

Emir Kaan’dan…
Karakolda işim olmayınca soluğu Vefa amcanın kafesinde almıştım. Cebimdeki son paralar da babamın ilaçlarına gidince maaş yatana kadar mecburen iki gün burada çalışmak zorunda kalmıştım yine... Kapıdan içeri adım atarken içimde buruk bir mahcubiyet vardı; gururum ağır geliyordu ama çaresizlik buna da razı ediyordu insanı.
Kafenin kapısından girince burnuma taze kahve kokusu doldu; eski tahta masalar, duvardaki soluk fotoğraflar ve her köşeye sinmiş nostaljik radyonun cızırtısı… Her zamanki gibi samimi ama biraz da yorgun bir atmosfer vardı.
“Emir oğlum, hoş geldin!” dedi Vefa amca, kasanın başından bana doğru eğilerek. Sesi yılların verdiği kısık tınıyla içimi ısıttı.
“Hoş bulduk Vefa amca,” dedim, yavaş adımlarla tezgaha yaklaşarak. Ellerim cebimdeydi; her zamanki gibi tedirgin hissettim. “Samet yok mu?”
“İçeride, oğlum. Bugün çok yoğun, yetişemiyor tek başına.”
“Tamamdır, ben de geçeyim arkaya,” diyerek önlüğü askıdan aldım, kollarımı sıvarken istemsizce derin bir nefes çektim. Babamın yüzü, hastane koridorları, geceleri düşündüğüm onca borç… Hepsi bir an gözümün önünden geçti.
Vefa amca, yüzüme ince bir şefkatle bakarak elini omzuma koydu: “Kendini çok zorlama, yorgunsun zaten.”
Gözlerimi yere indirip dudaklarıma küçük bir gülümseme yerleştirdim: “Yorulmazsak helal olmaz Vefa amca,” dedim, sesimde az ama net bir kararlılıkla.
“Hay delikanlı oğlum benim!” dedi, tok bir kahkaha atarak; sesi eski ahşap raflarda yankılandı.
Kafeye doğru dönerken gömleğimi düzelttim, tezgâhın arkasına geçtim. Müşterilerin dolu masalarına, boş bardaklara, sabırsız bekleyen bakışlara baktım. İşin ne kadar yoğun olduğunun farkına varmam uzun sürmedi.
İçimden, “Hadi bakalım Emir Kaan… önce burayı, sonra her şeyi yoluna koyacaksın,” diye geçirerek işe koyuldum.
“Emir ağabey, 3 numaralı masa 4 çay, 3 waffle,” dedi Samet, tezgâhın arkasından seslenerek. Telaşla kollarındaki sipariş fişlerini toparlıyordu.
“Tamamdır kardeşim,” dedim; tepsiyi alıp hızlı adımlarla masalara doğru ilerledim. Çay bardaklarının şıngırtısı, sıcak waffle’ın hafif buharı… Tepsiyi masaya bırakırken müşterilerden biri teşekkür edip gülümsedi, ben de kısaca başımı sallayarak geri döndüm.
Daha nefes almadan Samet bu kez yeni bir tepsiyi uzattı; üstünde bardaklar, tabaklar, şişeler…
“7 numaralı masa: 3 gazoz, 2 çay, 3 pasta, 2 künefe, 3 kokteyl, 2 Kıbrıs tatlısı,” dedi bir çırpıda.
Tepsiye bakakaldım; “Ordu musunuz mübarekler?!” diyerek homurdandım, kaşlarımı çatıp siparişleri dizmeye başladım. Samet kahkahasını tutamayıp güldü, sesi kafenin tahta tavanında yankılandı.
“Sakin ol ağabey, daha 2 masa oldu,” dedi Samet, elinde bir sonraki sipariş fişini sallayarak.
Derin bir nefes alıp kendi kendime söylendim: “Daha başındayız Emir Kaan… hadi bakalım.”
Tepsiyi iki elimle kavrayıp masalar arasında hızlı ama dikkatli adımlarla ilerledim; bir yandan da içimdeki stresi atmaya çalışıyordum. Bardaklardan birinin kenarından damlayan soğuk su damlası elimden bileğime kadar inerken, zihnimde tek bir şey vardı: bunlarda geçecek ve nefes alacaksın...
Tepsiyi masaya bırakıp siparişleri tek tek dağıtırken müşterilerin şaşkın bakışlarını üzerimde hissediyordum; sanırım asker duruşum servis yaparken bile belli oluyordu. “Afiyet olsun,” diyerek kısaca selam verdim, ardından hızla boş tepsiyi alıp mutfağa döndüm. Daha içeri adımımı atar atmaz Samet’in sesi yeniden geldi:
“Emir ağabey, 5 numaralı masa 2 latte, 1 americano, 2 limonata.”
“Samet, robot muyum ben kardeşim?!” dedim, elimle alnımdaki teri silerken.
"Aynı yerin ekmeğini yiyoruz ağabey, ben ne diyeyim?"diyerek güldü.
Gülerek tepsiyi elinden alıp yine çıkışa yöneldim.
Tekrar içeri girdiğimde işe Samet gülerek bana baktı.
“Emir ağabey, sen dinlen biraz, ben devam ederim…”
“Valla hayır diyemem koçum. Yarım saattir buradayım, oturmak denen eylemi unuttum vallahi!”
“Yorma ağabey kendini, asker adamsın sen zaten. Doğuş ağabey de gelir birazdan, o bakar.”
“O doktor olamadı mı hâlâ?”
“Atanamadı garibim…” dedi gülerek Samet omuz silkip.
“Kafayı bozup ‘ben asker olacağım’ demesin bak, temsili olarak buradayım!” dedim, ikimizin de kahkahası mutfağı doldurdu.
“Alemsin ağabey ya! Sana limonata koydum, iç dinlen biraz. Ben masalara bakayım,” dedi Samet, bardakları hazırlayıp bana uzatarak.
“Eyvallah kardeşim,” dedim.
Limonatadan bir yudum alıp derin bir nefes aldım; ferahlığı boğazımı serinletirken birkaç saniyeliğine kafamı toparlayabildim. Tam o sırada Samet yanımdan koşar adım gelip:
“Ağabey, 3 gazoz açar mısın? 6 numaralı masaya…” dedi, telaşla.
Başımı sallayarak fiş kesip dolaba yöneldim; üç gazozu hızla açıp tepsiye bıraktım.
“Al kardeşim,” dedim, tepsiyi ona doğru iterken.
Samet de başını sallayarak tepsiyi kaptığı gibi servise koştu; arkasından izlerken istemsizce gülümsedim.
“Hazır koçum,” dedim Samet’e bakarak.
“Doğuş ağabeyi arasana, bunlar bizim içimizden geçecek,” dedi, sipariş fişlerini gösterip yüzünü buruşturarak.
“Daha iki servis yaptın, ne oldu?” diye sordum, kısık bir kahkahayla.
“Robot muyum ben ağabey?” dedi Samet, gözlerini devirip tezgâha yaslanarak.
“Bana benim cevabımla cevap verme Samet, iş yap Samet!” diyerek elimdeki toz beziyle koluna hafifçe vurmamla gülerek geri çekildi.
“Ya vurma ağabey, elin taş gibi senin!” diye sızlanıp bir yandan kahkahasını bastı.
“Bağışıklık kazan, iki gün buradayım,” dedim, gözlerimi kısarak tehditkâr bir ifadeyle.
“Müşteriler gibi sen de içimden geç ağabey,” diye mırıldandı, ama yüzündeki sırıtmayı gizleyemedi.
“Sus sıpa, sus!” diyerek elimdeki toz beziyle bir kez daha hafifçe vurmamla kahkahasını tutamayıp eğildi.
“Tamam ağabey, sustum! Tövbe!” dedi Samet, ellerini havaya kaldırarak pes eder gibi. Ama yüzündeki muzır gülümseme hâlâ kaybolmamıştı; göz göze gelip ikimiz de kısık bir kahkahayla güldük. Kafenin telaşı arasında bu ufak atışma ikimize de iyi gelmişti.
Bir müddet limonatamı bitirip nefeslendikten sonra Samet’e döndüm, ona bakarken kaşlarımı hafif kaldırdım:
“Kardeşim, ben geçeyim yerine.”
Samet itiraz eder gibi oldu, ellerini iki yana açarak, “Ağabey yorgunsun…” dedi endişeyle.
“Değilim, değilim,” dedim kararlı bir ses tonuyla, tezgâha doğru yürüyerek. “Hadi geç sen, biraz dinlen. Ben buradayım.”
Samet istemeyerek başını salladı, “Tamam ağabey… ama yorulursan söyle!” dedi, sonra önlüğünü çıkarıp bir kenara bıraktı. Ben de tezgâha geçip yeni sipariş fişlerini kontrol etmeye başladım, kafenin uğultusu yeniden üzerime çökmüştü.
“Ağabey, bir de 8 numaralı masaya dikkat et,” dedi Samet, endişeli bir bakış atarak. “İki tane kız var, iki defadır çaylarını yeniletiyorlar; yok soğuk, yok demli değil diyerek beğenmiyorlar.”
“8 numarada fişte 3 çay yazıyor koçum,” dedim, elimdeki fişe bakarak.
“Diğer kızın sesi çıkmıyor da, o ikisi tehlikeli… Olay çıkmasın diye dikkat et. Tekrar iki çay istediler.”
“Tamamdır koçum, sen koy siparişi tekrardan,” dedim. Samet çayları tepsiye dizerken içime ağır bir sıkıntı çöktü. Tepsi hazır olur olmaz 8 numaralı masaya yöneldim.
“Çayınız,” dedim, çayları masaya bırakırken bilgisayardan başını kaldıran kişinin yüzüyle göz göze geldim; kaşlarım şaşkınlıkla havalandı.
“İklim…” dedim neredeyse fısıltıyla. Yanındaki kız hemen atıldı, İklim’in koluna dokunarak: “İklim, bu Emir Kaan değil mi?” dedi; İklim’in de beni görünce yüzü bembeyaz kesildi, şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu.
“Emir…” dedi, sesi ince bir sızı gibi çıktı.
Tam o an başka bir masadan bir adam seslendi: “Garson! Bir buraya bakar mısın kardeşim?” dedi kaba bir ses tonuyla. Diğer masaya yönelmek zorunda kaldım. Arkada, İklim’in arkadaşlarının sesi iyice yükselmeye başlamıştı.
“Senin kocan uzman değil miydi, ne işi var garsonlukta?” dedi biri küçümseyici bir sesle.
“Tanıdığım uzmanların hep evi, arabası, parası olurdu; senin kocanın uzman olduğuna emin misin?” diye ekledi diğeri. Bu lafları duymak bile mideme yumruk yemişim gibi hissettirdi.
Sinirle diğer masanın siparişlerini alıp Samet’in yanına yöneldim; nefesim düzensizleşmişti.
“Ağabey, ne oldu? Rengin atmış…” dedi Samet, endişeyle yüzüme bakarak.
“İklim… yengenmiş sessiz olan, 8 numaradaki…” dedim, boğazım düğümlenerek.
“Ciddi misin ağabey?” dedi, gözleri kocaman açılmıştı.
“Ben biraz hava alacağım, sen devam et,” dedim, sesim çatlayarak.
“Ağabey… üzme kendini… ayıp değil ki yaptığın iş,” dedi Samet, sesi titrek bir teselli arayışıyla.
“Koçum, bir sigara yakıp geleceğim. Hadi işine…” dedim, gözlerimi yere indirip kapıya doğru yürümeye başladım.
“Tamam ağabey… Doğuş ağabey de yoldaymış, geliyor…”
“İyi…” dedim, kapıdan çıkarken ciğerlerime derin bir nefes çekmeye çalıştım; ama göğsümdeki sıkışma bir türlü geçmiyordu
Sigaramı yakar yakmaz derin bir nefes çektim; duman ciğerlerimi yakarken gözlerimi kapatıp başımı hafifçe geriye yasladım. İçimde birikmiş öfke ve çaresizlikle dumanı ağır ağır üfledim gökyüzüne doğru; sanki içimdeki yükü havaya bırakmaya çalışıyordum.
“Sabır Allah’ım… Sabır…” dedim, elimle yüzümü sıvazlayarak. Ellerim titriyordu, kalbim göğsümden çıkacak gibi hızlı atıyordu. Sinirle gözlerim istemsizce dolmuştu; yanaklarımdan süzülen bir damla yaşı hışımla silip derin derin nefes alarak kendimi telkin etmeye çalıştım.
Damarlarımda, sigaranın dumanı gibi sindire sindire yayılan bir çaresizlik vardı; her nefeste içime çekip, her üfleyişte biraz daha boğulduğumu hissediyordum. Kanıma işleyen bu ağır yük, bedenimi değil, ruhumu da kavuruyordu.
Kendimi tam yatıştırmışken, arkamdan gelen sesle kaşlarım havalandı.
“Emir…” dedi İklim, sesi titrek ama yumuşaktı.
“İklim?” dedim, şaşkınlıkla ona dönerken bakışlarımız kilitlendi; ikimizin de gözlerinde aynı titrek ifade, aynı kırgınlık parlıyordu.
“Niye burada olduğunu söylemedin? Hani mesain vardı?” diye sordu, sesi öfkeli değildi, aksine incinmiş ve kırılmış gibiydi.
“Karakola gittim, iş yoktu. Zaten izinliydim…” dedim, sesim çatallandı; yutkunmakta zorlanıyordum.
“Niye bana yalan söyledin o zaman, mesaiye kalacağım diye?” dedi, gözlerindeki kırgınlık daha da derinleşti.
“Kimseye söyleyemiyorum ki…” dedim, boğazım düğümlendi; başımı önüme eğip, neredeyse fısıltıyla devam ettim. “Utanıyorum… Maaş yatmayınca babamın hastane masrafları, ek borçlar, krediler derken…”
Bir anda kelimelerim yarıda kesildi. Çünkü yanaklarımda yumuşacık bir dokunuş hissettim; İklim parmaklarının ucunda yükselip dudaklarını yanağıma kondurmuştu. Küçücük bir buse bırakıp geri çekildiğinde yüzünde gurur dolu bir gülümseme vardı.
“Gurur duyuyorum seninle…” dedi, gözlerimin ta içine bakarken.
“Hı?” dedim, bir an afallayarak; ne diyeceğimi bilememiştim.
“Ben diğer masaya geçeyim, ödevime devam ederim. Yarına son günüymüş. İşin bitince haber verirsin, beraber çıkarız,” dedi İklim, yanaklarına hafif bir kızarıklık yayılmıştı. Utanarak gözlerini kaçırınca, ben de gülümseyip başımı sallayabildim.
O uzaklaşırken, Samet’in sinsice yanıma sokulmasıyla kaşlarım çatıldı.
“Yengenin kalbini bir kez daha çaldın, şanlı Emir Kaan ağabey,” dedi, kıkırdamamak için dudaklarını ısırarak.
“Sen bizi mi izliyorsun?” dedim, ona doğru sertçe dönerek; sesim farkında olmadan bir ton kalınlaşmıştı.
“Anlık gelişti ama… değerdi,” diye mırıldandı, omuzlarını hafifçe silkip gülerek.
“Koş! Servislere başla, sıpa elimde kalma!” dedim, sesimi alayla yükselterek. Samet’in gülerek hızla mutfağa kaçması, üzerimdeki gerginliği birkaç saniyeliğine bile olsa dağıttı.
Biten sigaramdan son nefesi çekip izmariti yere atarak söndürdüm, sonra çöpe attım. Derin bir nefes alıp kendimi toparlayarak işimin başına döndüğümde Doğuş da kafeye gelmişti.
“Emir’im?!” dedi, geniş bir gülümsemeyle.
“Samet ölüp ölüp dirildi yokluğunda, sen neredesin?” diyerek tokalaştım, ikimizin de yüzünde özlemi saklayamayan bir ifade vardı.
“Haberim var, telefonum susmadı,” dedi Doğuş, kaşlarını hafifçe kaldırarak gülerken.
Tam o sırada Samet servisten dönüp sipariş hazırlamaya geçti.
“Ağabeylerim, herkes bir tepsi alsın,” dedi Samet ciddiyetle. “4 numaralı masa: 3 çay, 2 Türk kahvesi… Doğuş ağabey, bu senin. 7 numaralı masa: bir limonata, bir cheesecake… Emir ağabey, bu senin.”
“Bir Türk kahvesi daha yapsana, şekerli olsun,” dedim, gözüm istemsizce İklim’e kayarken.
“Yaparız ağabey,” dedi Samet, kime istediğimi anlayınca yüzünde beliren sırıtmayla.
“Sırıtıp durma, elimde kalacaksın,” diyerek alayla ikaz ettim. Ardından elimdeki tepsiyi alıp 7 numaraya doğru yürüdüm. Gözüm İklim’in arkadaşlarının oturduğu masaya kaydığında ayaklanan kızları görünce onlara sert bir bakış fırlatıp Samet’in yanına döndüm.
“Ağabey, 1 waffle, 1 sıcak çikolata 10 numaralı masaya. Türk kahvesi de hazır,” dedi Samet, yeni siparişleri sıralayarak.
“Eyvallah koçum,” diyerek önce İklim’in masasına yöneldim. Kahvesini masasına bıraktığımda başını bilgisayardan kaldırdı.
“Afiyet olsun, öğretmen hanım,” dedim gülümseyerek.
“Teşekkür edemeyeceğim,” dedi, dudaklarına belli belirsiz bir gülümseme yayılırken.
“Yasak sana, biliyorsun,” dedim göz kırparak.
“Kolay gelsin,” dedi kıkırdayarak. Baş selamı verip diğer masaya doğru yürüdüm.
Yeni siparişleri almak için tezgâha döndüğümde, Doğuş gülümseyerek bana döndü.
“Yengem buradaymış.”
“Burada, 3 numaralı masada oturuyor,” dedim, başımla masayı işaret ederek.
“Hayırlı olsun bu arada, evlendiğini de duymamıştım kardeşim.”
“Ani gelişti. Sadece nikâh yaptık zaten,” dedim, sesim ciddileşmişti. Ama söylediklerimin bu evlilikle pek alakası yoktu.
“İyi yapmışsın. Bir düğün, bir araba parası şimdi. Sen en iyisini yapmışsın, o parayı evine, arabana yatırırsın,” dedi Doğuş, onaylayan bir ifadeyle.
“Bu vaziyette mi?” dedim gülerek. O da kahkaha attı.
“Garibanın yüzü gülse, altı senelik tıp okuyup garson olmazdım,” dedi, omuz silkerek.
“Hayat kurtaran iki mesleğin sonu da garsonlukta bittiğine göre, ben sizden kârlıyım,” dedi Samet, sırıtıp tezgâhın diğer ucundan.
Yandan toz bezini kaptığım gibi Samet’e fırlattım.
“Senin dilinde kemik yok mu lan?!”
“Ağabey, bezi dahi füze gibi atmasan mı?” dedi Samet, yere düşen bezi alırken.
“Merak etme, ben öldürmeye kalksam yanında yaşatacak doktor var,” dedim tehditkâr bir alayla.
“Bana da çok güvenme,” dedi Doğuş, sırıtarak.
“Birinize vatanı, birinize milleti emanet ediyoruz; azıcık merhamet, medet yahu…” dedi Samet, başını iki yana sallayarak.
“Siparişleri ver, hadi, söylenme. Yoksa ne hayatın kalacak kurtulacak, ne de canın!” dedi Doğuş, kahkaha atarak.
“Yardım işareti yapacağım, Vefa amca gelince kurtarsın beni sizden,” dedi Samet, alayla gözlerini devirerek.
“Bizi senin elinden Yaradan kurtarmıyor, Vefa ağabey seni mi kurtaracak bizden?” dedim, Samet’e keskin bir bakış atarak.
“5 numaralı masa: 7 çay, 3 duble waffle… Doğuş ağabey, bu senin,” dedi Samet, siparişleri hızlıca sıralayarak.
“Eyvallah,” dedi Doğuş, tepsiyi alırken.
“5 numaralı masa: 3 pasta, 4 limonata, bir sütlaç… Emir ağabey, bu senin,” dedi Samet, diğer tepsiyi bana uzatırken.
“Eyvallah, garsonlar kralı,” dedim, alaylı bir tebessümle.
“Sağ ol, ağabey!” dedi Samet, göğsünü kabartarak.
“Şımarma, dökeceğim dişlerini!” dedim tehditkâr bir ses tonuyla; Samet’in suratındaki sırıtış bir anlığına silinse de hemen geri geldi.
Servislere devam ederken, gözlerim ara ara İklim’e kayıyordu. Başka biri olsa, arkadaşlarının bakışlarından, fısıldaşmalarından rahatsız olup utanırdı belki… Ama onun gözlerinde utanmaya dair tek bir kırıntı bile yoktu. Tam tersine, masumiyetle karışık bir inat vardı bakışlarında. Başını ara ara kaldırdığında göz göze geliyorduk; bakışlarımız birbirine mıhlanıyor, saniyeler geçmesine rağmen kimse gözlerini kaçırmıyordu. Sonunda ya o dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle bilgisayarına dönüyordu ya da ben başımı çevirip elimdeki tepsiye odaklanıyordum.
Tam tezgâha yaklaşırken Samet’in sesi düşüncelerimi böldü:
“Emir ağabey, 9 numaralı masa: 2 limonata, 2 kahve… Birisi sade ağabey, kırmızı fincan sade olan.”
“Tamamdır kardeşim,” dedim, elimdeki tepsiyi alırken başımla onay verdim.
Siparişi götürüp teslim ettikten sonra Samet’in yanına döndüğümde, Doğuş alnındaki teri silerek tezgâha yaslanmıştı.
“Bayram değil, seyran değil… Buranın kıyamet gibi oluşu normal mi?” dedi gülerek.
“Samet’e sor onu. Tezgâhın arkasında meyve suyu oldu,” dedim alayla.
“Oldum vallahi! Siz taşımasını yaparken ben burada öldüm,” dedi Samet, gömleğinin yakasını çekiştirerek.
“Asla da övünmeyi sevmez!” dedim alaycı bir ifadeyle.
“Hiçç!” diye uzattı Doğuş, ellerini iki yana açarak.
“Mesai bitimine son 1 saat, hadi beyler!” dedim, saate bakarak.
“Samet, hadi koçum!”
“İki dakika nefes alsaydık ağabey?” dedi Samet, nefes nefese.
“Eve gidince alırsın!” dedim sertçe.
“Tabii ağabey, ne demezsin… Yıl sonu ödevleri de ellerimden öper. Bir el atanımız da yok!”
“Ben lise mezunuyum kardeşim; üniversite okuyup üstüne yüksek lisans yapanlardan medet um,” dedim alayla.
“Medet um dediğin adamın da bari kendine hayrı olsa, Emir ya…” dedi Samet, Doğuş’a bakıp kaşlarını kaldırarak.
“Ne olacak, yardım etseniz ki ödevlerime?” dedi sitemle.
“Konusu ne ödev dediğinin?” dedim merakla.
“Paralel bağlı devreler…”
“Oğlum sen meslek lisesinde elektrik okuyup doktordan, askerden mi medet umuyorsun? Ben edebiyat, matematik falan bekliyordum,” dedi Doğuş kahkahasını zor tutarak.
“Alçaltma mesleğimi! Yakında sizden zengin olacağım!” dedi Samet, göğsünü kabartarak.
“Oto elektrik mi bölümün?” dedim kaşlarımı kaldırarak.
“Cık! Ama onu da öğreniyorum. İkisi de cepte olsun. Malum, okuyanların hali ortada…” dedi Samet, dramatik bir ifadeyle ellerini açarak.
“Cıvıma, elimde kalırsın Samet,” dedi Doğuş, kahkahayı patlatarak.
“Aynısının benzerini ben bir saat önce dedim,” dedim gülerek. Kahve makinesinden gelen sesle Samet tepsiye çayları ve kahveleri dizmeye başladı.
“2 numaralı masa: 3 americano, 2 latte, 2 waffle, 1 cheesecake, 1 pasta.”
“2 numaranın elitliği ne böyle ya?” dedi Doğuş, kaşlarını çatıp listeye bakarak.
“Mercedesli Hako var ya, onun masası,” dedim sırıtarak.
“Belli, zengin pezevenk…” dedi Doğuş, başını iki yana sallayarak.
“Emir ağabey, 4 numara: 1 çay, 1 kahve, 2 Kıbrıs tatlısı,” dedi Samet, hızlıca not alırken.
“Garibanın gözünü seveyim ya…” dedi Doğuş, başını hafif sallayıp gülerek.
Ardından tepsileri alıp servise başladık. Masaya siparişi bıraktıktan sonra İklim’in sesiyle aniden durdum; onun masasından gelen ince, ama kararlı bir tondu.
“Emir…”
“Efendim?” dedim, bakışlarımı ona çevirerek.
Bilgisayar ekranına parmağını koyup bana döndü, gözlerinde utangaç bir parıltı vardı.
“Şu kısım nasıl oldu sence?”
“Şiirlerle hayatta iz bırakacak motivasyon olan mı bu ödevin?” dedim kaşlarımı kaldırarak.
“Evet,” dedi, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle.
“Bakayım…” dedim, yanında duran sandalyeyi hafifçe çekip otururken, kalbimin hızla çarptığını hissettim. Omzuma yakın mesafede duran İklim’in nefesi tenime değiyordu; göz göze gelince ikimiz de birkaç saniye donup kaldık. Ardından bakışlarımı kaçırdım.
Bilgisayar ekranına eğilip İklim’in hazırladığı metni okumaya başladım; kelimeler satır satır kalbime işliyordu:
> “Hayat, bazen bizi öyle sert sınar ki, Cemal Süreya’nın dediği gibi:
Yüreğinde bir şeyler kırılır insanın,
Bazen gözyaşı bile akamaz.
Kırıldığımızda, yıkıldığımızda, ağlayamadığımızda bile unutmamalıyız: Bu sessizlik, bu çaresizlik kalıcı değildir.
Çünkü insan, kırıldığı yerden güçlenir.
Gözyaşları akmasa bile kalpteki inanç bizi ayakta tutar.
Motivasyon, en karanlık anda bile bir kelimeyle başlar; bir şiir, bir söz, bir eş dost eli…
Hayat bizi dizlerimizin üstüne çökertebilir ama ayağa kalkmak, bizim seçimimizdir.
Kendine inan; her geceyi bir sabah, her karanlığı bir ışık takip eder.”
Ekrandan başımı kaldırdım; İklim’in kelimeleri ve Süreya’nın dizeleri içimde sanki yaralarıma merhem olmuştu. Derin bir nefes aldım, kalbimde ağır ama umut dolu bir sızı vardı.
Gülümsememle ona dönünce, onun da umutla bana baktığını görünce başımı hafifçe salladım.
“Çok güzel olmuş bence,” dedim, samimiyetle.
“Gerçekten mi?” dedi, gözleri parlayarak.
“Gerçekten. Cemal Süreya’yı seçmene de şaşırmadım.”
“Neden?” dedi, merakla kaşlarını hafifçe kaldırarak.
“Onun şiirlerini fark etmeden evde mırıldanıyorsun bazen,” dedim, dudaklarımda küçük bir tebessümle.
“Ciddi misin?” dedi, şaşkın ve utangaç bir gülümsemeyle.
“Kesinlikle,” dedim, bakışlarımı gözlerinden ayırmadan.
“Şey… ekleme yapsam mı?” diye sordu, dudaklarının kenarıyla oynayarak.
“Ödevin son sayfası böyleyse, diğerleri de en az bunun kadar mükemmeldir bence,” dedim, sesimi yumuşatıp cesaret vermek ister gibi.
“Yani… gerek yok mu diyorsun?” dedi, bakışlarını yere indirip parmaklarıyla masayı tıklatarak.
“Bence yok, yüreğine ve emeğine sağlık,” dedim, elimi hafifçe masaya vurarak onu rahatlatmaya çalışırken.
“Teşekkür ederim… o zaman son kez gözden geçiririm,” dedi, derin bir nefes alıp gözlerinde tatlı bir kararlılıkla tekrar bilgisayar ekranına dönerken.
“Ben de işime döneyim,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
“Çok yorma kendini...” dedi İklim, gözlerindeki endişeyi gizlemeye çalışarak.
“Merak etme, alışığım,” dedim kararlılıkla.
“Kolay gelsin,” diye ekledi yumuşak bir sesle.
“Teşekkür ederim,” dedim, başımı hafifçe sallayarak .
Tezgaha döndüğümde Samet’in önlüğünü telaşla çıkarırken gördüm.
“Ne oldu kardeşim?” diye sordum endişeyle.
“Ağabey, eve gitmem lazım. Vefa amcaya sen söyle olur mu? Babam bana kızdı,” dedi, sesi titrek ve çaresiz.
“Söylerim koçum, ama babana hâlâ çalıştığını söylemedin mi?” diye ısrar ettim.
“Dememiştim ağabey. Ağzıma edecek zaten,” diye yanıtladı, gözlerinde kırgınlık vardı.
“Oğlum, niye hâlâ demiyorsun?” diye üzüntüyle sordum.
“Ağabey, okul harçlığımı da mı içkiye yatırsın? Zaten staj paramı vermiyor o şerefsiz,” dedi, öfkeyle karışık bir üzüntüyle.
“Evin adresini at, bir ara uğrayayım babana,” dedim, omzuna hafifçe dokunarak.
“Seviyorum seni ağabey, ama boşuna yorma o şerefsize dilini. Ben kaçtım,” dedi, çaresizlikle başını sallayıp hızlı adımlarla kafeden çıktı.
“Tamam kardeşim,” dedim, içim burkulmuş halde izlerken.
___
Baran'dan...
Koridordan seslendim; mutfaktan taşan taze kahve kokusu eve yayılıyordu:
“Gülüm, gel, kahve yaptım!”
“Küsüm sana ben!” diye bağırdı odadan; sesi, paslı bir bıçak gibi kalbime saplandı.
Gülerek karşılık verdim:
“Yine ne halt yedim ben?!”
Tam o sırada hızla mutfağa girdi; saçları omzunda savrulmuş, gözleri öfkeyle parlıyordu. Küçük mutfakta aniden oluşan gerilim havayı keskinleştirmişti.
“Babamı niye nikah şahidi yaptın sen?! Daha mı güzel nikahı bozsun diye?!”
Munzurca gülümseyerek yüzüne eğildim, bakışlarına meydan okur gibi fısıldadım:
“Yok güzelim, kızını aldığımı daha iyi sindirsin diye!”
“Çok kötüsün! Emir Kaan benim şahidim, sen de İklim’i yap!”
Kahveyi tepsiye bırakırken kahve fincanları hafifçe şıngırdadı; kesin bir sesle:
“HAYATTA olmaz!” dedim.
“Niyeymiş?!” diye sesini yükseltti; gözleri dolu dolu parladı, dudakları öfkeyle titriyordu.
“Olmaz işte!”
“Emir Kaan’ı kıskandığın kadar beni kıskanmıyorsun Baran ya!” dedi; sesi bu kez kırılmış, çatallıydı. Elleri beline gitmiş, gövdesiyle gerilmişti.
“Güzelim, ne alaka, başladı mı yine?” dedim, ellerimi iki yana açarak çaresizce baktım.
“Ya İklim şahidin olur, ya da Emir Kaan’ı ararım!”
“Güzelim, yapma… Ben sevmiyorum o kızı…”
“Niye acaba?” dedi, dudaklarına alaylı bir gülümseme konarken gözlerini kısmıştı.
“Çünkü Güzidem’le evli!”
“Hay senin Güzide’ne Baran ya!” diye patladı; sesi çatladı, öfkesi kelimelere sığmıyordu. Ben kahvemi içmeden, dudaklarımda yarım bir gülümsemeyle onu izledim
“İklim’den rica et o zaman, o olsun…” dedim çaresizce.
“Şakanın sırası değil Baran, ben ciddiyim!” dedi, öfkeyle itip geri çekilmeye çalıştı. Ama onu daha da sımsıkı sardıkça, ciddi çıkan sesimle gözlerini bana çevirdi.
“Ben de ciddiyim, gülüm. İklim olsun…”
“Sen… ciddisin?” dedi, şaşkın bakışlarını gözlerime dikerek.
“Evet güzelim.” dedim alnını nazikçe öperek. Onun kırılması, bu dünyada isteyeceğim en son şey bile olamazdı.
“İkimiz de kumamızı mı yapacağız şimdi?!” dedi alayla.
“Vazgeçmemi istemiyorsun değil mi, güzelim?” dedim, gözlerini bırakmadan gülümseyerek.
“Ya… hayır, hayır! Emir Kaan’ı ara o zaman sen. Ben de İklim’i arayayım…” dedi, dudaklarını ısırıp gülerek.
“Kırıldın mı bana çok?” diye fısıldadım.
“Biraz… babamın olmasını istemiyorum çünkü.”
“Biliyorum. Ona ne kadar değer versen de, seçimlerine saygı duymadığı için istemiyorsun.”
“Aslan babam yaşasaydı, onu koşulsuz yapardım ama… biliyor musun?”
Gözlerim dolunca kollarım gevşedi; bedenini kendime çekip yüzümü avuçlarının arasına aldım.
“Seni üzmek için söylemedim ama hayatım…”
“Emir Kaan da onun gibi olur diye korkuyorum. Babam annemle evlenebilmek için ölümü göze almıştı. En sonunda canından oldu. Ama şimdi Emir Kaan… İnkar etse de, bu evlilik zorla da olsa bir şeyler hissettiriyor ona. Azra’yı okuttuğu gibi onu da okutuyor. Başına bir iş gelmesinden korkuyorum…”
“Emir Kaan temiz kalpli biri… İklim de öyle, emin ol. Ben konuşuyorum İklim ile. Emir Kaan’dan farkı yok…”
“Sevmeyen adam sırf vicdan için ölüme gider mi, kendine zarar verir mi?”
“Sevmeyen adam bunları yapmaz…”
“Yunus amca sanki benim de babam gibi, Emel’im. Emir Kaan öyle bir mevzu bende. Timde öyle ama Emir Kaan’ım başka…”
“Deden ne dedi Emir Kaan’ın olayına?”
“Çok dikkatli ol dedi… Seni bulmuşken, bir arkadaş uğruna seni de kaybetmeyelim diye ekledi. Çok kirli bir aşiretmiş İklim’in aşireti…”
“Leyla cinayetinden belli…”
“Leyla dedikleri kızın başına geleni bir bilsen… İklim’in ablasının başına gelenlerden haberi yok. Emir Kaan darıyor onu öğrenmek için, bizimki de diyemiyor…”
“Ne olmuş ki?” dedi, merakla.
Anlatmaya başladım ama Emel’in gözleri dolunca yarıda kestim.
“Sen ciddi misin?”
“İnsanlık dışı bu cinayet, güzelim… Bu kadar ileri gitmeleri… insanlık dışı…”
“Devamı?”dedi sesi titreyerek.
“Duyma, daha iyi…”diyerek kesip attım. Çünkü anlattıklarımın dahi yüzeysel kısmı Emel’i korkutmaya yetmişti.
Emel, bir anlığına eliyle ağzını kapattı; gözlerinden sessiz bir acı süzüldü.
“Bunu o kız kaldıramaz, Baran...” dedi fısıltıyla, sesi kırık ve çaresiz.
“Biz bile kaldıramıyoruz, güzelim... Allah sabır versin o kıza da...” diye yanıt verdim, omzuna hafifçe dokunarak.
“Botanlı aşireti ne olacak?” dedi Emel iç çekerek. Başını sineme yasladı, saçlarını okşayarak konuşmaya başladım.
“İklim’in dilinden yeni bir ifade hazırladık. İklim’in haberi olmadan Karacaylar’ın oyununu bozmuş olduk. Sabah Emir Kaan karakola uğrayıp, İklim’in imzasını birebir taklit etmiş.”
“Alaz dedikleri o zaman geri çekilecektir.”
“O adamın tek isteği, ağabeyini iftiradan kurtarmak. Haklı da… İster erkek olsun, ister kadın; istismar suçlaması ağır bir iftiradır.”
“Ne kadar korkunç… Öz torununun eski velayetiyle, birilerinin hayatıyla oynuyorlar.”
“Barış denilen herif, İklim’i seviyormuş zaten. Onunla ifadesi alınırken konuştuk. İklim’i korumak istemiş, Leyla gibi olmasın diye… Ama bizim devreye girmemizle Emir Kaan yandı.”
“Barış iyi biri mi peki?”
“Hem de bayağı iyi biri. İşinde gücünde, İklim’in yakın arkadaşı. Ama aşiretler araya girince, İklim’in inadı yüzünden zorla onu uzak tutmaya çalışmış. İklim’in de bu yüzden ona karşı nefret beslemesi normal.”
“Kız haklı ama neler yaşamış…”
“Haklı da olsa, bu hikayede yanan Emir olmamalı. Onun kılına zarar gelirse, bu defa sen dahi durduramazsın beni, güzelim. Babamın senelerdir mezarına bakıp kahrolduğumu düşün. Bir de Emir’in mezarına bakıp o gariban ailesinin halini görüp deliremem.”
Başını hafifçe geriye çekti, yüzüme uzun uzun baktı; sonra sıcak avuçlarıyla yanağımı okşadı. Gözleri, söylenmemiş duygularla derinleşti.
“Ben de seni kaybedip deliremem ama Baran…” dedi, sesi titreyerek; kelimeleri boğazında düğümlenmişti.
“Seni yalnız bırakır mıyım ben hiç?” dedim, başını nazikçe alnıma yaslayarak. Parmaklarım saçlarının arasına kaydı, kokusunu içime çektim.
“Dedenlerin aşireti temiz mi peki?” diye sordu, bakışları endişeyle gözlerime kilitlenmişti.
“Amcamın yaptıklarından sonra dedem, çalışanlara varana kadar pek çok şeyi yenilemiş,” dedim, sesimde kararlılık vardı. “İstihbaratçı arkadaşlarıma da sorgulattım. Bizimkiler temiz.”
“Baban seninle hep gurur duyuyordur…” dedi, yavaşça göz kapaklarını indirip yanağını göğsüme dayadı.
“İnşallah, güzelim…” diye fısıldadım, dudaklarımı saçlarına bastırırken kalbimde tarifsiz bir sızı hissettim.
“Nefesimsin sen benim Baran’ım…” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı; kelimeleri dudaklarından süzülürken gözleri parlıyordu. Parmak uçları nazikçe yanağımı okşadı.
“Sen de benim yavrum…” dedim, bakışlarını gözlerimde tutarak. Ellerini avuçlarımın arasına alıp öptüm, başını göğsüme yasladığında kalbim göğsümden taşacak gibi çarptı. O an, oda sanki zamanla birlikte durmuş, sadece ikimizin nefesi birbirine karışmıştı.
Yanağına nazikçe bir buse kondurup geri çekildim; gözlerinde sevgiyle parlayan ışığı görünce kalbim ısındı.
“Hadi kahveni iç, bebeğim,” dedim, saçlarının arasına hafifçe dokunarak.
O da tatlı bir gülümsemeyle fincanına uzandı, kahvesinden küçük bir yudum alırken bakışlarımız tekrar buluştu; kahve kokusuna karışan mutluluğu iliklerime kadar hissettim.
☆☆☆☆
Bol yorum ve oylama istiyorum
Oy vermeyen okurlara :

OY SINIRI KOYMAMA RAĞMEN OY SAYISI ÇOK AZ


Neyse sizi seviyorum, bolum nasildi yazin ! Yeni bolum de sizce neler olacak 🤐
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |