

Emir Kaan'dan...
Uçak durur durmaz herkes ayaklandı. Bagaj gözleri açıldı, omuz çantaları alelacele alındı. Yorgun ama sabırsız adımlarla ilerledik koridorda. Kapı açıldığında yüzümüze vuran memleket havası bambaşka geldi; ne toz kokusu ne asfalt… bildiğin toprak kokuyordu.
"Sonunda geldik ha, memlekete..." dedim, derin bir nefes alarak.
Baran yanımda başını kaldırdı, gözlerini gökyüzüne çevirdi.
"Özlemişim... Şehrin kokusu bile başka. Üç aydır canımız çıktı," diye fısıldadı.
Merdivenlerden inerken çantamın kayışını omzuma daha sıkı bastırdım. Asfalt sıcaktı, ama içimde bir garip serinlik vardı—güvende olmanın verdiği o geçici huzur.
Tam apronun ucunda Alparslan Üsteğmen telefonunu kapatıp cebine koyarken yaklaştı. Kaşları çatık, sesi netti:
"Beyler, çok sevinmeyin. Üç gün sonra tekrar göreve çağırdılar bile."
Birbirimize baktık. Gülümsedim, belki alışkanlıktan... ama İsmail Ağabeyimin yüzü düşüktü.
"Komutanım, kız istemeye gidecektik... Hani?" dedi biraz sitemli.
Baran gözlerini kaçırarak iç çekti.
"Ben de söz vermiştim Emel’e..."
Alparslan durdu bir an, sonra buruk bir tebessümle omuz silkti.
"Elimden bir şey gelsin isterdim beyler. Ama bu izin üç gün. Öz annemi bile göremem ben bu sürede. Bu yüzden erteleyin, kısa sürede dönmeye çalışırız."
O sırada Tansu gözlüğünü çıkardı, yakasına astı. Sırtını gerip biraz yüksek sesle konuştu:
"Asker adamın tatili olmaz beyler. Hâlâ alışamadıysanız, bu sizin sorununuz."
Alparslan Üsteğmen göz devirdi.
"Askerciliği de Tansu’dan öğrendiğimize göre," dedi Alparslan Üsteğmen hafif bir tebessümle, "sivil hayatta kimseden 'Komutanım' lafını duymak istemiyorum artık. Beni aramayın, salın..."
Güldük hepimiz, ama içinde yorgunluk, burukluk, bir parça da teslimiyet vardı bu gülüşlerin. Başımızı sallayarak onaylamakla yetindik. Çantalar omuzda, adımlar ağır ama memleket toprağına basmanın verdiği huzurla koğuşa doğru ilerledik.
Kapıya varmak üzereydim ki, bir el koluma hafifçe dokundu. Alparslan Üsteğmen...
Diğerlerinin uzaklaştığından emin olunca yanıma sokuldu.
"Emir Kaan... IBAN'ını kontrol et. Bir emanet ulaştı sana, tamam mı oğlum?" dedi, gözlerini kaçırmadan.
Olduğum yerde çakılı kaldım. Yutkundum. Boğazıma bir şeyler düğümlendi.
"Gerek yoktu ki, Komutanım..." diyebildim sadece.
"İki kardeşini okutuyorsun oğlum. Ailenin borcu da yükü de sende. Her ay nasıl baş ettiğini ben de bilmiyorum ama… can suyu olur işte, gözünü sevdiğim."
Gözlerim doldu. Kaçıncı fedakarlığıydı bu? Kaçıncı kere sessizce elimden tutmuştu, ben istemeden, ben dillendiremeden?
"…Ama kabul edemem Komutanım. Kaç oldu bu? Bu doğru değil."
Alparslan Üsteğmen hafifçe başını iki yana salladı, yüzünde hem bir abinin şefkati, hem bir komutanın kararlılığı vardı.
"Sana teklif sunan olmadı oğlum. Güle güle harca işte. Hem aileni de Manisa’dan alacak yol harçlığın olsun. Gözünün önünde olsunlar..."
Bir anda çocukluğum geldi aklıma. Babamın haciz kâğıtlarını saklamaya çalıştığım o gece, annemin ağlayarak uyuduğu o sabah. Kardeşlerime okul harçlığı yetiştiremediğim günler…Şimdi de farksız değildim o halimden...
"Zor gibi… Komutanım." dedim, sadece o kadar.
Elini omzuma koydu.
"Sen eşyalarını bırak, duşunu al. Akşama doğru odama bir uğra."
"Emredersiniz Komutanım..." Sesim çatallı, ama dimdik.
"Aslan parçası... Seviyorum seni."
"Sağ olun Komutanım..." dedim, başımı eğdim. Mahcup bir gülümseme yerleşti dudağıma.
"Hadi, görüşürüz."
"Görüşürüz Komutanım."
Onun gitmesi ile arkamı döndüm, ama yürürken omzumda hâlâ o elin sıcaklığı vardı sanki. Belki bir babanın eli değildi o... ama hayatımda bir kez olsun 'arkandayım' diyen birileri olmuştu işte.
Koğuşun kapısını araladım. İçerisi sessizdi. Herkes ya duşta ya da telefonlara gömülmüş kendi dünyasındaydı. Valizimi yatağın yanına bırakıp usulca oturdum. Başımı ellerimin arasına aldım.
Alparslan Komutanımın sözleri kulaklarımda çınlıyordu hâlâ.
"İki kardeşini okutuyorsun... Sana teklif sunan olmadı oğlum."
Gözüm çantamdaki telefonuma kaydı. Elimi uzatıp aldım. IBAN'ı kontrol ettim.
Yüklü bir miktar. Fazlaydı bile... Boğazım düğümlendi.
Parmaklarım titreyerek kardeşime mesaj yazmaya başladım:
"Okul taksidini yatır. Kitap eksiği varsa da al. Biraz da anneme ver. Azıcık da olsa rahatlayın gülüm.."
Gönderdim.
O an telefon ekranında yansıyan halime baktım. Yorgun, gözü nemli, ama bir nebze içi rahat bir adam...
“Yalnız değilsin.”
Belki de sadece bu cümleyi duymaya ihtiyacım vardı onca zamandır.
Saat akşam üzerini gösterdiğinde, üzerimi değiştirdim. Tıraşımı olup biraz toparlandım.
Alparslan Üsteğmen’in odasının kapısını çaldım.
"Gel!"
Kapıyı açtım, içeri girdim. Odanın köşesinde bir termos, birkaç dosya ve masa lambasının sarı ışığı vardı. Beni görünce hafifçe başını kaldırdı.
"Gel bakalım Uzman Çavuş Emir Kaan Yılmaz. Otur."
Çekinerek sandalyeye oturdum.
"Teşekkür ederim komutanım ama… vicdanım el vermiyor."
Gülümsedi.
"Vicdan, adamın niyetinde saklıdır oğlum. Benim niyetim seni biraz olsun rahatlatmak. Senin de niyetin aileni yaşatmak. O yüzden bu konuyu kapatıyoruz. Hem bende ailenden sayılırım artık bir ağabeyin olarak...iyi bir askeri rahat bırakmazlar, bilirsin. Bu yüzden seni ezmelerine izin veremem kardeşim."
Gözüm doldu, ama bu kez ağlamadım.
"Size söz... borç değil bu, ama sizin bana olan güveninize layık olacağım Komutanım."
Alparslan Üsteğmen sandalyesinden kalktı, yanıma geldi. Elini sırtıma koydu.
"Ondan yana süphem yok. Seni biliyorum. O yüzden buradasın zaten."
İkimiz de sustuk bir süre. Sonra o alışıldık sert sesiyle konuştu:
"Yarın sabah serbestsin. İznin bitmeden aileni arayıp seslerini duymanı istiyorum. Şehre in, birkaç eksiğin varsa al ya da gez , bir şekilde kafanı dağıt. Ama görev günü dönmüş ol."
"Emredersiniz komutanım."
"Haydi bakalım, çık şimdi. Uyumaya bak. Dinlenmen lazım."
Ayağa kalktım. Selam verdim.
"Aslan parçası..." dedi ardından.
O iki kelime bile yetti, içimi sıcacık yaptı.
Odasından baş selamı verip çıktım.
Çay ocağına doğru yürürken koridorun loş ışıkları gözüme battı. Ayak seslerim yankılandı, ama içimdeki gürültüyü bastıramadı.
Beynimin içi doluydu.
Susmuyordu.
Kapanmıyordu.
Sanki hayat bir yük olmuştu sırtıma, kimse fark etmiyordu. Herkesin derdine koşarken, ben hâlâ kendime yetişemiyordum.
Yarım gibiydim.
Eksik.
Bir tarafım kırık, öbür yanım susturulmuş gibi…
Çay ocağına indim. Poşet çayın kokusu karıştı içime. İki asker sessizce konuşuyordu bir köşede, biri telefonla gülüyordu. Herkes kendi dünyasında. Ben... dışarıdan sanki onların arasında gibiydim ama içeride başka bir yerdeydim.
Bir çay aldım, boş bir masaya oturdum. Bardak buğuluydu. İçim gibi.
İlk yudumu aldım.
Acıydı.
Ama tanıdık bir acı.
Hani bazı acılar vardır ya... seni büyütür, ama içini oyarken?
Başımı ellerimin arasına aldım.
Kendime ne zaman yetişeceğim?
Aileme, timime, arkadaşlarıma... hepsine koştum. Ama kendime?
Hiç fırsatım olmadı.
Birden annemin sesi geldi kulağıma.
“Sen güçlü ol ki arkandakiler yıkılmasın oğlum.”
Gözlerim doldu.
Ama silmedim.
O an ağlamak istemedim.
Sadece… bir nefes almak, içimden taşanı bir yerlere koymak istedim.
Belki de bu yüzden buradaydım.
Kendimi bulana kadar başkalarının yükünü taşımayı öğrenmek için.
Ve belki de... biri bir gün benim yükümü fark eder diye.
Çayın buğusu hâlâ elimdeydi. Camdan dışarı bakıyordum ama baktığım yerin farkında bile değildim. Zihnim başka şehirlerde, başka yüklerdeydi.
“Yetişmem lazım... Herkese. Ama ben?”
İçimden geçen cümlelerin ucunu bile tutamadan arkamdan tanıdık bir ses yankılandı:
"Ne bu hâl Manisalı?"
Başımdan geçen kara bulutları dağıtan bir gülümsemeydi o ses. Başımı kaldırdım, tanıdık gözlerle buluştum. Yiğit Alper. Timin suskun ama yüreği büyük çavuşu.
İstemsizce yüzümde bir tebessüm belirdi.
"Bildik şeyler..." dedim omuz silkip, "çay ısmarlayayım mı?"
"Yok Cano, sağ ol." Oturdu karşıma, ceketini çıkarmadan. "Yarına kafa dağıtmak için seninle diyorum bir yerlere çıkalım?"
O an bir anlığına sustum. Red etsem, yalnız kalırdım. Kabul etsem... cebimdeki son üç-beş lirayı da harcardım. Ama onun varlığı, yalnızlığımı biraz olsun unutturuyordu. Ve bazen, para değil de dostla kafa dağıtmak insana iyi geliyordu.
"Olur tabii ki," dedim. "Nereye gideceğiz?"
Yiğit Alper omzuma hafifçe vurdu, gözlerinde tanıdık bir yorgunluk vardı ama üstünü örten koca bir gülümseme de eksik değildi.
"Biraz şehir havası alalım diyorum. Denizi görelim, bir iki sıcak lokma yeriz, belki bi çay daha içeriz sokakta. İnsanın içinde kalıyor be Cano..."
İnsanın içinde kalıyor...
İşte bu cümle bir yere dokundu içimde.
"Tamam Yiğit'im, olur. Ne zaman çıkıyoruz?"
"Güneş batmadan. Gidelim iki soluklanalım. Yarın öbür gün yine düşeceğiz yollara, bari bu akşamı kendimize ayıralım."
Başımı salladım.
"Aynen öyle... Hem belki biraz susar şu kafam."
Yiğit gülümsedi, ayağa kalktı.
"Sen şu çayını bitir, sonra üstünü değiştir. İki adam gibi gezeriz. Bugün kendimizi unutmuyoruz, söz mü?"
"Valla söz," dedim, bardağa son yudumu koyarken.
Birden ilk defa o gün, içimde bir şeyin az da olsa yumuşadığını hissettim.
___
_1 gün sonra ...._
Yazar'dan ....
Emir Kaan parkın bankında oturmuş, kahvesinden küçük bir yudum aldı. Üzerinde sade bir beyaz tişört altında ise siyah taktik pantolonu vardı, efkarlı kahveleri günün dingin havasına karışmıştı. Uzaktan gelen çocuk sesleri, onun yorgun zihnine serin bir rüzgar gibi çarpıyordu.
O sırada bir top hızla yuvarlanarak Emir Kaan’ın ayaklarına çarptı.
Başını kaldırdığında, bir çocuk hızlı adımlarla ona doğru koşuyordu. Gözleri pırıl pırıldı. Koyu renk saçları hafifçe dağılmış, yanakları oyun heyecanıyla kızarmıştı.
Çocuk durdu. Nefes nefeseydi, yanakları al al. Minik ellerini yanlarına sarkıttı, gözleri yere takılıydı.
"Topum..." dedi, çekingen ama kararlı bir sesle.
Emir Kaan, ayaklarının dibinde duran topa baktı. Yerde, üzerinde taç giymiş kartal çizimi olan kırmızı-siyah bir top. Eğildi, aldı, elinde tarttı.
"Senin mi bu koca top? Ağırmış baya..."
Çocuk başını kaldırdı, göz göze geldiler. Kıvırcık saçlarının altından belirgin bir ciddiyetle başını salladı.
"Evet. Benim. Ama o sadece bir top değil."
"Öyle mi?" dedi Emir, kaşlarını hafifçe kaldırarak. "Nedir peki?"
"Adı Kral. Üzerindeki kartal amblemi onun. Çünkü o gol kralı. Ve kimseyi kolay kolay rakip yapmaz."
Emir gülmemek için dudağını ısırdı, sonra çömelerek onunla aynı hizaya indi. "Demek tanışma faslına geldik. Ben Emir Kaan. Senin adın ne, Kral’ın sahibi ufaklık?"
"Pars Yaman. Ayrıca ben ufaklık falan da değilim."
"Öyle mi? Affedersin Pars Yaman. Gerçekten ciddi bir karakterin var. Neredeyse Kral kadar."
Pars başını gururla dikleştirdi, topuna baktı. "Kral da zaten benim gibi. Ciddiyiz ama eğlenmesini biliriz."
Emir Kaan gülümseyerek başını salladı. “Adın gibi yamansın, Pars Yaman.”
Pars, bu övgüye hafifçe gülümsedi. “Futbolu sever misin Emir Kaan ağabey?”
“Çocukken çok severdim oynamayı. Tıpkı senin gibi, saatlerce top peşinde koşardım.”
“Şimdi sevmiyor musun?”
“Seviyorum ya, futbol sevilmez mi hiç?” Emir göz kırptı. “İstersen eşlik edeyim sana. Hem sen de tek başına oynamamış olursun?”
Pars’ın gözleri kocaman açıldı, heyecanla yerinde zıpladı. “Gerçekten mi?”
“Gerçekten!” dedi Emir, ayağa kalkarak.
“Tamam o zaman, hadi başlasın!” diye bağıran Pars, topu kaptığı gibi çimlerin üstüne doğru koştu.
Emir Kaan kahvesini bankta bırakıp gömleğinin kollarını sıvadı, ardından Pars’ın peşinden çimlerin üzerine yürüdü. Çocuk topu ortaya koymuş, iki ağacın arasını kale ilan etmişti bile.
“Kuralları ben koyuyorum,” dedi Pars ciddi bir ifadeyle.
Emir kaşlarını kaldırarak gülümsedi. “Buyur Pars, kurallar senden.”
“Üç gol atan kazanır. Ama Kral’a sert davranmak yok, o nazlıdır.”
“Anlaşıldı, nazlı topa yumuşak muamele,” dedi Emir gülerken.
Pars topa ilk vuran oldu. Küçük ama çevik adımlarla topu sürdü, Emir ise bilinçli bir şekilde hafif tempo tutturdu. Çocuk bir yandan ciddi oynuyor, bir yandan da her gol denemesinde kendi spikerliğini yapıyordu.
“Pars Yaman ceza sahasına girdi... Rakibini geçti... Şut ve GOOOOL!”
Top ağaca çarpınca kollarını havaya kaldırdı. “Bir sıfır öndeyim!”
Emir alkışladı. “Vay be, kim duracak bu golcü Pars’ı?”
“Kimse!” diye bağırdı Pars, gülerek yeniden topu ortaya koydu.
Emir bu kez biraz daha ciddileşti, ama hâlâ çocuğun hevesini kırmamaya dikkat ediyordu. Ayağıyla topu kapıp birkaç hamle yaptı, sonra topu yavaşça ağaca gönderdi.
“Bu da benden, bir bir!” dedi.
Pars kaşlarını çattı, sonra kıkırdayarak başını salladı. “Şanslıydın.”
Emir gülümsedi. “Kral'ın bana izin verdi galiba.”
“Bir kerelik,” dedi Pars, parmağını sallayarak. “Ama bir daha asla!”
Güneş usulca eğiliyor, gölgeler uzuyordu. Ama Pars ve Emir Kaan için zaman durmuş gibiydi—biri geçmişin yorgunluğundan, diğeri çocukluğun masumluğundan bir arınma yaşıyordu çimenlerin üstünde.
Emir Kaan topu hafifçe ayağında sektirerek ona döndü.
"Sen hangi takımlısın söyle bakalım Pars Yaman, Galatasaray mı?"
Pars Yaman başını iki yana hızla salladı.
"Hayııır tabii kii! Kuştaşım ben!" diye cevapladı büyük bir ciddiyetle.
Bu cevap karşısında Emir Kaan kendini tutamayarak tekrar kahkaha attı.
"‘Kuştaş mı? O nasıl oluyor küçük adam?"
Pars Yaman ciddi bir ifadeyle, ellerini beline koydu.
"Ricardo Quaresma gibi iyi bir kartal futbolcu olarak!" dedi adeta bir zafer kazanmış gibi elleriyle kartal pençesi yaparken...
Emir Kaan kahkahasını bastıramadı.
"Beşiktaşlısın bir de! Anlaşıldı küçük kartal!"
Pars Yaman bir anda heyecanla ona yaklaşıp sordu:
"Sen hangi takımı tutuyorsun, Emir ağabey?"
Emir Kaan göz kırparak hafifçe başını eğdi.
"Ne tutayım isterdin?"
Pars Yaman kaşlarını çatıp ciddi bir ses tonuyla, "Emirhan Topçu’nun adaşının başka bir takım tutması kalp krizi sebebidir Emir Kaan ağabey!" dedi.
Bu sefer Emir Kaan kahkahayı bastı.
"Efendiler takımıyız o zaman! Ben de Kara Kartal taraftarıyım!" dedi gülerek.
Pars Yaman bir anda sevinçle koşup Emir Kaan'a sarıldı.
"Seni şimdi daha çok sevdim Emir Kaan ağabey!"
Emir Kaan da onu gülümseyerek kucağına aldı.
"Ben de seni çok sevdim küçük kartal!"
Pars Yaman kıkırdayarak tekrar topa dönerken bir yandan söyleniyordu:
"Babamı da Beşiktaşlı yapar mısın Emir ağabey? Bana ‘kuştaş’ diyo hep."
Emir Kaan eğilip göz hizasına indi.
"Baban hangi takımlı?"
"Fenerbahçeli… Annem yüzünden!" dedi Pars Yaman gözlerini devirerek.
Emir Kaan kahkahayı patlattı.
"Peki sen nasıl Beşiktaşlı oldun?"
Pars Yaman küçük yumruğunu sıkarak ciddi ciddi cevapladı:
"Çok şükür dedem doğru yoldaydı Emir ağabey!"
Emir Kaan kahkahayı bastı.
"Sen nasıl böyle bir çocuk oldun Pars Yaman?"
Pars Yaman gururla başını dikleştirip söyledi:
"Dedem eski Çarşı taraftarındandı Emir ağabey!"
"Bak seeen! Gerçek Beşiktaşlı geleneği yani!" diye gülerek topu tekrar ayağına attı.
"Dedem bana hep derdi: 'Pars, adam olacaksan önce takımını doğru seç.' O yüzden kartal gibi dimdik olacağım!" dedi göğsünü gere gere.
Emir Kaan, küçük adamın ciddiyetine kahkahasını zor tutarak karşılık verdi.
"Vay be Pars Yaman, sen bayağı çarşı ruhu taşıyorsun."
Pars gözlerini kısıp gizlice eğilerek fısıldadı:
"Dedem marşlar da öğretti... İstersen söylerim sana, ama babam duymasın!"
Emir, gülümseyerek başını eğdi.
"Söyle bakalım gizli marşını."
Pars Yaman, avuçlarını megafon gibi ağzına yaklaştırıp fısıldar gibi bağırdı:
"Beşiktaş sen bizim her şeyimizsin!!"
Emir Kaan kahkahasını tutamayıp dizlerini kırarak yere çöktü, o anda Pars da kahkahayı patlattı. İkisi yan yana çimenlerin üzerinde gülüyordu. Gülüşleri parkın sessizliğine neşe katmıştı.
Pars bir anda toparlanıp ayağa sıçradı. “Emir ağabey, tekrar gol atarsam bu kez Pepe diye bağır tamam mı?”
Emir Kaan gülerek ayağa kalktı, üzerini silkeledi. “At bakalım, öyle görelim. Ama Pepe diyince ben oyuna sertleşirim bak!”
Pars gözlerini büyüttü, hemen topunu sürmeye başladı. Ayaklarını hızlıca çimenlerin üzerinde dolaştırıyor, bir yandan da adeta bir spiker gibi kendi maçını anlatıyordu:
“Ricardo Quaresma ceza sahasına girdi... Sert bir çalım attı... Vurdu... veee GOOOLL!”
"Helal olsun Ricordo Pepe !"
Emir Kaan ellerini alkışlarken gülümsedi ama Pars'ın sevinci uzun sürmedi. O an bir ses yükseldi parkın içinden:
"Pars Yaman!"
Pars’ın gözleri büyüdü. Elini ağzına götürüp kıkırdayarak fısıldadı:
“Hiiih! Teyzem geldi!”
Emir Kaan gözlerini kısarak yaklaşan kişiye baktı.
İklim, nefes nefese Pars’ın yanına çömeldi.
"Teyzem, neredesin sen? Hani birlikte gidecektik parka?" dedi, hem endişeli hem de biraz kızgın bir sesle.
Pars Yaman başını eğip topuyla oynamaya başladı.
"Ama teyze... Senin işlerin hiç bitmedi ki. Hem Emir Kaan ağabeyle oynadım. Kötü bir şey yapmadım..." dedi savunurcasına.
İklim, Pars’ın iyi olduğundan emin olunca derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. Mahcup bir şekilde Emir Kaan’a döndü.
"Kusura bakmayın, yorduk sizi de..."
Emir Kaan hafif bir tebessümle başını eğdi.
"Yok, yorulmadım. Pars Yaman’la oynamak bana da iyi geldi." dedi.
Tam o anda Pars Yaman hemen atıldı:
"Emir Kaan ağabey, yine gelirsin değil mi parka? Ben hep burada oynuyorum!"
İklim hafifçe kaşlarını çatıp yumuşak bir sesle uyardı:
"Pars Yaman... Teyzem?"
Pars Yaman başını eğdi.
Bunu gören Emir Kaan gülerek küçük adamı kucağına aldı.
"Yine gelirim küçük kartal. Ama söz ver; izinsiz bir daha dışarıya çıkarsan, bende oynamam seninle." dedi.
Pars Yaman, boynunu bükerek hemen söz verdi:
"Söz! Bir daha yapmayacağım Emir Kaan ağabey..."
Emir Kaan gülümseyerek yanağını uzattı.
"O zaman buradan bir öpücük ver, bir dahaki maçta görüşürüz!"
Pars Yaman sevinçle Emir Kaan’ın boynuna sarıldı ve yanağından öptü.
"Teyze duydun mu, Emir Kaan ağabey söz verdi!" diye sevinç çığlığı atarak aşağı indi.
Emir Kaan da gülerek onu yere bıraktı.
İklim hafif mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi.
"Çok teşekkür ederim, gerçekten... Pars Yaman bazen fazla hareketli olabiliyor. Sizi uğraştırdıysak kusura bakmayın."
"Estağfurullah aksine yeğeniniz çok sevimli, bana da moral oldu. Ben teşekkür ederim."
"Kusura bakmayın yine de. İyi günler..."
"Hiç sorun değil. İyi günler." dedi Emir Kaan.
Masadaki birkaç evrağını ve dosyasını toparlayarak ağır adımlarla uzaklaştı.
İklim bir an gözleriyle onun arkasından baktı. Ardından ise Pars Yaman'a döndü
“Hani yabancılarla konuşmuyorduk Pars Yaman?”
Kadının sesi yumuşaktı ama kalbinin içindeki korku gözlerine yansımıştı. Diz çöküp göz hizasına indi küçük yeğeninin.
Pars Yaman başını öne eğdi, topunu ayak ucunda yavaşça çevirdi.
“Ama o iyi biri teyze… Sadece benimle top oynadı. Hiç kötü şeyler yapmadı.”
Kadın iç geçirdi. Küçük bir çocuğun gözünden kimin iyi, kimin kötü olduğunu ayırt etmesi ne zordu. Ellerini Pars’ın omuzlarına koydu.
“Biliyorum canım… Ama kötü biri de olabilirdi. Bunu sen anlayamazsın. O yüzden böyle şeyleri tek başına yapmamalısın, tamam mı?”
Pars bir süre sessiz kaldı. Sonra çok hafifçe başını salladı.
“Tamam teyze…”
Kadın gülümsedi.
“Hadi gidelim artık, topunu da alalım...”
İkisi birlikte yürümeye koyulmuştu ki Pars topunu almak için koşarak topunun yanına gitti. Ama o sırada minik adamın gözleri yerde bir şeye takılmıştı. Hızla eğildi, onu aldı, gözleri parladı.
“Aaa! Teyze bak! Emir Kaan ağabey gözlüğünü düşürmüş!”
Kadın bir an şaşkınca baktı. Küçük metal çerçeveli gözlük Pars’ın minik avucunda duruyordu.
“Evet hayatım. Görevli birine teslim edelim, belki tanıyan vardır onu...”
Ama Pars başını hızla iki yana salladı.
“Emir ağabey söz verdi teyze... Geri gelecek. O gelince biz verelim! Belki bu gözlük onun çok sevdiği birinden. Belki... belki annesinden...Belki o da üzülür, kaybettiğini sanıp...”
Kadın yutkundu. Pars’ın sesi öylesine içtendi ki, gözlerinde beliren yaşları gizlemek için başını hafifçe eğdi.
“Tamam teyzem... Sen sakla onu. Gelince hatırlatırız birlikte.”
Pars Yaman, gözlüğü özenle tişörtünün ucuyla silip dikkatlice cebine koydu. Gözlerinde çocukça bir ciddiyet, kalbinde verilen bir söz vardı artık.
___
Emir Kaan tam adımını karargâhın kapısından içeri atmıştı ki, sert bir sesle irkildi.
Karşısında Alparslan Üsteğmen dimdik durmuş, çatık kaşlarla ona bakıyordu.
"Neredesin sen Emir Kaan?!"
Sesi hem öfke hem de telaş doluydu.
Emir Kaan ani bir refleksle toparlandı, ciddiyetle selam vererek cevapladı:
"Parktaydım Komutanım..."
Alparslan Üsteğmen kaşlarını daha da çattı.
"Ne işin var oğlum senin parkta? Göreve gideceğiz demedik mi sana?!"
Emir Kaan, sesindeki sükûneti kaybetmeden cevap verdi:
"Geç kalmadım ki Komutanım. Zaten parktan çıktım, siz aradınız. Hemen geldim."
Üsteğmen kısa bir süre ona dik dik baktı, sonra başıyla işaret etti.
"Git hazırlan! 10 dakika içinde hava sahasında olacaksınız!"
"Emredersiniz Komutanım!" diye tok bir sesle karşılık verdi Emir Kaan.
"Yürü hadi, yürü sıpa!" dedi Alparslan Üsteğmen gülerek, yanından geçerken omzuna hafifçe vurdu.
Bu vuruluşta bir yandan tatlı bir merhamet göstergesi, bir yandan da alttan alta 'hadi bakalım, işini iyi yap' mesajıydı.
Emir Kaan hızla koridora yönelirken, zihninde hâlâ Pars Yaman’ın neşeli sesi çınlıyordu:
"Ricordo Quaresmaaa!"
Gülmemek için dişlerini sıktı, hemen kafasını toparladı.
Görev saatiydi artık.
Oyunlar, kahkahalar şimdi rafa kalkmıştı.
Koğuşun kapısından içeri girdiğinde ortam neredeyse sessizdi. Birkaç çavuş ekipmanlarını son kez kontrol ediyor, bazıları ise botlarını bağlıyordu.
Emir Kaan dolabına yöneldi. Hızlıca açtı.
Kamuflajını dolabından çıkarıp görev için giyinmeye başladı. Her hareketi alışkanlıkla, seri ama kontrollüydü.
Ama bir şey… tam değildi.
Kemerini takarken duraksadı. Aynaya yürüdü.
Bir anlık yansıma yetti. Gözleri aynadaki yüzünü taradı.
Ve boşluk…
Burnunun üstü bomboştu.
Bir şey eksikti.
Gözlüğü.
Yüzünü buruşturdu, hemen dolabına baktı, yatağın altına eğildi, formasının ceplerine dokundu. Yoktu...
Sonra birden durdu.
Gözleri boşluğa daldı.
Parkta, Pars’ın yere eğilişini hatırladı.
Topunu alırken minik bir şey daha kavramıştı.
O an önemsememişti. Ama şimdi…
“Demek sende kaldı, küçük adam…”
Gülümsedi istemsizce.
Bir gözlüğün eksikliğiyle, küçücük bir çocuğun hatırası birleşmişti.
“İyi ki senin ellerine düştü…”
İç geçirdi.
Kasketini taktı. Sırt çantasını aldı.
Aynaya son bir kez baktı.
Bu kez eksik olan parçasına değil, içinde filizlenen sıcacık duygulara odaklandı.
Tam o anda komutan sesi yankılandı dışarıdan:
“Atalay Timi! Son bir dakika!”
Emir Kaan gözlerini aynadan çekti.
Koğuş kapısından hızla çıktı.
Dışarıda karanlık vardı. Soğuk vardı.
Ama yüreğinde, minik bir çocuk sesiyle ısınan bir köşe kalmıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |