

Emir Kaan’dan...
İşim bitince önlüğümü çıkarıp askıya astım. Geriye sadece sandalyeleri düzenlemek kalmıştı.
“Haydi kardeşim, şunları da halledelim de çıkalım artık,” diye seslendi Doğuş. Gülümseyerek başımı salladım.
Mutfaktan çıktığımda kaşlarım istemsizce kalktı.
“Bence burası da tamam. Herkes evine gidebilir,” dedi İklim. Doğuş da bana baktı.
“Yenge, Hızır falan mı kardeşim?” diye takıldı Doğuş. Gülerek başımı yana eğdim.
“Senin ne zaman haberin oldu bunlardan?” diye sordum İklim’e.
“Mutfaktan sonra birbirinize ‘Halledelim’ dediniz ya, ben de yardım edeyim dedim,” diye cevap verdi.
“Ellerine sağlık yengem, belimizi koptu zaten,” dedi Doğuş, hafif tebessümle.
“Rica ederim,” diyerek ben de gülümsedim.
Sonra bana döndü: “Gidelim mi? Azra, Emel ablayla berabermiş zaten.”
“Gidelim,” dedim kararlı bir şekilde.
“O zaman görüşürüz yarına, yenge, tekrardan eline sağlık,” dedi Doğuş samimi bir gülümsemeyle.
“Görüşürüz kardeşim,” diye karşılık verdim.
“Rica ederim, görüşürüz,” dedikten sonra İklim bana döndü.
“Hadi çıkalım,” dedi.
Başımı sallayıp gülümseyerek karşılık verdim. Ceketimi alıp giyerken, o da çantasını ve bilgisayarını kaptı. Bana baktı.
“Ben hazırım.”
“Gidelim o zaman,” dedim gülümseyerek.
Kafenin kapısından birlikte çıktığımızda yağmurun damlaları tabelanın saçaklarından ritmik bir şekilde düşüyordu; henüz ıslanmamıştık çünkü kafenin girişindeki küçük sundurma bizi koruyordu. Ama ilerde, kaldırımın sonundan itibaren yollar su birikintileriyle doluydu ve yağmur hız kesmeden yağıyordu.
İklim önce bana, sonra ayakkabılarına baktı; babetleriyle o su dolu taşlarda yürümenin imkânsız olduğunu fark edince dudağını büzdü.
“Başlıyoruz sanırım…” dedi, hem çaresiz hem gülerek.
Ben de gülmeye başladım. “Ben seni uyarmıştım ama!” dedim alayla.
“Ama her babet giydiğimde de yağmur yağacak diye kural mı var?” diye çıkıştı, yüzünde tatlı bir öfke ifadesi belirmişti.
“Napacağız seni şimdi?” dedim, bakışlarını yağmurun altındaki sokağa dikince.
“Beni bırak, sen git Emir,” dedi ama sesi bile kendini ciddiye almıyordu. İkimiz de kahkahayı bastık, sundurmanın altı kahkahalarımızla doldu.
“Olmaz öğretmen hanım,” dedim yavaşça ona doğru bir adım atarak. “Bizde arkada kimse bırakılmaz.”
“Bir de rüzgâr var… Elbise giyeceğim gün deja vu yaşıyorum!” dedi, ıslanmaktan endişelenmişti ama inadından geri de dönmüyordu.
“Bekle!” dedim kararlı bir ses tonuyla, ceketimi çıkarmaya başladım.
“Ne yapıyorsun? Donarsın bak!” dedi, sesinde telaş vardı.
“Beline bağla bunu. Ben Vefa amcanın içeride bıraktığı şemsiyeyi alıp geliyorum,” dedim.
“Emir, cidden donarsın!” diye fısıldadı ama ben kafenin kapısından hızla içeri girip şemsiyeyi aldım. Tekrar yanına döndüğümde hâlâ sundurmanın altında, hafifçe titreyerek bekliyordu.
“Emir… taksi mi çağırsak?” dedi tereddütle, ama şemsiyeyi açtığımda gözlerindeki minnettarlık her şeyi anlatıyordu.
Şemsiyeyi açıp ona doğru uzattım, yağmurun sesi şemsiyenin tentesine vurdukça ritmik bir melodi gibi yankılanıyordu. İklim çantasını omzuna iyice asıp şemsiyeyi tutarken bana baktı; gözleri karanlıkta bile parlıyordu.
“Çantanı ve şemsiyeyi sıkı tut,” dedim yumuşak ama kararlı bir sesle.
“Seni bırakıp ben mi gideyim yani?” dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Dudaklarının kenarında beliren o gülümseme kalbime işledi.
“Cıık! Şemsiyeyi sıkı tut ama,” dedim hafif alayla; bakışlarını sorgular gibi üzerime dikmişti gülerek. O anda, hiç beklemediği bir anda, kollarımı beline doladım ve onu kucağıma aldım.
“Emir!” diye çığlık atınca “Şşşt, mahalleyi ayağa kaldıracaksın,” dedim gülerek.
“Ne yapıyorsun sen?!” dedi, şemsiyeyi bir eliyle tutmaya çalışırken diğer eli panikle omzuma yapıştı.
“Şemsiyeyi düzgün tut, çantanı kucağına al, dizime değmesin. Ben seni tutuyorum zaten. İkimiz de ıslanmadan gidelim,” dedim, adımlarımı yağmurun altına doğru atmaya başlamadan önce.
Şemsiyenin altında, kucağımda titreyerek bana bakıyordu; utancı, telaşı ve endişesi gözlerinden okunuyordu.
“Emir… sence sen ıslanmıyor musun şuan?” dedi nefes nefese.
“Ben alışığım öğretmen hanım. Jandarma komando dedin mi, dağa taşa sürüyorlar sağ olsunlar,” dedim alayla. Yağmurun altındaki ıslak taş sokakta yankılanan ayak seslerimle yürümeye devam ettim.
Bir an omzumu bırakması ile düşecek gibi olunca sırtını daha iyi kavramam ile yüzünü bana farkında olmadan yaklaştırıp dudaklarıma neredeyse değecek kadar yakına yaklaşınca gözlerimiz kesişti. Aniden başını eğip yere bakarak fısıldadı:
“Taksi çağırsak… lütfen…”
“Geçen sefer diğer sokaktan dolandırıp iki yüz lira aldılar,” dedim, yüzüme bir damla yağmur düşerken bakışlarımı ondan ayırmadan gülerek.
“Emir… olmaz… yorgunsun…” dedi ama sesi inatla değil, sanki kalbinin derinliklerinden gelen bir endişeyle doluydu.
“Oldu bile. Sen şemsiyeyi sıkı tut, ben seni tutuyorum zaten,” dedim ve adımlarımı hızlandırdım. İklim ise yüzünü utanarak göğsüme gömdü; kalbimizin atışları, yağmurun sesiyle yarışıyordu.
“Çok… çok utanç verici…” diye mırıldandı, sesi neredeyse bir çocuk gibi ürkekti.
“Babetlerinin suçu,” dedim alayla, dudaklarımda tutamadığım bir gülümsemeyle.
“Hep senin yüzünden!” diye itiraz etti, gözlerini devirerek.
“Niyeymiş?” dedim kaşlarımı kaldırarak.
“Sabah dalga geçtin işte… Yaradan da yağdırdı işte…” dedi, dudaklarını büzüp sitem dolu bir bakış fırlattı.
“Yüreği temiz insanım işte. Sözümü dinle,” dedim, başımı hafifçe yana eğerek; bakışlarımı onunkilere kilitledim.
“Rezil oldum…” diye fısıldadı; o kadar sessizdi ki, kendi duyduğunu sandı belki ama sesi kulaklarıma çarpmıştı. Başını tekrar göğsüme gömünce gülümsemem iyice genişledi, saçlarının arasından yayılan kokusu yağmurun kokusuna karışıyordu.
Onu apartmanın önüne kadar taşıyıp adımlarımı yavaşlatarak durdum. Yağmur damlaları etrafımızda hışırdayarak düşerken şemsiyenin altındaki küçük dünyamızda yalnızdık. Hafifçe eğilip alçak bir sesle, “Kapat bakalım şemsiyeyi,” dedim; sesim hem yumuşak hem içtendi.
“Kapatayım…” dedi İklim; sesi bir fısıltı gibi çıktı, yanakları kıpkırmızıydı. Şemsiyeyi kapatırken ellerinin hafifçe titrediğini fark ettim. Sıkı sıkı kavradığı şemsiyeyi kucağına alırken başını kaldırmaya cesaret edemedi; bakışları kaldırım taşlarına kilitlenmişti.
“İndiriyorum seni, dengeni sağla,” dedim, kollarımı onun belinden çekerken. Başını hafifçe sallayarak onay verdi ama göz göze gelmemek için hâlâ yüzünü benden saklıyordu. Ayakları kaldırıma basar basmaz kısa bir sendeleme yaşadı; hemen kollarımı uzatıp kollarından tuttum, kendini toparlamasını bekledim.
İklim, dengede durduğunu anladığı anda başını eğip arkasına bile bakmadan hızlı adımlarla apartman kapısından içeri yöneldi. Onun telaşla merdivenlere çıkışını izlerken dudaklarıma hafif bir gülümseme yerleşti; hem şefkat hem de tatlı bir huzur doldu içime.
Arkasından ben de ağır adımlarla açık kalan kapıdan içeri girdim. İçeriye adım atar atmaz karşımdaki boy aynasında kendimle burun buruna geldim. Gözüm gömleğime kayınca küçük bir şok yaşadım: Yağmurda sırılsıklam olan gömleğim bedenime yapışmış, vücut hatlarımı belirginleştirmişti.
"Has..."dememle kendimi dişlerimi sıkarak tuttum.
O an tüm aklımda utancı yaşayanın aslında ben olduğum gerçeği vardı; kalbim sıkıştı, boğazım düğümlendi. Az önce İklim’i utandı gibi hissederken şimdi kendi görüntümde utancın sıcak dalgası tenimi yakıyordu.
“İklim, ben… duşa gireceğim,” dedim, boğazımdaki utanç düğümünü zor yutarak. Göz göze gelmeye cesaret edemeden hızlıca banyoya yöneldim. Adımlarım sanki beton dökülmüş gibi ağır, ama bir yandan da yangın varmış gibi aceleciydi. Kapıyı ardımdan kapatırken, derin bir nefes alıp aynadaki yansıma yerine yere bakmayı tercih ettim.
“Rezil olduk…” dedim kendi kendime, sesim neredeyse fısıltıydı; ama kalbimin atışları o fısıltıyı bastıracak kadar gürültülüydü. Sırılsıklam gömleğimi çıkarırken hâlâ yanaklarımda İklim’in varlığıyla yanan o utangaç sıcaklığı hissediyordum. Suyun sesini açtığımda, içimdeki karmaşayı belki de damlalarla akıtıp atabileceğimi umuyordum.
Duştan çıktığımda üzerimi giyip saçlarımı havluyla şöyle bir kurulayıp çıktım odadan. Henüz saçlarımdan damlayan suyun soğukluğu üzerimdeyken, mutfaktan gelen tıkırtılar dikkatimi çekti. Burnuma yayılan hafif baharat kokusu da cabasıydı.
Sessiz adımlarla mutfağa yöneldim.
“İklim?” diye seslendim yumuşakça.
“Efendim?” dedi arkasını dönmeden.
“Ne yapıyorsun?”
“Yemek,” dedi kısaca, sanki yaptığını çoktan belli etmiş gibi.
“Ne yemeği peki?”
“Tavuk sote yaptım. Sevmez misin?” diye sordu, bu kez başını hafif çevirerek göz ucuyla bana baktı.
“Severim,” dedim, dudaklarımda hafif bir tebessümle.
“O zaman güzel,” dedi gülümseyerek. Ocağın başında, kepçeyi tavada gezdirirken mutfak bir anda ev gibi hissettirdi.
“Ben de salata yapayım mı bize?” dedim tezgâha yaklaşarak.
“Yorgunsun... Yorulma boşuna,” dedi İklim, bana göz ucuyla bakıp tekrar tavadaki yemeğe dönerken.
“Bir salatadan hastanelik olmam, merak etme,” dedim hafifçe gülerek. Tezgâhın üzerine birkaç domatesle salatalığı alıp tahtayı çektim önüme.
“Bu arada…” dedi biraz duraksayarak, sesi yumuşadı. “Kolundaki yaran iyileşti mi, Emir?”
“İyileşti,” dedim kısa ve net. Gözlerim bıçakta, ellerim otomatik hareket ediyordu. “Endişe etme.”
“Arkadaşlarım adına özür dilerim senden…” dedi hafif başını eğerek. “Böyle olsun istemezdim ama ikisi de bencilin teki. Kurayla da bana çıkınca…”
Domatesleri doğrarken hafif buruk bir tebessümle başımı salladım. “Haklı oldukları yerler de var,” dedim usulca.
“Yanlış anlama… Kendiminkine domates katmayacağım. Çiğ domatese alerjim var,” dedim araya sıkıştırırcasına.
Gülümsedim ama gözlerim hüzünle parlıyordu.
“Haklı değiller Emir Kaan,” dedi bu kez daha net ve kararlı bir tonla. “Bu hayatı sen seçmedin. Sana sunulan koşullar bunlardı sadece.”
“Yapma İklim…” dedim, gözlerimi kaçırarak. “Ben kendimi kandırmayı bırakalı çok oldu.”
“Emir…” diye fısıldadı, sesi biraz kırılmış gibiydi.
Elimi kırmızı lahanaya uzatıp doğradıktan sonra limonu sıkmaya başladım. “Kırmızı lahanayı ovacağım da,” dedim konuyu değiştirir gibi, “Tuz atar mısın? Limon sıktım zaten.”
“Konuyu değiştirme…” dedi hemen, sesi biraz yükselmişti ama içinde kızgınlıktan çok kırgınlık vardı.
“Değiştirmiyorum, salata yapıyorum,” dedim sanki bu kelimelere sığınarak.
“Emir…” diye yineledi bu kez daha sessizce. Kalbinde tuttuğu her şey o iki hecede saklıydı.
“Efendim?” dedim, sesini duyunca olduğum yerde durup ona döndüm.
“Niye onların sözüne kulak veriyorsun?” dedi gözlerini kısıp. “Ağızlarının payını aldılar zaten benden.”
“Ne dedin?” dedim kaşlarımı kaldırarak güldüm alayla. “Uzman olduğuma mı yemin ettin?”
“Emir Kaan…”
“İklim, konuyu kapatalım,” dedim, sesi duymak istemeyen bir adam gibi.
“Hayır, kapatmıyorum,” dedi bu kez daha net, daha kararlı. “Ben sana son derece dürüst olurken… Sen bana yalan söyledin, Emir.”
“Utandım çünkü!” dedim aniden, sesim çatladı. “Utandım!”
“Çalışmanın neresi ayıp Emir, gözünü seveyim?” dedi gözleri dolu dolu.
“Bir mesleğim var benim, İklim!” dedim, ellerimi iki yana açarak. “Üniformam, görevim, sorumluluğum… Ama ona rağmen çıkıp ek iş yapmak zorunda kalıyorum. Yetemiyorum. Bunu her hissettiğimde utanıyorum, içim eziliyor. Gururuma yediremiyorum artık.”
“Sen bunu ailen için yapıyorsun, Emir. Kime ne bundan?!” dedi bastırarak.
“Kime ne demekle olmuyor işte!” dedim, sesim yükseldi. “Bir yerde biri konuşuyor, biri bakıyor, biri küçümsüyor. O bakışlar… İnsanı içten içe çürütüyor.”
“Yapma Emir!” dedi kırgın bir tonda. “Kafanda kurup büyütüyorsun hepsini! Onlar yüzünden kendini yargılıyorsun.”
“Kurmuyorum!”
“Kuruyorsun!” diye üsteledi. “Sen değil miydin bana ‘başın dik olsun’ diyen? Ne oldu Emir? İki kişinin lafıyla bu kadar mı kırıldın?”
“Onlar benim ne yaşadığımı bilmiyorlar!” dedim sesim çatlayarak.
“Bilmedikleri için konuşuyorlar zaten!” dedi sakin ama dolu dolu.
“İklim… Lütfen… Kapat konuyu,” dedim başımı eğip gözlerimi yere sabitleyerek. Kırgın değil, yorgundum. Taşıyamayacak kadar yorgun.
“Tamam, kapatıyorum konuyu… ama şimdilik,” dedi İklim, ellerini silerken. Bakışları hâlâ üzerimdeydi.
“Bakarız…” dedim, salatanın son tabaklarını yerleştirirken. Sesimde belli belirsiz bir yumuşama vardı ama hâlâ kaçış hâlindeydim.
“Emir,” dedi yine. Bu kez adımı daha net, daha vurgulu söyledi. Üç harflik bir kelime bu kadar yorgun, bu kadar dolu nasıl gelebilirdi?
Bense hemen başka bir yöne kırdım cümleyi:
“Salata hazır,” dedim tezgâhı toparlarken. “Yemek hazır mı?”
İklim gözlerini devirdi, başını iki yana salladı.
“İnatçısın Emir,” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Ama ben daha inatçıyım, haberin olsun.”
O an ilk defa içimden geçen bir tebessüm dudak kenarıma kadar geldi ama gizledim.
“Biliyorum,” dedim, gözlerim tabağa düşerken. “Zaten o yüzden hâlâ buradasın.”
“Burada olmamın inatçı olmamla ne alakası var, Komutanım?” dedi İklim, kaşlarını kaldırarak. Tonunda hafif bir meydan okuma, azıcık da alınganlık vardı.
“Bilmem,” dedim omuz silkerek, göz ucuyla ona bakıp yine kaçırarak.
“Emir Kaan,” dedi bu kez daha net, daha vurgulu.
“Efendim?” dedim öyle masum bir ifadeyle başımı kaldırarak ki… onun gözleriyle karşılaşınca ister istemez gülümsemem büyüdü.
“Sinir bozucusun,” dedi, ellerini kavuşturup bana dik dik bakarken. Ciddiydi ama bir yandan da gözlerinin kenarındaki kıvrımdan gülümsediği belliydi.
“Öyleyim,” dedim pişkin bir ifadeyle. “Kabulleneli çok oldu.”
“Benim kabullenmem daha yeni yeni oluyor,” diye mırıldandı ama yüzünde hâlâ bir gülümseme vardı.
Yemeğimden bir lokma almamla birlikte dudaklarımda istemsiz bir tebessüm belirdi.
“Yemek başarılı,” dedim hafifçe başımı sallayarak.
O da gülümseyerek çatala uzandı, salatadan bir parça alıp ağzına attı.
“Salata da başarılı,” dedi bu defa o, sesindeki memnuniyet belli oluyordu.
Bir an durduk. Göz göze geldiğimizde ikimiz de kıkırdamaya başladık. Sessiz ama içten bir gülüştü bu; paylaşılmış bir anın, küçük bir zaferin gülüşü.
“Yarına yine kafeye gidecek misin?” diye sordu, sesi yumuşak ama meraklıydı.
“Mecburen...” dedim omuz silkerek. Yorgun ama alışmış bir kabulleniş vardı sesimde.
“Ben de okuldan sonra gelip yardım edeyim mi sana?” dedi gözleri bir anda parlayarak. O an, gerçekten içinden gelerek söylediği belliydi.
Ben hafifçe gülümsedim. “Sen derslerine bak,” dedim, nazik ama net bir ses tonuyla.
“Ders engel değil ki... Hem yorumluyorsun...”
Bir an sustum. Onun ısrarcı ama içten bakan gözleriyle göz göze gelince kelimelerim boğazıma düğümlendi. Devam etmeye niyetlendiğim cümleyi yutkunarak yuttum.
“Geleyim mi?” dedi, başını hafif yana eğip gözlerimin içine bakarak.
“Ders çalışacaksın ama. Yardım etmek yok, sadece çalış, tamam mı?” dedim ciddi görünmeye çalışarak ama yüzümdeki gülümseme beni ele veriyordu.
“Bakarız.” dedi omuz silkip sinsi bir gülümsemeyle.
Cevabına gülmeden edemedim.
Yemeğimi bitirdikten sonra masayı toplamak için yerimden kalkmamla birlikte İklim de hemen ayağa fırladı.
“Sen otur, ben toplarım. Bugün çok yoruldun zaten…” dedi göz ucuyla bana bakarak.
“Yorgun değilsem de sayende yorgun oldum,” dedim gülerek. “O kadar çok hatırlattın ki...”
Benimle birlikte o da güldü. Aramızdaki bu küçük atışmalar artık neredeyse alışkanlık olmuştu.
“Yarına yine izinlisin sanırım?” diye sordu, bir yandan tabakları toplamama yardım ederken.
“İzinliyim, evet. Bu arada… yarın Samet’in evine de uğramamız lazım.”
“Genç çocuk olan mı?” dedi, yüzünde bir şeyleri hatırlamaya çalışan bir ifadeyle.
“Aynen o. Babasından sürekli dayak yiyor… Yetmiyor, bir de okuyor çocuk.”
İklim’in yüzü bir anda ciddileşti. “Bir de üstüne çalışıyor… garson olarak, değil mi?”
Başımı ağır bir şekilde salladım. “Öyle… herkes ailesini seçemiyor işte.”
Bir anlık sessizlik oldu. Bu tür hikâyeler hep bir yerden yakalardı insanı.
“Annesi yok mu peki?” diye sordu, sesi bu kez çok daha yavaş, çok daha dikkatliydi.
“Felçli kadın...” dedim, içimden bir şey düğümlenmiş gibi. “Nasıl engel olsun o caniye…”
Göz göze geldik. İklim’in gözleri bu kez başka bir şey söylüyordu… belki öfke, belki de acı. Ama en çok da çaresizlik.
“Allah sabır versin...” dedi İklim, sesi yumuşak ama içinde boğuk bir hüzünle.
“Âmin... Ben bir annemleri arayayım.”
“Selam söyle...” dedi çekinerek, sanki sesini duyurmakla duyurmamak arasında kalmıştı.
“Söylerim.” dedim hafifçe gülümseyerek, sonra telefonumu alıp balkona geçtim. Serin bir esinti yüzüme çarptı, derin bir nefes aldım ve babamı aradım.
☆☆☆☆
Oylamaya yüklenmeyi unutmayın ❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |