

İklim Yılmaz’dan...
Gözlerimi araladığım anda tanıdık bir ağır koku doldu burnuma… O yoğun ilaç ve hastane karışımı… İçimdeki o tanıdık ürpertiyi bastırmaya çalışarak doğruldum. Yatağın kenarında doğrulurken ilk gördüğüm şey, başını göğsüne düşürmüş şekilde sandalyede uyuya kalmış Göktürk ağabeydi.
Yavaşça başımı diğer yana çevirdiğimde… karşımdaki yatakta hareketsiz yatan Alparslan ağabeyi gördüm. Bir an kalbim karnıma doğru çöktü. Çaresizliğin ağırlığı, göğsümün ortasına koca bir taş gibi oturdu. Elim istemsizce karnıma gitti, kızımın varlığını hissetmek ister gibi… Ve çok şükür ki, o da hala benimleydi. Derin bir nefes verip ayağımı yere sarkıtıp kalkmaya çalışırken çıkan hafif sesle Göktürk ağabey irkilerek uyandı. Gözlerini açıp önce Alparslan’a, sonra bana baktı. O uykulu, ama yorgun bakış hemen endişeye dönüştü ve ayağa fırladı.
“Kardeşim… uyanmışsın. Niye seslenmedin?”
“Yorgunsundur ağabey…” dedim neredeyse fısıltıyla.
“Bana bir şey olmaz. Sen yeter ki bana seslen. Bak kızını düşün… yine yığılıp kalırsan bir yerde,ne derim ben Emir’e bacım...”
“Ağabey… Alparslan ağabeye ne oldu?” diye sordum, dudaklarımın titremesine engel olamayarak.
“Telsiz anonsunu duyar duyunca…” dedi Göktürk ağabey, gözleri bir anlığına Alparslan’ın yattığı yatağa kaydı.
“Kaza yapmış. Ama durumu iyi çok şükür. İç kanama yok, kırık yok… sadece beden şoku yaşamış. Uyuyor şimdi.”
Başımı hızla salladım. Derin bir nefes aldım ama ciğerlerim o nefesi kabul etmedi sanki.
“Ağabey…” dedim bu kez daha kısık bir sesle. “Bir haber var mı Emir’den?”
Göktürk ağabey o an durdu.
Gerçekten… durdu.
Sanki omuzlarına görünmeyen bir yük daha bindi; dizlerinin bağı çözülecek gibi oldu.
Sonra beni yavaşça hasta yatağına oturttu, kendisi de yanıma oturup yüzünü avuçlarının arasına alıp sıvazladı.
Derin, uzun, boğucu bir nefes çekti.
Bu nefes bana hiç iyi bir şey söylemeyeceğini baştan haber verdi.
“Kan lazımdı, bulduk.” dedi, gözlerini kaldırmadan.
“Ameliyatı da… iyi geçmiş, doktor öyle söyledi.”
Kalbim hızlıca çarptı.
“Ama?” dedim, sesimin çatladığını saklayamayarak.
“Ağabey… kötü bir şey var yine. Görüyorum, söyle… ne oldu?”
Göktürk ağabey başını bana çevirdi.
Gözlerinin içindeki acı, söylemek zorunda kaldığı sözleri daha söylemeden hissettirdi.
“Kardeşim…”
“Ağabey ne olur söyle.” dedim, parmaklarım dizlerimin üzerinde birbirine kenetlenmiş, tırnaklarım etimi acıtırken.
“Eşim neyle mücadele ediyor bilmek istiyorum artık. Saklamayın hiç bir şeyi benden…”
Göktürk ağabey boğazını temizlemeye çalıştı ama sesi çıkmadı.
Bir iki saniye gözlerini kapadı.
Sonra yutkunup, titreyen bir nefesle konuştu:
“İklim…Doktor… her ihtimale karşı hazırlıklı olmamızı söyledi.”
Yüreğim sanki bir çiviye takıldı.
Ama Göktürk ağabey devam etti.
“Uyansa bile… atak geçirme ihtimali çok yüksekmiş.”
Sesi çatladı.
“Her çözüm yolu denendi. Sağdan soldan soruldu… ama…”
“Ağabey…” dedim fısıltı halinde, artık gözlerimden yaşlar süzülürken. “Lütfen…”
Göktürk ağabey, gözleri kıpkırmızı olmuş hâlde bana baktı.
“Özür dilerim kardeşim…” dedi ve sesi ilk kez kırıldı.
“Emanetini… Emir’ini… yeterince koruyamadık.”
“Nerede şimdi… görmek istiyorum onu ağabey…” dedim, sesim daha önce hiç duymadığım kadar ince çıkarken. Parmaklarım titriyor, kalbim göğsümden dışarı çıkacak gibi çarpıyordu.
Göktürk ağabey gözlerini yere indirdi.
“Yoğun bakımda…” dedi kısık bir sesle.
“Ama kimseyi almıyorlar İklim.”
Gözlerim büyüdü.
“Ne… neden?”
Göktürk Ağabey derin ve ağır bir nefes aldı.
Sanki her kelimeyi söylemek için boğazından taş çeker gibi çabalıyordu.
“Sinir sistemine olan direnişi…” dedi yutkunarak.
“Kılcal damarlarının çoğunu patlatmış. Bedeni… yavaş yavaş çöküyor kardeşim.”
Gözleri doldu.
“Ama buna rağmen… hâlâ direniyor.”
Başımı hızla iki yana salladım; kabul etmek istemiyordum.
“Direnir…” dedim, nefesim titrerken.
“Direnir benim Emir’im… söz verdi bana çünkü. ‘Son nefesime kadar mücadele edeceğim.’ dedi...”
Göktürk ağabey başını eğip burnunu siler gibi yaptı.
“Ediyor da kardeşim…” dedi.
“Başka biri olsa çoktan düşerdi. Sen bayıldıktan sonra yine durdu kalbi ama…”
Gözlerini kapattı bir an.
“Yine geri döndü. Bırakmıyor koçum benim. Hâlâ tutunuyor… hâlâ direniyor bizler için.”
O anda kalbimin içi parçalanırken dudaklarımdan bir fısıltı döküldü:
“Ağabey…Görelim onu… bir kere ne olur? Bir saniyeliğine bile olsa. Ben dayanırım… ama onu görmeden duramam… ne olur.”
Gözlerimden yaşlar ardı ardına düşerken Göktürk ağabey bana baktı.
“Gideceğiz kardeşim… gideceğiz… haber gelsin,” dedi Göktürk ağabey, sesi yumuşak ama içinde gizlenen fırtınayla.
Tam o anda kapı hızla açıldı ve Alper neredeyse nefessiz bir hâlde içeri girdi.
“Ağabey?!”
Sesi aceleyle kırılmıştı.
Göktürk ağabey kaşlarını çatıp ona döndü.
“Ne oldu Alper?”
Alper’in gözleri önce bana kaydı; yüzündeki gerginlik, söylemek üzere olduğu şeyin iyi olmadığını belli ediyordu. Bir saniye bile durmadan Göktürk ağabeyin kolundan tutup onu odanın köşesine, duyulmayan bir yere çekti.
Ama ikisinin yüzündeki panik, fısıltıyla söylenen sözlere rağmen odanın ortasına kadar taşmıştı.
Göktürk ağabeyin yüzü bir anda bembeyaz kesildi.
“Emel’i buraya gönder,” dedi nefesi daralarak.
“İklim’in başında birisi kalsın.”
Kalbim yerinden kopacak gibi oldu.
“Ağabey ne oldu?! Emir’e mi bir şey oldu?!” diyerek telaşla yataktan doğruldum, ayaklarım titreyerek onlara yaklaşırken.
Göktürk ağabey başını hızla iki yana salladı.
“Emir değil, korkma.”
Sesi gibi nefesi de sıkışıktı.
“Burada kal İklim. Geleceğiz biz.”
“Ağabey…”
Sadece bir kelime döküldü dudaklarımdan; geri kalanı yutkunduğum gözyaşlarımda boğuldu.
“Ne olur İklim… zorlaştırma,” dedi bana dönüp.
Bakışları hem yalvarıyor, hem bir şeyleri benden saklamanın ağırlığıyla çarpıyordu.
Başımı usulca salladım.
Onlar kapıdan telaşla çıkarken odanın sessizliği benim nefesimle çarpıştı.
Yavaşça yatağa oturdum. Ellerim istemsizce boynuma gitti… Emir’in bana aldığı künyeye dokundum; metalin soğukluğu içimdeki yangını daha da keskin hissettirdi.
Künyeyi avuçlarımın içine aldım.
“Ne olur… kalk aşkım…” dedim, sesim çatlayarak.
“Ne olur kurban olduğum… dön bana merhametine özlem duyduğum…”
O an odanın duvarları bile beni bir şeylere hazırlıyormuş gibi sessizce üzerime daralıyor gibiydi.
____
Baran Boran'dan…
Ayakta duracak gücüm kalmamış gibiydi artık. Lavaboda yüzüme vurduğum soğuk su bile içimde kopan fırtınanın bir zerresini bile dindirmemişti. Aynaya son kez bakıp derin bir nefes aldım, sonra kapıyı açıp çıktım.
Koridorun sonundaki yoğun bakım ışığını gördüğüm anda göğsüm yine sıkıştı. Emir’in kapısına doğru yürürken, Tansu Asteğmen’in iki kişiyle sert bir şekilde tartıştığını fark ettim. Adımlarım hızlanırken sesim istemsizce yükseldi:
“Ne oluyor burada?”
Arkamdan Emel’in telaşlı sesi geldi. “Baran… Ne oldu?”
Ona cevap veremeden Tansu Asteğmen’e döndüm, gözlerim gerginlikten kısılmıştı. “Ağabey… ne oluyor?”
Tansu bir an çenesini sıkarak gözlerini başka yere kaçırdı. “Bir şey yok Baran’ım… boş mesele. Hallettik, merak etme.”
O an adam hemen atladı lafa.
“Bakın Komutanım… basın yığılmış durumda dışarıda. Herkes yaralı askerin buraya getirildiğini duymuş. Başka bir hastaneye sevk edelim isterseniz—”
“Dışarısı asker kaynıyor zaten!” diye bastı Tansu asteğmen sözünü, sesi bütün koridoru doldurdu.
“Siz ağzınızı tutarsanız hiçbir sorun olmaz! Müdürsen, müdürlüğünü bil! Ben de Emir kuluyum, sizin gibi! İçerideki adam benim kan kardeşim. Sizin ise gaziniz. Siz gazinize böyle mi sahip çıkıyorsunuz ? Onca hastanedeki doktorunuz ‘yerinden oynatmayın’ derken sen bana basını bahane edemezsin!”
“Ko–Komutanım…bir müsade ederseniz, bende istirham edeceğim...”
Adam geriye doğru adım attı; Tansu’nun gölgesi üstüne düşmüştü. Ben ise nefesimi tutmuş halde izliyordum olanları.
“Bir saattir, dinliyorum ben sizi müdürüm. Sonuç zaten, kabak gibi ortada! Hasta gizliliğini ihlal eden kim?” dedi Tansu, göğsü yükselip inerken.
“Biz değiliz müdür bey, sizsiniz! Biz bize verileni uyguladık, siz niye uygulamadınız?! Protokol de yazan neyse uygulayın, kafadan yazdığınız kanunu değil! Uygulamayı bilmiyorsanız da benimle uğraşmayın. Uğraşırsanız, uğraşırım müdür! Senin doktorlarının hayat kurtarıp kahraman olduğu kadar, içeride yatan adamın da canını ortaya koymuşluğu var! Siz bir can kurtarırken, biz günde kaç insanın hayatı kurtarılsın diye şehit verdik ?!”
“Ko-komutanım…” diye kekeledi adam.
“Yok komutanım falan! Biz görevimizi yapıyoruz. Siz yapmadıysanız bu sizin ve lanet hastanenizin ayıbı!
Bu hastanın refakatçisi benim ve benim hastamın gizliliği suistimal ediliyor. Ama mağdur olan yine sizsiniz öyle mi? Öyle bir dünya yok müdür ?! Ha dersen ki, yazılı kanun var. O zaman açalım kanunları tek tek. Benim hastamın hakkını ihlal edip, bir de onu suçlu çıkaramazsınız!”
Müdürün yüzü kireç gibi olmuştu.
“Sesinizi… biraz alçaltın lütfen. Burası hastane.”
“Hastaneyse önce sen buranın hastane olduğunu hatırlayıp, bana sesini yükseltmeyecektin! Sana bir saat mühlet. Basını o kapıdan yok edeceksin. Yapmazsan, sadece orduyu buraya yığmakla kalmam, o kapıya demir kilidi bizzat ben vururum. Benim evlatlarım sizin gibi paraya tamah etmez müdür; canını ortaya koyuyor. Paranı da az bulduysan kes faturanı, yolla bana!
Sana bir saat. Daha fazlası yok...Bu da uyarı değil, rica...yoksa olacaklara karışmam sayın müdürüm. Umarım anlaşılmıştır?”
Müdür bir anda toparlanıp başını eğdi.
“Anladım efendim… iyi günler.”
“İyi günler.”
Adam uzaklaşırken Tansu asteğmen, “iyi günler” sözünü adeta bir bıçak gibi arkasından gönderdi.
“Komutanım?”dedim, olayları hazmetmeye çabalarken...
Tansu yüzüme baktı, kaşları hâlâ asılı.
“Sus Baran! Zaten sinirim tepemde!” dedi ve kendini bankın üzerine bıraktı.
Ben kendimi toplamaya çalışırken İsmail, Tansu Asteğmen’in omzuna pat diye bir tokat atarcasına elini koyup sıktı.
“Siz hepiniz Tansu Asteğmen’im tek ulan!” dedi sırıtıp.
Tansu anında gözlerini kıstı.
“Canımı sıkma İso! Sende durumlar ne ?!”
İsmail ağabey, elini palaskasında birleştirip derin bir nefes aldı. Ben de koluma giren Emel’i, sanki düşecekmişim gibi içgüdüsel olarak daha da kendime çektim.
“Haberlere gelirsek… kötü Komutanım. Yunus amca… sizlere ömür. Kalbi dayanamamış. Hüda teyze geldi ama Azra’yla Alper ne yaptı, onu bilmiyorum henüz.”
Bir anda dizlerimin bağı çözüldü. Yunus amca da mı ölmüştü?
“Baran? Baran?!” Emel’in sesi kulaklarımda çınladı.
“Kötü bir şey yok…” dedim ama kelimelerim boşlukta sallandı. “Gözüm karardı bir an.”
İsmail hızla diğer koluma girip beni banka oturttu. Yüzümü avuçlarımla sıvazladım.
“Oğlum… iyi misin Baran?” diye sordu İsmail, sesi endişeli.
“Baran…” Emel dizlerimin önünde çömelip elimi tuttu. Parmakları titriyordu.
Başımı salladım. “İyiyim. Ağabey… Emel’i bir hava aldırır mısınız?” dedim kısık bir sesle.
“Gitmiyorum bir yere!” diye çıkıştı Emel hemen.
“Emel… iyiyim,” dedim yorgun bir nefesle. “Sizin burada olmanız beni daha çok strese sokuyor. Hadi…”
“Baran haklı Emel,” dedi Tansu yumuşak ama kararlı bir tonla. “İsmail seni Meltem’in yanına bıraksın. Bak artık kiminle uğraşacağımızı şaşırıyoruz. Hadi kardeşim…”
Emel çekilmek zorunda kalınca gözleri doldu.
“Baran…” diye fısıldadı bana bakarak.
Zorla derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Dizlerim hâlâ titriyordu ama Emel’in elini bırakamadım.
“Ben bırakayım…” dedim yavaşça, onun yanına eğilip.
“Gel güzelim…”
Ama daha bir adım bile atamadan, gözlerimin önü kararıp sendeledim. Kolum anında bir el tarafından kavrandı,Tansu Asteğmen tarafından...
“BARAN?!” diye yükseldi sesi, korkuyla.
Beni tekrar bankın üzerine oturttular. Göğsüm daralıyordu; nefes değil, sanki ince ince cam parçaları çekiyordum içime. İsmail hemen önüme eğilip montumu, gömleğimi hafifçe araladı.
“Derin nefes al oğlum…bırakma kendini Baran!” diye mırıldandı, paniklenen sesini bastırmaya çalışarak.
Emel’in sesi titreyerek aradan sıyrıldı.
“Ağabey… tansiyonu ya da şekeri düşmüş olabilir. Biriniz hemşire çağırsın, lütfen!”
Tansu hemen döndü ona.
“Emel, sen köşeye otur! Ben hallederim.”
Sertti ama sesinin altında bir telaş vardı. Emel’i yanıma oturtup hızlı adımlarla uzaklaştı.
Ben başımı geriye yasladım, nefesim göğsüme sığmaz olmuştu. Gözlerimin önü giderek daha çok kararıyor, ışıklar yer değiştiriyordu.
“Baran…” dedi Emel, neredeyse ağlayarak.
“Ses ver bana, ne olur. Bak buradayım canım...”
Başımı ona çevirmeye çalıştığım an, karanlık daha da bastırdı. Gözlerimi sımsıkı kapadım.
“Midem… bulanıyor…” dedim zorlukla.
“Başım dönüyor… fena dönüyor…”
Tam o anda, ayak seslerinin hızlanıp yaklaştığını duydum. Tansu nefes nefeseydi.
“Geldi hemşire! İsmail, sandalye getir çabuk!” diye seslendi, sesi hem otoriter hem de panikle kırılmıştı.
Emel elimi daha sıkı tuttu, parmakları buz gibiydi.
“Baran… aç gözlerini… tamam mı? Bak yanındayım, buradayım…”
Sesi öyle ince, öyle titrekti ki, gözlerimi açamasam bile yüzünü hissediyordum.
İsmail koşarak geri döndü, sandalye metal sesiyle yere değdiğinde içimdeki dünya bir kez daha sallandı.
“Tamam oğlum, tamam… tutun bana,” dedi İsmail, kolumu kendi omzuna alarak.
“Yavaş… nazik… aferin lan, çok güzel.”
Ama ayaklarım yere basmıyordu artık. Sanki biri bacaklarımı çekip almıştı benden. Dizlerim boş, midem alev.
“Sağdaki ikinci odaya alalım...Hastanın satürasyonuna bakalım önce.”
Başımı kaldırmak istedim ama anında tekrar düştü. Ve duyduğum sesler uğultularda boğulurken, yüreğimin çığlığı dünyamı yıkanlara birer ağıt gibi döküldü...
___
Alparslan Demir’den…
Gözlerimi açar açmaz soluğu onun başında aldım. Yoğun bakım odasının buğulu camına yasladım elimi; içerideki ağır sessizlik de makinelerin tekdüze sesi de içimde kopan fırtınayı susturmaya yetmiyordu.
"Atalay’ımın emanetisin bana, Emir… Bu kadar mı sevdiniz birbirinizi? Reva mı yıkıp yıkıp, beni almadan gitmeniz?"
"Komutanım…"
Omzumda beliren sıcak bir el beni o karanlık düşüncelerden çekip aldı. Döndüğümde Tansu’ydu.
"Haberler nasıl?"
"İyi demek isterdim komutanım ama Yunus amcayı kaybettik. Defin işlemleri de başlatıldı. Manisa'ya defnedilecek ikindi namazına müteakip..."
Derin bir nefes aldım.
“Detaylı durumları bana bir rapor geçsene… Kim nerede, kimin yanında?” diyerek banka oturdum. O da başını sallayıp yanıma yerleşti.
"Göktürk, Egemen’in başında. Emirhan, Emir’in evini incelemeye aldı. Alper, İklim ve Azra’nın başında. İsmail, Baran ve Emel’le. Biz de buradayız işte…"
Gözlerini sildi, burnunu çekti; ama dik durmaya çalışıyordu hala.
“Baran'ım da bayılmış, o nasıl?”
“Tansiyonu çok düşmüş. Bir odaya yatırdım. Serum verdiler. Kendine gelir yavaş yavaş…”
“Gelmez…” dedim kısık bir sesle. “Gelse de eskisi gibi devam edemez…”
“Alparslan?”
Tansu’nun sesi ürkekti; beni yokluyordu sanki.
“Sen devam edebildin mi Tansu… ağabeyin olmadan?” dedim, gözlerimi yeniden yoğun bakım kapısına çevirirken.
Tansu’nun dudaklarının kenarı buruk bir tebessümle kıvrıldı; gülüş değildi bu, acının kabuğu gibiydi.
“Cevabını bildiğin soruları sormayacaktın hani?” dedi Tansu, gözleri kısa bir anlığına bana takılıp kaçarken.
“O seneler önceydi.” dedim, iç çekerek.
“Şimdi de kullan o hakkı…”
Burukça gülümsedim. Gülüşümün ardında yorgun bir acı vardı; başımı arkaya yasladım, tavandaki soğuk ışıklara baktıkça gözlerim yanmaya başladı.
“Kullanamam artık…” dedim kısık bir nefesle.
“Çünkü insan, kendi içi susmazken başkasına sus diyemez hale geliyor, Tansu.”
Tansu başını öne eğdi, elleri dizlerinde kenetlendi. Sanki o an biz ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk:
Kaybetmenin değişmeyen ağırlığını.
“Ben o soruları kendime durmadan soruyorum çünkü,” dedim neredeyse fısıltıyla. “Gözde...Kardeşim dediklerim... Atalay'ım... şimdi Emir… Kimine yetiştik, kimine yetişemedik. Sanki elim hep birine geç kalmış gibi.”
Tansu derin bir nefes aldı. Bana baktı; gözleri doluydu ama dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi tekrar.
“Yanlış düşünüyorsunuz, komutanım,” dedi sakin ama kararlı bir sesle.
“Sevdiklerinizi kaybettiniz belki… ama sizi çok seven insanlar da kazandınız.”
“Yaşamak, ölmekten daha zormuş Tansu,” dedim.
“Ben buna alışamıyorum artık. Yunus amcanın yerinde benim, benim yerimde Emir olmalıydı. Yaşamayı en çok hak edenlere niye zehir oluyor bu dünya, anlamıyorum…”
Tansu’nun bakışları titredi. Gözlerini kaçırdı.
“Ağabeyim de devreleri şehit verdiği gün böyle demişti,” dedi sesi kısılırken.
“‘Allah’ım, beni onlar kadar niye sevmedin?’ diye çok ağlamıştı.”
Kısa bir sessizlik oldu. Ardından devam etti:
“Biz diyorduk tabii… ‘Ağabey deme öyle, isyana girer,’ diye. Sonra bir sabah uyandı… Yüzü bambaşka parlıyordu komutanım. O gün görev çıktı zaten.”
Dudakları titredi, derin bir nefes aldı.
“Hilal bıyık, Özel Harekât’ın şanıdır derdi. O gün tıraşını olmuş, gülerek geldi yanımıza. Dedim ki, ‘Bir farklılık var sende.’ Biz daha görevden habersiziz tabii.”
Tansu gözlerimin içine baktı.
“‘Tansu’m,’ dedi, ‘ben şehit olacakmışım.’
‘Ağabey ne diyorsun sen, kafayı mı yedin?’ dedim.
‘Yok Tansu’m,’ dedi… ‘Rüyama Peygamberimiz girdi.’”
Sözleri boğazımda kaldı.
“Bunu bana hiç anlatmamıştın…” dedim.
Gözlerini sildi, ardından yorgun ama sıcak bir tebessüm yerleşti yüzüne.
“Bu zamana nasip oldu işte, komutanım…”
“Sonra?” dedim, sesi kesilmesin isteyerek.
“Şaşırdım tabii,” diye devam etti. “Koskoca Peygamberimiz ağabeyimin rüyasına girmiş… Ne diyeceğimi bilemedim. Öyle bakakaldım yüzüne. En sonunda, ‘Ağabey sen ne diyorsun?’ dedim.”
Bir an durdu. O anı yeniden yaşıyor gibiydi.
“Öyle sevinçliydi ki… Sevinçten konuşamıyordu neredeyse. ‘Peygamberimizi gördüm Tansu,’ dedi tekrar. ‘O kadar çok “Allah’ım beni de sev” diye ağlamana dayanamadım; gözlerini silmeye geldim evladım,’ demiş ona.”
Tansu’nun sesi titredi.
“Ben korktum tabii. ‘Sen gidersen ben ne olacağım ağabey?’ dedim. Gülümsedi bana. ‘Bizim bir dünyamız daha var ya Tansu’m,’ dedi. ‘Hem şehitler ölümsüz olur. Ben Allah’ın seçili kullarından olacağım. Cennette size sarılmayı bekleyeceğim.’dedi...”
Başını hafifçe eğdi.
“Ben o gün anladım, komutanım… Mesele ne yaşamakmış ne de ölmek. Çünkü herkes bir şekilde yaşıyor, bir şekilde ölüyor. Mesele ruhunu nasıl taşıdığını bilmekmiş.”
Gözleri dolu dolu bana baktı.
“Ağabeyim, ‘bu dünyadan olamaz’ dediğim biriydi. Sizin Atalay Komutan’ı anlattığınız gibi… Emir Kaan da öyle ne yazık ki. Hepimizi toplasak bir Emir etmez komutanım. Ondaki teslimiyeti, ondaki imanı, merhameti, sevgiyi hangimiz tek bir bedende toplayabiliriz?”
Burukça gülümsedim.
“Adar’ı yaktığı gün…” dedim. “Ne yaptın oğlum sen, dedim. ‘İbret-i âlem yaptım ağabey,’ dedi.”
İçim sızladı o anı hatırlarken.
“Sinirlendim, bağırdım çağırdım. Başını eğdi, sustu, köşeye çekildi. Sonra kıyamadım… gittim yanına oturdum. Öyle bir masum bakışı var ki…”
Bir an durdum, nefesimi toparladım.
“Sonra ağzını açtı… Onca lafımı bir anda nasıl çöp etti biliyor musun?”
“Ne dedi?” diye sordu Tansu, fısıltıyla.
“‘Peygamberimiz için Fatıma neyse, Azra’m da benim için oydu,’ dedi. ‘İklim’le o yüzden evlenmedim mi ben komutanım,’dedi...”
Boğazım düğümlendi.
“‘Peygamberimizin Fatıma’ları ağlatılsaydı, işkence edilseydi… O sessiz kalıp kızlarını kör adalete teslim eder miydi?’ dedi.”
Başımı iki yana salladım.
“Sustum Tansu… Böyle ince düşünene ne denir ki? Sonra gözlerini sildi, başını omzuma koydu böyle omzuma.
‘Bir çocuğun ruhunu öldürmek de cinayet değil mi ağabey? Ölmeden, kendi intikamımı almadan nefes veremezdim’ dedi.”
Derin bir nefes aldım.
“O günden sonra… bir daha kızamadım ona.”
O an Tansu derin bir nefes aldı.
Sanki ciğerlerine dolan hava bile yetmemişti.
“Böylesi bir daha gelmeyecek…” dedi.
Başımı geriye yasladım. Tavana baktım; ışıklar gözümü alıyor, içimdeki karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu.
“Gelse de,” dedim ağır ağır,
“Emir’in yerini bu dünyada dolduramayacak.”
Sözlerim havada asılı kaldı.
Ne bir itiraz geldi, ne bir teselli.
Çünkü bazı boşluklar kapanmazdı…
Sadece insanın içine çöker, ömür boyu orada kalırdı.
“ Neyse,” dedim sesi toparlamaya çalışarak, “basının dikkatini benim kazaya çektiğinize göre ben bir Baran’a bakayım.”
Ayağa kalkarken dizlerimdeki ağırlık hâlâ gitmemişti ama duramazdım.
İçimdeki o tanıdık sorumluluk hissi yine yerini almıştı; kaçamayacağım, asla da kaçmak istemeyeceğim şekilde...
Tansu başıyla onayladı.
“Bir sıkıntı olursa ara.”
“Tamamdır, kardeşim…”
Tam dönecekken arkamdan seslendi.
“Alparslan.”
“Efendim?”
Bu kez bakışı daha çok, yaralı bir çocuk gibiydi.
“Yıkılma olur mu… Lazımsın bize.”
Bir an durdum. Göğsümün ortasında sessiz bir ağırlık çöktü.
Başımı hafifçe salladım.
“Size de canlarım, sizde…”
___
50 OY 30 YORUM SINIRI
SIZLERI SEVİYORUM , iyi okumalar 💜
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |