

Emir Kaan’dan...
Günler geçmişti. Yaptığımın yarattığı hasarı timle birlikte toparlamaya çalışıyorduk. Baran, başını kaldırıp bana baktığında hâlâ kırgın olduğunu gözlerinden anladım. Gözlerimi kaçırdım ve Alparslan Üsteğmen'i dinlemeye devam ettim.
“Firar ettikleri sırada korumaları onu almaya gelmiş. Kaçarken biz peşlerine düştük. Ardından kontrolü kaybedip kaza yaptılar. Arkadan gelen koruma aracının çarpmasıyla birlikte şarampolden aşağı yuvarlandılar. Araç da bu şekilde alev aldı.”
“Peki ya Korhan, Komutanım?” diye sordum.
“Uyuşturucu yoksunluğu... Sahte madde kullanımı. Sonrası belli…"
“İnceleme belgeleri? Adli tıp bakmayacak mı?”
“Geçti, göstereceğiz Alper.”
“Alaz ne olacak Komutanım?”
“Olayların yaşandığı gün toplantısı varmış. Şahitleri de hazır.”
En sonunda başımı eğip sadece, “Hepinizden özür dilerim…” diyebildim.
Baran, gözlerimin içine baktı. “Adalet terazinin ilk defa şaştı, Emir. Bir daha olmasın.”
“Aksine iyi yaptı. Senelerdir kanla besleniyordu o it,” dedi Göktürk dişlerini sıkarak.
“Vicdanla adaletin terazisi aynı değildir, Göktürk,” dedi Baran yavaşça.
“Beyler, olan oldu. Herkes işinin başına,” diyerek son noktayı koydu Üsteğmen. “Tansu, Yiğit Alper ve İsmail... Siz Korhan’ın dosyasını kapattırın. Emir Kaan, Emirhan ve Göktürk... Siz de Numan’ın dosyasını alın. Zaten tim olarak Adar’ın dosyasına imza atmamız şart. Onu ben halledeceğim. Baran, senin imzan yok, sen izinlisin. Emir Kaan, sen de eve. İmzalarını at ve çık.”
“Emredersiniz, Komutanım...” dedim sadece.
Ayaklandım. Sessizce üzerimi düzelttim. İçimde kıpırdayan o tanıdık ağırlıkla yürümeye başladım. Gömleğimi pantolonumun içine sokarken gözüm dosyaların üzerine kaydı. Masamdaki evrakları tek tek elden geçirdim. Gereken yerlere titizlikle imzamı attım. Kalemim kağıtta gezinirken zihnim hâlâ sabahın sessizliğinde yankılanan o çığlığa takılı kalmıştı. O sesi unutmam mümkün değildi.
İklim’e aldığım hediyeyi dolabımdan alırken kısa bir duraksadım. Kutunun köşesine iliştirdiğim o not… İçimde sakladığım binlerce cümleden sadece birkaç kelimeydi ama belki bir kapı aralardı diye düşünmüştüm.
Karakolun kapısını açıp dışarı adım attığımda, Baran’ı girişte beklerken buldum. Üzerinde haki yeşili tişört, yüzünde tanıdık o sakin ama yorgun ifade vardı. Göz göze geldiğimizde iç çekti, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme dolaştı.
“Küs müyüz?” dedim dudaklarımın ucunu kıpırdatarak. Sesim yumuşaktı ama içimdeki boğukluk belliydi.
“Değiliz…” dedi yavaşça. Cevabının ardına dostane bir tebessüm iliştirdi. “Cüneyt ile Yaman, Pars’ın selamı var sana.”
“Aleykümselam.” dedim başımla hafifçe onaylayarak. Adını andığı her biri, yüreğimde başka bir yükü yokluyordu.
“Gel, eve bırakayım seni.”
“Yürürdüm.” dedim, bakışlarımı yere kaçırarak. Arabaya binmekten değil, yalnız kalmak istememiştim belki.
Baran, başını iki yana sallayıp iç çekti. “Yürüme… İklim’le uğraşıyorsun evde bir de…”
Cümlesi bir taş gibi düştü aramıza. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Üzgündü ama anlayışlıydı. Kırgınlık yoktu sesinde, sadece iç sızısı.
“Konuşmuyor hâlâ…” dedim, itiraf edercesine.
Baran başını önüne eğdi, sonra yeniden bana döndü. “Sana kızamıyorum. Yaptığının doğru olmadığını bilsem de… gurur duyuyorum hâlâ seninle. Ama ben vicdanlı, merhametli kardeşimi kaybetmek istemiyorum.”
Sözleri bir ağabeyin değil, yüreği yaralı bir dostun sitemiydi. Gözlerine bakarak net konuştum:
“Pişman değilim. Bir daha olsa, bir daha yaparım.”
Baran’ın yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. “Karaçaylar aşireti ebedi uykuya daldı. İklim’e annesinin hisseleri kalmış. Haberin olsun… Araştırdım, hepsi temiz.”
Kaşlarımı çattım. “Ne hissesi?”
“İklim’in babasından sakladığı bir işletme varmış. Küçük bir dükkân ile bahçeli bir ev.”
Bir an duraksadım. Kalbimdeki sızı derinleşti. İklim’in hayatında bilmediğim ne çok kırıntı vardı.
“Anladım…” dedim sessizce.
Arabanın camından dışarı bakarken sokaklar geriye doğru akıyordu. Zihnimde ise o sabahki çığlık, Baran’ın cümleleri ve İklim’in konuşmayan yüzü… Hepsi bir yumak gibi birbirine dolanmıştı.
Baran’ın sesi düşüncelerimi böldü:
“Geldik…”
Gözlerimi evin bahçesine diktim. Hâlâ sessiz, hâlâ mesafeli… ama içinde hâlâ umut taşıyan bir yuva gibi.
“Sende gel istersen...”
Sözlerimle Baran’ın yüzüne baktım. Gözlerinin içi yorgun ama dostça parlıyordu.
Başını hafifçe iki yana salladı, dudaklarının kenarında buruk bir tebessüm belirdi.
“Emel’le aramız biraz bozuk. Yanına gideyim.”
Kaşlarımı çattım, içimde istemsiz bir endişe kıpırdadı.
“Hayırdır?”
Gözlerini kaçırdı önce, sonra uzaklara bakarak iç geçirdi.
“Senden kaynaklı değil,” dedi sessizce. “Babası aşiret torunu olduğumu duyunca, hemen para koparmanın yollarını aramış. Durumu fark edince tartıştım pederle. Emel de eş durumundan benim yanıma almıştı görev yerini... Babası öyle yapınca, ben de ona kızdım biraz. Küstü.”
Başını öne eğdi.
“Ama alırım gönlünü. Bir şekilde yine buluruz yolumuzu.”
İçimden derin bir ‘of’ çektim.
“Karışıkmış,” dedim yalnızca.
“Hiç düzgün olmadık ki...” dedi acı bir gülümsemeyle. Sonra gözlerini bana dikti. “Dikkat et kendine.”
“Sen de,” dedim. Omzuna dokunup ayrıldım.
Arkamdan baktığını hissettim. Kardeşliğimizin yükü omuzlarımıza ağır ama gururla oturmuştu.
Ardından sessiz adımlarla çıktım apartmana. Azra ile annem bu sabah Ankara’ya dönmüştü, evin içi o yüzden biraz daha sessiz, biraz daha boştu. Şimdi sadece İklim vardı içeride. Yalnızlığı bile onunla paylaşıyor gibiydim.
Anahtarı çıkarıp yavaşça kapıyı açtım. İçeri girerken derin bir nefes aldım. Evin sıcaklığı yüzüme vurduğunda, içinde onun kokusunu taşıyan bir zaman dilimine girer gibi oldum. Sessizce ilerledim koridorda.
Odasına doğru yöneldiğimde ise, gözlerim kapısının aralığından içeriye kaydı. Uykunun masumluğuna bürünmüş, bir peri kızı gibi uzanmıştı yatağa. Tenine düşen solgun ay ışığı, yüz hatlarını daha da belirginleştiriyor, saçları yastığa dağılmış bir eylül rüzgârı gibi duruyordu. Gözlerim doldu. İçimde bir yer kırıldı, sessizce... Buruk bir tebessüm belirdi dudaklarımda.
Usulca eğildim, aldığım küçük paketi başucuna bıraktım. Açtığında gülümseyeceğini hayal ederek, sessizce çıktım odadan. Onu uyandırmaya kıyamadım. Oysa bir cümle duymak, "buradayım" demesi bile bana yetecekti.
Mutfağa yöneldim. Tezgâhın kenarına yaslanıp bir sigara yaktım. Dumanı yavaşça tavanın köşelerine doğru salınırken, dolabı açıp göz gezdirdim. Ne varsa gözüme boş geliyordu. Can sıkıntısının verdiği sahte tokluk hissi midemi bastırmıştı. Ne acıkmıştım, ne doymuştum... Sadece bir şeyler eksikti. Onu özlüyordum. Hemen yan odada olmasına rağmen, burnumun ucunda taşıyor gibi...
Dolabı kapatıp yavaş adımlarla kendi odama geçtim. İçeri girerken gözüme Leyla'nın dosyası çarptı. Sandalyenin kenarına bırakılmıştı, sanki açılmayı bekliyormuş gibi. Hafifçe gülümsedim. Elime alıp kapağını açtım, dosyanın içindeki sayfalara usulca göz gezdirdim.
“Çok acılar çektiniz… Biliyorum,” dedim içimden, alçak bir sesle. “Ama eşin, gerçekten de seni sevmiş Leyla. Sonuna kadar, son nefesine kadar… Ve kardeşinde... O da iyi olacak. Söz...”
Dosyayı alıp sessizce İklim’in odasına yöneldim. Kapının eşiğinde birkaç saniye durdum. O anın ağırlığı omuzlarıma çökmüştü sanki. Yavaşça içeri adım attım. Uyanmıştı. Perdelerin arasından sızan solgun gün ışığı yüzüne vuruyordu. Yorganı dizlerine kadar çekmişti, kolları açıkta… ama en çok gözleriyle konuşuyordu. Sessiz ama derin.
Elimdeki dosyaya takıldı bakışları. Ne olduğunu sezmiş gibiydi.
“...Ablanın dosyası,” dedim, yutkunarak. Sesimde buruk bir kırılganlık vardı. “Bugün kapandı.” Dosyayı uzatırken hafifçe gülümsedim. İçimde ince bir sızı… dışımda titreyen bir huzur.
Gözleri titredi. Yanaklarına hafifçe renk geldi, gözbebekleri doldu ama düşmedi yaşlar.
“Cüneyt ile hallettik,” dedim, yanı başına oturarak. “Onun tedavisine çoktan başlamıştım. Kendine gelmişti zaten. Her şeyi gizli gizli yürüttük, fark ettirmeden... Kimseye sezdirmeden…”
Derin bir nefes alıp elini tuttum. Soğuktu. Parmakları hafifçe titrekti. Avuç içine başımı eğip dudaklarımı koydum; uzun bir öpücük kondurdum geçmişe, acıya, direnene…
Gözlerine tekrar baktım.
“Artık Karaçaylar Aşireti diye bir şey yok,” dedim kararlı bir sesle. “Yarısı mezarda… yarısı hapiste. Sözümü tuttum, öğretmen hanım. Kabusun bitti. Her gözyaşının, her çığlığının bedelini… onlardan misliyle aldım.”
Bu sözlerle dosyayı sımsıkı kavradı. Parmakları titriyordu ama gevşetmedi.
Bir an sessizlik oldu. Sonra ceketimin cebinden küçük bir kutu çıkardım. Başucuna uzanıp bıraktım.
“Bir de sana hediyem var,” dedim yumuşak bir tonla. Gözleri kutuya takıldı. “Hadi, aç…”
Ellerinin titrediğini görmemek mümkün değildi. Ama yavaşça kutunun kapağını kaldırdığında… İçinden çıkan siyah babet ayakkabıları görünce bakışları bana döndü. Anlam arayan, bir şeyler yakalamaya çalışan bir bakıştı bu.
“Yağmurda giyersin…” dedim hafifçe gülümseyerek. Geçmişin bir anlığına çakıp geçen gölgesi gibi… Sözüm, belleğinde yankı bulmuştu sanki. Gözlerinde bir parıltı belirdi. Ardından başını yavaşça babetlere, sonra da kucağındaki dosyaya çevirdi. Yutkundu.
“Yarına yağmur alıyor hava durumu,” dedim. “Kendine gelmen lazım öğretmen hanım… Yağmurlu havalar hep seninle güzel.”
Kaşlarını çattı hafifçe. Yüzüne düşünceli bir ifade yerleşti. Hatırlamaya çalışır gibiydi… Parçaları birleştirmeye uğraşan bir zihin gibi. Ben ise gözlerimden firar eden yaşlara rağmen gülümsedim. Eğilip alnına bir öpücük kondurdum, sonra usulca geri çekildim.
“Sen dinlen…” dedim alçak bir sesle. “İyileşince... her şeyi anlatacağım sana.”
___
Baran’dan...
Evin kapısını açtığımda içeriden gelen tabak-çanak seslerinden Emel’in mutfakta olduğunu anladım. Ayakkabılarımı çıkarırken içimde hafif bir heyecanla seslendim:
“Gülüm... Ben geldim!”
Sözlerim mutfağın sessizliğine çarpıp geri dönerken, birkaç saniye sonra başını çevirip bana bakan o kırgın bakışlarla göz göze geldim. Gözlerinde hâlâ dinmeyen bir sitem vardı.
“Hoş geldin,” dedi kuru bir sesle.
Hemen yanına gitmek istedim.
“Hâlâ mı kızgınsın bana, canımın cananı?” dedim usulca, biraz mahcup biraz da umutla.
“Gir Baran ya...”
Sesinde bitkinlik vardı. Ne bağırıyordu, ne kırıyordu. Sadece çok yorgundu. Yorulmuştu.
Ona doğru bir adım daha attım, tezgâha dayanan bedenine yaklaşıp gözlerinin içine baktım.
“Karım benim... yapma bana böyle,” dedim kısık bir sesle.
Omuzları hafifçe çöktü, sonunda yüreğindeki yükü bırakırcasına konuştu:
“Ben yoruldum Baran. Babamla aranızda kalmaktan yoruldum.”
Bunu söylerken gözlerini kaçırıyordu. Elimi uzatıp çenesinden tuttum, nazikçe yüzünü kendime çevirdim.
“Napalım güzelim, sen söyle? Senden geçecek yürek yok bende. Sende var mı?”
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra sadece bir kelimeyle yanıtladı:
“Yok...”
Gülümsedim. O an tüm tartışmaları, tüm kırgınlıkları silip atan bir andı.
“İşte bu yüzden o baban, eşek gibi kabullenecek. Sıkma canını artık kurban olduğum.”
Tam o sırada gözleri buğulandı, sesi titredi:
“Canım yanıyor Baran ya...”
Bir an bile düşünmeden ellerimi kaldırıp yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Yanakları ateş gibiydi.
“Kurban olurum... akıtma gözlerini Emel’im. Söylerim dedeme, bakar bir çaresine.”
Başını salladı, ama içindeki fırtına başka yerlerdeydi.
“Ben onu mu diyorum Baran ya...” dedi kırık bir sesle.
“Biliyorum ömrüm,” dedim usulca, “ama bu iş böyle de gitmez... ya babanın dediği olacak ya da bizim huzurumuz kaçacak. Ortası kalmadı.”
Emel kollarını göğsünde kavuşturdu, derin bir iç çekti.
“Off, Baran...”
Sesindeki yorgunluğu dağıtmak ister gibi hafifçe eğilip yanağına dokundum.
“Söyle gülüm...” dedim.
İlk kez tebessüm etti. Dudaklarının kenarında küçük ama umut dolu bir gülümseme vardı.
“Çözdünüz mü bari Emir Kaan’ın işini?”
Kaşlarımı kaldırdım. Konuyu değiştirmesiyle şaşırmıştım ama alışkındım ona.
“Kumanla aran iyi sanırım bu aralar,” dedim hafifçe kaşlarımı çatarak.
Başını yan çevirdi, gözleri mutfağın penceresinden dışarı bakıyordu.
“Kumam... ne yazık ki senin en yakın arkadaşın olduğu kadar, son zamanlarda benim de en yakın arkadaşım oldu.”
İçimde hafif bir kıskançlık kıpırdandı ama abartmadım, sadece gülümseyerek yaklaştım.
“Bak sen şu işe... Ama ben senden kıskancım. Onu ne yapacağız?”
Emel kaşlarını kaldırdı, dudaklarında hafif bir muzurluk belirdi:
“Kıskandırdığın günlere say Baran Ağa!”
“Sen alıştın bu ‘Ağa’ lafına ha!” dedim sırıtarak.
“Sankiii...” dedi, göz kırparak.
“Öyle mi?”
“Öyle...”
Sesi yumuşaktı. İçimizi karartan tüm gölgeler o an için dağılmıştı.
Gözlerimi onun kahverengilerine daha da derinlemesine diktim. Bakışlarımı fark edince gülümsedi, ama bir çocuk gibi utangaçça gözlerini kaçırdı.
“Ahtapota bağladın bak Baran… Açsın hadi,” dedi hafifçe kaşlarını kaldırarak.
Ben de alaycı bir gülümsemeyle yaklaştım ona. “Açım gülüm…” dedim ve yüzüne biraz daha sokuldum.
Başını geriye doğru çekti, ama aramızdaki o mesafeyi ne kadar açmaya çalışsa da bakışlarımız birbirine çoktan dolanmıştı.
“Baran, yemek masada ama…” dedi yumuşak bir sitemle.
Omuz silktim. Dudaklarımda bastıramadığım bir sırıtış belirmişti.
“Benim canım karımı istiyor,” dedim boğazıma oturan tüm duyguları bastırıp, sesime oyunbaz bir sıcaklık katarak. Burnunun ucuna kadar eğildim.
“Aman... canını yesinler,” dedi ama sesi titrek bir gülümsemenin içinde kayboldu.
“Karım duymasın,” dedim kaşlarımı kaldırarak.
“Niyeymiş?” diye sordu, gözleriyle meydan okuyarak ama yüzü kırmızıya dönmüştü.
“Karım, canımı ondan başkasına yedirtmez diye biliyorum.”
“Hele bir yedirt!” dedi, gözleri kısılmıştı, sesi hem tehditkâr hem sevgi doluydu.
“Naparsın?” dedim, kıskandırmaya devam ederek, dudağımda alaycı bir kıvrım.
“Baran, seni öldürürüm!”
“Başka?” dedim göz kırparak. Kaşlarını çatıp itmeye kalktı.
"Baran-..."
Sözlerini bitiremeden, nefesini yudumladığım anda dudaklarına kapandım. Gözlerini aniden araladı, ama sonra usulca kapadı. Zaman bir anlığına durdu. Tüm dalgalar sustu. İçimizde fırtınalar varken dışımızdaki dünya sessizliğe büründü. Dudaklarımda onun korkusu, öfkesi, aşkı ve kırgınlığı... hepsi birden dolaşıyordu.
"Baran, seni öldürürüm!" dedi geri çekilip, gözlerimin içine dik dik bakarak.
Gülümsedim, gözlerinden taşan öfkeyle karışık sevdaya karşı koyamadım.
"Ölüm dahi senin elinden olsa, cennet olur bana be güzelim..."
Emel kaşlarını çatsa da yanaklarındaki pembe gülümseyiş çoktan ihanet etmişti öfkesine.
"Off Baran!" dedi, sanki içinden gelen koca bir nefesle.
"Adımı böyle oflayarak söyledikçe... seni daha da öpesim geliyor," dedim, başımı hafif eğip yanağına dokunacak kadar yaklaştım.
"Baran?!"
"Yani tekrar öp diyorsun... anladım."
"Ya Baran, oyunbozanlık yapma, yemeğe geç kalacağız."
"Doyamıyorum sana doyamıyorumm. Bu güzelliğine karşı koyamıyorumm..."
Gözlerini devirdi ama gülümsemesini saklayamadı.
"Hem de kafiye yapıyorsun bir de."
"Aşkından şair oldum, mecnun oldum. Delirdim, aklımı bıraktım teninde."
"Yeter Baran ya!" dedi güya ciddi bir sesle ama sesi titriyordu gülmekten.
Yanağıma bir öpücük kondurup koluma girerek çekti beni masaya.
"Yemek soğumasın şair efendi, sonra yine aşk yazarsın artık..."
“Ben kaçayım, sen kovala diyorsun yani,” dedim gülümseyerek.
“Baran!” diye seslendi, masaya doğru koşmaya başladı.
Hemen bileğinden tuttum onu, hafifçe durdurup dudaklarına küçük, nazik bir öpücük kondurdum.
Bir an afalladı, sonra kahkahalarla gülerek masaya geçtim.
"Tamam tamam, hadi yemeğini ye artık," dedim, kaşığını eline tutuştururken.
"Sağ ol ya..." diye mırıldandı, hafif bir tebessümle.
"Afiyet olsun, gülüme," dedim göz ucuyla bakarak.
"Sana da, aşkım," dedi gülerek.
Omletten ilk lokmayı ağzıma atarken gözlerim kapandı hafifçe. Ardından mırıldanır gibi konuştum:
"Imm… Omlet tam istediğim gibi… Ellerine sağlık yavrum."
Sözlerimle birlikte gözlerinin içi ışıldadı. Gülümsemesi bir anda bütün odayı ısıttı.
"Olmuş mu bu defa?" dedi, sesi biraz umutlu, biraz mahçuptu.
Yüzüne sevgiyle bakarak elimi yanağına uzattım, sıcak tenine hafifçe dokunurken:
"Çok güzel olmuş hem de, bebeğim…"
Yanaklarındaki o belli belirsiz pembelikle başını öne eğdi. Sessiz bir "mutlu oldum" döküldü dudaklarından.
Sözünü duyduğum an içim kabardı.
"Oy, kurban olurum!" dedim gülerek.
Yemeğimizi yedikten sonra masayı birlikte topladık. Sessizce ama huzurla… Her tabağın yerine konması, her çatalın sesi bile bir düzenin, alışkanlığın ve beraberliğin simgesiydi sanki. Son peçeteyi çöpe attığında bana baktı, gülümsedi. O gülümsemeyle içim bir kez daha ısındı.
Salona geçtiğimizde, ben koltuğa uzanırken o battaniyeyi alıp üzerime örttü. Ardından gelip yanımda oturdu. Sessizliğimizi bozmadık önce. Aramızdaki huzur, kelimelere ihtiyaç bırakmayacak kadar sağlamdı.
Başını göğsüme yasladığında, kalbimin sesi daha da yükseldi. Saçlarının kokusu burnuma doldu, ellerini usulca tuttum. İkimizin de gözleri bir noktaya dalmıştı ama aklımız başka başka yerlerdeydi.
"Baran… İklim nasılmış?" dedi usulca, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.
"Konuşmuyor hâlâ," dedim iç çekerek. "Ama yemeye, içmeye başlamış. En azından fiziksel olarak biraz toparlıyor."
Kafasını hafifçe kaldırdı, gözlerinde endişeyle karışık bir merhamet vardı.
"Ben baktırdım uzman bir hocaya... Tahlillerine, raporlarına… Travmatik bir durum olabilir dedi."
Başımı salladım. "Biz de öyle düşünüyoruz ama... kötü ihtimaller de insanın aklına giriyor bir kere, çıkmıyor."
Bir süre sessiz kaldık. O da ben de bu ihtimalin ağırlığını içimizde tartıyorduk.
"Emir tam kabullenmişken böyle olması… olmadı," dedi gözlerini kaçırarak.
"Hiç sorma… Hem kıza hem Emir’e yazık oldu. Ama bence atlatırlar. O kızda öyle bir inat var ki, tutunur bir şekilde."
Gülümsedi. O yorgun ama umut dolu bakışını seviyorum.
"Emir Kaan’ı senden aldıysa," dedi biraz şakayla karışık, "bunları da aşar bence."
"Yalnız hatırlatayım, hani arkadaşındı kuman?" dedim kaşlarımı hafif kaldırarak.
Başını geriye atıp güldü, yanakları kızardı.
"İklim… biricik eltim ama," dedi göz kırparak.
“Elti de yaptın yani İklim’i,” dememle güldü.
“Öyleydi zaten. Senin kuman benim first gözdem.”
“Azra gitmiş mi?”
“Gitmiş… ama bir durum var. Alper’i uyar. Hislerine mukayyet olsun. Emir Kaan duyarsa bir de onunla uğraşmasın.”
“O da âşık olacak kız bulamayıp bizim kardeşimize âşık oldu,” dedim, biraz dalga geçerek.
“Bildiklerini söyleme ama, Azra’ya söz verdim gitmeden. Zaten kız sevmiyor. Ama Alper darlıyor kızı.”
“Alaz alır gibi ama Azra’yı...”
“Aman aşiret olmasın,” dedi göz devire devire.
“Niyeymiş? Baran’ı alırken öyle demiyordun ama küçük hanım?!” dedim kaşlarımı kaldırarak.
"Baran’ı alana kadar ne taşlar çatladı," dedi Emel, sesi tatlı ama gözleri biraz ciddiydi.
"Tabii canım, yoksa benim ne taliplerim vardı," dedim bilerek sinir ederek, göz ucuyla onu süzdüm.
Emel’in kaşları hafif kalktı.
"Allah Allah... Baran ha?"
Sesindeki o belli belirsiz kıskanç ton kulağımdan kaçmadı.
"Ohohooo yani!" dedim sırıtıp, inadına abartılı bir gururla başımı sallayarak.
"Allah Allah, öyle mi Baran Ağa?!" diye ters ters bana bakarak, hafif alaycı bir sesle karşılık verdi.
Ben de yerimden doğruldum, derin bir nefes alıp gözlerinin içine dikkatle baktım.
"Tabii, ne kızlar koştu peşimden, " dedim içtenlikle gülerek.
"Bana doktorlar, başhekimler, avukatlar, mimarlar çıkma teklifi etti. Ama ben hiçbiriyle ilgilenmedim; hep Baran efendiyi bekledim."
O an, yüzündeki ifade hafifçe yumuşadı ama hala gurur doluydu.
"Allah Allah? Benim niye haberim yok bu işlerden?" diye aniden ciddileştim, kaşlarımı çatıp hafifçe yana eğildim.
Emel omuzlarını kaldırdı ve hafifçe tebessüm etti:
"Seninkilerden benim var mı?"
Ben de hafifçe tebessüm ettim, alaycı ve samimi bir sesle:
"Yüzbaşı aşıktı bana be! Yüzbaşı Aynur vardı. Gelir gider, beni keserdi."
Emel, o an gururla devam etti:
"Başhekim Kenan çıkma teklifi ettiğinde, benim gözüm hep sendeydi ama!"
"LAN! BİZİM KARAKOLDA AYNUR DİYE KİMSE YOK, NE KENAN’I SANA ÇIKMA TEKLİFİ EDİYOR!! O KENAN’IN..."
Diyerek sinirle ayağa fırladım. Sesim yükseldi, gözlerim kıskançlıkla dolmuştu.
Tam o anda, Emel gülümseyerek elimden tuttu ve kendine doğru çekti. Oyunbaz bir tavırla:
"Şaka yaptım, gel," dedi, sesi yumuşak ve neşeliydi.
" Böyle şaka mı olur?!" diye tepki verdim, hala hafif sinirli ama içimden gülüyordum.
" Olur, sen yapıyorsun!" diye karşılık verdi.
" Ah Emel..." diye mırıldandım, gönlümdeki kızgınlık hızla yerini tatlı bir gülümsemeye bıraktı
"Seviyorum seni, mağara adamı," dedi Emel, gözlerinin içi gülüyordu.
Ben de kahkaha attım.
"Ben de seni, neşteri belalı," dedim gülerek.
" Peki karakoldaki görevin ne zaman başlıyor?" diye sordu merakla.
"Yarına başlıyor yavrum," dedim, omuz silker gibi rahat bir tonla.
"Çalışkan kocam benim..." dedi cilveli cilveli.
" Karakola verdiler mi nasıl da cilve yapiyorsun ama bana?"
"Tabii ki," dedi göz kırparak. "Aklım kalmayacak artık o kadar."
"Ben dağları daha çok seviyorum ama," dedim dürüstçe.
"Neden, o daha mı zor?" diye sordu şaşkın ama dikkat kesilmiş haliyle.
"Aksine," dedim başımı hafifçe sallayarak, "insanla muhatap olmak daha zor. Ben çok sosyal biri değilim ki, Emel’im. Bir yerden sonra tepem atıyor."
Gülümsedi, gözlerini devirdi sevgiyle.
"Tepeni yerim ben senin."
“Yersin tabii…” diye güldüm, gözlerimi kısmış, yarı alay yarı sitemle yüzüne bakıyordum. “Koskoca jandarma komando keskin nişancısını tuttun, karakolda komşu teyzelerle uğraşsın diye diktirdin.”
Kaşlarını kaldırdı, gözlerini devirerek ama yüzünde belli belirsiz bir üzüntüyle karşılık verdi:
“Böbreğinin tekini yitirmeseydin sen de…”
Ses tonunda kırık bir sitem vardı. Kulağıma dokunduğu an içim acıdı.
“Ben mi dedim? ‘Gel böbreğim, beni terk et’ diye ben mi yalvardım?” dedim, yüzümde hafif bir tebessümle. Ama o gülümsemenin ardı doluydu; savaşın, kayıpların, vazgeçişlerin yorgunluğu vardı.
“Gazisiniz Baran Bey.” dedi usulca, bir anda ciddileşerek. “Dağ işlemez artık size. Raporların bile var, resmi yazıyla yasak neredeyse o yollar.”
Bir an sessizlik çöktü. Sadece aramızda geçen bakışlar vardı. O, bana üzülerek ama bir yandan da kabullenmişçesine bakıyordu. Bense gözlerimi kaçırdım, sonra hırsla bir yudum nefes aldım.
“Tepem atarsa…” dedim, sesim biraz daha kısıktı ama içinde bastırılmış bir öfkeyle, “İki oynar, oraya uzanırım gene. Karışamaz kimse.”
Emel başını iki yana salladı, gözlerinde bu kez öfke değil, korkuyla karışık bir kırgınlık vardı.
“Beni bırakmaya çok niyetlisin…” diye fısıldadı.
Sanki içime bir hançer saplanmıştı. Gözümde birden geçmiş yıllar canlandı. Kavuşamadan geçen aylar, vedalar, sessizce içine akıttığı gözyaşları…
Bir adım yaklaştım ona. Avuçlarımı yüzüne koyup bakışlarını tuttum.
“O nasıl söz?” dedim, sesim yumuşak ama kararlıydı. “Sen benim en değerlimsin gülüm.”
Emel başını hafifçe yana eğdi, dudakları titredi. Gözlerinden yaş değil, yılların yükü sızıyordu adeta.
“Yıllardır…” dedi boğuk bir sesle, “Yolunu gözlüyorum Baran. Az mı aldım seni o kapılardan? Az mı öptüm mektuplarını, kokunu unutmamak için? Yeter artık…”
Parmaklarını avucumda sıktım. “Tamam,” dedim. “Gitmiyorum bir yere. Tepe tepe kullanın beni trafikte artık. Canım sıkıldıkça ceza yazarım babana.”
“Ya Baran...”
“Peder hak etti.”
Gülerek başını eğdi. “Hak etti...” diye mırıldandı.
Yanaklarına düşen gülümseme öyle güzeldi ki içim eridi. “Gülüşüne kurban olurum ben senin, gülüm benim...” dedim.
☆☆☆☆☆
Bolca oy ve yorum bekliyorum. Oylama düşüyor. Satır aralarında yorumlarda buluşalım ❤️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 57.91k Okunma |
6.71k Oy |
0 Takip |
112 Bölümlü Kitap |