

Baran Boran'dan...
“Kardeşim…” dedim. Belki içindeki o küçük çocuğa ulaşabilirim diye.
Ama Emir’in gözleri değişmişti.
O bildiğim, güvendiğim, birlikte büyüdüğüm adam yoktu artık.
Sadece acının taşlaşmış hâli...
Sadece intikamın yankısı...
“Cezaevinden firar etmiş görünüyor, korkma,” dedi.
Ama ardından gelen sözleri… tokat gibi indi:
“Leyla’dan da, İklim’den de daha fazla yanacak canı! İnleye inleye can verecek!!”
Gözleri öfkeyle parlıyordu.
Adar’ın başında dikilmişti.
Sanki bir infaz alanındaydık.
Bir tekme savurdu… Adam inledi. Ağzı bağlıydı, ama acı sessiz kalmadı.
“Emir, yapma kardeşim...” dedim, gözlerim titreyen çenesine takılmışken.
Gözyaşları, karanlığa düşen küfürler gibiydi yüzünde.
“Ben onun saçına dokunmaya kıyamadım... Aynı evde bile durmadım rahatsız olmasın diye! Ama onlar?!” diye bağırdı ve yeniden tekme savurdu.
Dayanamadım, kolundan tuttum, geri çektim.
“Nasıl kıydınız lan?!”
“Baran bırak, kalbini kırarım!” dedi, gözümün içine bakmadan.
Ama hâlâ insan kalmıştı içinde.
Ufacık bir parça da olsa… oradaydı.
“Emir... İklim bu halini görmek istemezdi kardeşim. Onlardan farkımız kalmaz...” dedim, neredeyse yalvarır gibi.
Yine de dönüp bakmadı.
Sadece mırıldandı:
“Doktor bile bilmiyor... Ses tellerine mi bir şey yapıldı, travma mı? Konuşmuyor! Bunlar piçler yüzünden…”
Yumruğumu sıktım.
Bir yanım adalete tutunmak isterken, diğer yanım kardeşliğe çırpınıyordu.
“Yapma kardeşim... Değmez.”
Ama o hâlâ öfkesinin içinde yüzüyordu:
“Ben bunların nefes almasına izin verdikçe, o sözde adalet dedikleri şey sadece içeride besliyor bunları! Dışarıdakiler hâlâ korkuyorsa… temizlik şart!”
Susmak istedim.Ama sustukça…
İçimdeki Baran da susuyordu.
İçimdeki insan da...
“Emir ağabey yapma!” diye seslendi Ayhan arkamdan. Sesindeki panikle irkildim. Arkamı döndüğümde gözleri büyümüş, çaresizlikle bana bakıyordu.
Emir döndü, ses tonunu hiç değiştirmeden sordu:
“Buldun mu?”
“Buldum ağabey… Ama Alaz ağabey olmadan olmaz.”
Ayhan’ın sözünü hiç duymamış gibiydi.
Gözlerini yeniden Adar’a çevirdi.
“Güzel. Korhan’ı ayırın... O Cüneyt’in hakkı.”
“Cüneyt ne alaka Emir?!” dedim, öfkemle şaşkınlığım birbirine karışmıştı.
Emir başını eğmeden, gözlerini kaçırmadan cevap verdi:
“Her şeyin iki ay öncesinden farkına vardım… O adam da sağlam artık, merak etme.”
İçimde bir şey daha koptu o an.
Kafamda cevabını bulamadığım onlarca soru, tek bir kelimeyle susturuldu:
"Sağlam."
Bu ne demekti? Ne yapmıştı daha?
“Emir...” dedim yine, bu defa kırık bir sesle.
Ama çoktan kararını vermişti.
“Ayhan! Alın bunu... Gidiyoruz.”
Ayhan tereddüt etti, bir adım geride kalmıştı.
Emir’in gözleriyle keskin bir emir verdiğini anlayınca başını salladı.
İçimde bir his, bu gidişin geri dönüşü olmayacağını fısıldıyordu.
Ben hâlâ orada, gövdemi geçmişin önüne siper etmiş gibiydim.
Ama Emir çoktan geleceğe yürüyordu…
Kendi karanlığını sırtına alarak.
___
Alaz Botan’dan...
Zorlukla da olsa sonunda gelmiştim. Araç durduğunda Azra hızla kapımı açtı. Yardım etmek için koluma girdi, ben de hafifçe ağırlığımı ona verdim. Vücudum hâlâ direnmeye çalışıyordu ama gözüm başka bir şey görmüyordu.
“Ağabeyim bir şey yapmamıştır, değil mi Alaz?” diye sordu endişeyle.
Gözlerini kaçırmadım, çünkü kaçacak yerim yoktu.
“Ayhan’la en son konuştuğumda ses tonu iyi değildi, Azra... Bilmiyorum.” dedim iç geçiren bir sesle.
Azra başını önüne eğdi. Ardından bakışlarını önümüzde duran kalabalığa çevirdi.
“Ağabeyimin arkadaşları da burada...” dedi kısık bir sesle.
Göz ucuyla Emir Kaan’ın silah arkadaşlarını süzdüm. Her biri gerilmiş bir tel gibiydi.
“Ağabeyinin önceden ayıkması hem iyi... hem de tehlikeli.” dedim ciddi bir tonla. “Nereye gideceğini kimse tam kestiremez.”
O sırada İsmail ağabey yaklaştı, gözlerinde hem sitem hem merak.
“Alaz, sen niye geldin?!” dedi.
Yüzüne baktım, yorgun ama kararlı bir ifadeyle:
“Baran bu işin içinde değil. Ama tek başına da iki aşireti birden idare edemez. Aşiretin dilinden konuşan birine ihtiyaç var. Onların dilinden ben anlarım.”
Göktürk usulca yaklaştı, kaşları çatılmıştı.
“Yormasaydın kendini... Yaralısın be oğlum.”
Gülümsedim. Acıyı gizlemenin bir yoluydu belki de.
“Bana ihtiyacınız var. Sorun değil. Dayanırım.”
Arkamızdan gelen ayak sesleriyle birlikte Emirhan yaklaştı.
“Emir Kaan nerede?” diye sordum hemen.
“Alparslan Üsteğmen’le konuşuyor.” dedi kısaca.
Kafamı salladım. O an tek düşündüğüm şey... Emir’e yetişmekti.
Yanmadan... hem o, hem biz.
Tansu Asteğmen telefon görüşmesini bitirip arkasını döndü.
“Bir sandalye bul Alper, adam yaralı.” dedi sert bir tonda.
Alper, lafı duyar duymaz gözlerini bana dikti. Yüzünde sert, sorgulayan bir ifade vardı. Yine de dediğini yaptı. Bir sandalye çekip önüme koydu. Bu adamın bir derdi vardı. Daha önce böyle bakmamıştı bana...
“Buyur Alaz Ağa!”
“Sağ ol Alper Uzman...” dedim kısa bir baş hareketiyle.
O sırada gözüm Azra’ya kaydı. O, Alper’in bakışlarından habersiz, hâlâ koluma destek veriyordu. Sessiz ama yanımda.
“Ağrın çok mu Alaz?” diye sordu endişeyle.
“Onun sırası değil Azra.” dedim hafifçe başımı sallayarak. “Ayhan nerede?” diye ekledim, gözlerim etrafta birilerini arıyordu.
“Uzun boylu olan mıydı?” diye sordu, kafasını kalabalığa çevirerek.
“Aynen, tam da o.”
Bakışlarımı insan kalabalığına çevirdim. İçim sıkışıyordu. Çünkü ne zaman Emir ortadan kaybolsa... ardından mutlaka bir yangın çıkıyordu.
"Ayhan!" dememle birlikte Ayhan başını hızla çevirdi.
"Alaz ağabey?!" dedi şaşkınlıkla.
"Naptınız siz?!" dedim, hâlâ sandalyede oturuyordum, kalkmaya çalışmadan.
"Ağabey senin burada ne işin var?!" diye sordu telaşla.
"Elinin körünü yapmaya geldim Ayhan! Bi’ kere de çok soru sormadan cevap ver ya!" dedim, sesimi biraz yükselterek.
Ayhan irkildi, hemen toparlandı:
"Ağabey... Emir Uzman iyi organize etmiş. Cüneyt’in aklı başına gelmiş, ama Korhan’ı elinden zor aldık."
"Adar?" dedim yüzüne doğru eğilerek.
Gözlerini kaçırdı.
"Ağabey... o iş bitti. Çoktan..." dedi kısık sesle.
"Ne demek çoktan bitti Ayhan ağabey?!" diyerek Azra bir anda atıldı.
"Bitti Azra Hanım. Yetişemedik... Cüneyt içeriden adam tutmuş, o içeriden... Emir Uzman dışarıdan derken... yanık cesedi var elimizde."
Ayhan’ın sözleriyle Azra'nın yüzü soldu. Gözleri büyüdü, geri geri birkaç adım attı. Dizleri bükülecek gibi oldu.
"Bacım, sen de geç otur şöyle," dedi Emirhan, sandalyesini uzatarak.
"Azra... çözeceğiz. Bırakma kendini," dedim hafifçe yana dönüp. O sırada Alper boğazını temizleyince dikkat ona kaydı. Kaşlarımı çatıp yüzüne döndüm.
"Alparslan Üsteğmen geliyor," dedi ağzının içinden, yarı fısıltıyla. Timin bakışları hep ona döndü; kimisi ters ters baktı, kimisi kaşlarını kaldırdı. Ben ise sadece gözlerimi devirdim.
O sırada Alparslan Üsteğmen geldi. Gelişi bile gerginliği bir nebze artırmıştı.
"Alparslan ağabey, ağabeyim nerede?" diye sordu Azra ayağa kalkarak, beklemeye dayanamadan.
"Gelir birazdan. Senin ne işin var burada küçük hanım?"
"Ağabey... Alaz ile geldik. Ağabeyim iyi mi, Alparslan ağabey?"
Alparslan derin bir iç geçirdi.
"Azra... buradan gitmen gerek. Alaz, sen de yaralısın. Sende git. Uzlaşılacak nokta kalmadı. Bundan sonrası tamamen illegal bir oyunu, evraklarla legale çevirmek."
Tam o sırada Emir Kaan içeriye girdi. Üzerinden yanık kokusu hâlâ silinmemişti. Silah tutan elinin tersiyle alnını sildi. Etrafa keskin ve hesap soran bakışlar attı, ardından bize döndü.
"Ben gidiyorum, Komutanım."
"Git... düşünü al. Dediklerimi de unutma," dedi Alparslan.
"Azra, gel benimle," dedi Emir Kaan ardından.
"Ağabey iyi misin?" diye sordu Azra, sesi çatallaşmıştı.
Emir’in yüzünde tehdit gibi, donuk bir tebessüm belirdi. İçten değildi. Keskin, kırık, buz gibi...
"Hiç olmadığım kadar..."
"Alper, senin araçla götür şunları," dedi Alparslan Üsteğmen.
"Biz bırakırız isterseniz Komutanım. Alaz ağabey de zaten yaralı. Onu da hastaneye götüreyim," dedi Emirhan bir adım atarak.
Tam o sırada Alper araya girdi.
"Ben bırakırım kardeşlerimi," dedi. Cebinden anahtarını çıkardı.
Ona dönüp bakmamla gözlerini kısıp bana ters ters bakması bir oldu. İç çekip ofladım sadece.
"Hadi Ayhan, gidiyoruz."
"Ağabey, direk ayaklanma... yaran var!"
"İlk defa mı kurşun yedik sanki?!"
"Ayhan, hadi çıkın," dedi Alparslan net bir tonla.
___
"'_Saatler Sonra_"'
Emir Kaan Yılmaz'dan...
Eve adım atar atmaz üzerimdeki her şeyi çıkardım. Çürük kanın, is kokusunun ve yanık etin beni boğduğu her saniye içimde bir parçayı daha öldürüyordu. Ayakkabılarımı dahi çıkarmadan doğruca banyoya yürüdüm.
Duşun başına geçtiğimde suyu açmadan aynadaki halime baktım.
Yüzümdeki çizgiler derinleşmişti. Gözlerim... kendi gözlerimden korktum.
Sonra kafamı eğdim. Göz temasından bile kaçtım kendimle.
Suya elimi attım ve sonuna kadar açtım.
Buz gibi su omuzlarımdan aşağı aktığında ciğerlerim kasıldı.
Ama bu his... bu titreme...
Beni hayatta hissettiren tek şey buydu belki de.
Suyun altına girdim. İçimdeki kiri de, üstümdeki günahı da akıtmak ister gibi...
Derimi kazır gibi yıkandım. Tırnaklarım etime geçene kadar bastırdım sabunu.
Ama hâlâ... Leyla’nın ve İklim’in çığlık sesleri kulaklarımdaydı.
Hâlâ... Azra’nın ve İklim’in korkulu gözleri önümdeydi.
Adar’ın, Korhan’ın çığlığı değil... İklim’in suskunluğu kanatıyordu içimi.
Suyun altında ne kadar kaldım bilmiyorum.
Sonunda dizlerimin üzerine çöküp kafamı ellerimin arasına aldım.
O anda... sadece suyun uğultusu değil, içimde çırpınan vicdanımın da sesi vardı. Dakikalarca ağladım. Beynimde susmayan bir canavar vardı sanki...Bana tüm kötülükleri yaptırıp şimdi vicdanımla beni sınayan.
Duştan çıktım. Üzerimi giyinirken içimde hâlâ kaynayan öfke, yerini yorgun bir suskunluğa bırakmıştı. Yılların değil, bir gecenin ağırlığı çökmüştü omuzlarıma.
Odamdan çıkmamla birlikte gözüm doğrudan İklim’in odasına kaydı.
Kapısı açıktı.
Annem içerideydi, elinde bir tabak çorba, sesi sabırla ama kederle doluydu.
"Güzel kızım... Hadi iki lokma ye..."
İklim, başını çevirmiyordu.
Tepkisiz... sanki içinden çekilmişti ruhu.
Gözleri bir yere sabitlenmişti; öylece duruyordu.
Ben o ifadeyi tanıyordum... çünkü aynısını ben de yıllar önce taşımıştım.
Adımlarım beni farkında olmadan kapıya götürdü.
"Anne..." dedim, kısık ama kararlı bir sesle.
Annem başını çevirdi.
Gözlerinde uykusuzluk, endişe ve biraz da bana karşı kırılmışlık vardı.
"Oğlum... Dün gece geldik biz de. Ama hâlâ yemiyor. Ağzına bir lokma koymadı."
Boğazım düğümlendi.
"Ben yediririm, annem. Sen çık istersen."
"Tamam Emir’im..." dedi. Gözleri doluydu.
Tepsiyi usulca elime verdi. Sessizce odadan çıktı.
Oturup yüzümü ona çevirdim.
Ama ne söyleyeceğimi bilemiyordum.
Çorba kasesine uzandım, sonra ellerime baktım.
Titriyordu…
"Güzelim… Neden yemiyorsun?"
Cevap gelmedi.
Gözleri yere sabitlenmişti.
Sanki nefes bile almıyordu.
Odadaki zaman durmuş gibiydi.
Tepsiyi yavaşça sehpaya bıraktım.
Eğildim.
Usulca ellerine dokundum.
Soğuktu... ama sadece bedeni değil, içi de buz kesmişti.
"İklim... Lütfen bak bana."
Başını kaldırmadı.
Ama ellerini de geri çekmedi.
Bu bile… benim için yeterdi. Bir adımdı. Bir umut.
"Tamam. Bakmak zorunda değilsin.
Ama bil ki... kimse sana bir daha zarar veremeyecek."
Bir damla gözyaşı süzüldü yanağımdan.
"Korhan… Adar… Numan… Hepsi bitti. Hepsi kendi cehennemlerine gömüldü.
Sen artık güvendesin."
O an...
Bakışlarını yavaşça bana çevirdi.
Şaşkındı. Ürkekti. Ama oradaydı.
O bakıştan tanıdım… İçinde hâlâ yaşamak isteyen bir yan kalmıştı.
Nefesi hızlandı. Elleri titredi.
Ben, avuçlarının içine dudaklarımı usulca bastım.
Sanki “buradayım” der gibi.
Bir öpücük değil… bir söz, bir yemin gibi.
Gözleri titredi. Bakışları derinleşti.
Birden kendimi konuşturmaya mecbur hissettim.
"Niye böyle bakıyorsun bana?" dedim. "Niye yabancı gibi?"
Sözlerim boğazımda düğümlendi.
"O kadar mı yaktılar canını…?"
Gözyaşlarım süzüldü. Saklamadım.
Onun karşısında ne gurur kalmıştı ne öfke… Sadece mahcubiyet… ve aşk.
"Tepki ver bana… Lütfen..." dedim fısıltıyla.
"Dün böyle değildin… Buradayım hâlâ. Yabancı gibi bakma bana…"
Gözleri tekrar yere indi. Kırıldığını değil, içe kapandığını hissedebiliyordum. Ağır ağır başımı salladım.
"Zorlamayacağım," dedim. "Ama o sesini bir gün yeniden duyacağıma inanıyorum. Gülüşünü de..."
Geri çekildim. Dizimin üstündeki tepsiyi sehpaya aldım.
Bir kaşık çorba uzattım ona.
"Yemeğini yedirelim, hadi… beraber."
Hiçbir tepki vermedi. Başını yana çevirdi.
Umudum kırılacakken, yumuşak ve net bir sesle fısıldadım:
"Yaman Pars için,lütfen…"
Bu sözle duraksadı.Göz kapakları titredi.
Sonra... yavaşça ağzını açtı.
Ben de kaşığı usulca uzattım.
"Aferin güzelime," dedim, gözlerim dolarak.
Kasedeki çorbayı bitirmesiyle peçeteye uzanıp dudaklarının kenarını sildi. Ben gözlerine baktım ama artık o gözlerin feri bile kalmamıştı.
O an, o gece gelen gizli numaradan duyduğum sesi hatırladım.
Benim adımı söyleyerek attığı o çığlık kulaklarımda yankılandı.
Titreyerek nefes aldım, gözlerimi kapattım ve geri çekildim.
Gözyaşlarım yeniden süzüldü.
Tepsiyi elime alıp odadan çıktım. Kendimi doğrudan mutfağa attım.
Tepsiyi tezgâha bıraktığım anda duvara yaslandım.
Boğazımdan bastırılmış bir hıçkırık koptu.
☆☆☆☆☆
Yorum az, satır aralarını yorumsuz bırakmayın...Sizi seviyorum okurlarım ❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |