kanatmıştı...
“Bacanak haklı valla güzelim, yavru kartal büyüdü artık,” dedi Emir, Yaman Pars’ı benim kucağımdan alırken. Ama aklım çoktan geçmişin içinde kaybolmuştu. Ben hala kanayan yaramın kanında boğuluyordum.
“Leylâ’mın değil mi o…” dedim en sonunda. Kahkahalar ve gülüşler yavaş yavaş sustu; İklim ile Emir kısa bir bakış paylaştılar birbirlerine.
“Ağabey…” dedi İklim, elini elinin üstüne kapatarak.
Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım, ama olmadı.
“Baba… ne annemin…?” dedi Yaman Pars, o masum sorusuyla yarama köz basarcasına.
“Aa, yavru kartalım, benim canım senin o çok sevdiğin omletten çekti,” dedi Emir, konuyu dağıtmak istercesine gülerek.
“Babam bana yaptı sabah, biliyor musun Emir ağabey?”
“Bak sen, o zaman… sen de teyzenle bana omlet yapar mısın?” dedi Emir. Yaman Pars başını hızlıca salladı.
“Gel, Teyzem…” diyerek İklim de elini tutup odayı terk ederken içimden derin bir yutkunma geldi.
“Leylâ’mın değil mi o yüzük…” dedim, Emir’e gözlerim dolu dolu bakarken.
“Otur önce…” dedi Emir, yatağın kenarına oturmamı sağlayarak. Yüzümü ovaladım; zihnim geçmişi önüme katıp katıp duruyordu.
Emir’in avuçlarının omuzlarımı kavrayıp hafifçe salladığı o an, geçmiş sinem gibi göğsümden sökülüp uzaklaştı. Nefesim darmadağın, gözlerim yanıyordu.
“Cüneyt, iyi misin kardeşim?” dedi Emir, sesi endişeyle titrerken.
Gözlerimi kırpıp bugüne dönmeye çalıştım. Oysa Leylâ’nın gülüşü hâlâ kulağımdaydı…
O yüzüğü takarken titreyen elleri, karnına dokunduğumda çıkardığı kıkırdaması…
Hepsi bir anda çöküp geldi üstüme.
“Nikâh yüzüğümüzdü o, Emir…” dedim kısık bir sesle.
Sanki itiraf etmeyince boğulacakmışım gibi.
“Zihnim… önüne katıp katıp duruyor hep aynı anları… Durmuyor…susmuyor...”
Emir yanımda çömeldi.
“Biliyorum kardeşim benim...Delillerin içinden çıkmış. Ben bile bilmiyordum. Dün gece… her şeyi anlattım İklim’e. Sabah bulunca takmak istedi, kıramadım...”
Ama Emir’in sesi çoktan geride kalmıştı. Anılar beni içine çekmiş, yıllar önceye götürmüştü bile.
Yıllar öncesine…
Küçük bir parkataki banka oturduğumuzda Leylâ’m, direk elinde ki poşetlere sarılmıştı bile.
"Eksik var deme, çok yoruldum güzelim..." dememle gülerek başını eğdi.
"Eksiğimiz yok, sadece sabrım kalmadı kocacım!"demesiyle çıkardığı kadife kutuyu hemen açtı.
" Sabrını yerim, ceylan gözlüm benim!"diyerek alnından öpmem ile güldü.
Yanaklarındaki çizgiler tamamen belirene kadar gülerek taktı parmağıma o gümüş kaplama yüzüğü.
“Bu yüzüğü asla çıkarmak yok, Cüneyt Efendi!” dedi şakacı bir ciddiyetle.
Ben de gülerek yüzüğü dudaklarıma götürdüm.
“Ölene kadar çıkmayacak güzelim… Hadi, seninkini de takalım artık. Evleneli neredeyse bir sene olacak, biz yüzükleri yeni takiyoruz şaka gibi ”dedim gülerek.
"Olsun, geç olsun güç olmasın Cüneyt'im..."dedi mest olurcasına...
"Oy kurbane," diyerek yanağına hızlı bir öpücük bırakmamla içten bir kahkaha attı.
Elindeki kadife kutudan , altın olan alyansı çıkarıp parmağına geçirirken gözlerinin içi ışıl ışıldı.
“Benimkini de ancak ölünce çıkarabilirler,” dedi birden, masumiyetle ama kaderin bizi duyduğunu bilmeden.
Onu alnından öptüm uzunca...
Gözlerini kapattı, benim gibi... Geri çekilirken yanağını okşadım.
“Bu yüzden yaşayacaksın meleğim… Oğlumuz için, bizim için yaşayacağız.”
Öyle güzel baktı ki o an, bir kadın ancak bu kadar güzel ve eşsiz bakabilirdi.
Derin bir nefes alıp başını sineme yasladı, yüzünü boynuma sakladı.
“Yaşayalım bal gözlüm… Hem yaramaz ama akıllı bir oğlumuz olacak.”
“Bu kadar da eminiz yani, ha Leylâ’m?” dedim kaşlarımı kaldırarak gülerken.
“Karnımda bu kadar hareketliyse, doğunca senin başına ikinci bir Leylâ geliyor demektir kocam,” dedi gülerek.
Ben de saçlarını okşayıp ona daha da sarıldım.
“Sizden gelen başım gözüm üstüne… Hurma kuşlarım benim…”
Gülüşü göğsüme yayıldı, huzur gibi, bir ömür sürecek sanmıştım.
Ama o sıcaklığı unutturup beni acımasızca şimdiye çeken, Emir’in omzuma yaptığı sert dokunuş oldu.
“Kardeşim, iyi misin?” dedi Emir, sesi yumuşak ama bakışları artık iyice ciddileşmişti.
“İ… iyiyim…” dedim, ama nefesim hâlâ düzensizdi. Parmaklarım titriyordu. İçimdeki ağırlık tam çekilmiş gibi olurken bir anda başka bir telaş bindi üstüme. Gözlerim etrafı taradı.
“Ben… oğluma bakayım. Yaman Pars nereye gitti?” dedim hızlıca, sanki konuyu değiştirince içimdeki acı da dağılacakmış gibi.
Emir’in kaşları anında çatıldı.
“İklim ile gitti ya kardeşim…” dedi yavaşça, yüzüme daha dikkatli bakarak.
Sonra hafifçe başını eğdi.
“Cüneyt… sen iyi misin gerçekten kardeşim?”
Ne cevap vereceğimi bilemedim. Boğazımda bir düğüm, zihnim darmadağın…
Sadece yutkundum.
“Dur, sana su getireyim ben,” dedi Emir, elini omzuma koyup kalkmamı engellemek ister gibi.
“Ben… oğlumu göreceğim. Yaman Pars’a bakacağım,” dedim, sanki oraya gidersem biraz toparlanacakmışım gibi.
Emir derin bir nefes aldı, sesini mümkün olduğunca sakin tutarak:
“Mutfaktalar kardeşim… hadi, birlikte gidelim. Gel,” dedi.
Bir an durakladım, sonra başımı sallayıp onun kollarından sıyrılıp hızlandırdım adımlarımı. Zihnimde dönen sesleri susturmanın tek bir yolu vardı, o da Leylâ’mın emanetiydi...
“Yaman? Yaman Pars!” diye seslendim, daha mutfağa varmadan kapıda belirdi oğlum.
“Efendim baba,” dedi, küçük adımlarla bana doğru gelirken.
Hemen dizlerimin üzerine çöktüm ve onu kucağıma aldım. Sıkıca sardım, başımı onun kokusuna gömdüm.
“Bebeğim benim…” dedim, saçlarını öpüp koklarken, minik kollarıyla bana sarıldı, dünyadan habersiz bir şekilde gülerek.
“Baba bıyıkların batiyo,” dedi o masum sesiyle gülerken...
“Can parem benim…oğlum...” diye karşılık verdim, içimdeki bütün yorgunluğu ondan güç alarak bastırmaya çalışarak.
___
Oy sınırı 50 , yorum sınırı en az 25 çünkü uzun bir bölüm geldi. Sizleri seviyorum 💜
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |