12. Bölüm
Bozkurt Pençesi / Yarım Kalan Sigara / Bölüm 12 : Sözde Karım

Bölüm 12 : Sözde Karım

Bozkurt Pençesi
bozkurt.pencesi

 

 

 

 

_1 hafta sonra_

 

Emir Kaan’dan...

 

Kiminin evi harabe, kimininki ise kiralık bir odadır. Çok para kazanıyor sanırsınız ama asıl mesele, her gün burun buruna geldikleri ölümle yaşamaktır. Kimse durduk yere çamurun içinde, yırtık bir çadırda boğazına kadar ıslanmayı kabullenmez. Ama bizim gibiler için bu, bir tercih değil; çaresizliğin zorunlu bir sonucudur.

 

Ben Emir Kaan Yılmaz. Çaresizliğin ne olduğunu, daha çocukken yetişkin gibi davranmak zorunda bırakılarak öğrendim. Hayatımın darmadağın olması yetmezmiş gibi, sırtıma bir de başka bir yuvanın yükü bindi. Hayatın acımasızlığını bir kez daha, o kızın gözlerindeki çaresizlikte fark ettim…

Sözde karım olan… Henüz üniversite öğrencisi olan ama ablasının başına gelenlerden habersiz, yeğenine sahip çıkmaya çalışan o genç kadından…

 

Derin bir nefes alıp yataktan kalktım. Pars’ın üzerini usulca örttüm, sonra mutfağa geçtim. Sadece bir bardak su içmek istiyordum.

Ama mutfağa girince, masa başında ders çalışan İklim’i gördüm. Gözlerim istemsizce ona takıldı. İçimden yine derin bir nefes geçti.

 

“Günaydın,” dedim, alçak bir sesle.

 

“Günaydın... Erken kalkmışsın?” dedi, başını hafifçe kaldırarak.

 

“Askeri alışkanlık,” dedim, omuz silkerek. “Sınavın mı var?”

 

“Evet… Vizeler başlıyor,” dedi, kalemini bıraktı, gözlerini bir an bana çevirdi.

 

“Kaçıncı sınıftaydın?”

 

“Bu yıl son senem... Tabii yine kalmazsam,” diye gülümsedi. Ama o gülümsemenin arkasında yorgun bir yılgınlık vardı.

 

“Geçersin sen. Sıkı çalış yeter.”

 

“Keşke sadece çalışmak yetse… Dersi derste de anlamak lazım,” dedi iç çekerek.

 

“Oraları pek anlamam ben…” dedim başımı kaşıyarak.

 

“Asker olmak için çalışmak gerekmiyor mu ama?” diye sordu, bir anlığına göz göze geldik.

 

“Gerekiyor elbette. Fiziksel yeterlilik, kondisyon, sağlık kontrolleri... Bir sürü testten geçiyorsun.”

 

“Her mesleğin kendine göre zorluğu var,” dedi, başını önüne eğdi.

 

“Öyle,” dedim. Sesim biraz düşünceliydi. Ardından, bakışlarımı notlarına çevirerek sordum: “Neye çalışıyorsun şuan? Belki bir katkım olur. Çok anlamam ama belki işe yararım.”

 

“Batı edebiyatı,” dedi. Bu sefer bana tam döndü.

 

Kaşlarımı kaldırdım. “Ooo, derin sular. Şiir, roman, trajedi falan mı?”

 

“Evet. Biraz da insanın iç karmaşası, toplumsal eleştiri, vicdan muhasebesi…”

 

“Tanıdık geldi,” dedim yarı gülümseyerek. “Benim hayat da öyle işte. Biraz trajedi, biraz iç savaş…”

 

İklim başını hafif yana eğdi. “Senin hayatın da edebiyat gibiymiş o zaman.”

 

“Benim hayatımın yazarını bulsak... biraz hesap sorasım var,” dedim göz kırparak.

 

Gülümsedi. Sessizce ama samimi bir şekilde. O an, aramızda adı konmamış bir anlaşma gibi bir şey oldu sanki. İkimiz de fazlasıyla yorulmuştuk ama hâlâ birilerine destek olmaya çabalıyorduk.

 

“Edebiyat hakkında bilgin var o zaman?” diye sordu İklim, başını defterinden kaldırıp bana baktığında.

 

Sorusuna hafifçe gülümsedim. “Batı edebiyatı hakkında var. Edebiyat, tarih ve coğrafya derslerine… nasıl desem… gereksiz bir ilgim vardı,” dedim, omuz silktim.

 

“Gereksiz mi?” dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. “Bence değil. O zaman yardımcı olabilirsin?”

 

“Bakayım notlarına,” diyerek masasındaki defterlere uzandım. Eliyle sayfayı çevirirken parmaklarımız değdi bir anlığına. Küçük ama fark edilen bir temas. İkimiz de o anda durduk.

 

Gözlerini benden kaçırdı, ben de notlara yöneldim. Sayfaların kenarlarına alınmış küçük notlar, altı çizili cümleler, bazen karalanmış kelimeler...

 

“Sen bu notları alırken dinliyorsan, o dersten kalma ihtimalin yok,” dedim, içten bir sesle.

 

“Hoca notlara göre değil, ruh haline göre de not veriyor,” diye karşılık verdi hafifçe gülerek.

 

“Demek ki hocanla biraz ortak geçmişiniz var, ben de ruh halime göre yaşıyorum çünkü,” dedim yarı ciddi, yarı alaycı bir tonla.

 

Gülümsedi. “Senin ruh halin biraz dağ gibi... sessiz, karanlık, ama bir yandan güçlü.”

 

Bu söz, içimde bir şeylere dokundu. Sustuğumda fark etti.

 

“Affedersin, fazla mı söyledim?” dedi hemen ardından, biraz tedirgin.

 

Başımı iki yana salladım. “Yok... iyi söyledin,” dedim, gözlerimi notlardan kaldırmadan. “Dağlar bazen içine çığ düşürür, kimse bilmez. Yüzeyi sağlam durur ama altı karış karış karanlıklarla kaplıdır…”

 

İklim o an konuşmadı. Sadece baktı. Belki de ilk kez içimi gerçekten görür gibi...

 

“Neyse,” dedim, defteri kapatmadan önce ona bakarak. “Hadi önce seni çalıştıralım.”

 

Şaşkın bir ifadeyle gözlerini açtı. “Gerçekten mi?”

 

Gülümsedim. “Gerçekten.”

 

Bir an sessizlik oldu. Sonra utangaç bir ifadeyle kalemini eline aldı. “Peki… o zaman ilk sorum geliyor,” dedi hafifçe gülerek.

 

“Hazırım. Ateş serbest,” dedim, sandalye çekip yanına otururken.

 

“İlk sorum geliyor,” dedi İklim, kaleminin ucuyla defterdeki satıra işaret ederek. “Romantizm akımının temel özellikleri neler?”

 

Kaşlarımı çatıp düşünür gibi yaptım. “Aşırı duygu yoğunluğu… bireyin iç dünyasına yönelme… doğaya hayranlık, özgürlüğe tutku. Bir de tabii hayal gücüne önem veriliyor.”

 

“Bravo,” dedi şaşkınlıkla. “Gerçekten iyi biliyorsun.”

 

“Demiştim ya... Gereksiz ilgi meselesi,” dedim, göz kırparak.

 

Gülümsedi, sonra biraz duraksayarak ekledi: “Romantikler hep kırık karakterleri anlatıyor… Neden dersin?”

 

Omuzlarımı hafifçe kaldırdım. “Belki de kırık olanlar en çok hayal kuranlardır.”

 

O an bana baktı. Uzun, sessiz bir bakış. Sorunun cevabını ben değil de içindeki başka biri vermiş gibiydi.

 

“Sen hiç... hayal kurdun mu?” diye sordu, sesini alçaltarak.

 

Bir an durdum. Elimdeki kalemi masaya bıraktım. “Eskiden… Evet. Ama sonra hayat, kurduğum hayallerin üstünü tek tek çizdi. O yüzden artık… daha sessiz hayaller kuruyorum. Kimse duymasın diye.”

 

Gözleri dolu dolu oldu, ama bir şey demedi. Geriye yaslandı, derin bir nefes aldı.

 

“Peki ya sen?” dedim bu kez.

 

Başını eğdi. “Ben... hep başkalarının yarım kalan hikâyelerini tamamlamaya çalıştım. Kendime sıra hiç gelmedi.”

 

Kelimeler boğazımızda düğümlendi. Sanki dersten uzaklaştık ama aslında en çok hayatı öğreniyorduk.

 

"Güçlü birisin..." dememle hafifçe gülümsedi.

 

"Henüz senin kadar cesur değilim ama..."

 

"Bende düşündüğün kadar cesur değilim. Ama askeriye ayrı tabi ki..."

 

Burukca gülümsedi.

 

" Hadi derse dönelim..."dememle başını salladı.

 

“Tamam, kaldığımız yerden devam edelim,” dedi kararlı bir sesle.

 

“Hazırım,” dedim, kalemi elimde hazırlarken.

 

“Şimdi... Batı edebiyatında realizm akımının özelliklerini anlatır mısın?” diye sordu.

 

Bir an durdum, sonra hafifçe gülümsedim. “Gerçekçi ve ayrıntılı betimlemeler, sıradan insanların hayatlarını konu alır. Toplumsal gerçeklere vurgu yapar. Hayallerden çok gerçeğe odaklanır.”

 

“Tam da doğru,” dedi İklim. “Ama realizmin öncüsü kimdir, hatırlıyor musun?”

 

“Balzac, Stendhal, Flaubert... Ama özellikle Flaubert’in ‘Madame Bovary’si önemlidir.”

 

İklim gözleri parladı. “Vay be! İyi gidiyorsun.”

 

“Senin sayesinde,” dedim, içtenlikle.

 

Birden aramızdaki mesafe biraz daha azaldı. Kitaptaki satırlar kadar gerçek ve sıcak bir an paylaşıyorduk.

 

“Peki, realizmin toplumsal eleştirisi üzerine ne düşünüyorsun?” diye sordu İklim.

 

“Bence... toplumun kusurlarını göstererek değişimi hedefliyor. Ama çoğu zaman insanlar gerçeği görmek istemez,” dedim biraz düşünerek.

 

İklim başını salladı. “Kesinlikle katılıyorum. Sanırım bu yüzden edebiyat, sadece kelimeler değil; hayatın aynası.”

 

“Ve bu aynaya bakmak cesaret ister.”

 

Bir süre sustuk. Masanın üzerinde kitaplar, notlar ve kalemler arasında, aramızda sessiz ama derin bir bağ oluşmuştu. Daha sonra ise tekrar çalışmaya başlamamız ile aradan geçen iki buçuk saatin farkında dahi olmamıştık.

 

İklim derin bir nefes verip gözlerini ovalayınca elimde ki kalemi bırakıp ona döndüm.

 

“Biraz ara verelim mi?” diye önerdim.

 

İklim başını salladı. “İyi olur. Pars da uyanmadan önce biraz dinlenelim.”

 

"Gözlerin dinlenmiş olur hem... Ayrıca dediğim yerlere tekrar bak, onlar sayesinde geçer bir not alırsın..."

 

"Çok teşekkür ederim...Her şey için..."

 

"Rica ederim..."

 

Ayağa kalkarken, ikimizin de yüzünde yorgun ama tatmin olmuş bir ifade vardı. Bu sabah, beklenmedik bir şekilde, hayatın yükünü biraz hafifletmişti.

 

Tam o sırada telefonuma gelen bir bildirimle derin bir nefes aldım. Ekranda kardeşim Azra’nın adı belirdi. Hiç tereddüt etmeden aradım.

 

“Ağabey?” dedi sesi neşeli ama hafif şaşkın.

 

“Efendim, güzelim…” diye cevap verdim.

 

“Niye nikahına çağırmadın beni? Hem ne zaman sevgili oldun da haberim olmadı, ağabey?” diye pat diye sıraladı soruları.

 

Gülümseyerek sustum biraz. “Uzun hikaye, güzelim. Annemler nasıl?”

 

“Annem sana sinirli, babam da durmadan sakinleştirmeye çalışıyor. 'İyilik edecek diye kendini yaktı resmen yine' dedi annem. Ağabey, ne oluyor burada?” diye endişelendi sesi.

 

“Evde adımı bile anmıyorlar, değil mi?” diye sordum derin nefes verirken...

 

“Biraz öyle… Ama sen üzülme, ben hallederim onları. Peki, sen ne zaman yengemle tanıştıracaksın beni?” diye cevap verdi, hafif takılmalı bir tonla.

 

“Güzelim, düşündüğün gibi bir evlilik değil ki bizimki. Görücü usulü gibi oldu, bir anda,” dedim, sesimde hafif bir mahcubiyetle.

 

“Her neyse ağabey. Ben yengemle en kısa zamanda tanışmak istiyorum. Ben onu bunu anlamam!” dedi, kararlı bir sesle.

 

Derin bir iç çektim, sıkıntıyla İklim’e döndüm. O çay hazırlarken, benim bu ani hareketimle sanki biraz rahatsız olmuş gibiydi, arkasını dönmüştü.

 

“Bir sorun mu var?” diye sordu, göz ucuyla bana bakarak.

 

“Kardeşim Azra seninle tanışmak istiyor,” dedim, hafif tebessümle.

 

“Hemen mi?” diye sordu şaşırarak.

 

“Ne yazık ki…” dedim, içimi çekerek.

 

“‘Ağabey, yengemin sesi mi o?!” diye sitem etti Azra, sesi heyecanlı ve hafif şaşkındı.

 

“İki dakika dur güzelim ya, sende ne kulak var böyle!” diye güldüm.

 

“Ağabey, görüntülü arıyorum!” diye ısrar etti o anda.

 

“Azra, dur bir güzelim!” dedim ama sesi artık biraz telaşlıydı.

 

“Arıyorum, aaaç!” diye bağırdı telefondan.

 

Tam “Azr—” diye sesimi çıkarırken, görüntülü arama ekranı aniden açıldı ve Azra’nın neşeli yüzü belirdi ekranda.

 

İklim şaşkınlıkla bana bakarken, telefon ekranındaki Azra neşeyle “Merhaba yenge!” dedi. Gülümseyerek İklim’in eline hafifçe vurdum.

 

“Bir kere de sözümü dinle be kızım!” dedim hafifçe kızgın ama sevgi dolu bir sesle.

 

Azra hemen suratını buruşturdu. “Ağabey, yengemin yanında ayıp oluyor ama!” diye mızmızlandı.

 

“Ben seninle sonra konuşacağım, Azra!” dedim kararlı bir tonla.

 

“Konuşuruz ağabey, yengeme ver artık şu telefonu!” diye ısrar etti.

 

Mahcubiyetle İklim’e döndüm. O da hafifçe gülümsüyordu.

 

“Konuşmak zorunda değilsin, o biraz deli doludur,” dedim.

 

İklim ise kararlıydı: “Yok, hayır, konuşalım…”

 

Telefonu İklim’e uzattım.

 

“Merhaba Azra, ben İklim,” dedi İklim nazikçe.

 

Azra da hemen karşılık verdi: “Merhaba yenge!”

 

“Nasılsınız?” dedi İklim, incecik sesiyle. Elindeki çayı tutan parmakları biraz gergindi ama gözlerinde içten bir sıcaklık parlıyordu.

 

“İyiyim yenge,” dedi Azra kıpır kıpır bir ses tonuyla. “Bu arada sana ‘yenge’ dedim ama istersen ‘abla’ da diyebilirim?”

 

İklim hafifçe başını yana eğdi, yüzüne zarif bir tebessüm yerleşti. Cevap verecekti ama ben dayanamadım, araya girdim.

 

“Aynı yaştasınız güzelim,” dedim, kolumu koltuğun kenarına dayayıp başımı hafifçe geriye yaslayarak.

 

Telefonun diğer ucundaki sessizlik bir an sürdü.

 

“Ağabey... Gerçekten mi?” dedi Azra, şaşkınlıkla sesini yükselterek. Sesi, odanın duvarlarına çarpıp yayıldı sanki.

 

Derin bir iç çektim. Elimle alnımı ovuşturarak başımı iki yana salladım. “Yalan borcumuz mu var sana, gülüm?”

 

“Yenge, biliyor musun, ben de bu yıl üniversitede son sınıfım,” dedi Azra bir anda, sesi aniden neşelenmişti.

 

İklim gülümsedi, yüzü aydınlandı. “Ya… Çok güzel,” dedi içten bir tonla. Onun o kibar, ölçülü sesini duyunca içim biraz daha rahatladı.

 

Ben yine araya girdim, her zamanki gibi Azra’yı frenlemek zorundaydım: “Sen yine de ‘yenge’ deme, İklim de…”

 

Ama İklim o an hafifçe başını iki yana salladı, sesi yumuşacıktı: “Yok, sorun değil aslında. Doğal haliyle kalsın.”

 

Azra’nın sesi hemen yükseldi, adeta sevinçle patladı: “Yengem onaylıyor ağabey!”

 

“Azra?!” dedim gözlerimi kısarak.

 

“Tamam ağabey ya… Özür dilerim,” dediği an sesi yumuşadı, o çocuksu inadı geri çekildi.

 

Konuyu toparlamak istedim. “Harçlığın var mı?”

 

“Var ağabey…”

 

“Limitin altına düştü mü?”

 

“Düştü ağabey ama idare ederim. Sana lazım olur şimdi,” dedi, sesi biraz utangaçtı artık.

 

“İbanını tekrar at bana güzelim. Bir daha da sana koyduğum limitin altına düşer de haber vermezsen… bozuşuruz.”

 

“Ama ağabey—”

 

“ Aması yok. Sen okuyorsun. Arkadaşınla bir kahveye çıkarsın, bir şey olur, cebinde paran olmaz...Sıkıntıya düşme işte.”

 

Telefonun diğer ucunda bir sessizlik oldu, sonra Azra’nın sesi yeniden yükseldi.

 

“Yengemle de dışarı çıkalım bir gün, ağabey. Hem tanışmış oluruz iyice. Numaramı ona verir misin?”

 

Kahkaha atacak gibi oldum. “Azra, sen tabur komutanı mısın gülüm? Soru yağmuruna tuttun bizi.”

 

O sırada İklim, elindeki çayı sehpanın köşesine bırakırken başını çevirip bana baktı. Gözlerinde tatlı bir mahcubiyet ama aynı zamanda cesaret vardı.

 

“Numaramı at istersen... Arkadaş olmuş oluruz,” dedi, sesi pamuk gibi yumuşaktı.

 

“Çok teşekkür ederim yenge!” dedi Azra, sevinci sesinden taşıyordu.

 

“Rica ederim. Dikkat et kendine, memnun oldum tanıştığıma,” dedi İklim nazikçe, sesinin içtenliği bulunduğumuz salonu bile yumuşatmıştı sanki.

 

“Ben de yenge! Öpüyorum seni!”

 

“Güle güle,” dedi İklim, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle.

 

Ben hemen söze girdim: “Bir şey olursa yazarsın Azra.”

 

“Yazarım ağabey. Sen de sakın canını sıkma… Burası bende!”

 

“Denerim gülüm... Allah’a emanet.”

 

“Sen de ağabey.”

 

Telefonu kapatıp tezgâhın köşesine bıraktım. Ekran hâlâ Azra’nın kapattığı görüntülü aramayı yansıtıyordu, ama ses artık yoktu. Sadece suyun kaynama sesi vardı aramızda. O bile fazlaydı.

 

İklim, bir eliyle çay bardağını tutuyor ama içmiyordu. Başını biraz öne eğmiş, dudaklarını birbirine bastırmıştı. Azra’yla olan konuşmanın ardından üstüne oturan mahcubiyet, yüz ifadesine ince bir perde gibi serilmişti.

 

Çaydanlığa uzanırken usulca konuştum:

 

“Azra biraz deli doludur. Kusura bakma.”

 

Bakmadan yanıtladı. “Aksine... öyle olması daha iyi bence.”

 

O an göz göze gelmedik ama sesindeki samimiyetle kırılganlık birbirine karışmıştı. Öyle yavaş, öyle ince bir ses tonuyla söylemişti ki, insanın içinde yankı bırakıyordu.

 

Sırtımı tezgâha yaslayıp ellerimi çaprazladım.

 

“Öyle de... bazen deliliği fazla stres yapıyor. Özellikle benim üzerimde.”

 

Bu kez hafifçe gülümsedi. Başını kaldırdı. Göz göze geldik. Gülümseyişi kısa sürdü, ama içtendi.

 

“Yine de iyi geldi,” dedi. “Benim zaten... arkadaşım yoktu. Azra ile konuşmak iyi geldi.”

 

O anda cebimden telefonumu çıkarıp Azra’ya onun numarasını attım bir yandan onu ikaz ederken İklim'e karşı. Ardından ise İklim'e döndüm.

 

“Numaranı yolladım kardeşime.”

 

“Evet, yazmış,” dedi. Çekinerek. “Teşekkür ederim.”

 

Araya yine sessizlik çöktü. Bu kez mutfaktaki hava da değişmişti sanki. Çayın buharı camı buğularken, içimizdeki düşünceler de ağırlaşıyordu. Az önceki küçük kahkaha yerini yeniden sessizliğe bırakmıştı.

 

Sonra bu kez o sordu:

“Bu arada... annenle aran nasıl oldu?”

 

Bir an duraksadım. Sonra başımı iki yana salladım buruk bir tebessümle...

“Dert etme,” dedim kısık sesle. “Eninde sonunda zaten yumuşar."

 

İklim’in “Benim yüzümden hayatın berbat oldu… Özür dilerim,” deyişiyle sessizce başımı önüme eğdim. Tezgâhın kenarındaki çatlağa takıldı gözüm. Sessizliğin içinde o çatlağın bile bir anlamı vardı sanki. Eksik, tamir görmüş, ama yine de yerinde duran.

 

“İklim…” dedim, boğazımı temizleyerek. “Zaten çok da şahane bir hayatım yoktu benim. Sadece... idare ediyordum bu yüzden özür dileme.”

 

Kafasını hafifçe eğdi. Elindeki çayı sıktı. Ben ise devam ettim...

 

“Çünkü bana her ‘özür dilerim’ dediğinde… sanki sen suçluymuşsun gibi hissediyorum. Değilsin. Hayat beni zaten ezip geçmişti. Sen gelip bana en azından... bir sebep verdin.”

 

İklim’in gözleri doldu. Bir şey demedi. Bardağındaki çaya bakmaya devam etti ama artık o çay, sadece bir içecek değildi onun için. Sıcak bir eşlikti, bir sığınak belki de.

 

 

“Yine de özür dilerim…”

 

Gözlerimi ona kaldırdım. “Özür dilemeni yasaklamamı ister misin?”

 

 

 

İklim şaşkınlıkla başını kaldırdı. “Neden ki?” diye sordu, sesi ürkekti ama samimi.

 

“Çünkü… kendini suçlamaktan vazgeçmeye çalışmanı istiyorum.”

 

Bakışlarımız çarpıştı. O an gözlerinde yıllardır taşınmış yorgunlukları gördüm. Kırılgan ama dirençli bir dengeydi onunki.

 

Bir an sessiz kaldı. Sonra başını usulca eğdi, parmakları kupasının kulpunda gerildi. O susunca mutfak sessizliğe gömüldü. Sanki her şey, onun bu suskunluğuna saygı duruşuna geçmişti.

 

Ben derin bir nefes aldım. “Her neyse…” dedim. “Ben bir karakola gideyim. Bir haftadır doğru düzgün uğrayamadım, ne haldeler bir bakayım. Hem belki Baran dönmüştür.”

 

Başını kaldırdı, yüzünde hem bir tereddüt hem de endişeli bir ifade vardı.

 

“Dikkat et kendine...” dedi hafifçe.

 

“Sen de,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Bir ihtiyacın olursa mesaj atman yeterli. Ani görev ya da sorumluluk bu halde verilmez bana ama olur da gecikirsem endişelenme. Belli de olmaz çünkü... Olmadı sana bizim Vefa’nın numarasını atayım. O genelde karakolda, evrak işleriyle ilgileniyor. Eve alınacak bir şey olursa falan da o halleder. İyi çocuktur.”

 

“Teşekkür ederim…” dedi içtenlikle.

 

“Rica ederim. Vefa’ya senin de numaranı atarım. Bir şey olursa mutlaka haberin olur. Vefa’nın numarasını da sana attım. Korkma, yalnız bırakmam sizi. Burada olmasam da...”

 

“Teşekkür ederim,” dedi, belli belirsiz bir tebessümle.

 

Ben ceketimi sandalyenin arkasından aldım. Kumaşın hışırtısı mutfağın sessizliğinde yankılandı. Kapıya doğru birkaç adım attım ama sonra, içimde bir şey beni tuttu. Söylemek istediğim bir şey vardı, ama dilimin ucuna kadar gelen kelimeler, sanki orada düğümlenip kalıyordu.

 

Arkamdan bir ses geldi, usulca…

 

“Emir…”

 

Dönüp ona baktım. Sesi yumuşaktı ama içinde saklı bir şey vardı; söylenmeyen cümlelerin ağırlığı gibi.

 

“Efendim?” dedim, sesim kısık çıktı.

 

İklim gözlerini kaçırmadan baktı bana, bakışlarında endişe, minnet ve belki de fark ettirmemeye çalıştığı bir korku vardı.

 

“Allaha emanet ol… dikkat et kendine çok,” dedi.

 

Yutkundum. Bazen bir cümle çok şey anlatırdı. O cümlede vedanın, duaların ve saklanamayan bir bağlılığın izi vardı.

 

“Sen de dikkat et kendine… Allah’a emanetsiniz,” dedim sessizce.

Kapıya yönelirken bir an daha duraksadım, sonra ona son kez kısa bir bakış attım.

 

Orada, mutfağın kenarında durmuş bana bakan o hali… hafızama kazındı.

Birbirimizin cümlelerini tamamlamıyorduk ama kalplerimiz aynı duada buluşmuştu ilk defa...

 

Kapıyı açtım, çıktım. Ama o sessizlik… hâlâ kulaklarımdaydı. Ve içimde tarifsiz bir his vardı. Bir evde bırakılmış bir sıcaklık gibi. Adını koyamadığım ama garip bir his...

 

 

---

 

Yazar'dan....

 

Karakola vardığın da telaşla sağa sola koşan askerleri görünce kaşları çatıldı Emir Kaan'ın. Biraz daha ilerlediğinde timini görmesi ile durdu.

 

“Göktürk, ne oluyor?!”

 

Karakoldan telaşla çıkan askerleri gören Emir Kaan, Göktürk’e seslendi. Göktürk'ün gözleri yaşlarla doluydu; konuşamıyor, sadece boğuk hıçkırıklar çıkarıyordu. Emir Kaan, ne olduğunu anlayamayınca yanında duran Yiğit Alper’in koluna dokundu.

 

“Ne oluyor ağabey size?!”

 

Yiğit başını öne eğdi. Derin bir nefes aldı, gözlerini silerken sesi kısıktı.

 

“Baran’ın timi pusuya düşmüş... Beşi ağır yaralı, biri şehitmiş. Dünden beri haber alınamıyor. Alparslan Üsteğmen’in emrini bekliyoruz, biz de çıkacağız.”

 

“Şe-şehit olan… Baran mı?”

 

İsmail abi sessizce yanlarına gelip Emir Kaan’ın omzuna elini koydu, onu sakinleştirmek istercesine sıvazladı.

 

“Ne yaralıyı biliyoruz, ne şehidi, Emir. Görev emrini bekliyoruz. Sekiz tim hazırda.”

 

“Ağabey… Baran olmasın ne olur. Annesine ne deriz? Emel’e ne deriz?!”

 

Emirhan iç çekti, sesi yorgundu:

 

“Bilmiyoruz oğlum işte... Zorlama artık.”

 

Emir Kaan güçlükle yutkundu. Hava sahasında hazır bekleyen askeri birliklere baktığında göğsü daraldı, nefesi kesilecek gibi oldu.

 

Tam o anda sert bir ses yankılandı:

 

“Beyler, hazırlanın! Emir, sen de dahil! Yaralı falan dinlemem. Baran ağır yaralı olabilir!”

 

Alparslan Üsteğmen’in bu emriyle herkes hızla silah odasına yöneldi.

 

___

 

Emel'den...

 

İyi olduğuna dair her zaman sadece nokta atardı bana.

Sadece bir nokta.

Ne “iyiyim” derdi, ne başka bir şey… Sadece bir nokta.

O bile yetiyordu bana çünkü o noktada bile nefes alıyordu.

 

“Hatlarımız dinleniyor, ne olur ne olmaz gülüm darılma bana,” demişti bir keresinde.

Gülüm…

O kelimeyi en son ne zaman duymuştum, hatırlamıyordum. Ama sesini hâlâ kulaklarımda hissediyordum.

Derin bir nefes çektim. Parmağımda ki alyansı döndürdüm usulca…

Evlilik teklifi ettiği gün…

Deniz kenarında, şafak sökmeden önce…

Yüzüme bakmadan önce kalbimi ezberlemiş gibi konuşmuştu.

“Sonsuzluk dedikleri şey, seninle bir günü bile paylaşabilmekmiş meğer,” demişti.

 

Bir damla gözyaşı avucuma düştü.

 

“Emel, iyi değilsen çalışma bugün.”

Doktor Hakan’ın yumuşak sesiyle irkildim. Kafamı kaldırıp ona döndüm.

 

"Hocam?"

"Biraz dinlensen iyi olur, iyo gözükmüyorsun."

Yorgun bir gülümseme dudaklarımda zar zor belirdi.

 

“İzniniz olursa aslında… Gitsem daha iyi olacak hocam.”

 

Bakışlarını üzerimde gezdirdi. Bir şeyler söylemek ister gibiydi ama sustu. Sonra başını eğip omzuma hafifçe dokundu.

 

“Seni anlıyorum. Ama emin ol… O da senin için çabalıyordur şu anda. Üzme kendini bu kadar. İzni ben hallederim, sen dinlen hadi.”

 

Gözlerimi kaçırdım, başımı salladım sadece.

“Teşekkür ederim hocam. Ben… eşyalarımı alayım.”

 

Odanın kapısını araladım. Koridora adımımı atarken, kalbimde yine aynı dua çırpınıyordu:

 

“Ne olursun Baran… Ne olursun bu sefer de dön.”

 

Hastane koridorunun sessizliğinde yankılanan adımlarımı duymazdan gelerek soyunma odasına ilerledim. İçeri girip kapıyı arkamdan kapattığımda, duvardaki saat tıkırtısı bile boğazıma düğümlenen acıyı bastıramıyordu. Dolabımın önünde durdum.

 

Üzerimde hâlâ hastanenin mavi forması vardı.

Baran’ın uğur getirdiğini söylediği, "bu ton sana yakışıyor" deyip güldüğü o mavi forma...

Parmak uçlarım düğmelere uzanırken ellerim titredi. Yavaşça iliklerini çözdüm, o mavi kumaşı üzerimden çıkarırken içimdeki son huzur da sökülüp gitti sanki.

 

Dolabın içine uzanıp sivil kıyafetlerimi aldım. Gri bir pantolon, üzerine ince dokulu beyaz bir kazak... Ama giymemle birlikte ki bir ağrı...

Birden göğsümün ortasına ince, keskin bir sancı saplandı.

Kalbim eziliyormuş gibi...

Ciğerimden biri parça parça sökülüyormuş gibi...

Nefesim boğazımda takılı kaldı, gözlerim karardı.

 

Duvara tutunmaya çalışırken hemşire Nare kapıdan giriverdi. Gözleri telaşla üzerime çevrildi ve kolumdan destek verdi.

 

“Emel? Ne oldu? İyi misin?!”

 

Sadece başımı iki yana sallayabildim. Boğuk bir sesle fısıldadım:

“Yü-yüreğime... bir ağrı girdi...”

 

Nefes almaya çalışırken dolabın kapağındaki elimi çektim.

O anda...

 

 

Dolabın kapağına iliştirilmiş küçük çerçeve yere düştü.

 

 

Cam sesiyle beraber ağzımdan korkuyla bir çığlık kaçarken, içimde de bir şey daha koptu.

 

Gözlerim büyüdü.

Yere eğildim.

 

Baran’la gülerek çekildiğimiz fotoğraf...

Düşmüştü. Camı patlamış, çerçevenin köşeleri kırılmıştı.

Ama o bakış...

Baran hâlâ bana bakıyordu.

 

Titreyen ellerimle parçalanan çerçeveyi tuttum. Parmaklarıma cam battı, kan sızmaya başladı. Umursamadım.

Sadece o fotoğrafa baktım. Nare engel olmaya çalışsa da kalbimdi o fotoğraf benim....

 

"Emel, ellerin kanıyor. Yapma güzelim!"

Yavaşça, adeta içimden kopararak fısıldadım:

“Baran…”

 

O an sanki yer yarıldı, o mavi formayla bedenim yere yığıldı, ben onunla birlikte çöktüm.

 

Yerde hâlâ dizlerimin üstündeydim. Ellerim titreyerek çerçevenin çatlamış kenarlarını kavrarken gözlerim doldu. Boğazımda bir yumru, göğsümde bir ağırlık… Nefes alamıyordum sanki.

 

“Nare…” dedim kısık bir sesle. Gözlerim hâlâ Baran’ın yüzündeydi. “Bir şey oldu Baran’a. Yüreğimden bir şey koptu gitti… Bir şey oldu, biliyorum!”

 

Nare hızlıca yanıma çöküp omzuma dokundu. Telaşla gözlerimin içine baktı.

“Hayır, hayır... Olmadı bir şey. Emel, yapma. Psikolojik etkidesin sen. Lütfen böyle düşünme.”

 

Başımı hızla iki yana salladım, gözyaşlarım yanağımdan süzülürken sesim çatladı:

“Nare… Yüreğim sıkıştı! Sonra... Sonra çerçeve düştü! Ama bu sadece tesadüf olamaz. O fotoğraf bizim en sevdiğimizdi... Onun sesi kulağımda!”

 

Nare bir an durdu. İçinde büyüyen endişeyi bastırmak ister gibi yutkundu ama yüzündeki gerginlik bana yetmişti.

Yine de sakin kalmaya çalışarak konuştu:

“Canım… Bu kadar çok sevince, böyle olur. Kalbin hep onunla atıyor zaten. Ama hemen kötüye yorma, ne olur. Direkt ona bağlama. Eminim Baran iyidir...”

 

Sessizlik çöktü aramıza. Ben hâlâ yerdeydim. Sadece fotoğrafa bakıyordum. Nare derin bir nefes aldı bana sarılırken, sonra usulca fısıldadı:

“İstersen... Emir’i ara. Baran’la kardeş gibiydi onlar. Belki senden önce o duymuştur bir şey. Belki seni rahatlatır...”

 

Başımı kaldırdım.

 

"Emir’in haberi olur değil mi ?"

 

"Tabi ki olur, o hem asker Baran gibi..."

 

Duygularım birbirine karışmıştı. Hem duymak istiyor, hem de korkuyordum. Ama içimde, göğsümün tam ortasında yankılanan o boşluk...

Baran’sızlık gibi kokuyordu.

 

Titreyen parmaklarımla telefonu kulağıma götürdüm. Ekranda “Emir Kaan” yazıyordu ama içimde buz gibi bir sessizlik yankılanıyordu. Hattın diğer ucunda açılmasını beklerken kalbim gürültülü atıyordu.

 

 

“Alo?” dedi Emir’in sesi, biraz yorgun, biraz dağınıktı.

 

“Alo... alo Emir! Baran’dan bir haber var mı?!” Sesim neredeyse çığlık gibiydi.

 

Bir anlık duraksama... Ardından şaşkın bir sesle sordu:

“Yenge sen iyi misin, bir şey mi oldu?”

 

Tırnaklarım avuç içime gömüldü. Nefesim kesiliyordu. Gözyaşlarım artık sessiz akmıyordu.

“Beni boş ver ! Baran’dan haber var mı Emir?! Ne olur söyle, bir şey oldu mu ona?!”

 

Karşı taraftan birkaç saniye sessizlik yükseldi. Sonra sesi duyuldu, daha temkinliydi bu kez:

“Yok yenge… Görevde hâlâ. Henüz dönmediler.”

 

Sanki biri içimi lime lime etti.

“Ama ben hissettim...” dedim kısık bir sesle.

“Yüreğime ağrı girdi... Çerçevemiz düştü... Bir şey oldu, bir şey oldu Emir…”

 

Emir’in sesi yumuşadı ama içinde derin bir endişe vardı artık:

“Bak... Ben hemen birilerini arayayım, tamam mı yenge? Sakin kal. Her şey yolundadır emin ol. Sana döneceğim ben. Ne olur... dayan biraz yenge.”

 

Ben sadece "tamam" diyebildim. Sanki kelimeler boğazımda taş gibi durmuştu. Telefon elimde, hâlâ çerçevenin kırık camına bakan gözlerim donmuştu.

 

Telefon yeniden çaldı. Ekranda yine Emir Kaan’ın ismi… Kalbim bir anlığına yerinden çıkacak gibi oldu. Titreyerek açtım.

 

“Yenge…” dedi sesi, bu sefer daha yumuşak ama yorgundu.

 

“Ne oldu Emir?! Haber var mı?! Ne olur doğruyu söyle!” Sözlerim birbirine karışıyordu. Boğazımdaki düğüm çözülmüyor, nefesim hâlâ düzensizdi.

 

“İyiymiş yenge… Korkma. Timin hattı çekmiyormuş. Bugün telsizle irtibata geçmişler. Bizimkiler konuşmuş. Baran’ın timi güvendeymiş. İyiymiş.”

 

Ayaklarımın bağı çözülmüş gibi sendeledim. Derin bir iç çekişin ardından dudaklarımı zorladım.

 

“Yalan söylemiyorsun, değil mi Emir? Ne olur… Yemin etme ama… doğruyu söyle.”

 

Sesi bir an duraksadı. Sonra öyle bir tonda konuştu ki, gözümden yaşlar daha hızlı süzüldü:

 

“Yengem... Kendini üzersen Baran hissetmez mi sanıyorsun? İyi diyorum sana. Nefes alıyor, yaşıyor. Sen sadece dua et. Gerisi bizde. Ben de birazdan çıkıyorum göreve. Vakit yok, kapatmam gerek.”

 

Yutkundum, gözyaşlarım artık sessiz değildi.

 

“Teşekkür ederim Emir… Allah razı olsun.”

 

“Allah’a emanet yenge… Hepiniz Allah’a emanet olun.”

 

Telefon kapandı. Sessizlik bir süre sonra yerini hafif bir hıçkırığa bıraktı. İçimdeki ağırlık tam geçmemişti ama... Baran yaşıyordu.

 

Şimdilik, bu kadarı bile şükür etmeye yeterdi.

 

__

 

İklim'den...

 

Sınava gireceğim salonun önünde ayakta beklerken telefonum titredi. Cebimden çıkarıp baktığımda ekranımda onun ismini görünce içim hem daraldı hem ısındı.

 

“Ani bir görev çıktı. Bir süre olmayacağım.

Sınavında başarılar dilerim...

Benim yokluğumda Vefa ilgilenecek sizinle.

Korkma, kimse artık size zarar veremez.

Polis ekipleri düzenli devriye atacak mahallede...

Kendine ve Yavru Kartal’a dikkat et.

Allah’a emanetsiniz...”

 

Mesajı okuduktan sonra derin bir nefes verdim. Parmaklarımda hafif bir titreme vardı ama dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Burnumun ucuna kadar yükselen bir sıcaklıkla başımı gökyüzüne kaldırdım.

 

“Umarım kazasız belasız gelirsin... Pelerinsiz kahraman.” diye mırıldandım içimden. Ardından parmaklarım telefon ekranında hareket etti, içimden gelenleri kısa ama net cümlelerle döktüm:

 

“Bizi merak etme, kendine dikkat et.

Dualarım sizinle...

Her şey için teşekkürler.

Allah’a emanet olun.”

 

Gönderdikten saniyeler sonra tekrar titredi telefon. Bu defa daha kısa ama daha derin bir mesajdı:

 

“Canını kimsenin sıkmasına izin verme.

Sen güçlü birisin.

Hayat sınavlarından geçer not alan biri,

normal sınavda teklemez.

Başarılar, öğretmen hanım.”

 

Gözlerimi kapattım bir anlığına. Sırtımda yük gibi duran kaygılar hafifledi. Güçsüz değilim. Korkmuyorum. Çünkü artık yalnız değilim.

 

Ekrana son bir kez baktım. Sonra sadece bir cümle yazdım:

 

“Teşekkür ederim…”

 

Telefonu cebime koydum. Derin bir nefes aldım.

Ve sınav salonunun kapısından içeri adım attım.

 

Kalemimi elime aldığımda parmaklarımda hafif bir titreme vardı. “Derin nefes,” dedim kendi kendime. “Sen buraya kadar geldin.”

 

Gözüm sorulara kayarken zihnim hâlâ onun mesajındaydı. “Hayat sınavlarından geçer not alan biri…” Gülümsedim. Ne kadar karmaşık olursa olsun, o cümle yetmişti bana.

 

Birinci soruya geçtim, gözüm satırlarda gezindi ama düşüncelerim uzak bir dağ başında görevde olan o adama gidip geliyordu. Elindeki silahı değil, arkasında bıraktıklarını düşünürken yüreğinin sızladığını hissedebiliyordum. Kendimi topladım. "Yavru Kartal için... Kendim için… ve onun döndüğünde gururla bakabileceği biri olmak için."

 

Kalem kağıda dokundu. Zihin toparlandı. Paragraflar ve sorular sırayla çözüldü. Ama kalbim… Kalbim hâlâ onunla aynı frekanstaydı. Ama ne olursa olsun, onun da kendimin de bu defa yüzünü kara çıkarmayacaktım.

 

 

Bölüm : 31.05.2025 12:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Bozkurt Pençesi / Yarım Kalan Sigara / Bölüm 12 : Sözde Karım
Bozkurt Pençesi
Yarım Kalan Sigara

57.91k Okunma

6.71k Oy

0 Takip
112
Bölümlü Kitap
Bölüm 1 : Atalay Timi 🦂🇹🇷Bölüm 2 : İlk Karşılaşma ❤️‍🔥Bölüm 3 : Görünmeyen YaralarBölüm 4 : Yeni başlangıçlarBölüm 5 : Tamamlanmayı Bekleyen HayatlarBölüm 6 : Timin başı DertteBölüm 7 : Küçük Umut Yaman ParsBölüm 8 : Aşiret ve Töre Kurbanları 🔥Bölüm 9 : İki Sevdanın arafında...Bölüm 10: Başımız Belada ❤️‍🔥Bölüm 11 : Zoraki Evliliğe İlk AdımBölüm 12 : Sözde KarımBölüm 13 : Dik Durmaya ÇalışmakBölüm 14 : Senin Sayende ❤️‍🔥Bölüm 15 : Aşka Adım Adım ❤️‍🔥Bölüm 16 : İstenmeyen GelinBölüm 17 : Namus Davası ve ÇarşafBölüm 18 : Hayatta Kalma SavaşıBölüm 19 : Zor GünlerBölüm 20 : İlk TavizlerBölüm 21 : Aşiret ile karşı karşıya 🔥Bölüm 22 : Kıvılcımlar ArasındaBölüm 23 : Sevgi Tohumları ❤️‍🔥Bölüm 24 : İlk BuseBölüm 25 : Yağmurun altında bir günBölüm 26 : Yasak Sevdalı 💔Bölüm 27 : Acılar 💔Bölüm 28 : Kapanmaz Yaralar ❤️‍🔥Bölüm 29 : Beklenmeyen HaberBölüm 30 : Gönül YarasıBölüm 31 : Cam kırıkları 💔Bölüm 32 : Yağmur Seninle GüzelBölüm 33 : Aşk YağmuruBölüm 34 : Şükür SebebiBölüm 35 : Gökyüzü güzelliğini kıskanırBölüm 36 : Aşk ve Adalet ❤️‍🔥Bölüm 37 : Merhamet Kokulum ❤️‍🔥Bölüm 38 : Aşkı Şerbetli ❤️Bölüm 39 : Yürek Yarası ❤️‍🔥Bölüm 40 : İlk İtiraf ❤️‍🔥Bölüm 41 : Kıskançlık Krizi ❤️‍🔥Bölüm 42 : Korku olmazsa aşk olmaz ❤️‍🔥Bölüm 43 : Beklenmeyen Buse 🥲Bölüm 44 : Yaşam SavaşıBölüm 45 : Ölüm ile Yaşam...Bölüm 46 : İyi ki Sen ❤️‍🔥Bölüm 47 : Canımdan can gidiyorBölüm 48 : Özlemek istiyorumBölüm 49 : Mest Olunur GüzellikBölüm 50: Sevdiğiyle Çocuk Olurmuş İnsan ❤️‍🔥Bölüm 51 : Aşk Ve savaşBölüm 52 : Yıkımlar başlıyor...Bölüm 53 : Mor orkide 🇹🇷Bölüm 53 : Aşk Sakinleştiricisi 🔥Bölüm 54 : Gurur ve Sevda🔥Bölüm 55 : Şımarmak istiyorumBölüm 57 : Masum Aşıklar 🫠Bölüm 58 : Yaşayan Fosilsin SenBölüm 59 : Can kırıklarıBölüm 60 : Bir Gönül Davası 🔥Bölüm 61 : İki Cihan CennetimBölüm 62 : Yak yanıyorsak söndürmeBölüm 63 : Hüzün MaltemiBölüm 64 : Alevler ve küllerBölüm 65 : Bir Yürek Yangını ❤️‍🔥Bölüm 66 : Emir HayranlıklarıBölüm 67 : YıkılışlarBölüm 68 : Gamzenin Çukurunda kaybolmak istiyorumBölüm 69 : Gururum ❤️‍🔥Bölüm 70 : Anlat Onlara...Bölüm 71 : Hasret kavuşmasıOkurlarimmBölüm 72 : Saklanılan AcıBölüm 73 : Küçük Emir’in Acıları❤️‍🔥Bölüm 74 : Acı ve GururBölüm 75 : Hisler Uyanıyor...Bölüm 76 : Yüreğimin Vatanı ❤️‍🔥Bölüm 77 : Yıldızların Altında 🫠❤️‍🔥Bölüm 78 : Son hatırlarBölüm 79 : Başka bir EmirBölüm 80 : Canımı Yakıyorlar ❤️‍🔥😔Bölüm 81 : Hisler Yalan söylemezSoru-Cevap yapıyoruzBölüm 82 : Mazi ve aşkBölüm 83 : Sırılsıklam aşkBölüm 84 : Kokunda Dinlenmek İstiyorum😔❤️‍🔥Bölüm 85 : Kanlı Nefesler 🥀❤️‍🔥Bölüm 86 : Acılar ve Gerçekler 🥀❤️‍🔥Bölüm 87 : Diriliş mi Bitiş mi ?Bölüm 88 : Uyanış ❤️‍🔥Bölüm 89 : Küçük Yılmaz ❤️‍🔥Bölüm 90 : Bir İç savaş Meselesi❤️‍🔥Bölüm 91 : Pembe bisiklet 🫠Bölüm 92 : Efelerin EfesiBölüm 93 : Nemrut’un Kızı ❤️‍🔥Bölüm 94 : Aşk ve SavaşBölüm 95 : Ahım ölüme kadar 🥀🔥Bölüm 96 : Tatlı Aşermeler 🫠❤️Bölüm 97 : Canımın Canını AldılarBölüm 98 : Sensiz Nasıl Yaşarım Ben...Bölüm 99 : Canımı YaktınızBölüm 100 : TükenişlerBölüm 101 : Kanlı GömlekBölüm 102 : Son Yüzleşme ❤️‍🔥Özel Bölüm : Leyla'nın GerçekleriBölüm 103 : Kanlı Son Direnişler...Bölüm 104 : Ahirim SensinBölüm 105 : Kana Karışan NefeslerBölüm 106 : Zamana TutsakBölüm 107 : Aşabildin mi ?Spoi107.bolume oy ve yorum gelmediği sürece bölümü atasım yok bilginize
Hikayeyi Paylaş
Loading...