

5 günlük zorlu operasyonun son ışıkları da dağların arkasında kaybolmuştu. Ter, yorgunluk, uykusuzluk... Hepsi bedenlerinde birikmişti ama timin adımlarında yine de bir kararlılık vardı. Başarıyla sonuçlanan görevin ardından artık en yakın karakola doğru yol alma vakti gelmişti.
İlk adımı Alparslan Üsteğmen attı; omzundaki sırt çantasını biraz daha kavrayarak geriye döndü:
"Toparlanın beyler. Güneş batmadan karakolun yolunu tutalım."
Baran sessizce çevreyi bir kez daha süzdü. Dağın yamacında bir süre pusuda kaldıkları noktaya son bir bakış attı, sonra usulca yürümeye başladı. Diğerleri de peşinden…
Yiğit Alper biraz soluklanmak ister gibi duraksadı. Sonra yüksek sesle söylendi:
"Komutanım... Daha çok var mı ya?"
Tansu gülerek cevapladı:
"Ne oldu İzmirli? Buralar Bornova’ya benzemiyor mu?"
Yiğit Alper göz devirdi.
"Benim dediğimle senin dediğin ne alaka ağabey?"
Emir Kaan ikisinin arasında yürüyordu, gülümsedi.
"Sen o kadar dert etme kardeşim, birazdan yol düzleşecek. Gönlün de ayakların da rahat edecek."
Göktürk başını iki yana sallayarak iç geçirdi.
"Yol düzleşse ne olacak, sırt çantamın içinde taş mı, leş mi taşıyorum belli değil! Ama görev güzeldi ha, fena değildi..."
Alparslan Üsteğmen gülerek başıyla onayladı.
"Tim gibi timsiniz beyler. Az evvel cehennem gibiydi, şimdi şaka yapacak haliniz var. Bize de bu yakışır."
O sırada Baran bir adım öne çıktı, çantasını düzeltti ve gözlerini ufka dikti. Gözlerinin kenarındaki yorgunluk çizgilerine rağmen sesi sakindi:
"Yürüyün beyler. Şu görevin sonu güzel bitsin. Karakola vardığımızda hepinizin bir yemeği benden."
Bu sözle birlikte ekip, bir kez daha gülüşerek yürümeye başladı.
Yolun tozu ayaklarına bulaşmış, yorgunluk kemiklerine işlemişti ama kimse geri adım atmıyordu.
Yiğit Alper, sol ayağını sert bir taşa çarpınca hafifçe sendeledi. Emir Kaan hemen kolunu tuttu.
"Dayan kardeşim, son metreler… Sonra yatağa uzanıp yıldızlara değil, tavana bakacağız."
Baran ileride bir taşın üstünde kısa bir mola verip tekrar kalktı. Yanına gelen Tansu’ya döndü:
"Komutanım, bu yolun sonu ev değil belki ama, bir bardak çayın kokusu burnuma geldi. Hele içinde kaçak çay varsa..."
Tansu başını salladı. Bakışları ileride beliren siluete takıldı: Karakolun en yüksek gözetleme kulesi uzaktan seçiliyordu artık.
Göktürk nefeslenirken etrafa baktı: "Şuraya bakın... Gözetleme kulesi göz kırpıyor gibi. Biri bizi bekliyor sanki."
Alparslan Üsteğmen öncü adımlarını yavaşlattı, arkasını dönmeden seslendi:
"Son yokuş! Derin bir nefes alın beyler. Bu ter, bu toz, hepsi yakışıyor bize. Ama şimdi biraz daha sıkın dişinizi. Bize kapılarını açan bir kışla var ileride… ve belki de birkaç iyi haber."
Hafif bir esinti esti, üzerlerinde taş gibi duran sırt çantaları biraz olsun hafifledi sanki. Yiğit Alper, göğsüne doğru çektiği nefesi ağır ağır verdi.
"Yarın bu saatlerde belki evimize telefon açarız… anneme sesimi duymak bile yetiyor. Kahruperişan oldu kadın yolumu gözlemekten..."
Emir Kaan hafifçe omzuna dokundu.
"Duyuracağız kardeşim, az daha sabret..."
Güneş, dağların arasından son ışıklarını gönderirken, yorgun adımlar toprak zemine usulca vuruyordu. Ayak sesleri dışında herkes suskundu bir süre. O anlardan biriydi; yürürken düşünmeye başladıkları, yorgunlukla birlikte derinleşen sessizlikten doğan anlardan...
Baran, sırtındaki çantayı biraz daha yukarı çekip Alparslan’a yanaştı.
"Komutanım, kendi yuvamız olan karargâha tahmini ne zaman döneriz?"
Alparslan bir süre yürümeye devam etti. Ufka baktı, ardından başını hafifçe çevirip gülerek yanıtladı:
"Tam kesinliği yok, belki bir iki gün sonra döneriz ama korkma... Emel’i vermezlerse kaçırırız sana!"
Baran kıkırdayarak başını iki yana salladı.
"Valla Komutanım, isteme değil operasyon planı gibi konuşuyorsunuz. Ben her türlü okeyim..."
İsmail araya girip alayla söylendi:
"Baran, Emel seni kaç kere aramıştır şimdi... Kadıncağız evde düğün hayali kuruyor, sen hâlâ dağdasın."
Baran elini göğsüne götürüp derin bir şekilde iç geçirdi:
"Onun da bahtına asker yareni olmak düştü işte Komutanım. Bende onunla isterdim beraber hazırlamayı ama nasip işte..."
Göktürk, Emir Kaan'a yaklaşıp dirseğiyle dürttü:
"Not al koçum, karakola döner dönmez Baran'ı Emel yengemize teslim edeceğiz. Bu sevdaya engel tek bir gerekçe yok."
Emir Kaan güldü.
"Ben şahit olurum. Düğün timi hazır, eksik olan sadece izin kağıdı, onu da Alparslan Komutanım hallader değil mi komutanım?!"
Alparslan kafasını çevirip önde yürürken bir yandan da tebessümle ekledi:
"Beyler, görev bitince sadece karargaha değil, gönüllere de dönüyoruz. Herkes hazır olsun, hayat sizi bekliyor. İzinler benden!!"
Tansu geriden gülerek bağırdı:
"Sende bul artık be Aslan?"
Gözler Alparslan’a çevrilmişti. O sadece gülümsedi. Ama gülümsemesinin içinde bir şey vardı... Eksik bir şey.
"Benimki mahşere kaldı kardeşim..."
Bir anda yürüyüş yavaşladı. Şakaların yerini bir sessizlik aldı. Herkes aynı şeyi hissetti ama hiçbiri sormaya cesaret edemedi. Alparslan yürümeye devam etti, ama o andan sonra taşıdığı çanta biraz daha ağır, bakışları biraz daha derin görünüyordu.
Baran gözlerini yere çevirdi, Tansu bir an gözlerini kıstı ama sormaya da, üzerine gitmeye de cesaret edemedi. O an anladılar ki, Alparslan’ın omzunda yalnızca silah değil, tarifsiz bir özlem de vardı.
Tansu yutkundu, yutkunmasında bile bir saygı vardı.
"Başın sağ olsun kardeşim. Sevipte yarım kalmak zor..."
Alparslan omzundaki çantayı düzeltti, başını eğdi ama sesi netti:
"Yarım da olsa tekrar yaşardım. Çünkü o benim tamamımdı. Gideli çok oldu ama kalbimde hâlâ yeri sıcacık... Gözümü her kapattığımda orada, beni bekler gibi gülüşü..."
Yiğit Alper usulca yaklaştı, sesi alçak ama içten geldi:
"Adı neydi yengemizin Komutanım, tanıyor muyduk, daha önce hiç bahsetmediniz bize..."
Alparslan hafifçe başını iki yana salladı.
"Adı yüreğimde kalsın Yiğit. Bazen bazı isimler anılınca değil, unutulunca daha çok acıtır. Ben onu unutmadım ama adını şuan anamayacak kadar da yorgunum. Yürek yaramı da herkese açamayacak kadar da yaralıyım..."
O an ne bir şaka döndü aralarında, ne de bir gülüş. Herkes sessizce yürümeye devam etti. Sırtlarında çanta, kalplerinde bir ağırlık vardı artık. Ama bu yük, Alparslan’la birlikte taşınan bir hüzne dönüşmüştü; sessiz, ama anlamlı.
O anda dağ yolu biraz daraldı. Herkes tek sıra hâlinde yürümeye mecbur kaldı. Sanki doğa bile onların sessizliğine eşlik etmek istiyordu. Her birinin içinden geçen, Alparslan’ın acısını kelimelere dökememenin ağırlığıydı.
Ve sonra... Karakolun bayrağı gözükmeye başladı uzaktan.
Kimse “geldik” demedi.
Ama o bayrağı görünce, her birinin göğsü biraz kabardı. Yorgunlukla, gururla, dostlukla... ve belki de Alparslan’ın kaybettiği ama içinde yaşattığı o sevdayla birlikte.
Kimi sevdasını yanında taşır, kimi kalbinde...
Ama bazıları vardır ki, sevdasını bir ömür boyu sırtında çanta gibi taşır.
Tıpkı Alparslan gibi...
___
Karakola adım attıklarında görevli ve yetkili askerler onları karşıladı. Uzun süren görevin ardından, yorgun bedenler ne selamlaşmalara ne de uzun konuşmalara güç bulabildi. Sessiz bir anlaşmayla hepsi doğruca koğuşa yöneldi.
Emir Kaan, sıcağın ve sabunun arındırıcı gücüyle aldığı uzun bir duşun ardından, temiz kıyafetlerini giyip koğuşa döndü. Sessizce yatağının başına geçti, sırt çantasını açtı. Görevden dönen bir askerin alışkanlığıyla kirli kıyafetlerini bir poşete koyup ayırarak, çantasına yerleşti. Titiz ve düzenliydi; yorgunluk bu yanına hiç işlememiş gibiydi.
Tam o sırada, koğuş çavuşu yaklaşarak dikkatlice seslendi:
"Verseydiniz kirlilerinizi erlere Komutanım, onlar yıkardı. Siz biraz dinlenseydiniz."
Emir Kaan başını hafifçe kaldırdı, gözlerinin kenarındaki yorgunluk çizgilerine rağmen tebessüm etti. O tebessümde hem tevazu hem de bir hatırlatma saklıydı.
"Onlar da bir ananın evladı Çavuş'um," dedi, sesi ne yüksek ne de alçaktı ama odadaki herkese ulaşacak kadar derindi. "Onlar buraya çamaşır yıkamaya değil, vatan korumaya geldiler. Herkesin görevi var. Kimse kimsenin yükünü taşımamalı..."
Çavuş, bir an durdu. Emir Kaan’ın sözleri, koğuşun içinde yankılanmasa da kalplerinde yer etti. Gözlerini yere indirdi, içten bir mahcubiyetle başını eğdi.
"Emredersiniz Komutanım," dedi sessizce.
O an Alparslan, askerine gözleri dolu dolu baktı. Ama duygularının fark edilmesini istemediğinden, yüzüne belli belirsiz bir ciddiyet yerleştirip evrak işlerini halletmek bahanesiyle diğer unsur komutanının odasına yöneldi.
Tam o sırada, İsmail koğuşa girdi. Elinde telefonu vardı ve sesi gayet netti:
"İyiyim hayatım, bir sorunumuz yok. Ama dönüşümüz hâlâ belli değilmiş."
Emirhan, yatağının ucunda oturmuş çantasını yerleştirirken bir yandan gülümseyerek komutanının ses tonuna kulak kabarttı. Baran ise Emir Kaan’a dirseğiyle dürtüp başıyla İsmail’i işaret etti.
"Bizim sessize bak hele," dedi, kısık sesle. "Karısına gelince nasıl bülbül gibi şakıyor!"
Göktürk, battaniyesini katlarken araya girip gülerek tamamladı: "Ee sevda adamı kül de edermiş, bülbül de Komutanım."
Koğuşu kısa bir kahkaha sardı. Yorgun bedenler, bu küçük neşeli anla bir nebze olsun hafifledi. Her biri farklı hayatlara sahipti ama aynı çatının altında, aynı odada yastığa baş koyduklarında tek yürektiler.
Emir Kaan, koğuşta süzülen kahkahaların ardından derin bir nefes verip yatağına uzandı. Sırtındaki yorgunluk yeni yeni bedenine oturuyordu. Dönüşte yapacak çok işi vardı... En önemlisi, ailesini yanına alabilmek için uygun bir kiralık ev bulmalıydı. Göz ucuyla çantasının ön gözüne ilişti; son kredi borcunun ekstresi de gelmek üzereydi. İç geçirdi. Hayat, dağda olduğu gibi dümdüz ve net değildi şehirde.
Telefonunu eline aldı, bir an parmakları ekrana kaydı ama durdu. Aklına Pars Yaman geldi; o yaramaz gülüşü, gözlerindeki saf umut… Burnunun direği sızladı. Yaşayamadığı bir gençliği vardı, çocukluğunun üstü hep sisliydi. Ama Pars gibi çocukların kahkahası, onun geçmiş yaralarına merhem oluyordu. Belki de bu yüzden hayatın yorgunluğu içinde hâlâ umut taşıyordu.
En son dayanamayarak ailesinden gelen bir mesaj var mı diye açtı telefon kilidini...
Ama o an zaman durdu...
Telefon ekranında beliren mesajlar Emir Kaan’ın yüreğine bir anda bıçak gibi saplandı:
Annem:
"Oğlum, ne zaman geleceksin?"
[ Salı günü saat 02.00.]
"Babanın durumu kritikmiş... "
[Çarşamba günü saat 18.45]
"Emir’im, dayanacak gücüm kalmadı annem, gel artık kınalı kuzum..."
[ Dün saat 00.02]
"Son günleri olabilir belki dedi doktor. Seni sayıklıyor hep."
[ Bu gün saat 07.58]
"Annem babanı Ameliyata aldılar. Dua et oğlum..."
[ Bu gün saat 12.35]
Gözleri dondu kaldı. Birkaç saniye öylece ekranı izledi. Sonra birden fırladı yerinden, sanki nefes almayı unutmuştu. Havasız bir boşlukta çırpınır gibiydi.
Tansu, arkadaşının halini görünce hızla yanına geldi.
"Emir, aslanım, ne oldu?!" diye sordu endişeyle.
Emir Kaan cevap veremedi. Dudakları kımıldadı ama ses çıkmadı. Mesajları tekrar okumak isterken elleri titredi, ekranı zor seçebiliyordu. Parmağını kaydırdığı anda, telefon parmaklarının arasından süzülüp yere düştü.
Baran yanına gelip telefonu yerden aldı. Ekrandaki mesajları okuduğunda gözleri büyüdü, başını hafifçe geriye yaslayıp bir elini alnına götürdü. Diğerleriyle göz göze geldiğinde sessizlik ağırlaştı.
Tansu, tereddüt etmeden Emir Kaan’a sarıldı.
"Sık dişini kardeşim… Yanındayız," dedi fısıltıyla.
Koğuş bir anda sessizliğe büründü. Az önceki kahkahalar, yerini ağır bir hüzne ve buruk bir efkara bırakmıştı. Hepsi, bir askerin içinde taşıdığı acının sessiz tanığı olmuştu.
"Kritikmiş durumu Komutanım..." diyebildi yalnızca, sesi çatallanmıştı Emir Kaan’ın. Ağlıyordu, asker hıçkırıkları bastırmaya çalışsa da gözyaşları her şeyi ele veriyordu.
"Bir şey olmayacak aslanım... Bırakma kendini," dedi Tansu, onun dizlerinin yanına çökerek. Eliyle omzunu kavradı, gözlerinin içine baktı; bu yalnızca bir teselli değildi, yürekten bir söz verişti.
Baran bir adım gerideydi ama gözleri doluydu.
"Emir Kaan için biz Alparslan Komutanım'la konuşalım, Komutanım," dedi, göz göze geldiği Tansu’nun onayını alırken.
Tansu başını ağır ağır salladı. O da parçalanmıştı ama birinin güçlü kalması gerekiyordu.
"Napacağım ben, Komutanım... Yetişemezsem, ya yetişemezsem napacağım ben..." dedi Emir Kaan, gözyaşlarını silmeden. Sesi çocuk gibi çıkmıştı, bir evladın son çığlığı gibi...
"Yapma böyle, bırakma kendini aslanım..." dedi Tansu tekrar, onun iki omzundan tutarak. "Sen dimdik durmazsan, biz ne yaparız?"
O sırada Alparslan içeri girmişti. Sessizce hepsini izledi bir an. Gözleri Emir Kaan’a takıldığında yüzündeki ifade değişti. Hemen yanlarına yaklaştı.
"Ne oldu burada?" dedi ama sesi sert değil, babacan ve endişeliydi.
Baran, kısa ama içten bir açıklamayla durumu özetledi. Alparslan bir an başını eğdi, sonra kararlı bir şekilde doğruldu.
"Bana beş dakika verin. Ben bu işi çözeceğim."
O an, koğuştaki herkes bir komutanın yalnızca emir vermekle kalmadığını; gerektiğinde bir evladın yükünü omuzlayacağını da gördü.
Alparslan kapıdan içeri girdiğinde, içerideki hava bir anda değişti. Herkes bakışlarını ona çevirdi, sessizlik umutla doldu.
“Beyler, hazırlanın,” dedi net ve güçlü bir sesle. “Bir saate alacaklar bizi.”
“Kesin dönüş mü Komutanım?” diye sordu Baran, yerinden doğrularak.
“Kesin!” dedi Alparslan, gözlerini Emir Kaan’a çevirerek. “Emir Kaan, seninle de biraz hava alalım, gel paşam…”
Emir Kaan gözleri kızarmış, elleri titreyerek başını salladı. Ayağa kalkmak üzereydi ki bir an dengesini kaybetti, sendeledi.
“Hop hop oğlum, yavaş…” diyerek hemen yanında beliren İsmail ve Tansu kollarından tuttu.
“Ö-özür dilerim Komutanım…” diyebildi Emir Kaan, sesi incecik çıkmıştı.
“Bırakın Emir Kaan’ı, o artık bana emanet,” dedi Alparslan, gözlerinde kararlılıkla. Koluna girdi usulca ama sıkıca.
“Gel paşam, biraz nefes alalım. Hem senin hem babanın buna ihtiyacı var.”
Ve birlikte adım attılar dışarı. O an herkes susmuştu. Yalnızca ayak sesleri duyuluyordu.
Alparslan’ın sesi sabit, yüreği titrekti. Emir Kaan'ın çökmemesi için o dimdik durmak zorundaydı, ama her kelimesinde gözleri doluyordu.
“İyi misin aslanım?”
Emir Kaan başını salladı, boğuk bir sesle yanıtladı:
“İyiyim Komutanım…”
Ama Alparslan hemen susturdu onu.
“Bana ‘iyiyim’ yalanı söylemene gerek yok Emir. Komutanlığım bir yana, ağabeyinim ben senin. İyi değilsen, ‘iyi değilim’ diyeceksin. Ben de bileceğim nereye yaslanman gerektiğini.”
Emir Kaan’ın boğazı düğümlendi, gözleri dolu dolu bakarken dudaklarından döküldü kelimeler:
“Canım çok yanıyor Komutanım…”
Alparslan derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan:
“Kurban olurum lan seni verene…”
O an Emir Kaan çocuklaşan sesiyle, içindeki korkuyu ve yükü açığa vurdu:
“Ben kardeşlerime babalık edecek kadar büyümedim daha Komutanım…”
Alparslan eliyle onun omzuna bastı, sıkıca tuttu.
“Bunları düşünmek için çok erken aslanım. Bak ben buradayım. Biz hepimiz buradayız. Timin burada. Senin baban, benim de babam artık Emir Kaan. Hepimiz için Yunus Reis, bir baba artık. Sakın kendini suçlama. O yine ayağa kalkacak, yine dua edecek arkamızdan...”
Emir Kaan, Alparslan’ın sözleriyle biraz olsun nefes alabildi. O an ağabey-kardeş gibi sarıldılar. Gökteki yıldızlar sessizce şahitlik ederken, bir komutanın yüreğiyle inşa ettiği siper, bir evlat için en büyük kalkan olmuştu.
Emir Kaan hâlâ ağlamakla direnmek arasında bir yerdeydi. Alparslan onun omzuna elini koydu, o güveni yeniden hatırlatır gibi.
"Toparlan paşam, çıkıyoruz. Seni yalnız bırakmam, birlikte gideceğiz."
Emir Kaan başını kaldırdı, gözleri hâlâ buğulu ama kararlıydı. "Beraber mi gideceğiz Komutanım?"
"Beraber," dedi Alparslan, net bir sesle. "Bu yolda silah arkadaşı olsakta biz tercihimizi hep birbirimizden yana kardeşlik üzerine yaptık aslanım. Hadi, hazırlan paşam."
Koğuşta kısa bir telaş başladı. Baran ve Tansu, ihtiyaç olabilecek birkaç eşyayı hazırlarken Göktürk, sessizce Emir Kaan’ın çantasını yerleştirmeye yardım etti.
Alparslan, bir yandan ulaşımı netleştirmek için telsizi eline aldı, bir yandan da göz ucuyla Emir Kaan’ı izliyordu. Sanki ona "Sana söz, yalnız yürümeyeceksin" demek ister gibiydi.
Herkes teker teker koğuştan çıkmaya ve eşyaları taşımaya başlarken kaş ile göz arasında Emir Kaan da sırt çantasını omzuna almıştı ki, Alparslan çantayı omzuna alamadan yakaladı.
Emir Kaan başını önüne eğdi...
“O çantayı kim al dedi sana Emir’im, bu halde de benden azar mı yiyeceksin be paşam?”
“Komutanım… yük oluyorum size…”
Bir adım daha yaklaştı, Emir Kaan’ın omzuna dokundu.
“Ne yükü aslanım? Sen bizim kardeşimizsin. Hadi bin arabaya. Ben yerleştiririm çantanı…”
Emir Kaan usulca başını salladı. Birlikte araçlara doğru ilerlediler.
Alparslan, onun ellerinden çantayı aldı. Yük hafifti belki ama içindeki anlam ağırdı.
Araca binerken göz ucuyla Alparslan’a baktı Emir Kaan. Yutkundu, ama bu kez boğazına düğümlenen acı değil, minnettarlıktı.
"Sağ olun Komutanım..." dedi kısık bir sesle.
Alparslan kapıyı kapatırken cevap verdi:
"Yanındayız aslanım. Sonuna kadar."
Alparslan aracın kapısını kapattıktan sonra öne geçti, şoför koltuğundaki Baran’a döndü:
“Baran, bas oğlum!”
“Emredersiniz Komutanım…” dedi Baran, gözlerinde kararlılık vardı.
Motorun sesi çalıştı, tekerlekler dönmeye başladı. Araç karakolun demir kapısından çıkarken içerideki herkes sessizdi. Yol boyunca kimse konuşmadı önce. Sadece motorun uğultusu eşlik etti yorgun sessizliğe.
Emir Kaan arka koltukta camdan dışarı bakıyordu. Dalgın, kırgın, ama bir o kadar da umutla doluydu kahve gözleri... Alparslan ise başını hafifçe çevirmiş, onu göz ucuyla süzüyordu.
"Bir şey olursa hemen söyle, tamam mı aslanım?" dedi yumuşakça.
Emir Kaan gözlerini kırpıştırdı, derin bir nefes alıp başını salladı.
“Söylerim Komutanım...”
Aracın içinde artık sadece yol sesi değil, kalplerin birbirine dokunan çırpıntısı vardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |